Karanlığın içinde yanıp sönen ışıklar var, hâlâ!
Varoluşsal neşe sahiplerine, delilere, kaçıklara, ötekilere, isyancılara, baldırıçıplaklara, yoksul bırakılmaya çalışılan gönlü zengin “yoksullara”, toplum mühendislerinin idealist sistemlerine uymadığı için ezilen türbanlılara, kendi korkularına kılıf geçirmek için değil, kendisi olmak için isyan edenlere; anarşistlere ve dün tekrar Filistin’deki siyonist işgale karşı ellerindeki taşlarla ve sevgileri ve öfkeleriyle direnişe geçen “Filistin’li kardeşlerime”, “müslüman teröristlere”; Cezaevlerindeki “isyancı kürt çocuklarına”, yine İsrail’deki Cezaevlerindeki itaatsizlere; vicdani retçilere, yahudilere. Özyıkımları pahasına zorbalığın her türlüsüne karşı savaşanlara… – “29 Eylül 2009″ ya da basit anlar birlikteliğinin görünen sonucu.
Uygarlık kelime anlamının altındaki tarif edilmesi harikulade zor ve yitip giden; yokedilen; görünmezleştirilmiş tekillikler de barındırmakta. Tekilliklerin “bilinen bütün” ile birlikte oluşu ise; aynı zamanda bütünün mekanik bütün olmadığının hatırlanmasını zorunlu kılıyor. Bütünlüğün, mutlaklıkla olan ilişkisinin sorgulanmadığı nokta da ciddi tehlikelere kapı açabiliyor. Pek çok farklı “süsteki” araçsal akıl taraftarı; newton’dan miras kalan mekanik ve maddeci bir bütünsellik ile kendi makinalarının çarklarında eriyecek dişliler aramakta; kendi farklı nedenleriyle araçsallaştırılmakta olanları, en küçüğünden büyüğüne kadar iktidara koşmakta olanlar; görünmez hapishanelerinde gönüllü tutsak olmalarına da neden olabilmekte.
“Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu, verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki… Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, birşey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmıyacak insanla biraraya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım…” Tezer Özlü
Endüstriyelist sistemin ve diğer içsel “makinalarının” etkilerinden mutlak olarak kaçınılamayacağının gerçekliği; korkutucu olabilmekte, ancak bilince çıkarıldığında da, korkunup kötürüm edici etkisinin görece de olsa, şimdiden etkisizleştirilebilmesinin potansiyeline de sahip olabilmenin koşullarını yaratmakta. Planlı programlı, şablonların ve reçetelerin kendi yaratıcı ve yıkıcılığı ve hemen hepsinin varoluşsal düzen arzusu ve uyumlulaştırma, kendisine benzetme çabası ise bir sistemik yapı kurabilmenin olmazsa olmazı gibi görünmekte…
Ey insanlar, “karanlıkta olanlar”, “aydınlıklarından gözleri kamaşmış ve göremeyenler”, karanlığın ve aydınlığın ayrılmazlığını görenler; iyinin ve kötünün ötesinde başka bir hayat var; herkesin kendisi olabildiği bir hayat…
Karanlığın Ötesinde, Jan Valtin (Richard Julius Hermann Krebs), Kibele Yayınları, Temmuz 2009, Çeviri: Gün Zileli
Eylül Ayı’nın başındaki İzmir-Karaburun’daki, “Karaburun Bilim Kongresi”ne katıldım tesadüfen daha çok. Neden mi? Ne yol param vardı oraya gidebilecek, ne de günlüğü 30 YTL gibi bir karşılığı olan pansiyonların “ihtiyaçlarını” giderebilecek bir ekonomik kaynağım, tüm “yoksulluğun” getirdiği imkansızlığa rağmen, arzu için ve hayal kurmak için yeterli gücüm vardı. Endüstriyel hapishaneler; şehirlerin tarifi imkansız sıkışıklığı ve hemen her tarafınızda görebileceğiniz harikulade yıkıcılığı; olmayan imkanları tekrar gözden geçirmek için önemli bir nedendi de.
Fikret Başkaya’nın Televizyonlardaki boy boy sınırsız ve kablosuz internet mucizesi 3g’nin mükemmelliğinin altındaki köleci gizemini(1) ifade etmesini okuduğumdan beri, kendisi ile tanışma imkanının olması da, aynı şekilde kaçışın organizasyonu için gerekli enerjiyi daha da besliyordu. Tabi ki; yanında da Bergama’daki “herşeye rağmen” devam etmekteki Siyanürlü altın çıkartmaya karşı direnen “isyancı köylülerin” seslerine doğrudan ulaşabilme ihtimali de vardı. Birde “aydınlanma ve insan hakları” düzeninin hediyesi; cezaevlerinin “Türkiye” özelindeki tarihsel değişim süreci ve güncel işkence biçimlerine direnenlerin seslerini, derli toplu dinleyebilme ihtimali. Henüz, bu topraklarda “işini bilen” girişimcilere açılmamış olan “varlığa karşı baskıcı kurumun, işkence uygulama merkezleri”nin tarihini bir kez daha başka bir bakıştan öğrenmek önemliydi. Çünkü aynı tarihsel ve güncel bilgi; söylemsel radikalliklerine toz kondurmayan “küresel bakçıların”; “bu topraklarda tutmayacak olmasından dolayı gündemlerine almamalarının” nedenlerine de işaret edebilecekti, belki de. Ve “direnistanbul”un genelde geri olarak kategorize edilen yaşamlarda “ne yazık ki! hala” bulunmayan ileri ve ilerlemenin hediyesi “küreselleştirilmeye çalışılan tecrit sisteminin sessiz ölüm mekanının” söylemsel olarak bile bir karşı çıkış ifade etmemesinin, bazı nedenlerine de işaret edebilirdi…
Çadır göçebeliği için, eskiden kalma bir çadır ve bir uyku tulumu bulduğumda aynı zamanda yol arkadaşım ve sevgilim “Ezgi”nin de “yol ve yemek” desteğiyle, Karaburun’a doğru yola çıktık ve vardıkta… Vardığımda, daha öncesinden kısa sohbetimizin olduğu ve çay içtiğimiz Gün Zileli’yi gördüm sanki. Ancak emin olmadığımdan bakışımı kaçırıp Fikret Başkaya’nın ilk sunumuna yetişmeye çalışıyordum. Göçebeliğin kaçınılmaz yüklerini; bir kenara bırakma arayışındayken, “Gün Zileli”nin dürtmesi ile tedirgin oldum ancak risk alarak “- Selam Gün” ile kendisiyle tanıştığımızdan emin oldum, biraz gülüştük; tedirgince bakışlarımı kaçırmam ve şansımı denememden ötürü de, en azından benim gülüş nedenim oydu. Sonrasında da kendisinin daha önceden çevirdiği kitaplarında olduğu standa gittik, ayaküstü konuşurken. Jan Valtin’e bakıp kitabın arka kapağını okudum. Şimdi hatırlayamayadığım kısa bir sohbet sonrasında, kitabı karıştırmaya devam edince -kesinlikle ilgimi çekmişti- Gün, kitabı almak isteyip istemediğimi sordu, lakin pratikte mümkün olmadığından çaresizlikle geri bırakırken “Yayınevi hediye vermiş olur” diyerek kitabı uzattı ve Jan Valtin ile tanışmama vesile oldu. Kitabın önüne kısa bir not düşerek; “Emre’ye sevgilerimle -Parası alınmıştır ha ha ha- ve imza ve de son; tarih: 4 Eylül 2009 Karaburun…”, karşılığında gülerek “yasadışı”, pazardan alınmış tütünden birkaç tane sararak hediye ettim.
“I. Dünya Savaşının hemen ardından büyük bir devrimci yükseliş yaşandı. Bu yükselişin dünya çapında ortaya çıkarttığı örgütün adı Komintern‘di. Alman Komünist Partisi, bir milyon üyesiyle ve beş milyon seçmeniyle, Komintern’in, muhtemelen SBKP’den de güçlü, en büyük partisiydi. Bu yükseliş 1930′lara doğru giderek yavaşladı ve karşı bir yükselişle yüz yüze geldi: Nazizm. Jan Valtin, Alman Komünist Partisi adına liman işçileri arasında çalışma yapan, Komintern görevlisi bir denizci. 1920′li ve 1930′lu yıllarda bütün bu gelişmeleri yakından ve içerden yaşamış bir komünist. Anlatımları, tamamen kendi yaşadıklarına ve gözlemlerine dayanıyor. Alman Komünist Partisi, Komintern, GPU, Gestapo, Nazizm, SA’lar, SS’ler, 1923 Hamburg ayaklanması vb. üzerine, Nazizmin Yükselişini yazan W.L. Shirer’den, Komintern’i yazan F.Claudin’den öğrendiklerimizin çok daha fazlasını öğreniyoruz Valtin’in otobiyografisinden. 1941 yılında Amerika’da ilk kez yayımlandığında bir milyon sattıktan sonra soğuk savaş döneminin karanlıkları içinde kaybolan ve sadece bir avuç entelektüelin bildiği bir kitap haline gelen, soluk soluğa okunan bu müthiş otobiyografinin bugün Türkçede elimize ulaşması, onun “karanlığı delip ötesine” geçme gücüne sahip olduğunun önemli kanıtlarından biridir.” Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, Arka Kapak
Hediyeyi biraz karıştırdım ve çantaya koydum, ertesi günden itibaren okuyarak yaklaşık 15 günde bitirdim. 840 sayfalık bir kitap için oldukça uzun bir süre, ancak anlatılan pek çok detayla birlikte kimi zaman gemilerde macera içinde bir yolculuğa çıkarken bazende; ayaklanmanın içinde vurulan insanların acısını yaşamak, daha güzel bir dünya umudu ve iyi niyeti ile “parti makinasının” sakladığı bilgilerinde etkisiyle partiye üye olan insanların mücadelelerini an ve an okumak hem bir taraftan heyecan verici oluyor. Ancak kaçınılmaz olarak nesneleştirilenlerin yaşadıkları da okumayı zorlaştırıyor… Açıkçası kendi bilgi birikimimin sınırlılığından da ötürü ve yaşananların birçoğunun aidiyetin teslim edildiği partinin ve bürokrat liderlerin kararları doğrultusunda oluyor olması acıtıcı olandı daha fazla… Yoksa Lenin ve Troçki’nin öldürdüğü Kronstad’takilerden ve Ukrayna’daki köylülerden haberdardım ama yine de bir kere daha hatırlamak ve detayları ile, “başka bir tarafın” gerçekliğinden dinlemek etkileyici oluyor. Kaçınılmaz bir özdeşleşmeye neden olabilecek otobiyografik anlatımın kendi doğası gereği tarihe bakışınızı teslim alabilme ihtimali de bir başka sorunlu olabilecek noktaydı. Ve neredeyse her bölüm sonrasında, hayallerime biriken ağır bir yük ve çoğunlukla da acıydı… Acılardan görece kurtulmamı sağlayan duygu ise şimdiki kendi varoluş biçimimdi. Herhangi bir parti ya da bir grup makinasının bir dişlisi olmadığımı ve aksine makinanın dişlileriyle birlikte şimdiden yıkılması yönündeki basit çabalarım biraz olsun iyi hissetmemi sağladı pek çok defa, birlikte olduğumuz arkadaşlarla sürekli “kavga” da ediyorduk, tartışıyordukta aynı zamanda dayanışma ve yardımlaşmanın varlığı gibi. Tabi ki hayatta, acı olacaktı, sevgi gibi, hüzün gibi ve sevinç gibi, birbirinden ayrılamaz yaşam-ölüm gibi… Ancak yaşamanın biçimi; kendi önemini bir kere daha hatırlatıyordu… İtaat etmek; evet ama yalnızca ölümün ve yaşamın varlığını korumak için; bu gerçekliğe “hayata” itaat etmek… Ölümü ortadan kaldırmaya çalışan bilime de ve taraftarlarına da; ölümsüzlüğe “yıkıcı” bir direniş aynı zamanda…
“Pandomim, komünarların ilerleyişini temsil eden vahşi bir ritimle başlıyor, idam mangasının silahları ateş almadan önce, “vive la commune! / yaşasın komün!” haykırışları ve acıklı iç çekişlerle sona eriyordu ” sf. 218
Valtin Kitap’ta haykırıyordu, yaşadıklarını basit bir slogan olmanın ötesinde ve acıyla da. Lenin’in ve Troçki’nin Kızıl Ordusu’nun önderliğinde, köylülerin katledilmesini de anlatıyor kısada olsa, zafer için. GPU’nun “komünist demokratik” infazlarını anlatıyor. Kendisini de teşhir ederek, acımasızca yaptıklarını anlatarak. Almanya’daki Nazi’lerin iktidarını sağlayan önemli nedenlerden biri olmuş olan Stalinist Politikaları ve Komintern uygulamalarını da anlatıyor… İktidarın “ahlaksızlığını”, iktidar savaşının her yolu meşru gören etiksizliğini/”ahlaksızlığını” da…
Şimdi de olduğu gibi, neredeyse hepsi işçilerin çıkarlarını korumakta olduğunu söyleyen sendika ve parti bürokratlarının zevki sefa alemlerini de. Genelde aşağılanıp hor görülen “seks işçilerinden” politikacı/hesapçı olmayan sevgi dolu yardımlarını haykırıyor ve öldüğünde cenazesine katılan sıradan insanların/işçilerin hüzünlü veda törenini.
Valtin (Richard Kreps) sonrasında, mucizevi bir şekilde ABD’ye kaçıyor. Nazileri yine mucizevi bir şekilde aldattığı pratikteki sahte ancak kendisi gerçek olan “Gestapo ajanı kartını” basarak kendisini gerçek Nazi/Gestapo Ajanı ilan eden “Komünist Parti gazetesi”nin hikayesini de…
Ve son söz; Valtin’in planlı-programlı-reçeteli “ideolojik köleliğe” katılmadan önce yaşadığı gibi;
Şimdiki dünyayı yıkacak olanlar ve daha güzel bir dünyayı yaratacak olanlar “her sınıftan” yoksullar, yoksulluktan hesapçılıkla kaçmayanlar ve acıyla yüzleşenler; kendi yaşamlarında yaşayarak yaratacaklar, şimdi yarattıkları ve kafesleri(ni) parçaladıkları gibi.
Büyük Gösterinin figüranları, solcu, anarşist lafazanlar, bürokratlar topluluğu, Avrupa Birliği fonlarının, huzurlu, güvenli, uyumlu yaşamlarının sadık itaatkarları ise; salt yıkıcı zenginlikleriyle mutlu mesut yaşayacaklar mı “sonsuza kadar”, ne dersiniz?
1: 3g sizi mutlu eder mi? – Fikret Başkaya
<http://www.ozguruniversite.org/baskaya_G3.php