Mağlupların Tarihinden: Küçük Ağa *
Tarık Buğra’nın, ilk baskısı 1963 yılında yapılan ve günümüze dek 20 kez basılan (Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan elimdeki 2000 yılı baskısı 19. olduğuna göre 20. baskısı da yapılmıştır diye tahmin ediyorum) Küçük Ağa romanı, milli mücadeleyi muhafazakâr-sağcı bakışaçısıyla ele alan, yorumlayan bir tez-roman. Romanın baş kahramanı İstanbullu Hoca (Kuvayi Milliye saflarına katıldıktan sonra Küçük Ağa), aynı zamanda Tarık Buğra’nın tezlerinin taşıyıcısıdır. Tarık Buğra, kendi düşüncelerinin çoğunu, İstanbullu Hoca’ya (ve Küçük Ağa’ya) söyletmiş ya da düşündürmüş. Roman, yer yer didaktik-propagantif bir temaya bürünse de, kahramanlarını çalkantılı bir dönem boyunca iç çelişkileri ile vermesiyle ve dönemi, bir kasaba çevresinde (Akşehir) aktarabilmesiyle oldukça başarılı. Ben bu yazıda, romanın edebi yönünü ve iç yapısını değerlendirmekten çok, Tarık Buğra’nın romanın her köşesine sinen, daha çok Küçük ağa’nın şahsında cisimleşen sağcı-muhafazakâr bakışaçısından hareketle bazı sentezlere varmaya çalışacağım.
Osmanlı imparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte ülkenin, başta Yunanistan olmak üzere, İtilaf devletlerince işgal edildiği dönemde, karamsarlık ve çıkışsızlık içinde bocalayan Akşehir kasabasına, aşağı yukarı aynı zamanlarda üç kişi gelir. Bunlardan biri, İstanbul Hükümeti tarafından, kasabanın dini önderliğini yapmak üzere görevli olarak gönderilen İstanbullu Hoca; diğeri, savaştan, aynı Anadolu gibi harabe haline gelerek dönen, savaşta kolunu yitirmiş Çolak Salih; üçüncüsü de, Arabistan’da Araplara esir düştükten sonra serbest bırakılan askeri doktor Haydar Bey’dir. Aslında bu üç kişi, romanın üç sacayağını oluşturur. Çolak Salih, savaştan bitkin düşmüş Anadolu köylüsünü, İstanbullu Hoca, Osmanlı İmparatorluğu’nun ulemasını ve aynı zamanda 600 yıllık kadim devleti, doktor Haydar ise, yeni gelişmekte olan Kuvayi Milliye’yi temsil ederler. Çolak Salih, kasabadaki Rumlara muhtaç duruma düşmüş, sabahtan akşama içki içen bir yıkıntıyken, gelişme içinde, attığını sektirmeyen, yaman bir milli mücadele kahramanına dönüşür. Böylece, yıkık Anadolu, onun şahsında cisimleşen bir “ulusal şahlanış”ı gerçekleştirir. Doktor Haydar, Kuvayi Milliye’ye önderlik eden Osmanlı aydın kesiminin tipik bir temsilcisidir. Başlangıçta halkın muhalefeti ile karşılaşsa da, zaman içinde ve zora dayanarak halkı kendi saffına çeken Ankara Hükümeti’nin -Ağır Ceza Reisi ile birlikte- Akşehir’deki temsilcisidir. İstanbul’lu Hoca ise, romanın baş kahramanı olarak daha karmaşık bir figürdür. Önce, Osmanlı Devleti’nin, onun ulemasının, İstanbul Hükümeti’nin temsilcisi olarak Kuvayi Milliye’ye şiddetle karşı çıkar, Ankara’nın temsil ettiği güçleri “çete” olarak nitelendirir. “Çete”lerin karşısında 600 yıllık devlet zihniyetini savunur ve direnir. Kuvayi Milliye ise, zor yoluyla güçlenip öz-güvenini kazandıkça, önceleri ikna etmeye çalıştığı İstanbullu Hoca’yı sonunda katletmeye karar verir. Ne var ki Hoca, durumu haber alır ve kaçıp Çakırsaraylı’nın çetesine katılır. Bu tür çetelerde geçirdiği uzun süreçlerden sonra, kendisini öldürmeye yollanan Çolak Salih’le dost olup, adını değiştirerek, Küçük ağa adıyla Kuvayi Seyyare milislerine katılır. Artık Ankara’nın “çete” olduğunu düşünmemektedir. Ankara, yok edilemeyen ve yeniden doğan “devlet zihniyeti”nin o günkü temsilcisidir. İstanbul’un ölüp, Ankara’nın doğmasıyla, İstanbul’lu Hoca da “ölür” ve yeniden Küçük Ağa olarak doğar. Küçük Ağa’da aslında niteliksel bir değişiklik olmamıştır. O her zamanki gibi düzenin, dengenin, “devlet zihniyeti”nin savunucusudur. Değişiklik, onun dışındadır. Artık düzen, düşmanın elinde esir olan İstanbul’da değil, Ankara’da tecessüm etmiştir. Romanın son bölümünde Hoca, baştan beri gösterdiği “tutarlılığı” bir kere daha gösterir ve düzenli ordunun denetimi altına girmek istemediği için Ankara ile anlaşmazlığa düşen Çerkez Etem’in Kuvayi-Seyyare milisleriyle İsmet Paşa’nın düzenli orduları arasında çıkan çatışmada, binbir komplo düzenleyip adamlarıyla birlikte Ankara’nın safına katılır. Böylece, camide vaaz verirken, Kuvayi Milliye “çetelerini” suçlayan İstanbullu Hoca ile, “çeteleri” tasfiye eden Ankara’ya hizmet eden Küçük Ağa arasındaki kopmaz bağ, bir leitmotif olarak bir kere daha kanıtlanmış olur. Romanda, yerli eşrafın tipik örneği Ali Emmi, başıboş çeteleri şahsında canlandıran Çakırsaraylı, Tarık Buğra’nın hayalinden çıktığı apaçık ortada olan, devlete bağlı azınlıkların boyun eğişini ve sadakatini dile getiren Ermeni doktor Minas gibi şahsiyetler de, yeri geldikçe, kendilerine verilen rollleri oynamak üzere sahneye çıkmakta, ama bunlar, yine de bu üç figürün yanında bir hayli gölgede kalmaktadırlar.
Devlet ve Düzen Her Şey
İstanbullu Hoca, vukuf sahibi olduğu kadar vicdanlıdır da. Verdiği Kuvayi Milliye karşıtı vaazlara rağmen, onların da haklı olabileceğine ilişkin acı verici iç muhasebelerden geri kalmaz. Bu iç konuşma ve muhasebeler, aslında gelecekteki Küçük Ağa’nın habercileridir, ama yine de Hoca’nın mantığını ve dilini kıskıvrak bağlayan bir tek önemli nokta vardır. Devlet-i ali Osmaniye, yani düzen, yani devlet bilinci. Bu yüzden, hiç istemediği halde, Yunan’dan önce, Osmanlıya düşman “kardeş cepheye” karşı savaşmakta tereddüt etmeyecektir:
“Hoca samimiyetin büsbütün kuvvetlendirdiği mantık ve güzel konuşma gücü ile işte, cephesini gerçekleştirmeye girişmişti bile. Bu cephe, altı asırlık geleneğin, şanların şereflerin, refah ve gururların, asıl büyüğü imanın, inancın yarattığı Padişah ve Halife-i Ru-yi zemin adına -ne korkunçtur bu ya Rabbi- Yunan’a karşı değil, doktorun bulunduğu kardeş cepheye karşı savaşacak, hiç yoksa direnecekti.” (s.96-97)
Çünkü, her şeyi ancak devlet yapabilir:
“… yapılabilecek her şeyi hükümet yapabilir. Hükümet Zat-ı Şahane’nin hükümetidir. Henüz sulh imzalanmamıştır. Sulhu imzalayacak olan ne hükümettir ne de yenilen ordular. Padişahımız efendimizin nüfuzu, dirayeti, riyaseti ve muvazene-yi âlemin icapları, ancak bunlar, fakat mutlaka bunlar kurtaracaktır vatanı ve milleti.” (s.102)
Merkezi devlet dışındaki her türlü direniş, “eşkiya güruhu”nun işidir:
“Milli lafzını gaspeden bu teşekkülün başında bulunanlar kimlerdir? Rütbeleri ref’edilen, çoğu gıyaben mahkum olan sergüzeştçiler! Asıl tehlikeli olanlar bunlardır. Bunlardır ki, diğer eşkiya güruhunu kendilerine ilhak etmek, daha da kuvvetlenmek ister, razı olmayanları tepelerler. Böyle yaparlar ki milletin başına belâ olsunlar, ihtiraslarına ulaşsınlar. Onlar mal ve makam muhterisleridir.” (s.103)
Hoca işte bu son cümleyle tam üzerine basmaktadır. Gerçekten de öyledir. Ama Hoca’nın yanıldığı ya da görmek ve göstermek istemediği nokta, kendisinin can siperane savunduğu İstanbul hükümetinin de aynı şekilde “mal ve makam muhterisi” olduğudur. Zaten, Hoca’nın bu sözleri sırf propaganda için sarf ettiği, biraz sonra, Ankara’ya, “mal ve makam muhterisi” olduğu için değil, “devlet içinde devlet” olduğu için karşı olduğunu söylemesinden anlaşılacaktır:
“… bunların yanında Sarıca’lar, Çakırsaray’lılar zemzemle yıkanmış gibidirler. Çünkü devlet iddiaları yoktur. Devlet içinde devlet, devlete karşı devlet davası gütmezler. Onlar fetva da veriyorlar. Şeyhül İslama karşı konuşuyorlar. Hangi bilgi, hangi ehliyetle? Fahr-i Kâinat efendimiz ne buyurmuş, hatırla: ‘kim ehliyetsizliğine rağmen fetva verirse gök ve yer melekleri lânet eder.’ Hatırla.” (s.103)
Demek ki Hoca’yı esas rahatsız eden, Osmanlı’ya karşı çıkmaktan da önemlisi, ulemanın iktidarına karşı çıkılmasıdır. Fetvayı yalnızca ulemanın başı verebilmelidir. Bu, ideolojik hegemonyanın vazgeçilmez şartıdır. “Ehil” olan yalnızca devletin başındakiler ve ulemadır. Ehil olmayanlar iktidara gelirlerse, bu, kıyamet gününden beterdir:
“Farz-ı muhal ender muhal, tut ki sırf şahıslarını ve ihtiraslarını ilgilendiren bu emellerinde muvaffak oldular, silahları, palaları ile ümmeti hükümleri altına aldılar. Sonu ne olacak? Cevap ver, sonu ne olacak? Susuyorsun. Cevabını sana ben diyeyim, dinle: ‘idare ehli olmayana geçince kıyamete intizar et!” (s.104)
Bilinen, Kur’andan alınma, suçlayıcı dinsel dili çok iyi kullanan Hoca efendi bir bakıma da haklıdır. Gerçekten de, yeni iktidar adaylarının iktidarı bütünüyle ele geçirdiklerinde insanlara kan kusturacakları daha o günden bellidir. Ne var ki, Hoca efendinin yanıldığı nokta, bütün iktidar sahiplerinin iktidardayken ya da iktidarı ele geçirdiklerinde (hatta daha ele geçirmeden) aynı şeyi yaptıkları ya da yapacaklarıdır. “Ehil” olmak meselesine gelince; “kıyamete intizar ettiren” şey, iktidar sahiplerinin “ehil” olmaması değil, tersine “ehil” olmasıdır.”Ehil” oldukları için iktidarın bütün gereklerini yerine getirirler, zulüm ve baskı da bunun başında gelir. Hoca, “zaferin” “sahibine” teslim edilmeyeceğinden korkarak da aynı mantık hatasını yapmaktadır:
“Peki sonra ne olacaktı? Bu kadar büyük bir zaferin komutanları ve siyasetçileri, ‘işimiz bitti, hadi eyvallah’ diye çekip gidecekler miydi? Hoca her şeyden çok işte bu soruya takılıp kalıyordu. Ona göre ‘zafer’ sahibine teslim edilmeyecekti. Ortaya yeni efendiler çıkacaktı. Düzen altüst olacaktı. Sofra başındaki kavga millete hiçbir savaş yenilişinin veremeyeceği zararı verecekti.” (s.185)
İstanbullu Hoca, tespitlerde değil de, çıkardığı sonuçlarda yanılmaktadır. Tabii ki, “zafer”, “sahibine”, yani ona göre Padişah’a teslim edilmeyecekti. Çünkü “zafer”in sahibi Padişah değildi. “Zafer”i kim sağlamışsa, iktidara da o oturacaktı, nitekim, Hoca’nın tahmin ettiği gibi de oldu. Tersinin olması zaten mantığa aykırı olurdu.
Hoca’nın, kitabın başından sona kadar en büyük “tutarlılığı” (bir anlamda da tutarsızlığı), yerleşik devlet aygıtını savunup, bu aygıta rakip çıkan, potansiyel ya da yeni devletleri “çete” olarak nitelendirmesidir. Hoca’ya göre, Ankara’dan daha önce iktidarı bütünüyle ele geçiren Bolşevikler bile “çete”dir:
“Bolşeviklik konusunda da direniyordu. Çünkü Reis Beyin dediği gibi, ‘kuru bir tefsir’ işi değildi. Reis bey Almanya ittifakından sözetmişti. İki koca devletin yaptığı anlaşma ile (Almanya ile Osmanlı devletlerinin ittifakından söz ediliyor, G.Z.) iki çetenin elbirliği (Kemalistlerle Bolşeviklerin ittifakından söz ediliyor, G.Z.) hiç bir olur muydu?” (s.229)
Hoca’nın yanıldığı ya da işine öyle geldiği için o şekle soktuğu nokta şudur: devlet olmaya hazırlanan her grup (Hoca bunlara, daha devlet olmayanları ya da Bolşevikleri, ne olursa olsun “çete” olarak görmeye kararlı olduğu için “çete” adını veriyor) potansiyel bir devlettir ve Hoca’nın büyük saygı duyduğu Osmanlı da başlangıçta, yalın kılıç bir derebeylik “çete”siydi. Öte yandan, eğer “çete” sözcüğüyle başıboş bir silahlı grup kastediliyorsa, kendilerini yasalarla ne kadar kamufle ederlerse etsinler bütün devletlerin, son tahlilde iktidarı zorla elde tutan birer silahlı “çete” olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik bu devletler, başları sıkıştığında doğrudan doğruya bildiğimiz türde illegal çeteler kurmaktan da çekinmezler. Yakın tarihimizdeki Teşkilat-ı Mahsusa ve Kürt Savaşındaki illegal devlet çeteleri bunun açık örnekleridir.
İşgalin Yarattığı İktidar Boşluğu
Genelde belirleyecek olursak, eski sömürgeleri dışta tutmak şartıyla, işgalci güçlerin, işgal ettikleri ülkeye toplumsal ve kültürel alanda nüfuz etmeleri bir hayli zordur. Hele bu işgal, Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, bir emperyalist savaş sonrasında, yeni bir paylaşım için müzekereler beklenirken yapılmışsa. Dolayısıyla işgalci ordular ancak belli kilit yerleri tutmuşlar ve varlıklarıyla sadece bir iktidar boşluğu yaratmışlardır. Bu durumun sonucunda, silahlı çatışmalar, direniş güçleriyle emperyalist ordular arasında olmaktan çok, bu iktidar boşluğunu doldurmaya çalışan farklı iktidar odakları arasında cereyan etmiştir. Yüzbaşı Nazım’ın ağzından ifade edildiği gibi, “istasyondaki İngilizlerin demiryolundan başka dünya umurlarında değil”dir (s.248). Zaman zaman emperyalist güçler, milli mücadeleyi yürütenlerle anlaşma içine bile girmektedirler:
“İstasyona gitmiş, demiryolunun muhafazasına ayrılan İtalyan bölüğünün kumandanı ile konuşmuştu. Milli hareket sadece istila hareketine karşı idi. Mütareke hükümlerine aykırı davranış bahis konusu değildi, hele kendilerine düşmanlık hiç düşünülemezdi. Fakat onlar da bu meşru müdafaa çalışmalarına ve iç anlaşmazlıklara karışmamalı idiler.
“İtalyan zabiti tam bir anlayış, hatta yakınlık göstermişti. Teklifi kabul ediyor, tabii karşılıyordu. Kendilerine yalnız söz vermekle kalmamış, bir sürü konserve, et, sigara ve kahve hediye etmişti. Dostluğun devamını istiyordu.” (s.141)
Tarık Buğra, emperyalist işgal sonucu ortaya çıkan iktidar boşluğunu doldurmak üzere iç güçler arasındaki çatışma temasına, kaygılı bir havada roman boyunca tekrar tekrar döner:
“Eyvah ki savaşı önce kendi kendimize kazanmak zorundayız.” (s.96)
“Bir araya gelmek şöyle dursun, aralarında çetin anlaşmazlıklar vardı. Neredeyse Yunan’ı bırakıp birbirlerini ilk düşman sayacaklardı.” (s.185)
Dolayısıyla, milli mücadelenin zaferinden esas korkması gereken, emperyalist ya da işgalci ordular değil, “zafer”in ardından ırkçı baskılara maruz kalacak olan azınlıklardı. Bu durum, romanda, Reis beyin düşünceleriyle şöyle aktarılmaktadır:
“Bunlar için asıl hedef İngiliz, İtalyan, Fransız, hatta Yunan değil, ihanet eden Niko’lardı, Agop’lardı. Salihlerin zaferinden ötekiler değil, bunlar korkmalıydı.” (s.388)
Ankara Güçlenince…
İktidar mücadelesinin zordan, şiddetten başka yolu yoktu. “İkna”nın yolu da şiddetten geçiyordu. Nitekim, İstanbullu Hoca, hakkında ölüm kararı çıkartılmadan, usulünce ölümle tehdit edilmişti Kuvayi Milliye’ye karşı durmaması için. Güçlenmek için terörü uygulayanlar, yine de bunun bir iç muhasebesini yapmaktan geri kalmıyorlardı:
“Ve Hoca’nın benzeri benzemezi daha nice insanlar öldürülecekti kimbilir?… Ne çare ki, bunun bir başka yolu bulunamıyordu… Aklı akılla, vicdanı vicdanla kandırmanın, doğru yolu paylaşmanın bu kadar güç oluşu… çok acı veriyordu”(s.221) Reis Bey’e.
“Ne yazık ki” terör ve “ifna” ayakta kalmanın, daha doğru bir ifadeyle iktidara ilerlemenin tek yoluydu:
” ‘İfna etmek’ devri başlıyordu. Çünkü bütün gruplar ve topyekun memleket ‘ifna edilmek’ devrinin eşiğindeydi. Yok edilmekten kurtuluşun yolları seçilmişti.” (s.272)
“İyiniyet ve söz işini bitirmişti, şimdi sıra kuvvette idi.” (s.273)
Kuvayi Milliye, bu zor ve şiddet siyasetiyle, Anadolu’da esas güç haline geldikçe, artık İstanbullu Hoca’nın nitelemesiyle “çete” olmaktan çıkar ve devlet haline gelmeye başlar. Devlet haline geldikçe de, dili değişmeye, devlet dili halini almaya başlar. Artık şiddet, Kuvayi Milliye’nin iktidarına direnenlere karşı “hukuki” ve devletsel bir kisveye bürünmektedir. Akşehir’de Kuvayi Milliye’ye karşı ayaklanmaya kalkan Pehlivan ve adamları bastırılıp idam edilir. Bu yapılırken, birkaç yıl önce “çete” denerek kovalananların kullanmaya başladıkları devlet dili ilgi çekicidir. Kişiler ve roller değişmekte ya da yer değiştirmekte, ama devlet ve devlet dili hep aynı kalmaktadır:
“Ellerindeki bir avuç zavallıyı büyük bir kuvvet sandılar, üstelik kuvvete dayanarak derebeyliğe yeltendiler. Demek ki, bunların anladığı biricik dil kuvvettir… Dün Çakırsaraylı ve avanesi itlaf edildi. Bugün de gördüğünüz gibi, Pehlivan ve şürekası ele geçirildi… Vaziyet her yerde aynıdır. Şu bir iki hafta içinde memleket haydutlardan ve hainlerden temizlenecektir.” (s.277-278)
“Binaenaleyh biz bütün şu saydığımız denaet ve cinayeti işleyenleri ölümle cezalandırıyoruz. Ancak, her şeye rağmen bu hükmümüzü yalnız elebaşılara inhisar ettirip iğfal edilenlerin hayatlarını bağışlamak niyetindeyiz.” (s.279)
Son Perde: “Milliye”nin “Kuvva”sını Bastırmak
Ankara, artık güçlenmiş, örgütlenmiş ve güçlendiği oranda da, başıboş ya da İstanbul yanlısı çeteleri bastırmakta kullandığı, ademimerkeziyet esasında örgütlenmiş Kuvayi milliye milislerini denetimi ve disiplini altına almaya girişmişti. Aslında, batıda, gerek Ankara karşıtı isyanları ve başıboş çeteleri bastıran, gerekse de Yunan işgal güçlerini durduran ve taciz eden muharebeler veren, Çerkez Etem’in kumandasındaki Kuvayi Seyyare milisleriydi. Bu düzensiz ordu milisleri, ani saldırılarla ve gerilla yöntemleriyle, Yunan güçlerinin önündeki başlıca engeli oluşturuyordu. Ankara, onlar aracılığıyla kestaneleri ateşten aldırmış, şimdi de kendisi için büyüyen bir tehlike haline gelen düzensiz ordu milislerini, eğer denetimi altına alamazsa, yok etmeye, daha olmadı Yunan kuvvetlerinin kucağına sürerek “ihanetlerini” kanıtlamaya karar vermişti. Bir zamanlar İstanbul tarafından “çete” diye suçlanan Ankara, şimdi, kendi milisini “çete” diye bastırmaya girişiyordu. Çünkü artık devlet olmanın zamanı gelmişti.
“Tevfik beyin elindeki kuvvetler bir zamanlar son ümit, hiçbir halde boşa çıkmayan, rahat nefesler aldıran, hatta gün gün ölümü geri çeviren bir ümitti… Şimdi ise aynı kuvvetler Yunan’dan daha endişe verici bir tehdit oluyordu.” (s.337)
Tarık Buğra’nın bu tespiti, Çerkez Etem’in kardeşi, milis komutanı Tevfik bey tarafından da şöyle ifade ediliyordu:
“Başımıza belâ geldi bu İsmet… O çıtkırıldım, toy, ana kuzusu nizamiye askerleri ile halt edeceğini sanıyor sersem… Şu güne kadar ne yaptıysa hep beğenmediği çeteler yaptı… Sanki vatana saldıran Yunanlı değil de biziz. Herifin derdi günü bizimle.” (s.325)
Gerçekten de artık gerçek savaş, işgal kuvvetleriyle değil, merkezi güçlerle merkezkaç güçler arasındadır. Yunan işgal güçleri, tuhaf bir şekilde “ara güç” konumuna düşmüştür. Her iki taraf da birbirine saldırırken Yunanlıları bir “yan güç” (belki de gizli bir müttefik) olarak görmeye başlamıştır. Etem Beyin ağzından Ankara’nın savaş taktiğini okuyalım:
“Yunan cephesini boş bıraktılar, ellerindeki kuvvetleri bizim üzerimize saldılar.” (s.450)
Öte yandan Çerkez Etem de benzer bir savaş taktiğine baş vurmaktan geri kalmaz:
“Derken yanlış haberler uçurmaya başladı. Yok düşman falan yönden, filan yere doğru şu kadar kuvvetle yürüyüşe geçmiş, yok cephenin filan kesimini boşaltmış ve boşaltmaya başlamış!..” (s.336)
İktidar kavgasının yasaları acımasızdı. Yeri geldiğinde bu, işgalci güçlerle bile işbirliğine yol açabiliyordu. Bu bakımdan, “hainlik” suçlamalarının hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü herkes, savaş taktiklerinin acımasız yasalarına uyarak aynı “hainliği” yapmaktan geri kalmamaktadır. Aslına bakılacak olursa, gerçekten ezilenlerin mutluluğu için çarpışan bir gücün, başından itibaren bütün devletsel merkezlerden uzak ve bağımsız olması gerekirdi. Etem bey bu gerçeği, yıkımın yaklaştığı koşullarda, “artık benim için ha Ankara hükümeti, ha Yunan” (s. 422) sözleriyle tespit etmiş, ancak böyle bir bağımsızlığa, ne psikolojik ve ideolojik, ne de dayandığı maddi güçleri açısından hazır olmadığından, sonunda Yunan güçlerine sığınmak zorunda kalmıştı.
Küçük Ağa’ya gelince, o, yazının başında işaret ettiğimiz düzenci çizgisine bağlı kalarak, bir zamanlar yine düzeni savunduğu ve “çetelere” karşı çıktığı için kendisi hakkında idam fermanı çıkartan Ankara “çetesinin” yanında yer almıştır.
“Bir orduyu mağlup etmenin tek yolu bir orduya sahip olmak değil midir?… Şimdi Ankara o kadar mühim midir? denebilir. Bana sorulursa; evet, o kadar mühimdir. Zira büyük hareketlerin dimağı olması gerekir… Münferit kuvvetlerin âkıbeti isa izahtan müstağnidir, inhilâl mukadderdir.” (s.330)
Dolayısıyla Küçük Ağa, eski adıyla İstanbullu Hoca, her zamanki gibi “önce düzen” diyor ve bu düzenin Ankara’nın şahsında gerçekleştiğini görerek ağırlığını galiplerden yana koyuyordu:
“Uyanık kafası yeni şartların getirdiği ölçüleri hiç değilse sezebiliyor ve her zaman olduğu gibi, hatta daha da kuvvetle, ‘önce düzen’ diyordu. İki kişinin bulunduğu yerde bile iyi’nin, verim’in, başarı’nın ilk ve bırakılmaz şartını bir düzen’de gören Küçük Ağa bir kader savaşında yolunu seçerken elbette ölçü olarak bunu alacaktı… Çerkes Etem’lerin kendilerini de yaratan o büyük, o aziz düzen’in eseri idi ve Etem Bey bunun farkına varmazken Ankara o düzen’in şuuru ve yürütücüsü görünüyordu. Etem bey küçük – veya büyük – galebelerin peşinde koşarken Ankara son ve kesin zaferden de önce o millet ölümsüzlüğünün büyüsü olan düzen için çalışıyordu.
“Küçük ağa seziyordu ki, Çerkes Etem anlayışının zaferi vatanı derebeylik kavgalarına, o değilse bile post entrikalarının o kadar eritici, o kadar yıpratıcı keşmekeşine götürecek, Ankara’da görülen anlayış ise tam bir kuvvet zaferine ulaşmasa bile, o besleyici, o geliştirici Osmanlı düzeninin kuruluşu, yeniden yürürlüğe girişi olacaktır.” (s.447-448)
Osmanlı düzeni ile Cumhuriyet düzeni arasında nasıl bir kesintisizlik olduğunu ve “Anadolu İhtilali”nin ardında nasıl bir karşı-ihtilalin yattığını, belki de Tarık Buğra gibi muhafazakâr bir yazardan daha iyi hiç kimse anlatamazdı.
Gün Zileli,
İmlasız, sayı:4, Kasım-Aralık 2003