Başbakan’ın önce “açlık grevinde kimse yok” dediği, sonra “şov yapıyorlar” dediği açlık grevi eylemi 68. gününde sona erdi. Bir politik protesto olarak açlık grevi, demokratik eylem biçimidir. Çünkü şiddet içermez. Eylemcinin zararı yalnız kendinedir. Tabii fiziksel olarak. Bekleyenlerin ve yakınların yaşadığı duygusal ıstırap da tarifsizdir. Ancak eylemin olası kötü sonuçları da trajik olabilir. Çünkü açlık grevinde amaç ölüm olmamasına rağmen, biyolojik olarak geçirilen süre Wernicke ve Korsakoff hastalığına neden olabilir. Bu hastalıkların da algı ve dikkat bozukluğu, bilinç kayması veya sürekli bakıma muhtaç hale gelme gibi sonuçları olabilir. Bazen uzun süreli açlığa bağlı ani ölüm de meydana gelebilir.
Bu bakımdan açlık grevi rastgele bir eylem değildir ve eylemcinin tüm ruhu ve bedeni ile bu protestoya girişmesi ciddi bir karardır. Bunun ciddiliği hem eylemin kritik sonuçlarından yani yaşama hakkından kısmen veya tamamen vazgeçmekten ve kişiyi açlık grevine götüren taleplerin haklılığından ileri gelir.
Son Açlık Grevi protestosunun temel talepleri üç tane idi. Abdullah Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılması, Anadilinde (Anadilde değil) Savunma Hakkı ve Anadilinde Eğitim Hakkı.
Bu üç talebe karşılık siyasal iktidarın genel tutumu ve Başbakan’ın özel tutumu eylemi bir şantaj olarak algılamak şeklinde oldu. İktidar Partisi’nin bazı “iyi polis” sözcüleri “duyarlı” cümleler kursalar bile, eylemler sona erdiğinde bu kişiler bile protestonun anti-demokratik olduğunu ileri sürdüler.
Üç talebi sırasıyla ele alacak olursak, bazı gariplikler görmemiz mümkün. Öncelikle Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit koşulları. Abdullah Öcalan, cezası kesinleşmiş ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hüküm giymiş bir mahpus. Siyasi kimliği, tarihi, siyasi olarak şu andaki rolü bu yazının konusu dışında.
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un (İnfaz Kanunu) hiçbir yerinde “tecrit” kelimesi geçmez. Yani tecrit hukuki değil, fiili bir durumdur. Bir mahpusu iktidarın istediği doğrultuda, yasal haklarından ve görüşmecilerinden yoksun bırakmak amacını taşır ve bu yolla mahpus hizaya getirilmek istenir. İnfaz Kanunu bu amaca ulaşmak için “Haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakma veya kısıtlama” cezası, “Ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma” cezası, “Hücreye koyma” cezası gibi yaptırımlar öngörmüştür. Ancak bu cezaların hepsinin asgari ve azami süreleri bellidir. Örneğin Ziyaretçi Kabulünden Yoksun Bırakma (Eski tabirle İhtilattan Men) Cezası 1 Aydan 3 Aya kadar verilebilir. Bu cezanın verilmesini gerektiren eylemler ise: “Sayım yapılmasına karşı çıkmak, Aramaya karşı çıkmak, Sevke, nakle veya bunlarla ilgili olarak alınacak tedbirlere karşı çıkmak, Kurumda korku, kaygı veya panik yaratabilecek biçimde söz söylemek veya davranışta bulunmak, Hükümlülerin haberleşmelerini, ziyaretçileriyle görüşmelerini, iyileştirme ve eğitim programları çerçevesinde, eğitim ve spor, meslek kazandırma ve işyurdu çalışmaları ile diğer sosyal ve kültürel faaliyetlere katılmalarını, kurum hekimince muayene ve tedavi edilmelerini, avukat tayin etmelerini, mahkemelere veya Cumhuriyet Başsavcılıklarına gitmelerini, kurum görevlileri ile görüşmelerini, salıverilenlerin kurum dışına çıkmalarını her ne suretle olursa olsun engellemek, hükümlü ve tutukluları bu fiillere teşvik etmek, bu yolda talimat vermek, mevzuatın hükümlü ve tutuklulara tanıdığı sair her türlü görüşme ve temas olanaklarını engellemek, Kumar ve benzeri oyunlar oynamak veya oynatmak” olarak sıralanmıştır. Eğer Öcalan İnfaz Kanunu gereği bu disiplin cezasını almışsa hangi eyleminden ötürü almıştır? ve 14 aydır tecrit koşulları sürdüğüne göre, bu eylemlerden hangilerini ne kadar tekrar etmiştir? Sorularını sormak gerekir. Ancak bize “bu soruyu soramazsınız” diyen cümle, maddenin sonunda yer alıyor: “Resmî ve yetkili merciler ile avukatlar ve yasal temsilcilerle görüşmelerde bu madde hükmü uygulanmaz.” Dolayısıyla bu cezaya müstehak olmuş mahpus yakınları ile görüşmekten yoksun bırakılabilir ama avukatları ile görüşmekten hiçbir şekilde men edilemez. Bırakın bu cezayı Hücreye Koyma Cezasına çarptırılan bir mahpusun bile avukatları ile görüşmesinin engellenemeyeceği de İnfaz Kanunu’nda düzenlenmiştir. Yalnız burada hükümetin hakkını yememek lazım, görüyoruz ki; Resmî ve yetkili merciler ile avukatlar ve yasal temsilcilerle görüşmelerde bu madde hükmü uygulanmaz kuralı çok katı uygulanmamış, cümlenin ilk kısmı yani resmi ve yetkili merciler tecrit koşullarından muaf tutulmuş.
Halbuki Başbakan, “Terörist başıyla açık net söylüyorum ailesi ve yakınları görüşmek istediği sürece görüşmeye devam edebilirler, herhangi bir engel yoktur ama avukatlar noktasında onu bir kenara koyun”[1] diyerek hem İnfaz Kanunu’nu değiştirebilme veya fiilen etkisiz bırakma yetkisine sahip olduğunu ilan etti, hem de tecrtitin hukuken de var olabileceğini herkese gösterdi. Dolayısıyla Öcalan üzerindeki tecrit koşulları da yine hukuken değil, fiilen tavır değişikliğine gidilerek kaldırılmış oldu ve açlık grevlerini bitiren mesaj mahpuslara ulaştı. Yani mahpuslar, yürütme organının İnfaz Kanunu’na aykırı tutumuna son vermiş oldu.
Gelelim Anadilinde Savunma talebine. Bu talebin en önemli tarafı, Eşber Yağmurdereli’nin de belirttiği gibi, temelde siyasi değil hukuki olmasıdır. Çünkü KCK Davası sanıkları, devletin ve yargı makamlarının inatlaşması sonucu yargılama sürecine giremiyor ve savunma yapamadıkları için mahkeme iyice göstermelik bir hâl alıyor. Oysa bu sorunun da mevzuatta bir karşılığı var. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 202. Maddesi: “Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir.” Demektedir. Bu maddeyi okuyan herkesin aklına şu gelir: Pekiyi sanık, iddia ve savunmalara ilişkin söyleyeceğini nasıl iletir? Sadece sanığa tercüme yapılıp, onun söyledikleri Türkçe’ye çevrilmeden yargılama sürebilir mi? Sanık, dilini bilmediği ya da meramını anlatacak ölçüde dilini bilmediği için o resmi kurumun karşısında dinleyici olarak mı kalır? Tabii ki hayır. Aynı tercüman sanığın söyleyeceklerini de mahkeme heyetine tercüme eder ve yargılama böyle sürer.
Ancak şu anda komisyon görüşmelerinde olan, bu maddeye ilişkin yeni değişiklikle getirilen düzenleme “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık, iddianamenin okunması, esas hakkındaki mütalâanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir. Bu durumda sanık, savunma yapacağı oturumda, tercümanını hazır bulundurmak zorundadır. Bu imkan, yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaz.” Demektedir. Mevcut CMK yargı yerleri tarafından uygulanmadığı, önce “bilinmeyen dil”, sonra “Kürtçe olduğu sanılan” dil gibi alaycı karşılıklarla yargılama “sürüncemede” bırakıldığı için; siyasal iktidar lütuf gibi sunduğu bu sorunlu maddeyi yasama organına önermektedir. Yani açlık grevi eylemcileri aslında hakları olan, yasada yeri olan bir maddenin kendilerine uygulanmasını talep etmekteydiler. Oysa yeni düzenleme; anadilini kabul etmiyor, sadece sözlü savunmada başka dil kullanılmasına izin veriyor, tercüman hazır bulundurma yükümlülüğünü sanığa yüklüyor dolayısıyla tercüman ücretini de sanığın üzerine bırakıyor (Mevcut CMK’da tercüman hâkim veya savcı tarafından atanmaktaydı) ve “kötüye kullanmayı” yasaklıyor. Asıl bu haliyle, anadilinde savunma hakkı mevcut yasadan geriye gitmekte ve siyasal bir lütuf olarak sunulmaktadır.
Ayrıca devletin kurucu anlaşması, Lozan Anlaşması 39/5’e göre: “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka dil kullanan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.
Son olarak Anadilinde Eğitim talebini de şantaj olarak görmek mümkün değildir. Kürtlerin Türkçe’yi ikinci dil olarak öğrendiğini artık bilmeyen kalmadı. Yani okul çağına kadar tüm çocuklar, evde, sokakta, tarlada, yaylada, hayalde, düşte anadillerini konuşuyor ve okula başladıklarında Türkçe’yi öğrenmeye başlıyorlar. Tabii ki okula kadar Türkçe tek kelime duymuyorlar demek istemiyorum. Ancak Türkçe ile karşılaşmaları “meramını anlatacak kadar” o dili bildikleri anlamına gelmez. Türkiye’de birçok kişi İngilizce’ye o kadar aşina. Anadilinde eğitim konusunda hukuki bir düzenleme mevcut değil hatta bu konuda anayasal bir engel de var. Anayasa’nın 42. Maddesi “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.” Maddenin son cümlesinin amacı da “Batılı” eğitim kurumlarında ve vakıf okullarında İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerde eğitim yapılmasını sağlayabilmek.
Ama bu konuda ille bir yasal düzenleme yapılacaksa, anayasa değişikliği yerine anadilinde eğitimi güvenceye alan herhangi bir uluslararası anlaşmaya imza koymak siyasal iktidarın tercih edeceği en kolay yoldur.
Sonuç olarak açlık grevlerine ve greve neden olan taleplere baktığımızda, eylemcilerin zaten yasal haklarını ve temel özgürlüklerini istediklerini görürüz. Hiç kimse “şantaj” diye nitelendirilecek bir eyleme girişmiyor, eylemciler zaten hukuki güvence altına alınmış olanaklardan yararlanmayı istiyor. Yapılacak tek şey de bu hakları, hak sahibine teslim etmekten ibaret.
Melih DALBUDAK
20.11.2012
[1] 3 Kasım 2012 Milliyet Gazetesi