“Büyük Türkiye” Milliyetçisi Cengiz Çandar…

 

 

Cengiz Çandar, Mezopotamya Ekspresi, 2012, İletişim, 640 sayfa

 

Devletler arası ilişkilere, ayak oyunlarına, casuslar savaşına, çizilen sınırlara, ülkelerin küçülmesine, büyümesine, kırpılmasına, ufalmasına, yayılmasına, birbirlerinin kuyusunu kazmasına, ittifaklarına, anlaşmalarına, antlaşmalarına, birbirlerini haklamalarına hiçbir zaman kafam basmadı. Yoksa ortaokul tarih dersinde, tarih hocamız, beni tahtaya kaldırıp, “Karlofça antlaşması”nın şartlarını sorduğundan beri mi böyle bu? Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı şiirine, Maveraünnehir’in yanında bir de şu Karlofça Antlaşmasını ekleseydi ne iyi ederdi.

Galiba Cengiz Çandar, benim tam anti-tezim ya da ben onun anti-teziyim; umarım Marksist diyalektik bu sefer yanılır da bu durumdan bir sentez doğmaz. Elbette Cengiz Çandar gibi, dünya imparatorluklarının en tepelerinde cirit atan, saraylardan,  beyaz saraylardan, devlet adamlarının konaklarından çıkmayan, Pentagon’un ikinci adamlarıyla, Irak savaşının ve işgalinin gerçek mimarlarıyla düşüp kalkan, onlarla evlerinde yaptığı dostça sohbetleri “ona, bak Paul dedim’ diye nakleden, bir fotoğraf karesinde yan yana gözükmeyi bile tahayyül edemeyeceğim bir “diplomat-gazeteci”yle aşık atacak değilim, haddime düşmez. Burada “tez” “anti-tez” formülünü, durumun vehametini anlatmak için kullandım. Yani ben ne kadar devletler arasındaki hinoğluhin ilişkilerin cahiliysem, Cengiz Çandar’ın da bu işlerin o kadar ustası olduğunu anlatmak için. Öyle ki, sonunda bütün ustalar gibi, kendi konusunda bir teori bile üretmiş: “Büyük Türkiye teorisi.” Bu adı teorisine kendisi vermiş değil, isim babalığı bana ait.

 

Büyük Türkiye Projesi

 

Ulusalcılar, Cengiz Çandar’ı istedikleri kadar “hıyanet-i vataniye” ile suçlasınlar, bence Cengiz Çandar esaslı bir Türk milliyetçisi. Gerçi o kendisini böyle tanımlamıyor, “kültürel” olarak “Müslüman”, “ideolojik-siyasi” olarak da “özgürlükçü-demokrat” (s. 321) olarak tanımlıyor ama, Marx’ın dediği gibi, insanların kendilerini nasıl tanımladıklarından değil, ne olduklarından hareket etmek en doğrusu. Evet, birazdan da göreceğimiz gibi, elimizdeki kitap, Cengiz Çandar’ın, “Büyük Türkiye Projesi”ne sahip esaslı bir milliyetçi olduğunu göstermektedir. Ulusalcılar bol bol Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi”nden (BOP) söz ederler; gerçekten böyle bir proje var mıdır, varsa nedir, bilmem ama artık Cengiz Çandar’ın ortaya koyduğu “Büyük Türkiye Projesi” adlı büyük bir milliyetçi projeden haberdarım, bunun ne olduğunu, kitabı hatmederek öğrendim.

Ulusalcıların, Cengiz Çandar’ın milliyetçi olamayacağını, esasen koyu bir Amerikancı olduğunu söylediklerini duyar gibiyim. İşte bu da ulusalcıların büyük yanılgılarından biridir, çünkü milliyetçiler, büyük çoğunlukla zaten Amerikancıdır; ya da o sırada dünya emperyalist-kapitalist sisteminde hangi devlet hakim konumdaysa o devletten yanadırlar. Neden? Çünkü milliyetçilik, her ne kadar bir “idealmiş” gibi görünürse de, somut durumda bir devleti büyütme ve yayma projesidir. Bu projenin hayata geçmesini can-ı gönülden isteyen milliyetçiler ister istemez devletlerini o süper devletin izlediği dünya çapındaki stratejileriyle uyumlu hale getirmek zorundadırlar. Ulusalcılar, “biz neden öyle yapmıyoruz, tam tersine ABD emperyalizminin karşısına dikiliyoruz; Mustafa Kemal de Türk milliyetçisiydi ama o da öyle yapmadı” diyebilirler.

Bu soruya, Mustafa Kemal konusunda yanıldıkları cevabını vererek başlayayım. Mustafa Kemal de, Türkiye devletinin başkanı olarak ister istemez reelpolitik trendleri izleyen bir liderdi ve her ne kadar emperyalizme karşı zaman zaman esip gürlüyor gibi gözükse de, aslında büyük batılı devletlerin, özellikle de İngiltere’nin dümensuyunda siyasetler izledi. Öte yandan, diyelim ki, ulusalcılar günün birinde hasbelkader iktidara geldiler, onların da, eğer ABD o sırada hâlâ dünya emperyalist imparatorluğunu temsil etmeye devam ediyorsa, somut durumda ABD ile iyi geçinmenin yollarını arayacaklarına kalıbımı basarım. Pek sevdikleri Çin’in durumu ortada.

Neyse. Biz gelelim kitaba ve Cengiz Çandar’ın “Büyük Türkiye Projesi”nin ne olduğuna.

Sanırım ilk kez başıma geliyor bu. Kitabın bu temel tezini ortaya koyacak aktarmaları yapabilmem için kitabın en sonundaki sayfalara gitmek zorundayım. Gerçi kitabın başında da var projenin ipuçları ama Çandar, projesini net cümlelerle esas sonlarda açıklıyor:

Bu doğrultuda, Türkiye’nin de Kürtlerin haklarını tanıyarak ve bunun gereğini yaparak, bölünmek bir yana, büyüyeceğini tasavvur ettim… Türkiye’nin büyümesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırların iptaliyle ve bu çerçevede Kürtlerin kimliklerinin inkârına son verilerek, üç ayrı devlet içinde bölünmüşlük durumlarının ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilirdi… Türkiye’nin Irak Kürdistanı ile entegrasyona gidecek bir rotaya girmesini savundum.” (s. 617)

(Diplomat Feridun Sinirmioğlu’dan naklen) “Suriye’de rejim yıkıldıktan sonra sınırların önemi kalmayacak ki! Türkiye ile bölge, sınırları önemsiz hale getirecek bir ekonomik entegrasyona gidecek.” (s.619)

Türkiye ise, öncelikle Kürtler ile kuracağı federal ya da konfederal ilişkiler ile, bir anlamda ‘demokratik Doğu Roma’ olarak tarih sahnesinde yeniden yükselebilirdi.” (s. 624)

Tabii ki, burada yükselenin aslında Türkiye sermayesi ve sermaye sınıfı olduğu anlaşılabilmektedir. Kürtlere duyulan “muhabbetin” sebebinin ise, gerçekten Kürtleri sevmek değil, onları “Büyük Türkiye” projesinde piyon olarak kullanmak olduğu da. Şimdi yeniden kitabın başlarına dönerek bu büyümenin ayrıntılarına girelim.

 

Irak’a Doğru Genişleme: Kürt ve Türkmen kartları

 

Bu büyüme, yayılma projesinin ilk durağı Irak’tır. Cengiz Çandar’ın danışmanlığını yaptığı o zamanın cumhurbaşkanı Turgut Özal da bu genişleme ve büyüme projesinin peşindeydi ki, zaten Cengiz Çandar’ı da bu noktadaki görüşlerini tuttuğu için danışmanı yapmıştı. Irak’a adım atmak, Kürt kartını iyi kullanmakla mümkündü:

Turgut özal’ın bu stratejik düşüncesinin bölgesel koordinatlarının başında Irak Kürtleri geliyordu. Irak Kürtleriyle, etle tırnak gibi bir ilişkiye kavuşulmadan, Türkiye’nin Irak’ın geleceği üzerinde söz sahibi olması da, nüfuzunu Körfez’e yayması da mümkün olamazdı.” (s. 102)

Sadece Kürt kartı da değil. Musul ve Kerkük’ün yolunun Türk devletinin yayılmacılığına açılması için Türkmen kartının da kullanılması gerekiyordu:

Cumhurbaşkanı Özal, Türkiye’nin Irak’ta Kürt kartı kadar güçlü biçimde Türkmen kartını da elde bulundurması gereğine inanıyordu.” (s. 171-172)

Türkmenleri mutlaka fotoğrafın içine sokmanın ve Irak’taki Saddam’ın katı Arap milliyetçisi Baas diktatörlük rejimine karşı Kürt-Türkmen ittifakının önemine ve değerine inanıyordum.” (s. 173)

Irak’da bu kartların kullanılması için, “Kıbrıslı soydaşlarımız” deyiminden daha da komik bir deyim olan “vatandaşlarımızın soydaşları” deyimi icat edildi Turgut Özal tarafından ve bu deyimi aynen benimseyen Cengiz Çandar, Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) için hazırladığı “Çözüm Önerileri”nde bunu kullandı:

Yeni Demokrasi Hareketi, Kürt vatandaşlarımızı, Türkiye’nin fiziki ve beşeri coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü için, Irak’ın Kürt ve Türkmen halkını da, ‘vatandaşlarımızın soydaşları’ olarak görür ve onların esenliği ile ilgilenmeyi manevi bir borç sayar… Türkiye’nin, hemen tümü Irak’ın kuzeyinde, Türkiye sınırlarına komşu kesiminde yaşayan Kürt ve Türkmenlerle ‘özel’ ve ‘imtiyazlı’ ilişkilerinin bulunduğuna ve bulunması gerektiğine inanır.” (s. 559)

Tipik yayılmacı dildir bu. Önce başka bir ülkenin içinde yaşayan birileriyle bir akrabalık ilişkisi kespedersiniz, sonra bu ilişkinin özel ve imtiyazlı bir ilişki olduğunu söyler ve himayeci bir tutuma girersiniz, ardından da o ülkeye bu imtiyazlar adına müdahale edersiniz. Aynısını Hitler, Çekoslovakya’nın Südet bölgesi için uygulamıştır.

Dolayısıyla, Cengiz Çandar’ı, Amerikan saldırganlığının en şahin kanadıyla birlikte Irak’ın üzerine çullanma taraftarı yapan şeyin, Amerikancılıktan önce, yukarda alıntılarla özetlenen “Büyük Türkiye” milliyetçiliği olduğunu ileri süreceğim. Tabii ki, Amerikancılıkla yayılmacı bölgesel milliyetçiliğin hiçbir şekilde çelişmediğini, tam tersine bir bütünün ayrılmaz iki parçası olduğunu bir kere daha belirterek.

Ancak, Amerika’nın gölgesinde savaş ve işgal kışkırtıcılığı yapma olayının ayrıntılarına girmeden, Cengiz Çandar’ın o zamanki Irak’ta hüküm süren Saddam rejimine karşı ileri sürdüğü bir takım “devrimci” gerekçeleri de ele almakta fayda var.

 

“Totalitarizm Karşıtı” Çandar,

“Devrim” ihracı Peşinde!

 

Tabii ki, “totalitarizm” karşıtlığı, aşağılarda değineceğim “Amerikan düşünce kuruluşlarının” ürettiği bir bahane. Bu kuruluşlarla içli dışla bir çalışma içinde olan Cengiz Çandar’ın da bu ucuz gerekçeyi ileri sürmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşırtıcı olan, Cengiz’in, Saddam’a “kızgınlığının”, “İran Devrimi” taraftarlığından kaynaklandığını ileri sürmesi:

Devrim’i daha bir yaşındayken boğmak üzere, İran’a karşı sekiz yıl sürecek ve yüz binlerce insanın hayatına mal olacak kanlı bir savaş başlatması, ister istemez, Irak’a ilgimi yoğunlaştırırken, kendisine ilişkin karşıtlığımı da derinleştirdi.” (s. 302)

Ama bir adım sonra, İran-Irak savaşının esas sebebinin, Irak’ın saldırganlığından çok, İran’ın “devrim ihracı” olduğunu öğreniyoruz Cengiz Çandar’dan. Üstelik Çandar, çağdaş bir “Troçki” edasıyla, bol keseden devrim lafazanlığı yaparak bu “ihracı” destekler havada şu şaşırtıcı sözleri sarf etmektedir:

Bütün büyük devrimleri devrim yapan temel özelliklerden birisi, o devrimin cihanşumul niteliğidir. Bir başka deyimle, gerçekleştiği sınırların dışına taşabilme ve benimsenme kapasitesidir. Yani, devrimler ihraç edilmek zorundadırlar. 1789 Büyük Fransız Devrimi, Napolyon Savaşları aracılığıyla tüm Avrupa’yı yalamıştı. 1917 Ekim Devrimi de Komünist Enternasyonal’i (Komintern) üretmişti. İhraç edilemeyen, gerçekleştiği ülkenin sınırları içine hapsolan devrimler çok geçmeden istimini tüketir, büyük yangın alevleri giderek söner ve kül haline gelirler. İran Devrimi de, ihraç edilebilme kapasitesine ilk gününden itibaren haizdi.” (s. 313)

Meğer İran-Irak savaşı da böyle bir “devrim ihracı”nın sonucuymuş. Savaş durunca “devrim ihracı” da durmuş ve hatta “devrim” bitmiş:

Böylesine kanlı bir savaşın durması, çok sevindirici sayılması gereken bir gelişmeydi. Siyasi açıdan ise, benim gözümde, İran Devrimi’nin sona erişiydi. İran Devrimi, artık, 1789 Fransız Devrimi ve 1917 Rus Devrimi gibi büyük devrimler ailesi zincirinin son halkası olmaktan çıkmıştı. Bütün büyük devrimlerin başına er geç gelen kaçınılmaz sonuç, 1988 yılında Irak’la imzalanan ateşkesle İran Devrimi’nin başına da gelmişti. İran artık ‘devrim’ değil, bir ‘devlet’ idi.” (s.317)

İnanın, bu kadar çok yanlış, bu kadar çok tenakuz karşısında eli ayağı birbirine dolanıyor insanın. Nereden başlayacaksınız, hangi birini eleştireceksiniz?

Totalitarizmin sadece Saddam’dan ibaret olmadığını mı anlatsam; Humeyni diktatörlüğünün de ondan geri kalmadığını, onun da Halkın mücahitlerini ve İran Devrimi’ne omuz veren binlerce devrimciyi katlettiğini mi belirtsem; İran Devrimi’ni esas boğmak isteyen İsrail’e karşı Çandar’ın tek kelime etmemek için özel dikkat gösterdiğine mi dikkat çeksem; örneğin pek dost olduğun Mesut Barzani çok demokratik biri mi diye mi sorsam; totalitarizme karşı o kadar cengaverce çıkışlar içinde olan Çandar’ın koca kitapta Suudi totalitarizmine tek kelime etmemesine mi dikkat çeksem; Napolyon savaşlarının devrim değil, karşıdevrim ihraç ettiğinden mi dem vursam, “devrim ihracı” denen, savaş yoluyla “devrimi” yayma girişiminin tarihte tek örneğinin, Rusya’daki iç savaş sırasında, Lenin tarafından, Kızıl Ordu’nun Polonya’nın üzerine sürülmesiyle denendiğini ve kısa sürede bozgunla sonuçlandığını mı anlatsam; Komintern’in esas görevinin, bırakın “devrim ihracı”nı, Stalinist-milliyetçiliğin aleti olarak dünyadaki devrimci gelişmeleri denetim altına almak, var olan devrimci girişimleri bastırmak ve dünya devrimci güçlerini Sovyet dış politikasının aletleri haline getirmek olduğunu mu ortaya koysam; yoksa savaşçı yayılmacılığın devrime değil, sermayeye ait bir özellik olduğunu mu belirtsem; artık 1917 Devrimi sonrasındaki bu safdil görüşü Troçkistler de dahil hiçbir devrimcinin uzun yıllardır savunmadığına dikkat çekip, Çandar’ın bu eski argümanı hangi sandık odasındaki küflü sandıktan çıkartıp ortaya sürdüğünü mü; yoksa “devrim” olan İran’ı “devlet” olduğu için kınarken kendisinin devletin en tepesinde danışman olmasını nasıl izah ettiğini mi sorsam?

 

Neo-Con’larla El Ele,

Savaş ve İşgal Cephesinde

 

İşin söylem faslını geçip olaya bakacak olursak şunu görürüz: Cengiz Çandar’ın “Büyük Türkiye” projesi esasen savaş yoluyla yayılmacılığa dayanmaktadır. En azından Turgut Özal’ın danışmanlığından bu yana oluşturduğu teorinin icabı olan strateji bu. Ama bu savaş, dünyanın en büyük emperyalist gücü Amerika’nın yedeğinde girilecek bir savaştır. Daha doğrusu ABD, Irak’ı işgal edecek, onu savaşta destekleyen, tezkereler yoluyla ABD askeri birliklerine ve uçaklarına topraklarını açan, hatta işgale askeri güç de veren Türkiye, işgal sonrasında Irak pastasından en büyük parçayı almayı hak edecektir. Teorinin de, stratejinin de özü budur. 1991’deki Birinci Körfez Savaşında bu yayılmacılığın mimarı Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve danışmanı Cengiz Çandar’dır:

Turgut Özal, Amerikan yönetiminin bir süre yaptırım ile savaş seçeneği arasında gidip gelmesine rağmen, bütün yolların nihai olarak savaşa çıkacağından, Amerikan Başkanı George Bush ile geliştirdiği ve neredeyse günlük telefon konuşmalarıyla sürdürdüğü ilişki nedeniyle emindi.” (s. 95)

Bir süre sonra, ABD Başkanı George Bush’tan telefon geldi. Özal’ın ‘Hi George’ diye giriştiği diyalog birkaç saat sürdü… Televizyonun uzaktan kumandasıyla kanallar arasında gidip gelirken, sürekli CNN International’ı kolluyor ve ‘Nerede kaldı bunlar?’ diye söyleniyordu. Dayanamadım ve sordum: ‘Kim nerede kaldı?’ Özal, çok az kişinin bildiği ‘sırrı’ kolaylıkla ortaya döküverdi: ‘Kara savaşının başlaması gerekiyordu. Hâlâ başladığı haberi gelmedi de…’ – Kara savaşı bu sıralarda mı başlayacak? Size bildirildi mi? – Bush söyledi!” (s. 156)

Turgut özal öldü ama danışmanı Cengiz Çandar, azgın savaş taraftarlığını ikinci Körfez Savaşı ve nihayetinde Irak’ın Amerika tarafından işgali sırasında da sürdürdü. Hem de yüz binlerce insanın ölümüne yol açan savaşın ne zaman çıkacağını, Pentagon’un ikinci adamı, o zamanki Savunma sekreteri yardımcısı, Amerikan neo-conlarının ve şahinlerin en başında gelen, cumhuriyetçi-muhafazakâr, İsrail yanlısı Siyonist Paul Wolfowitz’e, “kokteyl parti ne zaman başlıyor?” diye soracak kadar. Yüz binlerce insanın ölümüne yol açacak bir savaşı böylesine hafif bir deyimle adlandırmak tabii ki, Cengiz Çandar’ın ruhsal ve vicdani boyutları konusunda da bir fikir veriyor.

Nitekim, savaş çıksın da ne olursa olsun, Irak işgal edilsin de gerisi önemli değil diye düşünen Cengiz Çandar, Irak’ın işgali için ABD tarafından üretilen yalanlara da aldırış etmemiş (daha doğrusu, bunları benimsemiş diyelim):

Amerikan yasama organında savaş kararının alınmasında meşruiyet temeli oluşturan kitle imha silahlarının bulunamamış olması beni çok ilgilendirmedi ve ilgilendirmemeye de hep devam etti. Bu konuyu, ABD’nin teknik-hukuki sorunu olarak gördüm.” (s. 341)

Uluslararası hukuk da önemli değilmiş:

Keza, savaşın BM Güvenlik Konseyi’nin bu yönde bir kararı olmadan başlatılmasının, uluslararası hukuk yönünden sakıncalı olduğu tartışmaları da, açıkçası beni çok ilgilendirmedi.” (s. 343)

“Ahlaki” ve “insani” bir savaş görmedim diyorsanız, bu da var Cengiz Çandar’da:

Irak Savaşı’nın ahlaki ve insani açıdan da savunulması gereken bir savaş olduğu kanısındaydım.” (s. 357)

Hele hele Çandar’ın Irak Savaşı’ndaki ölü sayısıyla ilgili yaptığı tartışma gerçekten savaş müzesinde yer almayı hak etmektedir:

Savaş sonrasının can kayıplarına bakılarak, Irak’taki savaş, ahlaki ve insani açıdan da sorgulanıyor ve şu basmakalıp soru sürekli gündeme getiriliyor, gündemde tutuluyordu: ‘Irak şimdi Saddam döneminden daha mı iyi?’… Tabii söz konusu soru, en büyük ölçüde, Irak’ta savaşın başından bu yana bir milyon insanın hayatını kaybetmiş olduğuna dair kocaman bir yalana dayanıyordu…” (s. 366-367)

Oysa Cengiz Çandar’a göre “gerçek” rakam, “100 bin ile 112 bin” arasındadır. (s. 367)

Artık bunu da okuyunca kızayım mı, ağlayayım mı, güleyim mi bilemedim gerçekten. Sanki gerçek rakam 1 milyon değil de 100 bin olunca savaşın haklılığı ortaya çıkacakmış gibi bir mantık nasıl bir şeydir acaba? İşte “kokteyl başlamıştır” ve diyelim ki, 1 milyon insan değil de, Cengiz Çandar’ın verdiği rakamlarla 100 bin insan ölmüştür. Cengiz Çandar’ın bu savunması, bizim 1968 döneminin bir başka hilkat garibesi, Stalinist Garbis Altınoğlu’nun, Stalin devrinin kurbanlarıyla ilgili sözlerini hatırlattı bana. O da, 10 milyon rakamının abartma olduğunu, “topu topu” yüz bin kişinin öldürüldüğünü yazmıştı.

 

Bir de şu “Ajanlık” Mevzuu Var

 

Cengiz Çandar’ı bu kitabında biraz telaşlı buldum. Argümanları çok aceleci, gelişigüzel, iyi temellendirilmemiş. Çoğu zaman, argümanını güçlendirmek için eline ne geçerse kullanmaya kalkmış ki, bu da her şeyden önce kendi tezlerine zarar vermiş. Örneğin Cengiz Çandar, muarızı ulusalcılara kara çalabilmek, örneğin Doğu Perinçek’in “ajan” olduğunu ispatlayabilmek için epeyce alâkasız kanıtlara yer vermeye kalkışmış.

Bu konuda birbirine bağlı gibi görünen üç “kanıt” ileri sürmüş. Birincisi şu: Cengiz Çandar, Amerikalılar tarafından Süleymaniye’de kafalarına çuval geçirilen “özel kuvvet” mensubu subayların yanına “geçmiş olsun” demeye gider. Sohbet esnasında “Binbaşı Aydın” adlı “özel tim” mensubu, Çandar’a, “Sağ olsun Doğu Perinçek abimizin bizim için yaptıklarından haberimiz var” (s. 284) der. Hemen ardından Çandar şu yargısını ileri sürüyor:

O anda, hızla zihnimden geçen düşünce, Doğu Perinçek’in Özel Kuvvetler, JİTEM gibi askeri güvenlik kuruluşları ve istihbarat örgütleriyle özel ilişkileri bulunduğu oldu. Birkaç yıl sonra Ergenekon Davası’nın en önemli sanıkları arasında yer almasını, biraz da bu tür anekdotlar sayesinde hiç garipsemeyecektim.” (s. 285)

İkinci nokta: Hemen buradan bir anısına geçiyor Cengiz Çandar ve El Fetih yöneticisi Abu Halid’in kendisine özel olarak söylediklerini sayfalara taşıyor:

Süleymaniye’deki ‘çuval olayı’nın Özel Kuvvetler mensubu olan başlıca kahramanının ‘Doğu Perinçek abisi’nden şükranla söz etmesi, yıllar önce, 1973’te Beyrut’tan ayrılırken sevgili arkadaşım, Fetih yöneticisi Abu Halid’in bana yapmış olduğu uyarıyı aklıma düşürdü. Abu Halid, bir daha birbirimizi göremeyebileceğimiz düşüncesiyle vedalaşırken (nitekim 1976’da Lübnan İç Savaşı’nda şehit düştü) benden bir söz almıştı. ‘Gün gelir Türkiye’ye dönersen, kesinlikle hapisten çıkmış olan arkadaşlarınla birlikte olup, eski örgüt ilişkilerini tazelemeyeceksin. Bana söz ver, demişti… ‘Çünkü konuştular’, ‘bir gizli örgütün lider kadrosu konuşursa o örgüt bitmiştir artık. Polisle mi çalışıyordur bilemezsin.” (s. 285)

Üçüncü nokta ise Melek Ulagay’ın sözleri. Cengiz Çandar, kanıt bulma telaşı içinde, Bora Gözen ve arkadaşlarının, İsrail komandoları tarafından öldürülecekleri Filistin gerilla kampına, “Doğu Perinçek’in adamlarının ‘kirli pazarlıkları’“ sonucunda yerleştirildiği iddiasını, Melek Ulagay’ın, İki Kadın kitabındaki şu sözlerine dayandırmaya çalışmış:

Yapılan teklif gayet açıktı. Bizim arkadaşlar kampta askeri eğitim alacaklar, bunun karşılığında Almanya’da terör eylemlerine katılacaklardı. Kara Eylül grubuyla karşı karşıya olduğumuzu anlamıştım… Bizim böyle bir plan içinde olamayacağımızı söyledim… Bora o yeni kampa gidecek, ben Beyrut’ta kalacaktım… Gidecekleri kamp, Trablusşam kentine yakın, deniz kenarındaki Nahr el-Bared mülteci kampıydı. El Fetihli dostumuz Abu Halid bana bu kampın Kara Eylül ve benzeri örgütlerin etkisi altında olduğunu, güvenilir bir yer olmadığını söylemişti…” (adı geçen kitapta: s. 243-245; Çandar’ın kitabında: s. 287)

Şimdi bu üç iddiayı baştan alıp tek tek analiz edelim:

Cengiz Çandar’ın ideolojik yakınlıkla ajanlığı birbirine karıştırdığı ya da kasten karıştırdığı kanısındayım. Doğu Perinçek’in, ulusalcı fikirleri nedeniyle “özel kuvvetler”le, Jitemle vb. yakınlık içinde bulunduğunu söyleseydi, belki buna Doğu Perinçek’in bile itirazı olmazdı.

Öte yandan, “Yüzbaşı Aydın”ın Doğu Perinçek’ten böyle açık açık söz etmesi, Perinçek’in ajan olduğunu değil, olmadığını kanıtlar. Çünkü hiçbir özel istihbarat teşkilatı kendi ajanlarını, üstelik isim vererek açık etmez. Kaldı ki, bütün istihbarat örgütü mensuplarının, hele Perinçek gibi “üst düzey” bir “ajanın” teşkilatlarının mensubu olduğunu bilmeleri olacak şey değildir.

Bütün bunlar bir yana, acaba cumhurbaşkanlığı danışmanlığı ile istihbarat örgütü ajanlığı arasında aşılmayacak çok büyük bir mesafe mi vardır? Nihayetinde bu tür danışmanlar da, örneğin MİT’le bir “mahremiyet” (bkz. S. 532) ilişkisi içinde değil midir? Tabii ki ben, Cengiz Çandar’ın “ajan” olduğunu falan ileri sürecek değilim. Beyaz Saray’dan ve Köşk’ten çıkmayan, ABD’nin ve Türk devletinin en üst yöneticileriyle al takke ve külah ilişkiler içinde olan (hele kitabın 75. Sayfasındaki o fotoğraf yok mu… Cumhurbaşkanı Turgut Özal,  zekâ geriliğiyle malûl birisinden farksız görünen Cengiz Çandar’dan bir makas alırken çekilmiş, komik mi, yoksa ibret dolu mu olduğuna karar veremediğim fotoğraf) Cengiz Çandar’ın “ajan” olduğunu söylemek, bir başbakanın nahiye müdürü olduğunu ileri sürmek kadar tuhaf bir şey olurdu.

İkinci nokta olarak, Abu Halid’in Cengiz Çandar’a özel olarak söylediği sözlere gelelim. Abu Halid, kendi tecrübesinden yola çıkarak bunları Çandar’a bir arkadaşı olarak, tavsiye niteliğinde söylemiş, Çandar da buna uymuş olabilir. Ancak kendisine özel olarak söylenmiş bu sözleri, yalnız Doğu Perinçek’i de değil, o örgütün önder kadrosu içinde yer alan herkesi töhmet altında bırakacak bir şekilde, üzerinden kırk yıl geçtikten sonra kamuya taşıması, sadece bir “şaşkın ördek” durumuyla izah edilebilir ancak.

Bu bir yana, o zaman genç bir insan olduğu anlaşılan Abu Halid’in idealize edilerek, söylediği her şey yüzde yüz doğruyu temsil ediyormuş gibi ileri sürülmesi de oldukça tuhaftır. Bir kere Abu Halid’in ileri sürdüğü düşünce, tipik Komintern geleneğinin Filistin mücadelesi saflarına sızmış halidir. Komintern geleneğine göre, polise düşen herhangi bir komünist otomatikman parti üyeliğinden çıkarılırdı ve yeniden partiye alınması için uzun bir süre kendisinin “sağlam” olduğunu, polisin eline geçmediğini kanıtlamak zorundaydı. Bu, Stalinist kuşkuculuğun tipik bir ürünüdür ve geçmişte bu yüzden nice canlar yanmış, çok yakın zamanlarda bile, Türkiye hapishanelerinde ya da gerilla kamplarında, örgütler, bu anlayışın sonucunda, nice devrimci genci infaz etmişlerdir. Cengiz Çandar’ın bu Stalinist mantığı yeniden ısıtıp gündeme getirmesi gerçekten “hayretlere seza” bir durumdur.

Kaldı ki, söz konusu örgütün ve o sırada olup bitenlerin o kadar uzağında bulunan Abu Halid, poliste kimin ne derece konuştuğunu, ne ifade verdiğini nasıl ve nereden bilebilirdi ki? Bırakın Abu Halid’i, Cengiz Çandar’ın bile o sırada kulaktan dolma duyumların ötesinde ne gibi bir bilgisi olabilirdi ki?

Bırakın o kadar uzakta olmayı, biz cezaevindekiler bile olayın esasını çözebilmek için akla karayı seçmiştik. Ben Mamak Cezaevinde, “İfadeleri inceleme komisyonu”ndaydım, buna rağmen “çözülme”nin nerede başladığı, ifade verir gibi gözüküp önemli bilgilerin ne kadarının saklandığı konusunda net bir şey söylemem bugün bile mümkün değildir. Havariler’de bu konuyu uzun uzun anlatmıştım.

Son olarak, Melek Ulagay’ın yukarda alıntılanan sözlerinde, Çandar’ın ima ettiği türden bir suçlama yer almamaktadır. Bu sözlerden anlaşılan şudur: Bora Gözen ve arkadaşlarının kalacakları gerilla kampı, Kara Eylül örgütüne aittir ve bu örgüt, kampta kalan Türkiyelilerden bazı eylemlerinde yararlanmayı düşünmektedir ama Melek zaten verdiği cevapta bunun mümkün olmadığını belirtmiştir. Kaldı ki, İsrail’in kampa baskın yaptığı sırada Doğu Perinçek epey zamandır hapisteydi, dolayısıyla, Çandar’ın iddia ettiği gibi, Doğu Perinçek’in “adamlarına” “kirli pazarlıklar” için talimat vermesi mümkün değildi.

 

Yazıyı bitirirken, kitapta 19 yerde sözü edilen Amerika’daki ya da Washington’daki “düşünce kuruluşları” hakkında da birkaç söz etmek isterim. Cengiz Çandar’ın, burs aldığı, eğitim gördüğü, dergilerinde yazılar yazdığı bu “düşünce kuruluşlarının”, örneğin Pentagon’un ikinci adama Paul Wolfowitz’in dekanlığını yaptığı bir takım kuruluşlar olduğu anlaşılıyor. Çandar bunların adını vermiş ama inanın şu anda adlarını bile buraya almaya üşeniyorum, bırakın haklarında araştırma yapmayı. Zaten araştırma yapacak da pek bir şey yok. Bunlar CIA ve Pentagon bünyesinde kurulmuş, Amerikan emperyalizminin dünyada izleyeceği siyasetler için stratejiler üreten merkezlerdir ve doğrudan CIA ve Amerikan hükümeti tarafından finanse edildikleri bilinmeyen bir gerçek değildir. Fakat beni esas şaşırtan, kitapta Cengiz Çandar’ın biyografisini yazan İletişim Yayınlarının da aynı “düşünce kuruluşları” kamuflaj deyimini benimsemiş olması oldu.

 

Gün Zileli

25 Kasım 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

45 comments

  1. Koca kitabi neden okudun?

    Cengiz Candar seni çok mu ilgilediriyor?
    Strateji meraklisi misin?
    Neden?
    Ne okudugunu söyle, sana kim oldugunu söyleyeyim?

  2. Ben her şeyi okurum. Sen ise okumadığın için bu kadar güdük kalmışsın, ne yazık ki.

  3. yanlışlıkla Akın evren’in notunu silmişim. Buraya yeniden yapıştırıyorum, cevabı da aşağıda:

    Sevgili Gün,

    Daha önce okuduklaıma eklemlenince, senin yazdıkların, beni kitabıalıp okuma zahmetve masrafından kurtardı. Bir ek bilgi,”Türkiye büyük bir ülkedir!” lafı da edilmiştir.
    Bu arada, sen nasıl oldu da “Bozkurtlar…”serisini okumadın ve sıkı milliyetçi olmadın 10 – 16 yaşların arasında, anlaşılır gibi değil!

    Sizin hapishanedeki ifadeleri okuma komisyonuna da çok güldüm. Neredeyse Halis Özkan’ı bile temize çıkartacaktınız!

  4. hahaha yok canım o kadar da değil. Fazla insaflı olduğumuz da söylenemez aslında. Örneğin Nuri Çolakoğlu’nun partiden atılmasına karar vermiştik. oysa o hepimizden daha fazla dayanmıştı işkenceye, çözülmesi bir talihsizlik eseri olmuştu. Bunu da yazdım Havariler’de.

    Göktürklerin ölümü ve Göktürkler diriliyor (Nihal Atsız) romanlarını ağabeyim okurdu bize. Biz küçükler işin kahramanlık kısmıyla ilgilenirdik ama ırkçı söylemlerden çok fazla etkilenmezdik nedense,

    #ixzz2DElmraDd

  5. “Güdük” sözcügü de agzina bayagi yakisiyor ve de sen belli ki bayagi gelismissin Gün Efendi, tebrik ederim. Kendi payima, dedikodu yazari olmaktansa güdük kalmayi tercih ederim.

  6. Gün Zileli hocam, sizi kutluyorum. “Bizim” anarşist cenahtaki pek çok kişi, bırakın böyle bir kitabı okuyup eleştirmeyi, “siyasi alandan uzak durarak temiz kalmak” adına böyle bir kitabın varlığını bile merak etme zahmetine katlanmazdı. Toplumsal-devrimcilerin büyük bir bölümünün, “gök kubbenin altında” nelerin olup bittiğini dahi merak etmediği bir coğrafyada, bunun bir istisnası olarak iyi ki varsınız…

    Ayrıca, İletişim Yayınları’nın “düşünce kuruluşları” kamuflaj deyimini kullanmış olması hiç de şaşılacak bir durum değildir. İletişim Yayınları’nın finansörü olan “solcu burjuva” veyahut “kızıl milyarder” lakaplı Osman Kavala, aynı zamanda bir başka CIA-destekli ve/veya Soros-destekli kurum olan (ve Türkiye’deki benzer “düşünce kuruluşlarının” finansmanını ve eşgüdümünü sağlayan) Açık Toplum Vakfı’nın hem mütevelli heyeti üyesidir, hem de yönetim kurulu üyesidir.

  7. Osman Kavala, Ümit Boyner, Can Paker, Bülent Eczacıbaşı gibi tekelci-burjuvaların bu tarz “sol” ve “özgürlükçü” tınılı “düşünce kuruluşlarını” canhıraş bir şeklide desteklemeleri (hatta yönetmeleri) sadece Türkiye’ye ve Türk-burjuvalarına özgü bir durum da değildir. Bütün dünya çapındaki trend böyledir. Bunun nedenlerini, sezgiselliğin ötesinde daha iyi kavrayabilmek için, Prof. Michel Chossudovsky’nin dün paylaştığım yazısına bir kez daha göz atmak gerekiyor. Yazının linki: http://www.globalresearch.ca/manufacturing-dissent-the-anti-globalization-movement-is-funded-by-the-corporate-elites/21110

  8. bakin böyle serefli gazetecilerimiz de var.
    abd’den sevgiyle.

    nesli

    http://punto-punto.blogspot.com

  9. Yazık ki Hrant’ın arkadaşları Çandar gibi üst düzeylere pek düşkün… Karin Karakaşlı’nın yazısı acı verici derecede yanlış bir rotada… Çandar’ın trenine binmiş gidiyor… Yazı iyi geldi eline sağlık Gün.

  10. Güdük, belki de sen facebook anılarını yazarsın, hı? Hani şu seksen tane sahte hesap açıp, kendine aşk mektupları yazdığın-gönderilerini-yorumlarını beğendiğin, hoşlanmadığın yorumları yazanlara o seksen hesabın 79uyla saldırdığın? Yazmalısın canımcım, alem komedi görür 🙂

  11. Ben çok güldüm, bu müthiş bir eleştiri tufanının arasında kahkahalar attım. Eline sağlık Gün.

  12. Hahaha çok iyi abi, kalemine sağlık…pazartesi sendromunu attım
    vallahi. Oral Çalışlar’ı da yazsana:))

  13. Bi dolu kahkaha da benden gelsin, eline sağlık Roj..

  14. İletişim yayınlarının CIA destekli ABD propaganda kuruluşlarını düşünce kuruluşu diye lanse etmesinde şaşılacak bir şey yok. Bu yayınevinin başında bulunan Murat Belge ve arkadaşları ( Çıracı Osman Kavala’yı yamış) zaten ABD li propaganda kuruluşları ile ya ortak ‘düşünce kuruluşları’ kurmuşlardır ya da onların Türkiye temsilcisidirler.
    Mesela Murat Belge 1992 de ABD ve NATO nun bir soğuk savaş propaganda aracı olan ve en önemli misyonu sosyalist bloka karşı psikolojik harb olan Helsinki Yurtttaşlar Meclisi’nin kurucularındandır.
    Ama olay sadece orada kalmaz, yeniden bir sol kurma çabası içinde olan Murat Belge, 1999 yılında (sanırım hala ÖDP üyesi iken) bir CIA kuruluşu olan NEP’den para olarak İnsan Haklarında Yeni Taktikler isimli bir vakıf kurmuştu. Vakfın ortakları arasında Türkiye Cumhuriyeti, Danimarka Devleti ve Liberya devlet kuruluşları da yer almaktaydı. Yani TC ile ABD kuruluşları işkenceye karşı bir vakıf kuruyorlarve Murat Belge’de başında.Tabii bu vakıf işkence konusunda ABD NATO ve 12 Eylül faşizminin temel tezi olan ” işkence aslında eğitimsiz polisin işidir” tezini işliyorlardı.
    Ama benım asıl garip bulduğum sen niye bu kuruluşlara karşı çıkıyorsun? Sonuçta sen de bu kuruluşlar tarafından 1945 ler sonrası propaganda amaçlı desteklenen anti-sosyalist yazar ve kitapları çevirip yayınlıyorsun, genelde sosyalizme ve SSCB’ye ilişkin psikolojik harb amaçlı NATO tezlerini savunan kitap ve yazarları çevirip yayınlıyor ve onların görüşlerini savunuyorsun. Örneğin hayata bir sömürge polisi olarak başlayan, astiği mahkumları hikayelerine konu edinen, İkinci Dünya savaşında İngiltere’nin psikolojik harb amaçlı İnformasyon Bakanlığında çalışır iken hayatında hiç görmediği SSCB hakkında eleştirel hikayeler yazan, hayata ise ingiliz iştihbaratının bir elemanı olarak veda eden George Orwell senin en sevdiğin yazar ve hatta web sayfanın özlü sözler kısmında onun polis hakkında bir lafı da duruyor.

  15. CIA patentli yalan makinalarıyla senin beslendiğin Stalinist yalan makinaları arasında hiçbir fark yoktur ahmet arkadaşım. İkisi de devletlerin ve muhafazak3ar ideolojilerin hizmetindedir.

  16. CIA patentli yalan makinalari ile stalinist yalan makinalari arasinda hic fark yoksa peki sen niye zaman sadece CIA patentli yalan makinalarini ovuyorsun? Bu arada sen benim ne okudugumu bilmiyorsun bunlari hic tartimadik, simdiye kadar aramizdaki tum tartisma senin sovyet tarihine iliskin kullandigin kaynaklar. Ben bunlarin emperyalistlerin propaganda araci oldugunu soyledim sadece. CIA kaynaklari disinda baska kaynak istersen ben sana bol bol onerebilirim. Hic olmazsa bu yastan sonra ufkun acilir

  17. sende yaş takıntısı var galiba ahmet. Ne zamandır söyleyeceğim de hep unutuyorum. Bir gerçeği CIA patentli birilerinin söylemiş olması onun gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Nasıl, bazı gerçekleri Stalinistler söyledi diye o gerçek gerçek olmaktan çıkmazsa.

  18. Yazılması ve deşifre edilmesi gereken tüm şeyleri yazmızsın…Bu adam hala bi takım demokrat görünümlü entelijensyanın teras bölümlerinde ilgi ve itibar görüyor…Oral Çalışlar da köşesinde hiç utanmadan sıkılmadan kitabının propogandasını yapıyor…Bu Doğu’ya çok kızıyorum Gün abi…Sen aradan sıyrıldın kurtuldun….Bu Oral’ı,Cengiz’i hiç yetiştirememiş…Bi insan ağzından salyalar akarak bu kadar savaş azgınlığı yapamaz…Kitabı alıp okuyacaktım..Şimdi okumucam…Paraya yazık…Yıllardan beri köşesinde yazdıklarını tekrar pişirip okuyucunun önüne koymuş anlaşılan…Bunlar M.A.Birand kadar dürüst olamayacak çapsız insanlar…Hiç olmazsa kendilerini eski sosyalist diye satmıyorlar….10 Cengiz+10 Oral=1 Cüneyt Özdemir etmez…Pentagon’un zilli zarifeleri….

  19. mhp yeterince fasist degil

    Ciraci da kendini acik etti, tereddut etmis de, soyle de, boyle de, yok hic birbirinizden farkiniz, hepiniz militarist ulusalcisiniz

  20. Birtakım “keskin devrimcilere” ve polis beyefendiye açıklayayım:
    i) Demokratik-özerkliği savunmak zaten “biz millet olmak istemiyoruz, ulus-devletin ve ulusçuluğun bütün fenalıklarını yakından biliyoruz” demektir,
    ii) İstenen şey illa ki “millet” olmak veya “milleti” aşmak ise, bunu Ahmet Türk, Leyla Zana, Sırrı Sakık, Altan Tan gibilerin peşine takılarak yapmak mümkün değildir, öncelikle hapisteki Kürt devrimci kadroları özgürleştirilmelidir.
    iii) Yalçın Küçük hoca her daim, kendi tabiriyle “Kürt yükselişini” savunmuştur, bugün de öyledir. Kürtlüğü alçaltmaya çalışanlar ise, bu harekete sonrada eklemlenen kariyerist burjuva politikacılarıdır ve maalesef “muvazaa”da rol üstlenen “kült liderlerdir”.
    iv) Birkaç ek:
    http://www.youtube.com/watch?v=jgj_Bhtwtzo
    http://www.youtube.com/watch?v=4UoPYTwJYN4
    http://www.youtube.com/watch?v=cWVbtw_Iuuk
    http://www.youtube.com/watch?v=OMigLyUfXHM
    http://www.youtube.com/watch?v=kk42xTrPWv0

  21. özgürlükçü

    çıracı dışardan gazel okuma sen işine bak milyonda bir oranını geçemeyen taş gibi yapılardan umudun yoksa eski efendilerine umut bağlamaya başlamışsın yalçın küçüklerden yakında veli küçüklerede terfi edersin hidayete ermek böyle başlar.tabiki önce toplumsal muhalefetin içindeki dinamiklere saldırmalısınki efendilerine iyi hizmet edesin senin haddinami ahmet türkten altan tana zanaya kadar insanlara saldıracağına kendi önünden yesen daha iyi olmazmı?

  22. mhp yeterince fasist degil

    yalcin kucuk ‘e “hoca” diyen talebe ondan ne ogrenmis acaba?
    Telefon rehberi gibi kitaplar yazip herkesin yahudi koklerini sozde ifsa edip anti semitizm yapmayi mi, kemalistligi mi, militaristligi mi, sabetay komplolari yapan ulusalciligi mi, nasyonal sosyalistligi mi, kok koken avciligini mi? Ne guzel demis can yucel sizin yalcin kucuk hocaniz icin. Bilenler bilmeyenlere anlatsin. Ben de ayni seyi sizin icin dusunuyorum.

  23. Özgürlükçü bey ağabeyciğim,
    * Kandil’dekiler ve Öcalan, o saydığınız isimlerin kitaplarını okumazlar (onlar kitap yazmış mı ki?!) ama Yalçın Küçük’ün kitaplarını ve gazete yazılarını hala okurlar.
    * Kandil’dekiler ve Öcalan, o saydığınız isimlerin fikirlerini, parti programlarına eklemezler (onların özgün fikirleri var mı ki?!) ama Yalçın Küçük’ün fikirlerini ve projelerini eklerler.
    * 8 bin civarında Kürt devrimcisinin hapsedilmesi ile Zanaların muhatap alınması arasındaki korelasyonu göremiyorsanız, sizin daha çoook “dışarıdan gazele” ihtiyacınız var demektir 🙂
    * Bütün askeri-darbe ve örtük-darbe dönemlerinde hapis yatan, 75 yaşında hala hapiste de olsa mücadeleye devam eden Yalçın Küçük’ün, Kürt mücadelesi üzerindeki emeği, burada yorum yapan herkesinkinden daha fazladır. Yalçın Küçük ve öğrencileri, bugün hala birtakım “dinazor-ulusalcı” kesimleri işçi sınıfına ve Kürt halkına yaklaştırmak için var gücüyle çalışmaktadır. Bu lafı kullanmayı pek sevmem ama, haddinizi bilin! Emeğe saygı lütfen…

  24. mhp yeterince fasist degil

    Yalcin kucuk un ozgun fikirleri hitler, goebels, nihal atsiz ve cevat rifat in fikirleri gibi ozgun, sen de cok ozgunsun, anti semit anarsist, dunyadaki tek ornek

  25. yalçın küçük, perinçek gibi uluscu-ulusalcı-milliyetci -milletçi bilumum faşistin özgün fikirleri devletin bekaası endişesidir. devletsiz kalma korkusu…
    bunun psikolojisine girmek şimdi lafı uzatmak olur.
    şu kadarı da herkesin malumudur ki: bu insanlar korkularından ötürü tüm düşünce biçimlerini, inanç ve felsefeleri ideolojik araç olarak kullanmaktan utanmazlar.
    marx ı da, muhammedi de işlerine geldiği gibi eğip bükmekte pek mahirdirler.
    oysa ki asıl düşün kaynakları hegelden mülhem carl schmitt in dost- düşman diyalektiğidir ki “dost kazanmak istiyorsa bir devlet, öncelikle düşman edinmelidir” mealinde ifade etmiştir..
    gene de hakkını vermek gerekirse, o zamanlar için ekonomi bu denli küreselleşmediği için bunun bile bir mantığı olabilirdi.
    şimdiki “özgün” lerde bu kadarcık basiret de yok. hem de marx üzerinde bu kadar ahkam kesmelerine rağmen.
    kabullenemedikleri gerçek, artık ulusun devleti ekonomik işleyişin önünde engel olmakta , bu yüzden de “müzelikleşmektedir”.
    bu kahredici gerçeğin kabulüne müsait olmayan psikolojileri, bildiklerine baskın gelmeye devam ettikçe de bunun verdiği acıdan kaynaklanan, dandik özgün teorisyenlikleri sürecek anlaşılan.
    ta ki, ya açıkça devlet kudsiyetini savunduklarını kabul ve ifşa etmek ve böylece faşist olduklarını beyan
    ya da anarşist bir bakışla, devletin ve mülkiyetinin anlamsızlığını artık anlayana kadar ki, bu psikolojiden kurtulmak demektir.

  26. özgürlükçü

    kitap yazmış olmaktansa ne yazmış olmasına bakman gerekmezmi çıracı.hitlerde kitap yazmış sonra benimkiler ve öcalan kitap okumaz ne demek çıracı sen öcalanın yazdığı kitaplarıda kendinden daha iyi biliyorsun galiba.ben bu dili bu kibri biliyorum eski ve yeni efendilerin hepimiz için en iyisini ben bilirim faşizminden başka ne anlama gelebilir.bir sağına soluna bak olmadık rezilliğin zülmün kepazeliğin yalan dolanın içinde eleştirecek kimseyi bulamadında efendilerin zülmünden en çok nasiplenen kürtleri eleştirip yalçın küçükleri övebildiğine göre yakında kızıl elmacılar gibi hidayete erip veli küçükleride övebilirsin aydınlıkta böyle başlamıştı bir başlayınca inan bana istesende duramazsın o virüs girdimi önce ulusalcılar,milliciler,devletçiler,iktidarcılar derken eski yeni bütün efendilere güzelleme yaparsın bak övdüklerin nasıl eski efendilere güzelleme yapıyor bakma sen yeni efendilerde bu duruma teşne nasıl olsa bilirler eski efendilerle aralarında fark olmadığını kendine yalaka olamıyorsa eski efendilere yalaka olmasınada teşneler tehlikeli olanı iyi bilirler 3. seçenek ne kalıyor geriye toplumsal muhalefet en korktukları olacağına efendilerin hizmetkarı olmayı tercih ederler tehlikeli gördüklerinide senin gibilerle itibarsızlaştırırlar kendileri yaparsa kimse inanmaz devlet-iktidar-sermaye hegemonyası toplumsal muhalefeti (HDK) eleştirmesi toplumsal muhalefet için onur ve gururdur alternatifi olduğunun tescilidir ve etkilemez tam tersine kitleselleşmesine hizmet eder ediyorda ama senin gibilere yaptırırsa efendiler bu itibarsızlaştırmayı o zaman etkili olabilir onun için yaptığımız işlere bir bakalım

  27. Yazdıklarımı tam olarak anlamamışsınız, Özgürlükçü. Bir daha okuyun.

  28. ne kadar anlasilmasi güç bir insansin, tabii bu kadar derinlerde olursan zor anlasilirsin, saka bir yana fasist Yalçin Küçük’e “hoca” diye hitap edip güklere çikaran birinin nesini anlamak gerekir ki, hersey yeterince açik zaten.

  29. Musluman dunyasinda resim yasaktir. Bu sebeple sanatci bireyler ya da gruplar cogunlukla resim kullanamazlar. Onun yerine baska sanatlar gelistirmek zorunda kalmislardir. Hat sanatinin, siirin bu kadar gelismesinin nedeni budur. Ustelik bu tur yasaklar yalnizca baska seylerin gelismesini saglamaz; bazi dusunuslere gore ozne zaten bi yasagin, bir tabunun eseridir.

    O hesap, polis, sen de senin kufurlu yazilarin sansurlenmeye basladiktan sonra fikir kirintilari yumurtlamaya basladin. Fikir henuz ruseym halinde, birazdan anlatacagim gibi henuz fikir bile sayilmaz. Olsun ama, boyle boyle baslar. Dogru yoldasin, tay tay tay tay…

    Yalcin Kucuk’u Fikret Baskaya gibi alternatif tarih yazicilar yokken, birilerine yon gosterdigi zamanlardan beridir okuyorum. Okuyorum dedigim kulliyatin hepsini okudum sayilmaz. O zamanlarki kit aklimla bile antitezin tezi yaratanlarin kullanacagi bir dusunce oldugunu anlayabilmistim. Zamaninda, Kurtleri etkilediginde bu adamdan etkileneceklerin, bu fikirleri asabilmesi icin baya bir caba harcayacaklarini dusunmustum. Ama 1980 darbesi ertesinin barut ve kan kokusu gecmemisken, televizyonlardan bangir bangir “etnik Turk milliyetciligi” ve Islam pompalanirken, antitezin varliginin en azindan beni dusunmeye ittigini biliyorum. Fatih’in elindeki gul yerine ilmige bakmaya iten Yalcin Kucuk’tu.

    Ha simdi koyunun olmadigi yerde, keciye Abdurrahman Celebi derler misali davranmis oldugumu biliyorum. Fikirlerinin arkasindaki fikirlerinin ozgun olmadigini, son yillarda dusunduklerinin daha onceki fikirlerinin devami oldugunu, Dan Brown’luk zirvalarinin anca kotu kurgu sayilabilecegini dusunuyorum.

    Ama su yafta yapistirip reddetme hastaliginin ne kadar yaygin oldugunu gormek gerek. Yaftada problem yok gerci. Yalcin Kucuk az buz “bu kadar aci cektik, tabi ki iktidarla iliskimiz farkli olmali” adami degil. Az bucuk milliyetci degil. Az bucuk devletci degil. Yalniz yanlis ata oynadi iste. Ama su, okumadan bilmeden, polis gibi lakkadanak her sakalliyi dedesi sanma hastaligina da yakalanmamak gerek. Ne diyordu Gun Zileli? Abartma, ufak at, civcivler de yesinler…

  30. Musluman dunyasinda resim yasaktir. Bu sebeple sanatci bireyler ya da gruplar cogunlukla resim kullanamazlar. Onun yerine baska sanatlar gelistirmek zorunda kalmislardir. Hat sanatinin, siirin bu kadar gelismesinin nedeni budur. Ustelik bu tur yasaklar yalnizca baska seylerin gelismesini saglamaz; bazi dusunuslere gore ozne zaten bi yasagin, bir tabunun eseridir.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/11/25/5526/#ixzz2KbrIZeNT

    -Tektanrılı (monoteist) dinler ömrünü tamamlamıştır. Bunu söylemeye cesaret etmeliyiz. Örneğin tektanrılı dinler ile tektanrılı dinler öncesi (premonotheisme) dinleri ele alacak olursak… Dikkat ederseniz ‘‘paganizm’’ demiyorum, ‘‘tektanrılı dinler öncesi (premonotheisme)’’ diyorum. Premonoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisi monoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisini fersah fersah aşar. Monoteist uygarlık sadece savaş, milliyetçilik, ırkçılık ve diktatörlükler yarattı. Evet monoteizm bilimi ve tekniği yarattı. Ama kültür adına ne varsa premonoteizm yarattı. Firavunlar Mısır’ının sanatını, Sümerleri, Grekleri hangi moneteist uygarlık aşabildi? Platon, Aristoteles ve Herakleitos’u geçemedik. Hiçbir şiir Gılgamış’ı, Homeros’u geçemedi. Monoteistler bunu düşünmeye cesaret etmeli, söyleyebilmeli. Hatta monoteizmin insanlığın göçüşünün başlangıcı olduğunu da söyleyebiliriz.

    http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/10/18/359443.asp

  31. Ya bu cok kotu bir fikir. “Asmak” ne demek bir kere? Eger bunalimdaysaniz, hersey size batar, size kimse hayatin yasanabilir oldugunu ispat edemez. Hep bir kotuluk bulursunuz. O hesap, monoteizmin kotu olduguna bu argumanlarla karar veriyorsaniz yandiniz. Cunku simdi tutup 7 milyarsak, 30-40 yasinda olmuyorsak, kole degilsek bu iyidir diyecegim, ondan sonra da uygarlik karsitlari bu iyi mi diyecek, teknoloji karsitlari robotlar bizi yiyecek diyecek, en solcu arkadaslar hala koleyiz diyecek, diyecek de diyecek. En iyisi mi ben yalnizca monoteizmin dogayi “anima”dan, yani ruhlardan temizleyerek bilimin onundeki monad ozneler fikrini supurdu ve teknolojinin yolunu acti diyeyim de, herkesten ayni anda azar yemeyeyim. 🙁

  32. monoteizmin senin için miadı dolmuş olsbilir, buna saygı duymak gerekir. ya aksini düşünen ve inananlar için sen aynı saygıyı düşünebilir misin anonim?
    politezme bir inanç olarak saygılı olmaya benim itirazım olamaz. yeter ki onlar da kendileri gibi inanmayanlara saygı duyabilsinler.
    o dönemlere ait filozof ve şairlerden örnekler vermişsin. y
    ya monoteist dönemler için bir sayım-döküm yapmaya kalksak? sayabilir miyiz, dersin? istersen dene…

    tarihi de bu kadar kolay nasıl açıklayabilirsin? helal olsun yani?
    ben de çıkıp o politeist mısır, asur, babil-roma dönemlerindeki tahakküme monoteist ibrahimin in, musanın, isanın direnişlerini sorsam?
    tahakkümün nedenini mülkiyet ve egemenlikte aramak varken böyle basite indirgemecilik de nerden çıkıyor?
    elbet politeist de monoteist de iktidar ve mülkiyet biçimleri olmuştur.
    ama biçime dalıp, özü kaçırmayalım, derim.
    bu yanlışın bedeli tarihin asıl konularından, başta geleni..
    hedef şaşırmanın gereği yok.

  33. Öncelikle herkesin inancına ve inançsızlığına saygı duyulmalı bence de. Günümüzde başkalarının inancına saygı duymayanlar daha ziyade monoteistlerdir.
    Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinleri, politeist tahakküme karşı bir direniş olarak ortaya çıktılar elbette, ama aynı tahakküm yoluna kendileri de gittiler.
    Şimdiye kadar -belki ilkel komünal toplumlar hariç, ki o da tartışılır- tarihte hiçbir toplum, kültür, uygarlık veya olay siyah beyaz değildir. Her şey artıları ve eksileriyle, olumlu ve olumsuz taraflarıyla değerlendirilmeli.
    Sol geleneğin belirgin özelliklerinden birisi karşıtlarının olumlu yanlarını görmemesidir. Hep eleştirmesidir. Açık ki bu doğru bir yöntem değil. Yaşamı sadece siyah-beyaz ikileminden ibaret görmek kimseye bir şey kazandırmaz.

  34. Tamam da Anonim, öncelikle bu bir inanç meselesi. Yani, belki politeizmin dediğin gibi avantajları olabilir. Ama insanlar, mesela daha kültürlü ya da daha yaratıcı olmak için politeist olmazlar sanırım. Evet, daha özgür olmak için pagan olanlar yok değil. 1968’in Batıdaki bir mirası da bu zaten. Ama Osiris’e, Zeus’a ya da Shiva’ya tapmak için kendimizi zorlamamızın bir alemi yok gibi. Odin olabilir bak.

    Bir de düşüncede şöyle bir açık var: Sokrates, Platon ya da Aristo o zamanların ateistleri sayılırlar. Şimdi ayrıntılı hatırlayamıyorum ama Platon’un aktardığı Sokrates muhabbetlerinde en fazla bir yerde bir tanrı ismi hatırlıyorum mesela. O da Sokrates ölmeden hemen önce, sağlık tanrısına verdiği söz. Belki, orjinallerinin bir bölümü önce Arapça’ya sonra batı dillerine çevrildiği için uçmuş olabilir. Ama Aristo’nun kitaplarında da pek öyle din muhabbeti geçmiyor. Heraklit direk öyle zaten. Homeros’a gelince, zaten o sanatçı. Tesadüfleri mantıkileştirebilmek için, tanrılardan kolay ne vardır? (Deus ex Machina) Görsel sanat yapıtlarına gelince, bence insanlar yalnızca, o çağda teknoloji bile yokken bu insanlar bunları nasıl yapmış? diye hayrete düşüyorlar. Mikelanjelo’nun Pieta’sı basar bana kalırsa en ala Afrodit’e. Ki Pieta’da Meryem’le İsa heykelleştirilmiş.

    Yani tamam monoteizme vuralım da, şamanizmidir, animizmidir, paganizmidir, politeizmidir, zor yani. Odin olur bak ama. 🙂

  35. Adonis’in yukarıdaki söyleşisiyle ilgili:

    » Kitaptaki on dört öykü monoteist (tektanrılı) dinlerin ‘Yaratılış’ efsanesinin önemli bir parçası olan Habil ve Kabil etrafında yoğunlaşıyor. Bu bilgiyle, yaşayan en büyük dünya şairlerinden kabul edilen Adonis’in yaptığı bir söyleşideki açıklamalarını* hatırladım.. Bir edebiyatçı olarak bu görüşe dair fikirlerinizi öğrenebilir miyim?
    Adonis’in ileri sürdüğü kanıtlar sanırım şuna da dikkat çekiyor: Monoteizm, insanın yaşadığı hayatla arasındaki ilişkiyi zora sokuyor. Bizim ilkel dediğimiz insanların hayatla daha bütünlüklü ve doygun bir ilişkisi vardı. Hayatları daha zordu ama hayatı “anlamak”tan daha kapsamlı ve daha zengin bir içerikle görebilmişlerdi. Sanırım monoteizm duyguların karşısına vaadleri, içgüdülerin karşısına kuralları çıkararak bu ilişkiyi zorlaştırdı. İnsanın gözünde hayatı parçalara ayrıldı, parçalar kavramlarla dağıldı. Fakat Adonis’in dediği gibi “monoteist dinler ömrünü tamamladı”ysa bile, insanoğlunun kafası, yerine ne koyabileceğini düşünemeyecek kadar karışık bence.

    Adonis’in yaptığı söyleşide şöyle demişti*

    “Tektanrılı (monoteist) dinler ömrünü tamamlamıştır. Bunu söylemeye cesaret etmeliyiz Premonoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisi monoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisini fersah fersah aşar. Monoteist uygarlık sadece savaş, milliyetçilik, ırkçılık ve diktatörlükler yarattı. Evet monoteizm bilimi ve tekniği yarattı. Ama kültür adına ne varsa premonoteizm yarattı. Firavunlar Mısırı’nın sanatını, Sümerleri, Grekleri hangi monoteist uygarlık aşabildi? Platon, Aristoteles ve Herakleitos’u geçemedik. Hiçbir şiir Gılgamış’ı, Homeros’u geçemedi. Monoteistler bunu düşünmeye cesaret etmeli, söyleyebilmeli.”

    http://www.birgun.net/culture_index.php?year=2012&month=03&day=12

  36. “monoteist uygarlık sadece ırkçılık-milliyetçilik ve diktatörlükler yarattı,” biraz fazlaca indirgeme, hem de genelleme… hem de “bilimi ve tekniği yarattığıyla -ki bu da bir genelleme- çelişiyor. tıpkı “kültür adına NE VARSA premonoteizm yarattı iddiası gibi.
    böyle düşünmenin abes olduğunu söylemiyorum. her fikir gibi ilgiyi ve saygıyı hakediyor. ama sanki biraz altını doldurması gereği var dedirtiyor.

    adonis büyük bir şair olabilir ki okuyabildiğim bir kaç şiiri bende bu kanıyı oluşturmaya yetti.
    ancak fikirleri pek bir ideolojik geldi.
    bu durum da nedenini tam açıklayamadığım şu eski soruyu hatırlatıyor.
    büyük imgelemciler (sanatçılar), neden büyük kavramsalcı olamıyorlar (felsefi kavramsallıkta niçin kısır kalırlar ve daha önemlisi kötü politikacı olurlar?
    bu da bir genelleme ve bütün genellemeler gibi tümüyle doğru değil. elbette ki aksi örnekler vardır.
    gene de düşünülmeye değer bir konu gibi geliyor.

    sokratesin en yaman karşıtı tragedya yazarı aristofanes miydi.?
    yezid zalım bir politikacı olduğu kadar, güçlü bir şairdir.
    hitler pek ressam sayılamaz belki. ama şiir yazan çok kral-padişah- hükümdar vardır. şah ismailin hatayi mahlasıyla yazdığı şiirler hala zevkle okunur.

  37. Petrol ve ‘bölgesel hegemonya’ odaklı açılım, boşluğa mı düşecek?
    http://mustafasonmez.net/?p=3109