Nasıl Yaşanıyor Bu Vesayetli Dünyada? Hangi Çılgınlar Nasıl Dayanıyor Buna? (Selçuk Orhan, 09.03.2010)
Üstüne biraz kafa yorunca elimize gelen şeyler vardır; bunların çoğunu da çocukluk çağında maruz kalmaya başladığımız muhteşem dayatma nedeniyle son derece olağan kabul eder, geçer gideriz. Neler mi? Örneğin mülkiyet. Mesela bazı hayvanların “sahibi” olduğumuzu düşünmemiz gibi. Halbuki bir kedinin sahibi olduğunu düşünmek ne manyaklıktır… Ya da kasap vitrininde asılı duran kanlı gövdenin kendimizinkinden kıymetsiz olduğunu sanmak. Cinsel roller. Örneğin kadınların etek giymesinin uygun olduğunu sanmamız gibi. Oysa tam tersi doğru. Sağlık açısından erkekler etek, kadınlar pantolon giyse daha uygun olurdu. Çıplak yaşlılardan tiksinmek mesela, ne aşağılık bir şeydir. Ya da devlet! Adımızı kaydeden, köklerimizi sağlama bağlayan, bizi askere alan, bize pasaport veren, bizi hapse atan ya da bize birtakım ünvanlar verip taltif eden…
Anarşist ya da düzen karşıtı olduğumu iddia edecek değilim. Bende o kalıp yok. Son derece konformistim. Vergiden askerliğe devletin –örnek denemese bile- geçer not alan bir vatandaşıyım. Kredi aldım. Otomobil kullandım. Ehliyetim var. Sigortalı bir işim var. İki kez evlendim, belediyeye de bildirdim. Kısacası çok düşünmemeye çalışıyorum.
Çok düşünürsem belki de, geçtiğimiz hafta içinde İsviçre vatandaşlığından da çıkarılan, böylece tamamıyla “topraksız” kalan Gün Zileli gibi olurum. Yeryüzündeki hiçbir devletin kayıt altına almak istemediği 65 yaşında bir insan.
Gün Zileli’yi ilk olarak anılarını topladığı hacimli üçlemesinden tanıdım: “Yarılma”, “Havariler” ve “Sapak”, 1954’ten 1992’ye kadar bir hayatın çizgisini tutkulu bir ayrıntıcılıkla ortaya koyuyor. Gün Zileli, 68’in en etkili isimlerinden biri. İşçi Partisi’nin yönetici kadrosunda bulunmuş. Birlikte yola çıktığı kişilerden biri hala partisinin başında, adı darbelerde ve davalarda geçmeye devam ediyor. Bir diğeri büyük bir medya patronu. Bir başkası tuhaf ama bir havai fişek şirketinin sahibi ya da ortağı. Gün Zileli ise topraksız, ülkesiz, Almanların “heimetlos” dediği durumda.
Kitaplarını okuduktan sonra Gün Zileli’ye hemen uzun ve sıkıcı bir mesaj atmıştım. Büyük bir medya patronu ya da parti yöneticisi olmadığı için alçakgönüllülük edip yanıt verdi. Türkiye’ye ilk gelişinde Taksim’de buluştuk. İş çıkışı gittiğim için kısa kollu bej bir gömleğim ve lacivert keten bir pantolonum vardı. 2005 yazı olmalı. Bir de deri omuz çantası taşıdığımı anımsıyorum. Uzun boylu bir adamdı Gün Zileli. Son derece içten, güleryüzlü. İş yerinde serbest giyinemediğimi düşünerek üzülmüştü; ona aslında toplantı olmadığında daha rahat giyindiğimizi açıkladım. Taş Kayık’ı okumuştu. İçeriğiyle değil anlatımdaki yaklaşımımla ilgili birkaç şey sordu. Şu simit saraylarından birinde oturmuştuk. Gün Zileli’nin geçici olarak edindiği bir cep telefonu vardı. Cihangir’de, kızı Irmak’ta kalıyordu. Özel bir durum nedeniyle kızının yanında bulunması gerekiyordu. Beni de davet etti; eve gittik. Irmak Zileli, oldukça zor bir dönemden geçiyor olmasına karşın bize çay ikram etti. Gün Zileli’nin öyküleri üstüne de konuştuk. 60’ların başlarında Hüseyin Cöntürk’ün dergisinde öyküleri çıkmıştı Gün Zileli’nin. Siyasete yönelince yazmayı bırakmıştı. O gün, Gün Zileli ile bir söyleşi yapma fikri doğdu. Yaptık da: http://www.gunzileli.com/2006/04/23/gun-zileli-ile-soylesi/
Devlet kör bir aygıt olarak zaman zaman bireyleri atlar. Ancak bilinçli bir şekilde bir bireyi “saymamak” devletin çok ender karşımıza çıkan, şaşırtıcı bir işlevi. Oysa gerçek bir delilik içinde yaşıyoruz. İnsanları kitleler halinde imha etmek için makinelerin tasarlandığı bir yerdeyiz. Korkunç bir kabus gibi. Bu deliliğin azıcık farkına varmanın bedeliyse yok edilmek ya da yok sayılmak. Sırası gelip boğazlanıncaya kadar herkes insan, öyle değil mi?
Selçuk Orhan’ı sadece kutlayabiliyorum. Yazmaktan başka
elden başka ne gelir bu ortamda…