Korkunç Bir Baskı Biçimi…
On yıl kadar önce, Demir Küçükaydın’ın, Avrupa’da çıkan Koxuz dergisinde, şu anda elimde olmayan bir makalesini okumuştum. Makalede mealen, insanı en çok köleleştiren örgütlenme biçiminin küçük grup örgütlenmesi olduğunu söylüyordu. Kendi yaşadığım deneylerden biliyorum, küçük gruplar içindeki çok yakın, fazlasıyla yüz yüze ilişkilerin insanı istemediği şeyleri nasıl onaylamak zorunda bıraktığını. Devlete kafa tutmak o kadar zor değildir, baskısını göğüslemek de öyle. Çünkü devletle herhangi bir manevi bağlantınız yoktur. Hatta, ideolojik olarak bağlı olduğunuz partinizin üst yönetimlerine de karşı çıkabilir, muhalefet edebilirsiniz. O yönetimler bile oldukça uzağınızdadır. Ama her gün yüz yüze baktığınız, her şeyinizi paylaştığınız küçük grubunuzun üyeleriyle öyle mi? Bir ailesinizdir adeta, dolayısıyla, aynı, ailede olduğu gibi, yakınlıktan doğan büyük bir manevi baskı altındasınızdır. Dostoyevsky, Neçayev olayından yola çıkarak yazdığı Ecinniler romanında böylesi bir küçük grubu anlatır. Küçük grubun üyeleri, “ihaneti” nedeniyle arkadaşlarının katledilmesine onay verirler. Bunun, bizim küçük sol örgütlerimizde ve hapishanelerdeki küçük örgütlerde de çok sayıda benzer örnekleri yaşanmıştır. Aytekin Yılmaz, bunları Labirentin Ötesi (Mahsus Mahal Yayınları) kitabında anlatır.
Bu bakımdan anarşistlerin, büyük devletlere, büyük örgüt ve kurumlara duydukları tepkinin sonucu ortaya attıkları “küçük güzeldir” sloganını da doğru bulmam. Bence doğrusu, “büyük kötüdür ama küçük daha da kötüdür” olmalıdır. Küçük grupların birey üzerindeki manevi otorite ve baskısı, büyük örgüt ve grupların otorite ve baskısından çok daha güçlüdür. Çünkü küçük grupların manevi yaptırımı çok daha ağırdır. Bu tür manevi baskıya maruz kalan bir birey, sırf arkadaşlık, dostluk, dayanışma uğruna katlanır bazı şeylere, vicdanının sesini bastırır. Gruba dışarıdan gelen herhangi bir saldırıya karşı çok daha duyarlı ve uyanıktır. Grup, su sızdırmaz bir “dayanışma” ruh haline girer ve işte böyle bir ortamda, grup içinde sivrilen bir “invisible” (görünmez) yönetim ya da hatta tek kişilik otorite, grubun diğer üyelerinin gözlerine mil çekip, onlara istediği her şeyi dayatır, yaptırır, yanıbaşlarındaki arkadaşlarını katletmelerini bile sağlayabilir. Bunun Türkiye’deki ilk örneği, Aydınlık hareketinden ayrılmış küçük bir grubun, içlerinde yer alan bir arkadaşlarını (tanıdığım çok iyi bir devrimciydi Adil Ovalıoğlu) katletmeleridir. 1971 yılında meydana gelen bu olay, basına “sandık cinayeti” diye geçmiştir. Çünkü, cinayeti işleyen failler, arkadaşlarının cesedini bir sandık içinde denize atmaya çalışırken yakalanmışlardı.
Küçük arkadaş çevrelerinin manevi baskısının gençler üzerinde olağanüstü bir yönlendirici etkisi olduğunun örneklerini Yarılma’da da vermiştim. Örneğin, 10 Kasım’da saygı duruşu sirenlerini duymayıp yoluna devam eden bir adamın, DTCF’nin önünde saygı duruşu yapan biz gençler tarafından nasıl dövüldüğünü anlatan olay…Kendimi olumsuz örnek vermiştim bile bile. Linçci arkadaşlarımın elinden kurtardığım halde, sırf onlarla arayı açmamak için adama nasıl kötü davrandığımı anlatmış ve şöyle bağlamıştım:
“İnsanın üzerindeki en büyük baskının, sistemin ya da devletin baskısı olmayıp, çevresinin, yakın arkadaşlarının toplumsal baskısı, kınanma korkusunun baskısı olduğunu gösterir bu. Bu yüzden, üç beş arkadaşının kınayıcı nazarlarına dayanamayacak kadar korkak bir genç olduğumu saptamak zorundayım.” (Yarılma, s. 402, İletişim Yayınları)
Geçmişteki (belki bugün de) hizipleşme ve gruplaşmalarda da yakın arkadaş ilişkileri son derece belirleyici olmuştur. Örneğin, Aydınlık grubunun ilk önder kadrosu, gerçekten de yakın arkadaş konumundaki “asistanlar grubu”nca, THKP-C, esas olarak SBF’den arkadaş olanlarca, THKO ise, ODTÜ’lü arkadaş çevresince oluşturulmuştur.
Küçük grubun, arkadaş çevresinin manevi baskısı öyle bir şeydir ki, insana cinayet işletebilir, itiraf yaptırabilir, hemen yanıbaşında yer alan haksızlıklara göz yummasına neden olabilir. Bana kalırsa, Stalin’in 1930’lu yıllardaki büyük temizlikleriyle fiziki olarak yok edilen Bolşevik Partisi’nin devrimci anılarını hâlâ muhafaza eden yüz binlerce üyesinin ortadan kaldırılmasında da böylesi bir “aile” psikolojisinin büyük rolü olmuştur. Evet, Bolşevik Partisi büyük bir partiydi ama koca Rus toplumunu, iç sömürgeleriyle birlikte tek başına ve demir bir elle yönetme sorumluluğunu alınca kendini vahşi, daldalı bir denizdeki küçük bir tekne gibi hissetti. Bu duygu, Bolşevik Partisi’ni topluma kapadı ve kendi içinde özel işaretleri, özel hiyerarşik kodları (“devrim öncesinden beri parti üyesi…”) ve duygusal tepkileri olan geniş bir aileye dönüştürdü adeta. İşte Stalin, Bolşevik Partisi’ni, devrimci anılarıyla birlikte toptan ve külliyen mezara gömmeye karar verip bunu uygulamaya giriştiğinde, bu “aile” psikolojisinden çok yararlandı. Sanılmasın ki, o ölümcül itirafları veren Bolşeviklerin hepsi bunu ağır maddi işkence karşısında yaptı. Tek varlıkları “Bolvik aileleri” olmuş çok sayıda komünist, partilerine ve davaya hizmet ettiklerine, parti ve dava için son bir görev yerine getirdiklerine inanarak ve böylece yoldaşlarının takdirlerini kazanacaklarını düşünerek imzaladı kendilelerinin ve yoldaşlarının ölüm fermanlarını. Sorgucular, sahte ve yalan ifade alırken “partiye hizmet” manevi baskısından çok yararlandılar. İşin ironik yanı, böylesi bir gayretle ifade imzalayanların büyük çoğunluğu gerçekten de iç savaş sınavından geçmiş Bolşeviklerdi ama başsavcı Vişinsky de dahil olmak üzere sorgucuların hiçbiri Bolşevik değildi. Neredeyse hepsi alelade polisti. Hatta bir kısmı, Çarlık polisi Okhrana’dan istihdam edilmişti.
Gelin de, George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’ni hatırlamayın. Domuz Napolyon’un, büyüdüklerinde diğer hayvanları ısıracak ve kovalayacak köpek yavrularını karanlık bir mahzende kendi elleriyle besleyişini.
Gün Zileli
1 Ekim 2009