Murat BELGE
Taraf GAZETESİ
Fransa’da cinayet
10.01.2015 –
Fransa’daki olaylardan sonra, “Cumartesi yazısı”nı yazmak üzere masa başına oturduğumuzda, “Ne yazsam?” diye düşünecek bir durum olmuyor. Konu belli olmasına belli, ama bu “konu” kaçıncı sefer gündemde, kaçıncı sefer gene böyle karşımızda duruyor? Değişen bir şey var mı? Söylenecek yeni, daha önce söylenmemiş bir söz var mı? Aklıma hiç de öyle taze düşünceler, yorumlar akın etmiyor. Öyleyse, belki genel konu belli ama, “ne yazsam?” kısmı da halen geçerli.
Bu olaylar sık sık olur, olduktan sonra, taraflar uzun zamandan beri ezberlenmiş rollerini okumaya başlarlar. Örneğin Marine Le Pen’i düşünün. Hebdo olayı sonrasında ve dolayısıyla, daha önce söylemediği bir şey söyleyecek mi, buna imkân var mı? Tam tersine, “İşte, yıllardır bunu söylüyoruz. Bakın ne kadar haklıyız,” mealinde demeçler verecektir.
Ama ben daha çok bu taraf üstünde durmak istiyorum. Bir kesim de var ki, bu olaydan sonra, “İşlenen cinayetin İslâm’la bir ilgisi olamaz. İslâm bu değildir” diyecek, diyor. Çünkü zaten bütün bu olaylar olduğunda, bu kesim de bu sözü söyledi.
Öyle midir, değil midir, bu tartışmaya karışmak benim işim değil. Çünkü zaten öyle bir tartışmanın bir çıkışı olmadığını biliyorum. Öyle olduğuna inanan Müslümanlar var; öyle olmaması gerektiğine inanan Müslümanlar da var. Bu bir olgu. Bu tartışılabilir, bunun üstüne politika da kurulabilir.
Peki, böyle şeylerin İslâm’la bir ilgisi olamaz ve İslâm bu değildir, iyi de bu olayların hepsini yapanlar Müslüman, yaptıklarını da İslâm için yapıyorlar. Hal böyle olunca, “İslâm bu değildir” demek ne anlama geliyor, neye yarıyor? “Bu yapılanı ben onaylamadım,” demek dışında kimseye bir şey anlattığı var mı?
Şöyle durumlar: bir cinayetten sonra, diyelim ki yazı yazıyorum ve “cihadî” Müslümanlar’ı suçluyorum (herhangi biri bunu yapıyor). Hemen bir İslâmcı yazar çıkıyor, “cihad”ın bu anlama gelmediğini tartışmaya başlıyor. Tartışmaya başlayınca konu “tartışma”ların şaşmaz kaderi içinde uzadıkça uzuyor ve bir sonuç üretmiyor. Sorun zaten benim ya da bunu kim yazdıysa onun “cihad” üstüne “yanlış” bilgilerinin düzeltilmesi değil. Eylemi yapan da ben değilim. Bana öğreteceğine, o eylemi yapana öğret “cihad”ın ne olduğunu. Ama kimsenin böyle bir şey yaptığı yok.
“Böyle eylemlerin İslâm’la ilgisi yoktur, olamaz” pozisyonu orada duruyor, bunca olay arasında, o da âşina bir pozisyon. “Dolmuş durağı” gibi bildik bir yer. Ama onun iki adım ötesinde de, “İslâm’a karşı provokasyon” pozisyonu duruyor. Birinci pozisyona yerleşip konuşanların birçoğu az sonra bu ikinci pozisyona geçip üç beş cümle de oradan söylüyorlar. Bu aslında birinci pozisyonda söyleneni zayıflatıyor. Çünkü, bunu söylemekle, “Müslüman’ı kızdırırsan o da böyle yapar,” demiş oluyorsun. “Yapar”sa, o halde bu eylemler İslâm’a o kadar da aykırı değil!
Güçlü ideolojilerde, onlar birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da, böyle benzeşen durumlar olabilir. Örneğin yıllar önce sosyalizmi tartışırken, birisi falan yerde şöyle yapıldığını, bu tür işler olduğunu söylese, biri de –örneğin ben– “Ama ‘komünizm’ o demek değil; o dediğin Stalinizm’in sonucu,” derdim. Muhtemelen doğru. Ama benim “komünizm” dediğim o şey benim kafamın içindeydi, dünyada görünmemişti. Dünyada görünen ise Stalinizm dediğimiz nesneydi. Şu halde, önce gidip komünizmi o hale getiren etkenler neyse, onlarla mücadele etmem gerekiyordu.
“İslâm bu değil”, “İslâm’da terörizm olmaz” edebiyatını benimseyen ve yeniden üretenlere önerim bu. Böyle bir “İslâm politikası”ndan ciddi bir şekilde tedirgin olan çok sayıda insan olduğunu tahmin ediyorum: bu işin nihaî sorumlusu sizlersiniz.
Yukarıdaki “komünizm” örneğine döneyim. Beğenmediğim Stalinizm karşısında ne yapmalıyım, ne yapmalıydım? Samuelson’a ya da Schumpeter’a gidip “Yahu, bizim bu sosyalizm iyi gitmiyor. Şuna bir çare bulsanıza” mı demeliydim? Reagan’a “gerçek sosyalizm”in bu olmadığını anlatmaya mı çalışmalıydım? Yoksa bildiğim, gücendiğim sosyalistlerle bir araya gelip “Bu böyle yürümez. Yürütmekte inat ederseniz batırırsınız” kampanyası mı açmalıydım?
Ben o zaman ikincisini yapmıştım. Pek dinleyen olmadı. Battı.
Ama her seferinde aynı şey olacak diye bir kural yok.
Arianne İpliği
Şu olaylar mahşerinde yol bulmak, Minotaur’un yaşadığı mağaradan çıkmaktan daha zor değildir.
Sadece biraz hafıza tazelemek yeter.
Alfabeden başlayalım.
1) “İnsanların varlıklarını düşünceleri değil; düşüncelerini varlıkları belirler.” Bunu daha açık, net ve günümüz olaylarını anlamaya daha uygun olarak şöyle formüle edebiliriz: toplumda durumu ve çıkarları farklı insan grupları vardır. Bunların düşünce ve davranışlarını her şeyden önce bu konum ve çıkarlar belirler.
2) “Eğer insan çıkarlarına aykırı olursa matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur.” Yani insanların şu veya bu “ideoloji” veya “dinden” veya “bilimden” olması, konum ve çıkarını, o ideoloji, bilim, din vs. içinde artiküle etmeyi, gerekçelendirmeyi, rasyonel ve ahlaki göstermeyi, savunmayı ve bunun için bir sistem kurmayı engellemez.
Yani fikirler değildir şu veya bu olayın nedeni. Yani Müslüman, Hıristiyan, Komünist veya Liberal olduğu için yapmaz insanlar şunu ya da bunu. Diyelim ki, gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsi “Müslüman”dı, onlar aynen bugün “Hıristiyanların” yaptığını yaparlardı. Bu sefer birileri çıkıp, İslam’ın ne kadar Protestan bir din olduğuna dair teoriler döktürürlerdi. O zaman geri ve yoksul ülkeler Hıristiyan, Budist veya her türlü silahı veya şiddeti reddeden bir dinden, ideolojiden olsalar bile, o şiddeti reddeden dinlerin veya teorilerin içinden, bir akım çıkar, şiddete ve silaha farklı bir yorum getirir, onun etrafında küçük sektler kurulur. Koşullar uygun oluca da Hıristiyan, Budist veya her neyse o her türlü şiddeti veya silahı reddeden dinin “terörist”leri çıkardı.
Yani sorunun kaynağı fikirler değil, toplumsal koşullardır.
Öte yandan bir fikir söylendiği andan itibaren, insanlar onu nasıl anlıyorsa o hale gelir, aslıyla ilgisizleşir. Zaten insanlar onu kendi toplumsal konum, çıkar, problematik vs.lerine göre anlayacaklardır. Bu da yine yukarıdaki önermenin daha değişik bir versiyonundan başka bir şey değildir.
Daha somut konuşursak, Sovyetlerdeki Stalinizm, Lenin veya Marks’ın öğretilerinde bir yanlışlık olduğu için ortaya çıkmamıştır. Muaviye Muhammet’in dinideki sakatlıklar yüzünden ortaya çıkmamıştır. Papalık cinayetleri İsa’nın sözleri nedeniyle işlememiştir.
O cinayetleri işlemek veya meşrulaştırmak için Marks’tan, İslam’dan veya İsa’dan gerekçeler bulunmaya çalışılmıştır.
Sovyetler birliğinde neden bir Stalin çıktığını anlamak istiyorsanız, örneğin Lenin’in sözlerine değil, Rus devriminden sonra dört yıl savaş ve sonra da iç savaş yıllarında Rusya’da tahrip olan ekonomi nedeniyle neredeyse yamyamlığa döndüğüne bakmanız, nedenleri maddi koşullarda aramanız gerekir. Yoksa her zaman daima birileri başka görüşleri de savunur. Ama o koşullarda kimse onlara yüz vermez veya çok daha karmaşık nedenlerle o görüşleri savunanlar etkisiz kalırlar. Neden etkisiz kalırlar? Bunun nedeni yine toplumsal koşullardır. O fikirlerin yeterince yiğitçe veya doğru veya etkili bir şekilde savunulmaması veya yokluğu değildir sorun.
Muaviye’nin yaptıklarını anlamak için Kuran’a bakmak gerekmez. Muaviye sadece yaptıklarına Kuran’dan gerekçe bulmaya çalışır. İslam’ın Mekke’den çıkınca binlerce yıllık uygarlıklar bataklığına girdiğini, Şark’ın devleti ve devletçiliği tarafından ele geçirildiğini; sınıfların mücadelesinin alanına girdiğini görmek gerekir. Yoksa nasıl Stalin’in karşısında Troçki vardı, ise Muaviye karşısında da Ebuzer vardı. Ama birinciler üstün geldi.
Fikirlerinin gücünden değil, dayandıkları sosyal kesimlerin gücünden, konumundan ve çıkarından dolayı.
O halde, “liberal” ve “demokrat” görüşleri olan Batılı ülkeler, refahlarını korumak için, Irak, Libya ve Suriye’ye demokrasi getireceğim diye bomba atarsa; İsrail’in yaptıklarını desteklerse vs., vs., o durum birlerinin “madem bu dünya bana yar olmuyor sana da olmasın” demesine yol açar.
O zaman buna uygun formüller bir yerlerde bulunur. Bombaları atanlar genellikle Hıristiyan ise ve bomba atılanlar genellikle Müslüman ise, İslam bu direniş için iyi bir artikülâsyon (gerekçelendirme, rasyonelleştirme) zemini olabilir. İslam uygun değilse, onun başka yorumları bulunur veya yaratılır. İslam olmazsa, Mislam bulunur.
O halde bu çatışmanın özüne bakalım. Sorun İslam veya batı değerleri veya özgürlük veya demokrasi vs. değildir. Bunlar hep farklı tarihsel ve toplumsal konumları ve çıkarları savunmanın bayraklarıdır, araçlarıdır.
Demokrasi mi?
Her demokrasinin diktatörlük olduğu da bir sır değildir.
O halde sorun şudur. Bu toplumsal koşullara uygun düzen nedir?
Her toplumsal düzen özünde bir diktatörlüktür.
Sorun hangi diktatörlükten yana olduğunuzdur.
Örneğin en demokratik bilenen uluslar, ulusları reddedenler; ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedenler üzerinde bir diktatörlüktürler.
Sorun bizlerin hani diktatörlüğü savunacağımızdır.
Bizler uluslar üzerinde bir diktatörlük savunmalıyız. Yani ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesinin geçerli olmadığı; şiddetin bu ilkeyi geçersiz kılmanın bir aracı olduğu bir dünyayı savunmalıyız.
Bizler, kimsenin “İslam”ı, “Hıristiyanlığı” ya da “Ulus”u yaşayamayacağı; bunların hiçbir politik anlamının olmadığı; tek kutsalın kutsal hiçbir şey olmadığı bir dünya cumhuriyetinin bugünkü uluslar ve ulusal devletler üzerindeki diktatörlüğünü savunmalıyız.
Yani bütün uluslara ve ulusal devletlere, her türlü fikir sınırlamalarına karşı bir diktatörlük ancak bugünün dünyasına bir barış ve insanlığın sorunlarına çözüm getirebilir.
Bugünün dünyasında ırkçılık ve faşizm bir tehlike değil gerçektir.
Ama bunu ulusçular göremez.
Çünkü ulusların olduğu bir dünyadan ötesini ne tasavvur ederler ne de isterler.
Hâlbuki bütün paranın ve malların serbestçe dolaştığı bir dünyada ulusal devletler ve sınırlar, fiilen bir apartheit rejim demektir.
Yani insanların büyük çoğunluğu ulus denen varlıklar ve devletler aracılığıyla her türlü haktan yoksun tutulmakta; bir “bantustan”a veya gettoya hapsedilmiş bulunmaktadır.
Bundan daha büyük bir ırkçılık olamaz.
Bir de yeryüzünde hiçbir hududun olmadığını, herkesin her yere gittiğini, ulusal devletlerin olmadığını; bir tek dünya cumhuriyeti olduğun düşünün.
Ancak böyle bir düşünce ve tasavvur ile bugünkü sistem akıl ve ahlak dışı olduğu; bugünkü sistemin aslında ırkçı ve faşist bir sistem olduğu görülebilir.
Ulusları kendilerine karşı mücadele edilecek toplumsal birimler değil; içinde mücadele edilecek ortamlar olarak gören anlayış bugünkü sistemin nasıl akıl dışı olduğunu görmeyi engeller.
Ama zaten yakından bakıldığında bir düzen, bir kurum, bir fikir, tarihsel olarak ömrünü doldurduğunda insanlara akıl ve ahlak dışı olarak görülmeye başlar.
Sadece Paris veya Ortadoğu veya başka bir sorun değil, bütün çağımızın olaylarına temelde böyle bir bakışınız yoksa zaten her şey baştan yanlış ve temelsiz demektir.
Demir Küçükaydın
10 Ocak 2015 Cumartesi
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/01/arianne-ipligi.html