Bu yazıyı yazdığım, içime sinmediği için arkadaşlarıma eleştirilerini alma amacıyla gönderdiğim anlarda Elif Çermik’in cenazesi için Nurtepe Cemevi’ne çağrıldık ve hemen sonrasında da Soma Holding’in Levent’teki binasında yapılacak eylem çağrısını öğrendim. Taksim Dayanışması’nın “31 Mayıs’ta 19:00’da meydanlarda” olma çağrısı zaten önümüzdeydi.  O esnada çok safiyane biçimde şunu düşündüm ve istedim: Taksim Dayanışması (birçok örgütsüz insan hâlâ bu yapıya bağlı hareket ediyor) çağrısını güncelleyerek şöyle dese “12:00’de Nurtepe’de Elif Abla’yı uğurluyoruz, 15:00’te Levent’teyiz, oradan da Gezi Parkı’na gidiyoruz.” Ertesi gün de 17:00’de Okmeydanı’nın riskli alan ilan edilmesinin arefesindeki basın açıklamasını da ekleyeyim. Sizce nasıl bir gün olurdu 31 Mayıs?

Nurtepe Cemevi’ndeki kalabalıktan Soma Holding eylemine giden kişi sayısı beşti. (Rakamla da 5)

Foti Benlisoy son dört yazısında yazdı, onun dışında daha teorik ve detaylı yazılar da okudum. BİZ’im ne yapmamız üzerine ahkâm kesecek insanların arasında son sıralarda gelirim ama dayanamadım. Gün Zileli’nin Diktatör yazısında söylediği gibi “Acının düğümünü her an gırtlağımızda hissediyoruz. Toplumsal olaylar küçük bireysel mutluluklar yaşamamıza bile izin vermiyor. Biraz neşelenelim, gülelim desek toplumun ufuklarında beliren kara bulutlar anında üstümüze çullanıyor. Doğrudan bireysel dertlerimizden bağımsız bir toplumsal sıkıntıyı ve yürek burkulmasını yaşamımızın her anında hissediyoruz artık.”

Bu duyguları daha içten ve özlü ifade edemeyeceğim için alıntıladım ve ancak kafamızı başka türlü çalıştırmanın zamanı gelmedi mi diye sormadan da edemiyorum. Mesela sokağa hangi taleplerle çıkıyoruz, polisin felç ettiği kamusal yaşamın faturası neden bize çıkarılıyor, bunda bizim davranış kalıplarımızın etkisi hiç mi yok?

Ve: “Ne yapmalıyız?”  “Nasıl Gezi’deki gibi tekrar ayağa kalkacağız?” “Daha başlangıç olan ne ve mücadeleye nasıl devam edeceğiz?” gibi birçok arkadaşın sorduğu sorular.

Bu soruların yanıtı, neleri tartıştığımızla ve kafamızı daha çok nelere yorduğumuzla ilgili. Mesela iktidarı ve iktidarın söylemlerini değil de, kendimizi tartışmaya başlayabiliriz öncelikle. Kendimizin içine; sadece sol, sosyalist, devrimci, anarşist, kısaca tüm muhalif ve öteki grupları değil, servet ve iktidar çarkından beslenen bir grup oligark ve uzantısı dışında, iktidara oy veya destek veren yoksulları da alarak başlayabiliriz. Bu iktidara oy veren büyük çoğunluğun yoksullardan oluştuğunu düşünerek başlayabiliriz, solun söylem ve pratiklerinin neden böyle bir parti elinde oyuncak edildiğini tartışarak başlayabiliriz. Haydi bir yerden başlayalım.

 

Mesela, ben artık protestodan ibaret eylemlerden, talepten yoksun-hak mücadelesini açık açık göstermeyen toplantılardan bunaldım. Elbette sokaktan ayrılmayacağız, tabii ki “yasal şiddet”e boyun eğmeyeceğiz. Ancak ve özellikle iktidarın tabanına, “Geçen yıl Gezi Parkı eylemlerinde hayatını kaybedenleri anmaya gitmek isteyen bir gruba, polis tazyikli su ve biber gazı ile müdahale etti. Göstericilerle polis arasındaki çatışma sabah saatlerine kadar sürdü.” ezberini veren ATV ana haber izleyicisiyle aramızdaki mesafe nedir, sorusunu soracak mıyız? Sokağa çıkanın göstericiler ya da eylemci grup olmadığını, halkın bizatihi kendisinin olduğunu göstermek için bence yapılması ve yapılmaması gereken şeyler var. (Burada “gereken” derken, hiyerarşik ya da akıl veren bir yerden kurmuyorum cümlemi. Hâşâ. Kimseye akıl vermek benim haddime düşmez sadece kendime söylediklerimi okuyacak olan varsa, paylaşıyorum)

  1. Başbakan’ın her konuşmasında, öncelikle kendi tabanına hitap ettiğini unutmamalı, eğer gerçekleri ifşa edeceksek bunun muhatabının sadece twitterdaki takipçilerimiz değil yine aynı kitle olduğunu düşünmeliyiz.
  2. Sorunu, salt Başbakan’ın kişiliğine, ruh haline, sağlıklı olup olmadığına falan indirgediğimizde, “Atatürk Dersim olaylarında hastaydı, haberi yoktu” argümanının başka bir versiyonuyla konuştuğumuzu fark etmeliyiz. Erdoğan, bu siyasal-toplumsal kültürün bir sonucudur. Bir sebebi değil. Elbette her monark gibi kendine özgü tuhaflıkları, retoriği var. Ama gündemi, O’nun söyledikleri ve kişiliği üzerinden şekillendirmek, bizi ciddi şekilde sömürüden, kapitalizmden, neo-liberalizmden, taşeron sistemini tartışmaktan alıkoyuyor. Bu argüman, aslında iktidarın ve devletin ne kadar içselleştirildiğini de gösteriyor, zira bir Başbakan’dan lütuf ve ihsan beklemek, ondan hesap sormayı değil, onun kendi iradesiyle hesap verebilmesini ummak, tartışılması gereken ciddi bir biat kültürünün sonucudur kanımca. Bu sistem halihazırdaki iktidarın istediği anayasal şekli de alırsa; Erdoğan’a rahmet okutacak, onu aratacak Başbakanlar görür bu topraklar.
  3. Gezi Parkı’ndan herkesin aynı şeyi anladığını sanmaktan vazgeçmeliyiz. Gezi’nin nedenlerinde hemfikir olsak da, çıkardığımız sonuçlarda son derece farklı istikametlere gidiyoruz. Bunun için de önce Gezi güzellemesi, nostaljisi, “neydi o günler” kafasını terk etmek gerekiyor. Gezi’den sadece 1 ay sonra Sivriada-Yassıada Eylemi için eyleme hazırlanıp bir yandan da imza toplarken, bir ağabey bana “imzayla, eylemle bir şey olmaz” demişti. Ben de ona “neden olmasın, Taksim’de oldu. Gezi Parkı’nda bir ağaca dokunamıyorlar şimdi” demiştim. O da cevaben “Gezi Parkı başkaydı” demişti. Şimdi 1 yıl oldu, bilmem anlatabiliyor muyum.

 

Yapılmaması gereken diye yazdıklarım şimdilik bunlar. Zaten daha önemlisi ne yapmamız ya da neleri tartışmaklığımız konusunda düğümleniyor:

  1. Bir defa, iktidara oy veren kitlenin büyük çoğunluğunun yoksullardan oluştuğunu görmeliyiz. Bu kitlenin, salt servet ve iktidar çarkından nemalanan ve dinle efsunlanmış cahil insanlardan oluşmadığını ilk kez veya bir kez daha düşünmeliyiz. Bunu Soma’da çarpıcı şekilde bir daha gördüm. Özellikle işçiler her şeyi, herkesten daha iyi biliyor ancak son derece çaresiz ve muhtaç olduğu için sisteme boyun eğiyorlar.
  2. Gezi’de ve en son Berkin Elvan cenazesinde sokağa çıkan ama 1 Mayıs’ta, Soma’da, Uğur Kurt’ta sokağa çıkmayan orta sınıfı tepeden tırnağa düşünmemiz gerekiyor. Bu, orta sınıf kavramının sınırları belirsiz elbette; kime orta sınıf, kime küçük burjuva, kime işçi diyeceğiz bu ülkede, tam olarak bilemiyorum ben. Ama ücretinden başka kaybedecek şeyleri de olanlar benim nazarımda orta sınıfa giriyor, Gezi’de onları sokağa döken öncelikle somut taleplerdi ama sonra iktidarı değiştirme arzusu galebe çaldı. Bu sonuç hâsıl olmayınca da hem moralleri bozuldu, hem de bireysel konforlarını riske atmak istemediler. Ayrıca Kürt, Alevi, Ermeni laflarını duyduklarında gösterdikleri refleksler,  halihazırdaki hareketlere uzak kalmalarına da neden oldu. Aslında konu açılmışken bu ulusalcılar kimlerdir ve toplumun hangi kesimidir konusuna girmek gerekiyor. Bizler için kum torbası misali, her fırsatta vurulması ihmal edilmeyen bir durumda olan orta sınıf-ulusalcılar kitlesini biraz irdelemek gerekiyor. Ama ulusalcı-Halk Tv izleyicisi- Sözcü okuru kitleyi de otomatikman Doğu Perinçek çevresi olarak görmemek gerekiyor. Ulusalcı diyerek genelleştirdiğimiz insanlar, Türk, Atatürk ya da en azından cumhuriyet kavramlarına bağlılık konusunda ortaklık gösterseler de çoğunluğu sınıfsal olarak hiç de tuzu kuru değiller. Gezi’de, bu sınıfın veya kesimin içinden gelip de yan yana direndiğimiz, dayanıştığımız insanlar da çoğunluktaydı bence. Gezi’ye TGB bayrağı ile gelen üniversite öğrencisi, ADD çadırını kuran emekli öğretmen, ÇYDD temsilcisi amca, sadece Türk Bayrağı’nı kapıp çıkan örgütsüz lise öğrencisi, Atatürklü eşarbını gaz maskesi olarak kullanan iki sevgili, sınıfsal bir başkaldırı içindeydi.

Dolayısıyla ulusalcılar diye bir çırpıda yabana atacağımız, potansiyel CHP seçmeni olmaya muhtaç bırakılmış, “biz”im kafamızda tek bir kategoriye indirgenmiş ama aslında hiç de homojen olmayan ve tek bir noktada uzlaştığımız bir kitle vardı: Yoksullar veya muhtemel işsizler. Gezi’de gördüğümüz ve bugün de görmemiz gereken önemli ortaklık nokta burasıdır bence. Ya da bu kesimden tamamen ümidi kesip, toplumdaki sınıfsal-ideolojik ayrımları son derece net bir şekilde belirleyip, “neden sokak hareketleri azaldı” feryadını bırakıp, kitlesellikten medet ummadan, bir avuç cengâver olarak çalışmamız gerekiyor.

  1. Gezi’nin ruhunu yaratan ve diri tutan en önemli taraflardan biri de somut taleplerdi. “Ağaçları kesmeyin” kadar somut ve haklı bir talep olamaz. Zaten iktidar da bu somut talepten korktuğu için, “ilk başta masum çevreci çocuklar vardı, sonra istismar edildi” yalanına kuvvetle sarıldı. Bu saatten sonra sokağı ayakta tutmamız da somut taleplere bağlıdır. “Hükümet İstifa” diyoruz can-ı yürekten ama nedenini anlatamıyoruz, slogana bile dökemiyoruz. “Tamam istifa etsin de kim gelecek yerine, Kılıçdaroğlu mu?” diye sorana ne cevap veriyoruz?
  2. Yasayı yapan hükümet, yasayı emrine sunduğu ortağı sermaye, kâr edecek olan her ikisi, ölen biz. Hangi iktidar olursa olsun böyle olacak, kim başa gelirse gelsin nasıl koruruz kendimizi? Sorusunu açıklayabiliyor muyuz? Bunu anlatamadıktan, hele ki iktidara oy veren yoksullara anlatmadıktan sonra daha çok gaz yeriz. Bizim oturup Türk-İş yönetimini lağvetmeyi, Taksim Dayanışması’na artık teşekkür edip bunu Kent ve Kır hakları yani Yaşam Hakları mücadelesine evriltmeyi, canlarımızı andıktan sonra Okmeydanı’ndaki kentsel dönüşüme nasıl direneceğimizi konuşmayı, önce Soma’da daha sonra tüm yoksul ve emekçi bölgelerinde yeniden örgütlenmeyi tartışmamız gerekmiyor mu?
  3. Tüm bunları yazarken basit bir “halka inme” popülizminden bahsetmiyorum. Öncelikle kalıpyargılarımızı, hele ki iktidara oy veren insanlara bakışımızdaki kalıpları yeniden değerlendirip, soruna yeniden sınıfsal bakmanın gerekip gerekmediğini sorgulamamız gerekiyor. Tekraren söyleyeyim, Bağcılar’daki tekstil işçisi de, Güngören’deki tezgahtar da, Nişantaşı’ndaki garson da, Kadıköy’deki öğrenci de, Ada’daki balıkçı da, Bahçeşehir’deki kapıcı da, Tuzla’daki memur da, Sarıyer’deki ormancı da yoksul. Ve bunların büyük çoğunluğu iktidar partisi seçmeni.
  4. Diyeceksiniz ki buraya kadar laf kalabalığı yaptın ama somut bir şeyler söylemedin. Aslında söyledim ancak daha da somutlayarak ve burjuva siyasetine indirgeyerek, çok çabuk gündemden düşen bir yöntemi yine önereceğim: Muhalefet İstifa! Bu öneriyi burjuva siyasetinden medet umduğum için değil, yaklaşan Başkanlık-Yarı Başkanlık tartışmalarına mahkûm olmadığımızı göstermek, iktidarın sayısal gücünü yani her türlü kanunu yapma kudretini,  gayrimeşru seçim siteminden alarak, dolayısıyla oy ve milletvekili gasp ederek, kendini milli irade diye sunmasının önüne geçirebilmek için teklif ediyorum. Tüm muhalefet milletvekilleri istifa etsin (Anayasa 84’e göre milletvekillerinin istifası TBMM Genel Kurulu’nca karara bağlanır ancak böyle bir durumda iktidar partisinin siyasetini, hukuki gerekçelerle sürdüremezliği açıktır. Bunun yanında Anayasa 78’e göre ara seçime gitmek de hiç işlerine gelmeyecektir.) diye bastırarak, daha doğrusu onları istifaya zorlayarak, devletin ve anayasal düzenin meşruiyetini sorgulamak konusunda bir araç yaratabiliriz. 1965 seçimlerine girdiğimiz sistemle seçim yapılsa ve birinci olan parti %50 oy almış olsa, TBMM’de elde edeceği milletvekili sayısı 275 olacak. Yani, güvenoyu sınırı. Aynı zamanda muhalefetin toplamı da 275 milletvekiline eşit olacak. İşte o zaman Soma’da yaşanan “Maden Kazalarına İlişkin Araştırma Önergesi”nden tutun, bir bakanın gensorusuna veya alelade bir yasanın kabulüne kadar her konuda iktidar partisi diken üstünde olur ve hemen her görüşmede muhalefet ile uzlaşmak zorunda kalır. Böyle bir sistemde hiçbir başbakan siyasi ayak oyunları ile temayüz ederek, şahsını vazgeçilmez kılarak, kendini diktatörlüğe götürecek yasal yolları oluşturamaz, belki aynı partinin iktidarı uzun süre devam eder ama başbakan ve bakanları hatırlamayız bile.
  5. Daha basiti ve daha hayati olanın önerime gelince. Soma’ya gidelim, Savaştepe’ye, Kınık’a, Zonguldak’a, Şırnak’a, Amasya’ya, Okmeydanı’na gidelim. Gezmek için değil, yaşamak için gidelim. Yardım için değil, dayanışma ağları kurabilmek için gidelim. Yaz tatilinde Datça’ya, Olimpos’a değil Soma’ya gidelim mesela. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” Sorusunu sorduğunuz anda gelin. Aslında hiç de yalnız değilim, elbette gidebilirim ama neler yapabilirim düşüncesiyle gidelim. Bireysel yaşamımızı böyle örgütlemeye başladığımız anda politik hareketler ve örgütler de dönüşmeye zorlanacaktır. Tütün toplarsınız, ahır kürürsünüz, kütüphane kurar, çivisini çakar, rafına kitap dizersiniz, ilkyardım öğretir, çocuklara öykü okursunuz, hiç kimsenin bu dünyada yalnız olmadığını hissettirirsiniz. Az şey midir?

Gerçekten kafam ve gönlüm çok karışık, bu yazı da bu ruh karmaşasından fazlasıyla nasibini aldı. Yeter ki, artık eski yöntemlerden sıkılanların, son yirmi yılın pratiklerini sorgulayanların, Gezi’de öğrendiklerimizin kazanıma dönmemesinden şikâyet edenlerin bunları tartışacağı ve artık hemen hayata geçeceği sahalar genişlesin, genişliyor da esasen. Bu sorular, arkadaş sohbetleri ile sınırlı kalmasın ve benden kat be kat düzgün yazılar yazacak arkadaşlar elini tembel alıştırmasın.

Tabii, devrimi sadece sevdiklerimiz için istemiyorsak.