Emrah Cilasun’un Aşk ve Devrim sitesinde geçenlerde yayımlanan “Karanlık Bir Kitaba Dair” yazısının sonunda, “proletarya diktatörlüğünde, muhalefetin teşvik edilmesi ve hatta Karanlığın Ötesinde gibi kitapların okunabilmesi ve tartışılması gereklidir” deniyor.
Bugüne kadarki “proletarya diktatörlüğü” örnekleri ve Emrah Cilasun’un, bu “kötü örnekleri” (belki de “iyi”, bakışa göre değişir) her ne pahasına olursa olsun savunmak için çalakalem yazılar yazma gayreti, böylesi vaadlere inanmayı pek teşvik etmediği gibi, Kırk altı yıllık ömrünün yarısından fazlasını komünizm için mücadeleye adamış Jan Valtin’e yazısı boyunca yaptığı açıktan ve üstü kapalı belden aşağı saldırılar, kandırılmamız olanağını ortadan kaldırmaktadır. “Proletarya diktatörlüğü” diye sunduğu “özgürlük cenneti”nin inandırıcı olmaması değil önemli olan; bizzat Emrah Cilasun’un yazısında da (ve Karanlığın Ötesinde de) göreceğimiz gibi, onca badire yaşamasına rağmen, Gestapo’da gördüğü işkence sonucunda evinde kaldığı çiftin dışında (onların da hiçbir şeyle ilgili olmadığını, kendisini gazeteci olarak tanıdıklarını, eve kiracı olarak girdiğini söylemiştir) hayatında hiç kimseyi ele vermemiş bir devrimciyle, polisin önüne düşerek yoldaşlarının yerlerini tek tek gösteren, onları vurduran, devrime ve devrimcilere ilişkin en iğrenç polisiye karalamaları papağan gibi tekrarlayan, vurulmaktan korkmaktan çok artık insan içine çıkamayacağı için devletin estetik ameliyatlarıyla yok edilen Şemsi Özkan’ı bir çırpıda özdeşleştiren sözlü şiddet, düşüncesizlik ve suçlama kolaycılığı Emrah Cilasun’un “özgürlükçü proletarya diktatörlüğü”nü daha şimdiden inandırıcı olmaktan çıkartmış bulunmaktadır.
Kavramlar ve Karalamalar
Emrah Cilasun’da kavramlar karmakarışıktır ya da ortaya atılan kavramların ya karşılığı yoktur ya da temeli. Örneğin yazısının başlığına “karanlık kitap” adını vermiş ama yazının hiçbir yerinde bu büyük iddiayı kanıtlayacak bir şey, bir iddia yok. Emrah Cilasun kitabın adının “Karanlığın Ötesinde” olmasından yararlanmış sadece. Kitabın orijinal adı “Out of the Night”tı. Eğer “Gecenin Ötesinde” diye çevirseydim, bu pek zekice sözcük oyunundan yararlanamayacak, örneğin “gecenin kitabı” diyemeyecekti.
Emrah Cilasun’a göre, Valtin’in otobiyografisi “90’ların başında yayımlanan komünizmin kara kitabına rahmet okutturmaktadır.” Bu tür lüzumsuz kitaplar okumam ama anladığım kadarıyla komünizmi karalayan o bildik kitaplardan biri bu. Keşke o kitaptan birkaç örnek verip bizi tenvir etseydi Emrah Cilasun. Kendisinin bu tür lüzumsuz kitaplar ve köşe yazıları okumaya pek meraklı olduğunu biliyorum.
Yine yazısının sonlarına doğru, Valtin için, “Amerikan değerlerinin yılmaz savunucusu, kararlı bir anti-komünistti” demiş. Başka bir yerde de, “Valtin’e göre, Komünizm eşittir Faşizm”dir iddiasını ileri sürmüş.
İşte şimdi burada duralım bakalım. Sanıyorum burada bir kavram karışıklığı söz konusu. “Amerikan değerlerinin yılmaz savunuculuğu” iddiasına, yazının, Valtin’in Amerika’da yaşadıklarıyla ilgili bölümüne gelince kısaca değineceğim. Burada sadece, “anti-komünist”lik ve “komünizm eşittir faşizm” üzerinde duracağım.
Karanlığın Ötesinde’yi açın, okuyun. 840 sayfalık kitapta komünizmin aleyhinde tek cümle bulup gösterin, ben yazarlığı da, çevirmenliği de bırakacağım. İddia ediyorum, tek bir cümle yoktur. Tersine, Jan Valtin (yani Richard Krebs) bu kitabı yazdığı ve yayımladığı 1940’ların başlarında bile devrime ve komünizme son derece bağlı bir insandır. Hatta bunu bırakalım, kendisine onca acı yaşatmış Komintern’in ideolojik etkisinden bile tam kurtulamamıştır. Bazı değerlendirmelerinde hâlâ Komintern’in bakış açısını yakalamak mümkündür. Bazı olayları anlatırken, yine o eski Komintern aparatı oluvermekte, yer yer, eskiden haşladığı parti yöneticilerinin üstündeki Komintern müfettişi havalarına bile bürünebilmektedir.
Hatta Valtin’in doğrudan yaptığı Stalin eleştirileri bile yetersizdir. 1940 yıllarının başlarında henüz “reel sosyalizmi” eleştirecek teorik donanımdan yoksundur.
Bununla birlikte anlattıkları, Stalinist diktatörlüğün ve Stalinist örgüt mekanizmalarının nasıl bir ölüm çarkı olduğunu ortaya koymaktadır. Zaten Emrah Cilasun’u ve onun gibilerini esas rahatsız eden de budur. Jan Valtin, tonlarca anti-Stalinist laf etse, teorik yazı yazsa, Cilasun ve benzerleri şu günkü ortamda başlarını çevirip bakmazlardı bile. Ama Valtin’in gücü ve inandırıcılığı, tamamen somut olaylara dayanmasından gelmektedir. Emrah Cilasun, Richard Krebs’in (yani Jan Valtin’in) yazdıklarının anı değil, roman olduğunu söylemektedir. Eğer öyle olsaydı gerçekten, hayatında tek bir roman bile okumamış Emrah Cilasun bu kitabı da okumayacaktı.
Şimdi gelelim Cilasun’un Valtin’le ilgili anti-komünizm ve komünizm eşittir faşizm iddialarına…
Aşama aşama gidelim. Stalin’i eleştiren herkes anti-komünist değildir. Stalin’i eleştiren çok sayıda komünist, anarşist ve devrimci vardır ve bu insanlar bu eleştiriyi üstelik komünizm ya da toplumsal devrim adına yaparlar. Öte yandan, her komünist olmayan da anti-komünist değildir. Komünist olmadığı halde komünizmle herhangi bir sorunu olmayan çok sayıda insan vardır. Hatta komünizme karşı olan, Stalin’in şahsında ya da değil, komünizmi eleştiren herkese de anti-komünist denemez. Örneğin birçok liberal vardır komünizmi şiddetle eleştiren, (aynı Emrah Cilasun’un yaptığı gibi) Stalinizmi komünizmle özdeşleştirip yerden yere vuran. Bu tür insanlar dahi anti-komünist olarak değerlendirilemez, onlara “sen anti-komünistsin” denemez. Anti-komünizm, daha çok 1950’lerdeki soğuk savaş döneminde yaygınlık kazanmış özel bir deyimdir. Anti-komünizm, faşistliğe yakın aktif bir komünizm karşıtlığıdır. Örneğin faşistlerin ve nasyonal sosyalistlerin hepsi anti-komünisttir. Faşizme yakın duran muhafazakar sağcıların bir bölümü de aktif komünizm aleyhtarlıkları dolayısıyla anti-komünisttirler. İşin daha da ilginci, bu anti-komünistler, tersinden bir yol kat ederek Emrah Cilasun ve benzerlerinin vardığı yere varırlar ve işlerine öyle geldiği için Stalin’le komünizmi özdeşleştirirler. Neden işlerine öyle gelir? Çünkü Stalin, onların saldırmak istediği komünizmin aşil topuğudur. Stalin’le komünizmi özdeşleştireceklerdir ki, Stalin’in bütün suçları komünizme bulaşsın ve Stalin’le birlikte komünizm de yıkılıp gitsin, bir taşla iki kuş vurmuş olsunlar. Komünizmi gerçekten yaşatmak isteyenler ise, komünizmin Stalin’le ilgisiz olduğunu savunurlar. Çünkü komünizmi kurtarmanın başka çaresi yoktur.
Konumuza dönecek olursak. Jan Valtin, kitabında, davaya bağlı bir komünist olarak çıkmaktadır karşımıza, komünizme yönelik herhangi bir olumsuz söz etmemektedir. Bu yüzden de anti-komünizmle yakından uzaktan bir alâkası yoktur. Valtin’e ve benzerlerine “anti-komünist” diye saldırmak, Stalinistlerin, Stalin’e yapılan her eleştiriyi anti-komünizmle özdeşleştirme taktiğinin ürünüdür (örneğin bir Stalinist, kitabı çevirmeye başladığım günlerde, bana, “Gün, sen anti-komünist ve karşıdevrimcisin, seninle tartışmam” demişti. Emrah Cilasun, sanırım, tüm dünya çapındaki devrimci kalkışmalarda yer aldığı çok açık olduğu için, Valtin’le ilgili olarak “karşıdevrimci” deyimini kullanmaktan kaçınmış ama zaten anti-komünist, otomatikman karşıdevrimci anlamına gelmektedir).
Komünizmi faşizmle eşit görenler ise sadece liberallerdir, yani bu özel bir liberal teoridir. Öte yandan, Stalinizmle komünizmi özdeşleştirmeyen, hatta tersine ayırt etmeye önem veren, anarşistler, sol komünistler, Troçkistler, bilumum Stalin karşıtı komünist ve devrimciler arasında, Stalin’le faşizmi eşit görüp görmeme konusunda görüş ayrılıkları vardır. Örneğin Troçkistler, Stalinizmle faşizmin eşit görülmesine karşı çıkarlar. Bir kısım anarşist Stalinizmle faşizmi eşit görür, bir kısmı ise bu ikisini tefrik etmekten yanadır. Şahsi fikrimi söyleyecek olursam, Stalinizmi, bırakın faşizmle özdeş görmeyi, faşizmden daha da beter bir şey olarak görürüm. Bu, daha uzun ve ayrı bir makalenin konusudur ama kısaca görüşümü belirteyim: Mussolini ve Hitler’in öldürdüğü komünistlerin sayısı, Stalin’in öldürdüğü komünistlerin sayısının onda birine bile yetişemez. Stalin’in komünist katliamı milyonlara varır, tüm Bolşevik Partisini fiziki olarak ortadan kaldırmıştır. Hitler’in kendi partisi içindeki rakiplerine karşı yürüttüğü “uzun bıçaklar gecesi” operasyonu ise sadece yüz elli kadar Nazi’nin öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Keza, anarşist, devrimci, çingene, eşcinsel katlamında Stalin’in Hitler’den hiç geri kalır yanı yoktur. Hitler’in Stalin’e tek “üstünlüğü” Yahudi katliamıdır. Bu konuda gerçekten Stalin Hitler’le yarışamaz ama 1950’lerin başlarında, Sovyetler Birliği’ndeki anti-semitist kampanya, Sovyetler Birliği’nde ve diğer Doğu Bloku ülkelerinde, özellikle komünist partiler içindeki Yahudi temizlikleri, Hitler’in bu konuda Stalin’den ancak birkaç gömlek üstün olduğunu ve zihniyette aslında pek bir fark olmadığını göstermektedir. Stalin rejimi, insanların fısıltıyla da olsa konuşma, gizlice de olsa örgütlenme, kısacası soluk alma olanakları açısından Hitler rejiminden çok daha sıkı bir rejimdir. Toplumu cendere altına almakta, Stalin’in GPU’sunun yanında Hitler’in Gestapo’su solda sıfır kalır. İşkencede her iki rejim de birbiriyle yarışır. Gestapo kaba işkencede daha ileri olmakla birlikte, tutuklulardan ifade alma teknikleri açısından yine GPU’nun epeyce gerisindedir.
Valtin’in komünizmle faşizmi özdeş gördüğü ise tam bir iftiradır. Emrah Cilasun, Stalin’le komünizmi özdeş gördüğü için böyle değerlendiriyor durumu. Oysa bunun gerçekle ilgisi yok. Valtin, evet her iki diktatörlüğü, yani Nazi ve Stalinist diktatörlüğünü bir arada suçluyor ki, bence bunda hiçbir yanlışlık yok. Yanlışlık sadece, Valtin’in kitabında da yer yer yansıyan, diktatörlükler-demokrasiler paradigmasıdır. Bu noktada Valtin, belki de Amerika’da yaşıyor olmasının etkisiyle zaman zaman liberal bir bakışaçısına kayar gibidir. Bu nokta eleştirilebilir ama bu kadar. Bunun ötesinde, Valtin’in bakışaçısı genelde devrimcidir.
Ne var ki, Emrah Cilasun, Valtin’i kötü göstermeyi kafaya koymuştur bir kere. Ne akıl, ne izan, hiçbir şey onu durduramayacaktır. İşte örneği: “Richard Krebs…SSCB’nin, Komintern’in, Alman Komünist Partisi’nin ve bunların kadrolarının ne denli üçkâğıtçı, hilebaz, despot, seks düşkünü, entrikacı olduğunu iddia etmekle kalmamakta…” “Richard Krebs, Karanlığın Ötesinde, Wollweber’i, çizilebilecek en kara portrelerle okuyucuya takdim edecekti.”
Kitabı okuyanlar görecektir. Hiç de öyle değildir. Jan Valtin, çektiği onca acılara rağmen, olabildiğince objektif kalabilmesini bilmiş bir otobiyografi yazarıdır. Wollweber’i hiç de tamamen kara bir tablo olarak resmetmemiştir. Alman Komünist Partisi’nin neredeyse tüm önderliği Hitler iktidara geldikten sonra kaçarken, onun, o zor koşullarda nasıl cesaretle partiyi toparladığını, Nazilerin tren istasyonundaki aramaları sırasında, ülke çapında şiddetle arandığı halde soğukkanlılığıyla nasıl kurtulduğunu dürüstçe anlatmaktan geri kalmaz Valtin. Bu konuda takdiri hak edecek kadar objektif olmasını bildiği halde, ne yazık ki, objektiflikten nasibini almamış, ne pahasına olursa olsun karalama peşinde koşan Emrah Cilasun tarafından bir çırpıda üstü çizilmiştir. Hatta, Valtin’in, Wollweber’i, Donanma ayaklanmasında kahraman bir işçi önderi olarak gösteren tasviri bile, şehir yanlışlığı bahanesiyle kınama nedeni olmuştur.
Diğer yandan, Valtin, hiç de Komintern’i, Alman Komünist Partisini ve kadrolarını, Emrah Cilasun’un yakıştırdığı deyimlerle karalama çabasında olmamıştır. Ben şahsen Jan Valtin’den çok şey öğrendim Komintern ve Alman Komünist Partisi hakkında. Keza, Almanya’da 1920’lerdeki devrimci durum ve işçi sınıfının kahramanca mücadeleleri hakkında da.
Gerçekten bilmiyordum Komintern’in dünyanın her yerinde faaliyet yürüten bu kadar güçlü bir örgüt olduğunu. İnsanların devrim isteğinin yarattığı bu örgütün her yana böylesine dal budak saldığını.
Tamamen 1920 yıllarının büyük devrimci coşkusuna dayanarak büyüyen Alman Komünist Partisi’nin, 6 milyon seçmeni ve 1 milyon üyesiyle bu kadar güçlü bir parti olduğunu da Valtin’den öğrendim. Yöneticilerinin hata ve beceriksizlikleri, yapısındaki bozukluklar ne olursa olsun bu partinin o yıllarda devrimi temsil ettiği kesindir, bunu da Valtin öğretiyor bize.
Üstelik Valtin’in “kadroları” karaladığı tam bir iftiradır. Hatta Valtin, yeri geldiğinde gadre uğrayan yöneticileri de savunur. İleride adlarını vereceğim, Alman Komünist Partisi’nin Stalin tarafından ölüme gönderilen yöneticilerinin adlarını bildiği kadarıyla tek tek sıralar. Jan Valtin, bu konuda, iyi bir hatırat yazarından beklenebilecek en yüksek duyarlılığı göstermiş ve tefrikçi davranmıştır. Olumsuz gördüğü kadroların bile yeri geldiğinde hakkını vermekden geri kalmadığı gibi, iyi kadroları yoldaşça bir sevgiyle, hayırla anmıştır. İşte bunun en güzel örneği Edgar Andree’dir. Edgar Andree, Alman Komünist Partisi’nin en üst yönetici kadrosundan, Partinin silahlı birimlerinin baş örgütçüsüdür. Ölümünden sonra adı, İspanya’da çarpışan enternasyonal brigadelerden birine verilmiş komünist bir kahramandır. Onu bütün kitabı boyunca sevgiyle anmış ve Hitler’in cellatları tarafından başının baltayla vuruluşunu edebi bir anlatımla ölümsüzleştirmiştir. Stalinist bürokrasiler tarafından yazılmış hangi kitapta vardır komünist kahraman Edgar Andree’nin cellatları karşısında gülerek ölüme gidişinin o yürek yakan heroik anlatımı? Buna yanıt vermediğin zaman sadece iftiracı bir “tarih yapıcı” olarak kalmaktan kurtulamayacaksın Emrah Cilasun.
Öte yandan Jan Valtin çok güzel bir şey yapmış, kâzıp şöhretlerin ve sahte kahramanların (örneğin Dimitrov’un), hepimizin başının üstünde bir yerlere konmuş beton heykellerini oradan alıp yere indirirken, tarihte yok edilmiş gerçek kahramanları hak ettikleri mertebeye yükseltmiştir. İşte Stalin’i eleştirdi diye GPU tarafından gemiyle Sovyetler Birliğine kaçırılan anarşist Bandura, işte Dimitrov’a kafa tuttu diye Sovyet toplama kamplarında yok edilen komünist işçi Arthur Samsing, işte Hitler’in cellatları tarafından baltayla başı vurulan kızıl denizci johhny Dettmer, işte Gestapo canileriyle boğuşarak kendini altıncı kattan aşağı atan işçi Karl Burmeister, işte tüm organları paramparça edilinceye kadar Gestapo tarafından işkenceye çekilip öldürülen Jan Templin, işte Nazilere karşı kurulmuş gizli matbaada kendini feda ederek yoldaşlarının kaçmasını sağlayan Alexander Popovics, işte işçilerden ve işsizlerden yana el koyma eylemleri nedeniyle Almanya’da “kızıl Robin Hood” diye tanınıp, “işçi devleti” diye bildiği Sovyetler Birliği’ne gittiğinde işçilerin içler acısı durumuna açıkça karşı çıktığı için GPU tarafından boğularak öldürülen Max Hoelz, işte Nazilerden kaçmak için gittiği Fransa’da GPU tarafından ağaca asılarak öldürülen Willy Muenzenberg… ve başkaları ve başkaları…
Bununla da kalmıyor Jan Valtin, “gerçek kahraman kitlelerdir” düsturunu hatırlatırcasına kitabının her satırında ezilen işçilerin fedakarca mücadelelerine yer veriyor. İnsan Jan Valtin’i okuyunca, sınıfa ilişkin zayıflamış inancını güçlendiriyor. Denizcilerin, omuzlarındaki tüfeklerinin namlularını yere doğrultarak savaşı reddetmeleri ve ayaklanmaları Jan Valtin’de destansı bir şekilde anlatılmaktadır. Ben Jan Valtin’den öğrendim Almanya’da da Rusya’dakine benzer bir devrim olduğunu; şehirlerdeki işçi ve asker ayaklanmasının bu kadar büyük boyutlarda olduğunu gerçekten bilmiyordum. Hamburg’da işçilerin molotof kokteyliyle kendilerini polis zırhlılarının altına atışlarını da Jan Valtin anlatıyor, Emrah Cilasun. Gördüğüm kadarıyla bunlar yüreğinizde en ufak bir kıpırtı yaratmamış. Sayısız deniz isyanında işçilerin nasıl ölümü göze aldığını ve geri adım atmadığını da Valtin’den öğreniyoruz. Ama elbette, bu grevlerin dar politik çıkarlarla satıldığını da öğreniyoruz sizin duraksamaksızın “karanlık kitap” ilan ettiğiniz Karanlığın Ötesi’nden. Kitapta anlatılan Murmansk’taki manzaraların yüreğimizi yakması da çok doğal. Üstelik bunlar sosyalizm adına yapıldığı için daha da acı verici oluyor. Murmansk’ta gece gündüz çalışan ve yorgunluktan kaldırımlara yığılan işçileri anlatmasa mıydı Jan Valtin? Gözlerini mi yumsaydı, ağır iş koşulları dolayısıyla iş yavaşlatmaya giden Murmansk işçilerinin dört yüzünün tutuklanıp, önderlerinin GPU tarafından kurşuna dizilmesine, kendine sansür mü koysaydı?
Hayal Mahsulü Olan Ne?
Emrah Cilasun’un, Jan Valtin’in yazdıklarını yalanlamak için dayandığı tek kaynak var: Bizzat kendisinin “anti-komünist” bir yazar olduğunu söylediği Ernst von Waldenfels adlı Alman yazarın kitabı. Waldenfels’in yukarda açıkladığım ölçüler açısından gerçekten anti-komünist olup olmadığını bilmem mümkün değil elbette. Almanca bilmiyorum ve sanırım bu kitabın İngilizce ya da başka dillerde bir baskısı yok. Emrah Cilasun, kitabı özetleyerek bize aktarmak yerine Türkçeye çevirirse biz de bu kaynağı doğrudan inceleme olanağına kavuşuruz. Diyelim ki, Waldenfels gerçekten anti-komünist bir yazar olsun. O zaman, komünizmin “yılmaz savunucusu” Emrah Cilasun’un, aşağı yukarı kırk sayfa tutan uzun yazısında tek kaynak olarak Waldenfels’e dayanması (iddia ettiği gibi Jan Valtin üzerine “yegane” değildir Waldenfels’in çalışması. Bu konuda, İngilizcede başka kaynaklar da vardır. Örneğin, Lynn Walsh’ın Fortress Books’tan yayımlanmış çalışması) iyice tuhaf ve düşündürücüdür. Jan Valtin’i anti-komünist bir “roman” yazmakla suçlayan Emrah Cilasun’un Valtin’i yalanlamak için dayandığı ve kanıtlar getirmeye çalıştığı tek kaynak, anti-komünist bir yazara aittir! Hani olmaz değil, anti-komünist bir yazardan birkaç kanıt da bulunup gösterilebilir ama dayanılan tek kaynak “anti-komünist” olunca, insanın aklına, acaba yalanlanan ne sorusu gelmiyor değil. Eğer Waldenfels gerçekten anti-komünistse, sakın çabası, bal gibi de komünist olan ve hayatını bu uğurda harcamış bir komünisti yere sermek olmasın?
Kaldı ki, “anti-komünist” yazar Wandelfels’ten Emrah Cilasun’un yaptığı aktarmalar, Karanlığın Ötesinde’de anlatılan olayları, yer, zaman ve isimler de dahil olmak üzere neredeyse yüzde seksen ölçüsünde doğruluyor. Emrah Cilasun, Jan Valtin’in anlattıklarını, bir yaşam öyküsünü özet halinde yeniden anlatmak hevesine kapılıp yazısını bu kadar uzatmasaydı, aktardıklarının yüzde sekseni gereksiz olacaktı. Çünkü bunlar zaten Valtin’in kitabında aynısıyla vardı.
Ne var ki, Emrah Cilasun, “anti-komünist” yazar Waldenfels’in yalnızca somut olaylara ilişkin belgelerine vb. yer vermekle kalmamış, onun kanaatlerine de yer vermekte, hadi Cilasun’un pek sevdiği ve sık sık kullandığı bir deyişle belirtelim, beis görmemiş. “Waldenfels’e göre kitap, otobiyografiden çok doğru bilgilerle hayal mahsullerinin iç içe geçtiği bir romandır.”
Waldenfels yine insaflıymış. Stalinizmin yılmaz savunucusu Emrah Cilasun’u, yazısını yazdıktan sonra bilgilendiren bazı “anarşist dostlarına” göre, İngiltere’deki bazı “elit” komünistler bu kitabın tamamen “fiction” olduğu kanısındaymışlar ve onların bu yüksek kanaatleri, daha çeviriye başlamadan önce Gün Zileli’ye “uyarı babında” aktarılmış. Yalancının mumu ne zamana kadar yanar, bu konudaki atasözü doğru mudur bilemem ama bana bu konuda bir “uyarı” gelmedi, bu “anarşist dost” bu “bilgiyi” bana kitap yayımlandıktan sonra ulaştırma gereğini duydu. Bu gereği duymasının tek nedeni de beni kişisel nedenlerle demoralize etmekti. Tabii ki, demoralize olmadım, yok bir bakıma oldum denebilir. Bu “anarşist dost”un ahlâk ölçülerini açık seçik görmüş olmaktan demoralize oldum bir ölçüde. Öte yandan, “uyarı” zamanında yapılsaydı da elbette dikkate almayacaktım. Aklını kaçırmış “elit”lerin saçmalıklarına kulak asmayacak kadar aklım vardı ve kitabı okuduğumdan, onun “fiction” ya da “bestseller roman” olduğu zırvalamalarını bir kenara itip kitabı yine çevirmeye girişirdim. Doğrusu ya ben bu kitabı, samimiyetten ve dürüstlükten uzak “anarşist Stalin dostları” ve iflah olmaz Stalinistler için çevirmedim.
Şimdi gelelim Waldenfels’in iddiasına. Bir kere, her otobiyografi veya biyografi biraz roman, her roman da biraz otobiyografi ve biyografidir. Çünkü her iki tür de insan yaşamları ve kişilikleri üzerine kuruludur, her ikisinde de doğru bilgilerle hayal mahsulü unsurların iç içe geçmesi doğaldır. Öte yandan, her iki tür de önemli bir sübjektiflik unsuru taşır. Yazarın kendi bakış açısı ve değerlendirmeleri ister istemez her iki türde de yansır. Diğer türlere göre daha çok yansır demek istiyorum. Burada önemli olan, olayların esas akışının, ana doğrultunun gerçeğe uygun olmasıdır. Hele Karanlığın Ötesinde gibi savaşın göbeğinde, 1941 yılında yayımlanmış, suçladığı iki tarafın, Stalin Rusya’sı ile Nazi Almanya’sının kapışmak üzere olduğu olduğu bir dönemde yazılmış bir kitabın bazı noktalarda “hayal mahsulü” şeyleri devreye sokması kaçınılmazdır. Çünkü olaylarda rol alanlar henüz aynı rollerini oynamaktadır, bir kısmı hâlâ Nazi ya da GPU hapishanelerinde tutuklu bulunmaktadır, bir kısmı, bu iki ölümcül mekanizma tarafından aranmaktadır. Bu durumda Jan Valtin’in bazı olayları ve isimleri şu ya da bu ölçüde gölgelemesi, işin içine “hayal mahsulü” şeyler katması, bazen zorunluluk dolayısıyla mekân ve zaman değişiklikleri yapması, tahmin etmek güç değildir ki, kaçınılmaz olmuştur. Buna rağmen Valtin’in elinden geldiğince gerçeğe sadık kalma çabası sadece takdire şayandır. Kitabı okuyanlar bunu çok iyi anlayacaklardır.
Geri kalanı değerlendirme meselesidir. Şimdi vereceğim örnekteki değerlendirmeyi “anti-komünist” Waldenfels mi, yoksa Emrah Cilasun mu yapmaktadır, belli değildir; şöyle deniyor: “Valtin’in… Firelei ile birlikte olmasını yasaklayan parti zorbalığı tamamen hayal mahsulüydü.”
Buyrun bakalım! Şimdi bunu, Firelei ile de parti ile de iç içe olan, olayları sıcağı sıcağına yaşamış Jan Valtin mi daha iyi bilir, yoksa daha o zaman belki de çocuk olan Waldenfels ya da bu dünyada bile olmayan Emrah Cilasun mu? “Hayır böyle bir şey yok” diyenin kesin kanıt getirmesi gerekir diyeceğim ama bunun da kanıtı olmaz ki! Ne yani, Stasi başkanı Wollweber’den gidip belge mi getireceklerdi, “vallahi billahi böyle bir baskı yapmadık” diye. Getirseler neden inanalım ki Wollweber’e? Jan Valtin, kitabında Avatin’in (ki onu sever aslında) Firelei ile ilk karşılaştığı an nasıl aşağılayıcı davrandığını anlatır. Böyle bir olayın olmadığını Emrah Cilasun nasıl iddia edebilir ki?
Kaldı ki, bizim geçmişte kendi yaşadıklarımız bunun olduğuna inanmamızı o kadar teşvik edici ki… Geçmişte (belki şu anda bile) çok sayıda insan parti emirleriyle evlendirilip, parti emirleriyle boşandırılmamış mıdır? Parti emirleriyle çiftlerin birleşmesine ya da ayrılmasına ya da evlenemeyeceklerine karar verilmemiş midir? Bırakın onu, benimHavariler’de anlattığım gibi, çocuk yapılıp yapılmamasına bile partiler karar vermemiş, anasının karnındaki çocuklar bile parti kararlarıyla aldırılmamış mıdır? Waldenfels’in komünist örgütler içinde böylesi bir deneyimi olmadığını tahmin edebiliriz. Peki ya Emrah Cilasun?
İnsanın sınıfsal kökenini ortaya koyuşu bile oldukça sübjektif bir bakışaçısı meselesidir. Bu yüzden böyle şeyleri sorun etmek, Waldenfels gibi, diyelim ki, orijinal tarihi buluşlar peşinde koşan meraklı bir yazar için hoşgörülebilir ama Emrah Cilasun gibi artık kırk yaşlarına dayanmış ve bu kırk yılın daha ağırlıklı bölümünü komünist çevreler içinde geçirmiş biri için biraz tuhaf kaçmaktadır. Öylesine sübjektif bir şeydir ki gerçekten bu sınıf meselesi, örneğin ben kendimi Osmanlı aristokrasisine mensup birisi olarak da tasvir edebilirim, Bulgaristan’daki aşağı sınıfların mezhebi Bogomillerden gelen kökten anarşist bir ailenin üyesi olarak da. Çünkü ikisinde de doğruluk payı var.
Ne “suç” işlemiş Jan Valtin? Babası orta sınıf mensubu bir kaptan olduğu halde, ailesini proleter bir aile olarak göstermiş. Ne var bunda? Diyelim ki, böyle bir çarpıtma yapmış olsun. Bu bile Valtin’in bir “kara kitap” yazmadığının delilidir aslında. Demek burjuva bir geçmişle övünmek istemiyor, hâlâ kadim komünist geleneklere bağlı. Belki “anti-komünist” yazar Waldenfels sınıfı adına buna alınmış olabilir. “Bak edepsize, benim gibi burjuva sınıfından olduğu halde, sınıfını inkâr edip kendini proleter gibi göstermeye çalışıyor” diyebilir. Evet ama “proletarya adına” mücadele ettiğini sandığım Emrah Cilasun’a ne oluyor? Ha evet anladım şimdi. Valtin’in ailesinin burjuva olduğunu kanıtlarsa onun “sınıf” güdülerinin peşinden gidip “anti-komünist” olduğunu da kanıtlamış olacak. Bana kalırsa Waldenfels’in zekası Emrah Cilasun’a göre bir gömlek daha üstün. Üstelik Waldenfels daha objektif. Sonunda Valtin’in ailesinin sefalete düştüğünü, proleterleştiğini, dolayısıyla Valtin’in de sıradan bir gemici olarak hayata atıldığını kabul etmiş. Emrah Cilasun da ustası Wandelfels’in bu bulgularını aktarmak zorunda kalmış ama biraz gönülsüz.
Üstelik Emrah Cilasun, bunca mücadele tecrübesine rağmen, Waldenfels’in ayak izlerinden ilerleyerek komünist hareketin uygulamaları konusunda onunla birlikte aynı hataları yapıyor. Şu Moskova’daki parti okulundan ya da Lenin okulundan söz ediyorum. Waldenfels, Komintern arşivlerinde Richard Krebs’in (Jan Valtin) adına rastlamamış. Yahu burayı Westminister College mi sandınız? Dünyanın dört bir yanında mücadele edecek komünist örgütçüler ve ajitatörler yetiştiren, en gizli görevlere atanan militanları eğiten, üstelik dünya çapında gerçekten kuşatılmışlık altında yaşayan ve bu kuşatılmışlığını kendi paranoyalarıyla on misli çoğaltan bir ülkede açılmış bir okulun mensupları açıkça isimleriyle kayıtlara geçecek, öyle mi? Waldenfels bir de gitmiş saf saf oralarda kayıtları aramış. O kayıtların sahte olduğuna, yani isimlerin hepsinin sahte olduğuna kalıbımı basarım. Haydi “anti-komünist dostu” Waldenfels böyle bir saflık yaptı, en kıçıkırık örgütlerin militanlarının bile, geçerliliği olsun olmasın kod adı kullanmadan şurdan şuraya adım atmadığını bilen Emrah Cilasun nasıl olup da bunu inandırıcı bir delil olarak önümüze getirmiştir? Galiba olay, Waldenfels’in biraz fazla safça, Emrah Cilasun’un ise eline geçen her şeyi kullanacak kadar kurnazca olmasından kaynaklanıyor.
Waldenfels değil ama dostu Emrah Cilasun “komünist önderler” konusunda oldukça alıngan. Alıngandan da öte, onları kondukları yüksek lahitlerden ve tanrılar katından yeryüzüne, normal insanların arasına indirmeye hiç de niyetli görünmüyor. Bilmiyorum, böyle bir zihniyet değişikliği olmadan bizlere vaat ettiği “özgürlükçü proletarya diktatörlüğü”nü nasıl gerçekleştirecek? Örneğin ne zaman Dimitrov’un adı geçse bir tuhaf oluyor Cilasun. “Komintern hiyararşisinin en tepesindeki (ah bu tepelere düşkünlük. Rahmetli Cengiz Çandar da gençliğinde aynı böyle düşkündü tepelere. Sonra Turgut Özal tepelerine çıktı) yetkili” Dimitrov’un yanına bile yaklaşamazmış Jan Valtin. Kardeşim, Dimitrov yaşadığı dönemde şimdiki gibi bir tanrı değildi ki, normal bir insandı, yöneticiydi falan ama bizim işçi Arthur Samsing bile gidip onu sevgilisiyle eğlendiği kumar merkezinde yakalayıp hesap sorabiliyordu. Stalin bile, inanın ki, yaşadığı dönemde, ölümünden sonraki kadar tanrı değildi. Eugenia Ginzburg,Anafora Doğru kitabında, Gorki’nin cenazesinde onu yakından gördüğünü yazıyor. Demek daha o zamanlar, yani daha tam tanrı olmadan sıradan fanilerin arasına karışabiliyormuş. Kaldı ki, Valtin’in sözünü ettiği dönemde Dimitrov “en tepede” değildi. Henüz Komintern’in “batı sekreterliği”nin başındaydı.
Ayrıca, ne kadar bürokrat, kadrolara karşı ne kadar lakayt olursa olsun, ben Jan Valtin’in anlattığı Dimitrov’u, sonraki tanrı Dimitrov’a yüz kere tercih ederim. Buram buram losyon kokan, sevgilisiyle tatile giden, gereğinde kahkaha atan bir Dimitrov yine de çok daha insandır. Valtin’in çizdiği tablolar, Wollweber ve Dimitrov da dahil, bir yandan onların bürokrat yüzlerini açığa çıkarırken, bir yandan da onları tüm insani zaaflarıyla insanlaştırıyor, daha tahammül edilir kılıyor. Emrah Cilasun bunun da farkında değil. Değil mi acaba?
Şu “şehvetli kadınlar” mevzuu da Cilasun’u çok rahatsız etmiş nedense. Bir kere belirtmeliyim ki, “şehvetli kadınlar” nitelemesi Emrah Cilasun’a aittir, Valtin’e değil. Valtin hiçbir yerde böyle bir nitelemede bulunmuyor. Öte yandan, kadının “şehvetli” olması neden kötü olsun ki? Erkek için nedense kullanılmaz bu niteleme. “Şehvetli erkek” biraz tuhaf kaçar. Oysa “şehvetli” olmak kadın için de, erkek için de son derece doğal, insani, hatta olması gereken, doğal bir durumdur. Partili kadınların sekreter olarak parti bürokratlarının ihtiyaçlarına koşulmasını ne kadar eleştirirsek eleştirelim, yine de o zamanki “şehvetli” partili kadınların, daha sonraki, örneğin bizim dönemimizdeki veya 1970’lerdeki erkek görünümlü “kız kurularına” göre çok daha olumlu olduğunu düşünüyorum. Örneğin bir Maria Shapiro… Hiç de yadırgamadım. Beğendiği genç bir erkeği yatağına alması neden kötü olsun ki. Bu onun en masum eylemidir. Kötülüğü, başka hinoğluhin davranışlarda değil de şehvette aramak hangi mantığın ürünüdür? Bence, Valtin’in bu alanda anlattıkları, o dönemde, demin belirttiğim bürokratların hizmetine sunulma mevzuu dışında, Komintern, hatta Stalinizm açısından olumlu bir puandır.
Öte yandan “şehvetli kadınlar” konusunda, dahil olduğu geleneğin tutucu anlayışlarının kurbanı olduğu anlaşılan Emrah Cilasun, bence yine aynı mantıkla, “şehvetlilik” silahını kullanmakta hiçbir beis görmemektedir. Örnek: “Alfred Bem, kadınlara olan meşhur zaafının kurbanı olmuştu.” Hele hele Firelei’yi gözden düşürmek için, hiç gereği yokken, onun Valtin dışında “başka bir yoldaşla” birlikte olduğunu hikâye etmesi, sadece Cilasun’un faullü bir oyun çıkardığına işaret eder. Kaldı ki, kitaptan da anlaşılacağı gibi, Firelei’ye Valtin’in öldüğü söylenmişti. Bu durumda kocasının öldüğünü düşünen bir kadının kendine başka bir eş araması gayet doğal değil midir? Hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamaya dikkat eden “tarih yapıcı” Emrah Cilasun, en azından bu “ayrıntıyı” atlamasaydı, ona “kırmızı kart” göstermeyecektim ama hak etti.
Bu başlık altında son ve önemli bir nokta kaldı. “Krebs’in her zamanki yoldaşlarının hayatları, Jan Valtin’in anlatımıyla (anlatımıyla?), ya Hitler’in ya Stalin’in toplama kamplarında son bulacaktı.” Evet, Valtin yeri geldikçe bu tür kamplarda ya da mahzenlerde hayatlarına son verilenlerin isimlerini anıyor, doğru. Ne var ki, bunu yalnız o değil, kitaba çıkarttığım biyografik notlarla ben de belirtiyorum. Kabahat benim de değil. Google’dan ve Wikipedia’dan buldum ben bu bilgileri. “Gözlerimin içine değil”, aşağıda, bu biyografik notlardan, baştan başlayıp sayfa sırası izleyerek çıkarttığım isimlere, karşılarındaki doğum ve ölüm tarihlerine ve bu tarihlerin yanına parantez içinde düştüğüm harflere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız:
- Karl Radek (1885-1939) (S)
- Ernst Thaelmann (1886-1944) (H)
- Hugo Eberlein (1887-1944) (S)
- Edgar andree (1894-1936) (H)
- Max Hoelz (1889-1933) (S)
- Fritz Heckert (1884-1933) (S)
- Gregori Zinoviev (1883-1936) (S)
- Heinz Neumann (1902-1937) (S)
- A. Bandura (…….) (S)
10.Solomon Losovsky ( 1878-1952) (S)
11.Osip Piatnitsky (1882-1938) (S)
12.Bela Kun (1886-1939) (S)
13.L.D.Trotsky (1879-1940) (S)
14.N. Buharin (1888-1938) (S)
15.Willy Munzenberger (1880-1940) (S)
16.Hermann Remmele (1880-1939) (S)
17.Robert Stamm (1900-1937) (H)
18.Christian Heuck (1892-1934) (H)
19.Hermann Schubert (1886-1938) (S)
20.Camillo Berneri (1897-1937) (S)
21.Hans Kippenberger (1898-1937) (S)
22.Kurt Sauerland (1905-1938) (S)
23.Otto Eggerstedt (2886-1933) (H)
24.Marinus van der Lubbe ( 1909-1934) (H)
25.John Schehr (1896-1934) (H)
26.Mathias Thesen (1891-1944) (H)
27.Yury Pytakov (1890-1937) (S)
28.I.N.Smirnov (1881-1936) (S)
29.Mihail Tughachesky (1893-1937) (S)
Bir “ajan”ın Ajandası
Şimdi gelelim, Jan Valtin’in, kitabında anlattığı, Komintern ve GPU’nun talimatıyla, Gestapo’yu kandırıp “ajan” rolü oynama olayına.
Bu konuda Waldenfels’in yargısı tam olarak belli değil, daha doğrusu Emrah Cilasun onca “ayrıntı” içinde bunu nakletmeyi ihmal etmiş. Kendisi ise, doğrudan doğruya böyle bir şey söylememekle birlikte, yazısında kullandığı ifadelerle ve Wollweber’in yayımlanmamış anılarını yorumsuz bir biçimde aktarışıyla, okuyucusunda, Jan Valtin’in, Gestapo’ya GPU’nun emriyle sızdığı değil, gerçekten Gestapo ajanlığını kabul ettiği ve karısı Firelei’nin de Nazilere teslim olduğu izlenimini yaratmaya, en azından GPU’nun Valtin’e Gestapo’ya sızma yönünde talimat verdiğini karartmaya çalışmaktadır. İşte kullandığı ifadeler:
“Neticede piyon olarak kurban edilmiş bir adamın hikâyesi…”
“Wollweber, Hermine’den (Firelei’den) şüphelenmeye başladı…”
“Hermine, sorgucularına her şeyi anlattı…”
“Kendi isteği ile komünizmden vazgeçen Hermine Krebs…”
“Richard Krebs… komünist dogmadan vazgeçtiğini ifade eder… 5 maddelik taahhütnameyi sunar.”
“Gert Conrad… Saefkow ve Richard Krebs’in Gestapo safına geçtiklerini anlatacaktı.”
“Gestapo’nun gerçek Krebs’e ikna olması bir iki haftayı aldı.” (bu sürecin çok daha uzun sürdüğünün anlatıldığıKaranlığın Ötesinde’ye böylece gölge düşürmeye çalışıyor.)
“Bu dosyalarda, Richard Krebs’in 1933’e kadar ISH’deki faaliyetleri, kendi el çizimiyle hazırladığı ISH’nin örgütsel yapısının şeması, toplam 59 ISH kadrosunun adları bulunmaktadır.” (Bunu Jan Valtin de anlatmaktadır, ancak bu bilgiler artık kadük olmuştur. Emrah Cilasun ise sadece Jan Valtin’in bu bilgileri “sansürleyerek” anlattığını belirtmektedir.)
“Artık Gestapo için çalışacak olan Richard Krebs…”
“Gerçek planının, KDP üyeliğinden istifa eden, Nazilerden aldığı izinle Almanya’ya geri dönen Hermine’yi kaçırmak olduğunu ve bu yüzden Nazileri oyalaması gerektiğini yoldaşlarına anlatması mümkün değildir.” (Tabii Emrah Cilasun’a anlatması da mümkün değildir.)
“Yaptığı oyunla Nazilerin elinden kurtulan Richard ise, o özgül ortamda, yoldaşları için haliyle (haliyle?) şüpheli konumundadır.”
“Wolweber anılarında, Krebs’in, Gestapo’yu kandırarak ajan olduğunu kendilerine rapor ettiğini, Gestapo’dan aldığı belgeleri, yoldaşlarını ikna etmek için masaya yığdığını, fakat kendisine güvenilmediği için tecrite alındığını…yazar.”
“… komünist gazete, Richard Krebs’in, Gestapo kimlik kartıyla birlikte fotoğrafını yayınlayınca, oyun (oyun?) bitmişti.”
“Gestapo ajanı Krebs’in ABD’ye gelmekte olduğunu bildirdi…”
“Gestapo ajanı Krebs ve komünistler…”
“Gestapo ajanı Richard Krebs’in Staten İsland’da görüldüğünü yazdı.”
Esas konuya girmeden bir noktayı belirteyim. Ortada, örneğin Gestapo ajanı gibi kesin belirlenmiş bir niteleme yoksa, kural, o nitelemeyi tırnak içine almaktır ve Emrah Cilasun da bunu çok iyi bilir. Buna rağmen, kanımca ihmalden değil, bilinçli ve kasıtlı olarak Emrah Cilasun bu ifadeyi sık sık tırnaksız kullanarak, tabirimi mazur görün ama kullanmak zorundayım, Wollweber’den bile alçakça davranmıştır. Wollweber ve GPU çetesi hiç değilse açık davranmış ve açıktan “bu adam Gestapo ajanıdır” diye yayın yapmıştır. Ya Emrah Cilasun? Bunu açıkça söyleyemiyor ama söylüyor, okuyucunun kulağına kar suyu kaçırıyor, ben “başkasının yalancısıyım” demeye getiriyor. Firelei ile ilgili olarak da aynı şeyi yapıyor. “Parti üyeliğinden istifa etmiş”. Valtin böyle bir bilgi vermiyor ve nitekim Firelei’nin Almanya’da tutuklanması tersini daha inandırıcı kılıyor. Öte yandan “istifa etmiş” olsa ne olur ki? Bu onun otomatikman Nazilerin safına geçtiğini mi gösterir? Bu ne parti bağnazlığı, hem de artık bu saatte.
Şimdi, daha fazla uzatmadan olayın özüne gelelim. Şu soruları sormak istiyorum:
- Valtin ve (kitapta belki bilinçli olarak gölgelenmiş) Saefkow’un, GPU’nun içeri ulaştırdığı bir talimatla değil de, kendi kararlarıyla Gestapo’yu kandırmaya kalkışmaları, buna karar vermeleri mümkün müdür? Böylesine merkeziyetçi bir partinin üyelerinin, böyle bir cesaret ve inisiyatif göstermeleri hiç akla mantığa uyuyor mu? Hem de o çetin koşullarda? Valtin, böyle bir şey yapmanın, GPU tarafından ölüm emrinin imzalanmasıyla aynı anlama geldiğini bilemeyecek kadar saf ve örgüt mekanizmaları konusunda bu kadar habersiz biri midir?
- Valtin, gerçekten Gestapo ajanı olsa, haydi bunu bırakalım, kendi kararıyla bu oyunu oynasa, koşa koşa Komintern’in ve GPU’nun Kopenhag’daki merkezine gidecek kadar aptal mıdır? Bu yolculuğun ölüme yolculuk olduğunu, daha oraya gider gitmez, Avatin gibi ajan avcılarının derhal kendisini tutuklayıp ensesine kurşunu sıkacağından bu kadar mı habersizdir?
- Hadi diyelim ki, “iyi kalpli” GPU ve Wollweber, ondan kuşkulandığı halde böyle bir şey yapmadı, GPU nasıl olur da kuşkulandığı birisi aracılığıyla Gestapo’ya yanlış bilgi sızdırır. “Gestapo ajanı” Jan Valtin’in ilk işinin, getirdiği raporların Gestapo’yu yanıltmak amacını taşıdığını “patronlarına” söylemek olacağını bilmez mi? Bunu ben bile düşünüyorsam, herhalde bu konularda kurt oğlu kurt olan “Wolf”weberler haydi haydi düşüneceklerdi, öyle değil mi?
- Son soru: Jan Valtin Gestapo ajanı olsa, neden karısını ve çocuğunu Almanya’nın dışına çıkartmak için o kadar çırpınsın? Tek başına bu bile, hem Wollweber’e, hem de bu tartışmayı izleyen bizlere Valtin’in davaya bağlı kaldığını ve Gestapo’yu gerçekten kandırdığını anlatmıyor mu? Adam, gider Gestapo’ya, kendisinden kuşkulandıklarını, açığa çıktığını söylerdi. Başka danışmanlık işleri alırdı ve karısıyla, çocuğuyla Almanya’da rahat rahat yaşardı. Neden bunu yapmadı? Neden yapmadığını, yani Valtin’in davaya bağlı olduğunu Wollweber çok iyi biliyordu. Valtin gerçekten ajan olsaydı iş kolaydı. Wollweber’ler için en tehlikeli unsurlar, işte Jan Valtin gibi, davaya bağlı kalmaya devam eden ama kendilerine de kafa tutanlardı. Bir an önce tasfiye edilmeleri gerekiyordu.
Amerika Faslı
Emrah Cilasun’un yazısının en zayıf kısmı, Jan Valtin’in Amerika’ya gittikten sonraki yaklaşık on yıllık serüvenini anlattığı bölümdür. Bu bölümde Emrah Cilasun, bu sefer Valtin’in Amerika’nın “adamı” olduğunu ispatlama çabasına girmiştir. Ne var ki, onun Valtin’in hayatına ilişkin aktardıklarıyla, Amerika’nın “adamı” olmak hiç de bağdaşmamaktadır. Emrah Cilasun’un, Waldenfels’ten aktardıklarına dayanarak, Valtin’in başına Amerika’da neler geldiğini öğrenelim:
Amerika’ya kaçak giriyor. Gemide enterne edilmek isteniyor, kaçarak kayıplara karışıyor. Kendine geçici bir kimlik uyduruyor. Metrolarda yatıp kalkıyor. Amele pazarında iş arıyor. Boyacılık gibi işlerde çalışıyor. Gestapo’da gördüğü işkencenin sonucu olarak ciğerleri su topluyor ve ölümden dönüyor. 1941’de Göçmenlik Bakanlığınca sorguya çekiliyor. Sınırdışı edilmekten zor kurtuluyor. FBI tarafından izleniyor. FBI mektuplarını çalıyor. FBI şefi Hoover, Valtin’den hiç hoşlanmıyor. Onun hakkında Nazilerle bilgi alışverişi yapıyor. Gestapo, FBI’dan Valtin’in eski yıllardaki suç çetelesinin açıklanmasını istiyor. Kasım 1942’de Gestapo ajanı kuşkusuyla tutuklanıyor. Toplama kampında kalıyor. CIC tarafından sorgulanıyor. Beş kişilik vatandaşlar jürisinin kararıyla altı ay sonra serbest bırakılıyor. Ağustos 1943’de, Amerikan vatandaşı olmadığı halde askere alınıyor. Japonya’da savaşıyor. Ormanlarda, ölümüne yol açacak ölümcül bir virüs kapıyor. Ancak 1947’de Amerikan vatandaşlığına kabul ediliyor. 1951’de, askerdeyken kaptığı virüs ve Gestapo’da gördüğü işkence nedeniyle 46 yaşında ölüyor.
Emrah Cilasun, Jan Valtin’in CIC’daki sorgusunda verdiği ifadeleri de “kuşku” konusu yapmaya çalışmaktadır. Örneğin, San Quantin’de, GPU’nun emriyle birisini öldürmeye teşebbüs etmesi olayında “susma hakkı”nı kullanmasını sorun etmektedir. Moskova’daki Lenin okulunu anlatmamasına vurgu yapmaktadır. Hamburg ayaklanmasında sadece bisikletli kurye olarak bulunduğunu söylemesini ayıplamaktadır.
Oysa bundan doğal bir şey olamaz. Sığındığımız ülkede hangimiz polise doğruyu söyledik ki? Hele “suç” o ülkede işlenmişse, hangimiz “samimi” itirafta bulunuruz ki. Geçmişte yaptıklarımızı, eğer bu yapılanlar o devlet makamlarını rahatsız ediyorsa saklamak, bu mümkün değilse önemsizleştirmek en doğal şeydir. Hatta doğrusu da budur.
İşin daha da ilginç tarafı, bütün bunlardan sonra Emrah Cilasun, Valtin’in CIC’a “samimi itiraf”larda bulunduğunu da iddia etmektedir. Ne var ki, bu samimi itirafların neler olduğuna dair doğru dürüst bir örnek bile verememektedir. Böyle bir örnek veremediği gibi, Valtin’den, “Amerikan değerlerinin savunucusu” olduğunu kanıtlayan ikna edici bir alıntıda getirememektedir. Hadi Karanlığın Ötesinde’yi geçtim. Bu kitabı yazdığı zaman henüz Birleşik Devletler’de yeniydi. Bundan sonra o kadar yazılar, öyküler yazmıştır, CIC’da falan o kadar ifade vermiştir. Hiç mi yoktu bu “değerleri” şöyle oturaklı bir şekilde savunduğu sözleri, satırları? Bula bula, oğluna okulda verilmiş Bugünkü Sovyetler Birliği dergisinden şikayetçi olmasını, bunu okul müdüriyetine yansıtmasını bulmuş Cilasun. Şilili ya da Türkiyeli biri, kaçtığı ülkesindeki diktatörlüğü öven yayınlardan şikayetçi olsa kimse onları bulunduğu ülkenin “değerlerini” savunmakla suçlamaz. Ama benzeri bir şeyi Jan Valtin yaptığı zaman, bir anda “Amerikan değerlerinin” savunucusu ilan edilir.
Don Levin adlı bir yazar Valtin’e kitabını yazması için yardımcı olmuş, onu teşvik etmiş. Bunda ne var allahaşkına? Yazın alanında herkesin birbirine yardım etmesi son derece doğaldır. Emrah Cilasun’a da yardım edilmiş, o da kitaplarını yazması ve yayımlaması için teşvik edilmiştir.
Velhasılı kelam…
Wollweber, Valtin’i harcadı.
Ya Emrah Cilasun? Bence bu yazısıyla o sadece kendini harcadı.
Gün Zileli
25 Eylül 2009
(*) Bu yazınını kısaltılmış hali Mesele Dergisinin Aralık 2009 tarihli 36. sayısında yayımlanmıştır.
Temur inceel
26 Eylül 09 / 9am
#1
Geriye söylenecek bir şey bırakmamışsınız. Halim Kar’ın da Devrimci Demokrat Sitesinde Jan Valtin konusunda iyi bir yazısı var. Hatırlatayım dedim.
Baki son selam
26 Eylül 09 / 9am
#2
Emrah Cilasun şaşırmışytır:)
Ali Tereli
26 Eylül 09 / 9am
#3
Gün abi, Emrah abi, ikinizide seviyorum. ikinizde milliyetçe vatansever abilerimizsiniz. Yazımda belirkttiğim gibi neden birbirimizi yiyoruzki. Gün abi eniştem birde dost yapalım diyor, iyi gidermiş. Bakalım kısmetse yaparız.
Muzır
26 Eylül 09 / 9am
#4
Yani birbirinizi yemeyin, bizim dükkandan tost yiyin mi diyorsun Ali hahaha…
Anıl
26 Eylül 09 / 9am
#5
Gün Zileli, Cengiz Çantar’ın gerçekten öldüğünü mü sanıyor, yoksa bu bir espri mi?
Diyabetik bela
26 Eylül 09 / 10am
#6
Emrah Cilasun’un yazısı/tavrı karşısında -Halim Kar’a katılıyorum;
“Olaylardan kopuk, gelişigüzel tartışmalar artık dedikodu tadından başka birşey kimseye vermiyor. Birde bazılarının bireysel (‘ben daha fazla biliyorum’ misali) egolarını tatmin etmeye çalışmasından başka.”
http://www.devrimcidemokrat.com
Fantagiro Bambini
26 Eylül 09 / 10am
#7
Bence espri yapmış, ama buna inandığını da düşünüyorum.. eski zaman devrimcisi Cengiz Çandar’dan bir eser yok ya, onun için demiştir.
Hurşit Öz
26 Eylül 09 / 9pm
#8
Kutlarım, iyi bir yazı olmuş sayın Zileli. Okurken yüreğimin yağı eridi. Ancak “daha alçakça” deyimini kullanmayacaktınız bence. Bazı şeyler, öyle düşünseniz, hatta haklı olsanız bile kamusal alanda ifade edildiği zaman insanları rahatsız etmektedir. Yazıya yönelik tek eleştirim budur.
Hurşit Öz
26 Eylül 09 / 9pm
#9
Halim Kar’ın yazısını da okudum, yukarda bir arkadaş tavsiye etmiş de. Halim Kar’ın yazısı bu yazıyı destekleyici mahiyette, yalnız onun dilinde de biraz keskinlik buldum. Bilmiyorum Halim Kar’ın Valtin’le ilgili yazısını sitede yayınlayacak mısınız? Ben dilin üzerinde duruyorum, önemli olduğunu düşünüyorum. Keskin dil daima sahibine zarar verir.
seyreltilmiş sirke
26 Eylül 09 / 10pm
#10
Yazılanları ben de okudum valla helal olsun ben hep özenirim keskin sirke tavrına, çünkü bazen bu gerekir. Karşı tarafın tarzı bu olduğundan değil, kısasa-kısasdan dolayı değil. Öfkesini de dışa vurmalı insan gerektiğinde, “daha alçakça” deyimi içten geldiği gibi oluş biraz, ama asıl kesinliğini buradan almıyor. Yapılan saldırılar çok saçma. Altı boş. bunun verdiği bir isan duygusuyla yazılmış gibi geldi bana. Çok da haklı buldum. Sayın Gün, bir gazeteci olarak diyemediğim pek çok şeyi demişsiniz. ama bir kişiye ama destekçi ve cümlesine. Ağzınıza sağlık.
seyreltilmiş sirke
26 Eylül 09 / 10pm
#11
Çandar esprisi de çok komik ama bir yandan da çok acıklı.
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 12am
#12
Selamlar;
Gün Zileli’nin çevirdiği, “Karanlığın Ötesinde” kitabını bitirebildim. Öncelikle Nazi iktidarına yol açan; iktidara yürümelerini sağlayan nedenlerin önemli bölümlerinden birisi olan Komintern ve Leninist Devletçi Sosyalist politikaların görece bakıldığında çok daha otoriter ve faşist(klasik anlamıyla Mussolini’nin ideolojileştirdiği faşizmin kılıf değiştirmiş biçimi) biçimlerinin gerçekleştirildiği Stalinist bir çok komünist tarafından da sunulan desteğin tarihsel bağlarıyla açıklaması ve bunu gerçekleştirirkende sorumluluk sahibi isimlerin/“hedeflerininde” belirgin olarak açık ifade edildiği bir kaynak olarak Türkçe’de yer alması; oldukça önemli bir çaba.
Araştırmanın konu özelindeki farklı perspektiflerden üretilmiş bilgileri günışığına çıkartması sebebiyle Sistematik otoriterizm/devletçi faşizm savunucusu bir perspektiften olsa da, Emrah Cilasun’un anti-komünist yazar/araştırmacı “Waldenfers” in kaynaklıklarının belirleyeciliği ağırlığındaki ürettiği bilgiler, uygar saldırganlığın sosyalist etiketli halinin “eşsiz sistematik yıkıcılığını ve otoriter yüzünü” gözler önüne sermede bir başka önem arzetmekte. Ancak Cilasun’un güncel Sosyalizm biçimleri (21yy sosyalizmi, eko-sosyalizm, Brezilya-MST; “Otonomcu doğrudan demokrasici sosyalizm”) taraftarları ve aktivistleri tarafından farklı biçimleriyle ve derecelerde; açık bir biçimde yerden yere vurulan; neşeyle yokedilen ve kendi pratikleriyle görece daha iyileştirilen biçimlerinin varlığı gözönüne alındığında ise; kurumsallaşmış güç aşkına; tüketim ve gösteri toplumunun, bireylerin imhası pahasına varolan savunusu ise; çaresiz ve geçmişiyle hesaplaşmaktan korkan inatçı bir “baba”nın tavırlarından daha fazlasına tekabül etmiyor. Ve şu çok açık bir gerçek ki, kendisini görmek istemeyen, inatçı bir baba yalnız kalmaya mahkumdur ve bu mahkumiyeti aynı zamanda kendisi hazırlamaktadır… Yazarın(Emrah Cilasun) samimiyeti ve söylemsel güzellemelerinin pratikteki kaçınılmaz uygulanamazlığı, sınırları; -diktatörlüğün; kendine yönelik yıkıcı eleştirilerin tartışılmasının savunulması- ise; söylemsel savununun ötesine geçemeyecek, idealist bir bakışın daha ötesinde değil. Kökleri platon’da bulunan “ötojenik idealizmin” farklı süslerle yeniden biçimlendirilmesi sonucundaki “doğanın kendi içindeki; canlılar arasındaki dayanışma,yardımlaşma ve güç ilişkilerinin” ötesinde daha “insancıl” olacağı niyetleriyle süslenilen uygarlık tamircilerin projelerinin; “dost maskeleri” ile hazırladıklarını; eşsiz yıkımlarına zemin hazırlamaktan; sistemlere “ideolojik cephane” oluşturmaktan daha fazla bir anlam taşımamakta. Çünkü açık olan bir gerçeklik; En son Çin’deki tecavüze yeltenen komünist partisi üyelerinden birisini öldüren diğerini ne yazıkki öldüremeyen “otel işçisi” kadının mahkemede yargılanmasını engelleyen; ne komünist parti, ne de uyduruk genel ahlaki yasalar… Mahkemeyi basmaya yönelik isyanlarıyla, “adaletsizliğe” kendiliğinden isyan eden bireyler topluluğu, tamamiyle köleştirilememiş “halk” ve sonrasında yasalara rağmen elini kolunu sallayarak dışarı çıkan “kadın işçi”… Biraz ilgisizmiş gibi görünmesine rağmen bu verdiğim uç olarak kategorize edilebilecek olan eylem, somut olarak birçok tekil örneğe yönelik pratiği de sergilemektedir. Ve proletarya olarak kategorize edilenler olarak bir grup güçsüze kendi gücümüzü teslim edip uykuya dalmak yerine, kendi uykusuzluğumuzdan ve uykulu oluşumuzdan sorumlu ve yüzleşebilir olmalıyız… Yasalar ve düzen her türlü biçimiyle -anarşist,komünist,liberal,burjuva, doğanın işleyiş yasaları- bireylerin/insanların da kendileri olmasını engelleyen “deli gömlekleridir” de…
Aynı zamanda Halim Kar’ın eleştirileri ve farklı biçimlerdeki “belgeleriyle” sunduğu sovyetlerin Leninist iktidardan ayrılamayacak sonraki stalinist pratikleri; “çalışma kampları”, tek part diktatörlüğü, Lenin ile iktidara yürümenün “istemdışı” beslediği sonuçlarıdır da aynı zamanda… Kronstad ve Mahnovişçina’nın katliamlarına karar vericilerinden olması bunun somut ve sembolik anlamda da bu gerçekliği doğrulamaktadır;
Ancak uygar saldırganlığın türlü renkleri içerisinden salt yeni bir renk olmanın ötesinde; hakiki bir biçimde varoluşundaki kaçınılmaz yıkıcılığı ile yüzleşen isyancı bir oluşun varolabilmesinin önündeki her türden barikatı yıkmanın araçlarını pratikte ve düşünsel olarak yaratabilmek için ve planlı programlı; hazır reçetelerin uygulanacağı; insanlığın yarattığı hastalığın -kelimenin gerçek anlamıyla- hastalığın da esasında insanların pragmatist çıkarları için tanımlanagelmiş bir kavram olduğunu hatırlamak ise, yaşamdaki eşsiz tekliklerin eşsiz oluşlarına imkan sağlamak ve her türden -anarşist’te olsa- sistematik otoritelere direniş için gerekli bir yüzleşme… Ve bence; varoluş kökleri Batı’ya yaslanan anarşizmin aydınlanmanın çocuğu olduğu gerçekliği ile yüzleşemeyen hiçbir tekil oluş; “Fransız yukardan bakan narsisizminin” ötesine geçebilme potaniyelini ilk olarak barındırmamakta. Bir boyutuyla
“Yerli kültürlerine”; anarşizm ve sosyalizm gibi bir ideolojik sistem olan “dinlere” yönelik indirgeyici ve aynılaştırıcı eleştiriler yüzeyselin ötesine geçtiğinde, “Karanlığın Ötesi”nden sıyrılıp onun içinde ve ötesinde; “Karanlığın içinde yanan ancak aynı zamanda söneceğininde farkında olan tekil “ışıklar” olduğumuzu” hatırlamak hayati önemini kavrayabilme potansiyeline sahip olabilir. Aksi taktirde; günümüzdeki pek çok “yeni” ideolojik sistemlerin “eski” ler ile kavgası temelsiz olmanın ötesinde aynı zamanda kendini merkeze almanın ötesine geçmesi -mucizevi istisnalar- dışında oldukça zor görünmekte. Jan Valtin ise; Emrah Cilasun’un belirttiği gibi -ve başka ve uzun kapsamlı bir araştırma sonucundaki muhtemel nedenleri üzerine yorum yapmak gerekmektedir- yaşamının sonlarına doğru; özellikle ABD’nin Filipinler’deki savaşına orduda katılarak bence de ABD değerler sisteminin savunuculuğunu yapmıştır…
Ve esas/hakiki özgürlük ışığını saçan; ne yazıkki paris’in sadece bir kısmını yakabilen “göçmen/vandallar, baldırıçıplaklar, mülteciler” olduğu gibi aynı zamanda da; Aralık 2008′deki kelimenin gerçek anlamıyla; özgürlüğün önündeki otoriteleri yok etmekte tereddüt etmeyen kelimelerin sembolik pratiklerini yaşamla bağlayan “yaşam dokumacıları” isyancılar olarak belirmektedir. Yunanistan’daki hakiki radikaller ışık saçmaktadırlar, çünkü aynı zamanda karanlığı haykırmaktalar ve karanlık ideolojik çıkarcılıkla süslenmemektedir. Kedi, kedidir. “Türkiye” deki gibi, kendi benzemezlerine yönelik yapılan saldırılara yönelik özdeşleşmeme ve aynılaştırmayı örgütlemek yerine; acı çekme ve umutsuzluk pahasına, acıyla; teklerin geriye döndürülemeyecek yaşamları ve ölümlerinin tarifi imkansız acılarıyla yüzleşmeyi tercih etmektedirler.
Yunanistan’daki isyancıların politik doğruculuğun steril muhalefet sterotiplerinin kabullenmekte zorlandığı; görmezden geldiği söylemlerini hatırlatmak yeterli değil mi? İşgal edilmiş “solcu bir sendikanın” ve belediyenin yakınındaki duvarlara yazılmış bir slogan, Filistin’deki kendi ideolojisinden olmayan kardeşlerinin tepesine düşürülmekteki bombaların harikülade faşizan kahkahalarının sahiplerinin midebulandırıcı ve tiksindirici zevklerine; yokedici bir öfke, melankolinin sağaltıcı uyumlulaştırmasına teslim olmama çağrısı, Yine israildeki işgale katılmadığı için cezaevlerindeki kapatılmış vicdani retçilerin, pasifistlerin, anarşistlerin, yahudilerin kendi özyıkımlarını getirecek itaatsizliklerinin sonuçlarını göze alan samimi pratikleri gibi!
“Mayıs 68′i siktir et, Şimdi kavga et”
Ve her ne kadar “şiddetin”, sistematik halinden nefret etsem de. Bu nefret; şiddetin tüm biçimlerinin “eril” ve aynı olmadığı gerçeğini gizleyebilecek bir körleştirme ya da bir ahlak oluşturmaya engel olabilecek sevginin dokunuşunu engelleyebilecek “görünmez hapishane” duvarları örmek zorunda değildir. “Filistin’deki kardeş”lerimin israil askerlerinin üzerlerine attığı kezzaptan hiçbir üzüntü duymuyorum! Makinavari sistemin üretmek istediği kurulmuş oyuncaklar olmak için değil; her türlü ideolojik taraftarın amaçları için canlıları araçsallaştırmasına; araçsal ve iktidarcı aklın her türlüsüne karşı mücadele! Ve mücadele; mücadele edenlerde ve yaşayan, nefes alan, taşlaşmamış kalplerde yaşıyor, kafesler parçalanmalı şimdiden ve parçalanıyorda, “herşey ve herkes için”, Yaşasın şenlikli yıkım! Yaşasın yaşam ve ölüm, ölümsüzlüğe karşı!
derleniş
27 Eylül 09 / 2am
#13
her şey iyi hoş,. anlamadığım bir şey var.
açık troçkist,gizli trockist, örtülü-utangaç trockist(nedense böyle bi durum var bizim ülkemizde,troçkist kabullenmez kendini) lerin kitap karşışındaki tutumları.
komintern lenin’li zamanlarında enternasyonal katılım kurallarını belirlemiş ve bu kurallar çerçevesinde direktifler vermiştir üye partilere.iyi-kötü sonuçları oluştur tartışılır.(bizzat 1920-1922 arasında türk komünistleri can vermiştir mesela(radek’in konu hakkında çok güzel yorumları var üseniyorum alıntı yapmaya)
çin komünistlerinin hali daha acıdır.
arkadaş,leninist isen komiterni kabulleneceksin. 4.kongreden sonrası diye bir şey yok.kominter bütündür.’ne yardan ne serden’ le bu iş olmaz.reel sosyalizm stalinin üzerine yıkıp leninistlik yapılmaz.stalinizm LENİNİZMdir.
bu arada kitabı okumadım bu sebeble yorum yapmaya kalkışmıyorum oysa çok çekici bi konu.
bakarsınız türkçeside best seller olur,bu sayede korsanı çıkar da(gün zileli kızar mı acaba korsanlara) kitabı okuma sanşına erişmiş %5′lik mesut gruba katılırız.
fakat yan etkileri de olur gün zileli unpopüler yazarlığını kaybedebilir.olsun gülü seven dikenine katlanır
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 3am
#14
ne leninist, ne troçkist, ne de proudhonistnim… Yazdığım yazıdan bu çıkıyorsa pek garip; sadece stalinizmin leninizmden çok daha otoriter olduğundan bahsetmek için karşılaştırma yaptım; tabiki leninist faşizmi meşru görmüyorum! Alçak, iktidar sevicisi, hesapçı, ikiyüzlü; politikacılar sürüsünün topu şimdiden “cehennemin dibine” gitsin!
Yaşasın isyancı doğrudan eylemler!
Yakın bulduğum perspektif hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler aşağıdaki adresten bakabilirler…
“Sanayi Toplumu ve Geleceği”
http://yabanil.net/?p=199
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 9am
#15
Gün Zileli, Emrah Cilasun’un yazısındaki bir hususa değinmeyi unutmuş. Emrah Cilasun, yazısında, Valtin’in, amerikalılara seslenerek, “kendimi özgür insanların arasında hissetmekten mutluyum” dediğini belirtiyor. Bu konuya da ben değineyim. Jan Valtin, burada Amerikan devletine ya da sermayesine değil, Amerikan halkına seslenmektedir. Gerçekten de Amerikalılar, Amerika kıtasına yerleştikleri günden itibaren, bir yandan kızılderililere karşı etnik temizlik, bir yandan kölecilik geleneğini yaşattıkları gibi, bir yandan da özgürlükçülük geleneğini yaşatmışlardır. BU GELENEK, SİVİL İTAATSİZLİK VE BİREYCİ ANARŞİZM damarıyla da birleşmektedir. Kısacası Amerikalılar, kendi içlerinde bir aristokrasi ya da devlet sultasını kabul etmeye gönüllü olmamışlar ve buna karşı bireysel özgürlükleri savunmaya önem vermişlerdir. Bunu ne derece hayata geçirmişlerdir, bu ayrı bir konudur ama Amerikan halkında böyle bir özgürlükçü gehenek de varlığını sürdürmüştür. Jan Valtin’in seslendiği, işte bu geleneği yaşatan insanlardır. Jan Valtin’de Amerikan devletini ya da sermayesini ya da savaş makinesini öven ya da savunan herhangi bir söze rastlamak mümkün değildir.
gaf var
27 Eylül 09 / 10am
#16
gun zileli, hurşit öz ve diğerlerine, nasıl olsa hepsi de gun zileli, bir merhaba diyerek başlamak isterim nacizane düşüncelerimi ifade etmek için.
jan valtin üzerinden çala kalem bir tartışma gidiyor. emrah da katılıp katılmayalım, kitabın kurgu olduğunu söylüyor. ben de aynı şeyler4i duydum başkalarından. ama henüz kanıtlanmış değil. kitabın, BATI dünyasında, özellikle ingiltere’de hiç basılmaması ilginç. gerçek olsaydı, yeniden yeniden basılırdı. neyse… önemli olan bu değil. gun zileli bu kitabı çevirmeden önce araştırmış mı? tesadüfen eline geçmiş bir kitap olmalı.
emrah cilasun’a varyansın ediyor yine. dünyanın en kıymetli gerçeği elindeymiş gibi şovalyelik yapıyor. keşke stalin konusunda gösterdiği titizliği, cinsiyetçilik, arkadaşlık ve yoldaşlık konularında da göstermiş olsaydı.
bana da kızacak, kendisiyle İngiltere’den tanışırız. bir dost olarak yazıyorum. “yarılma”, “havariler” vb kitaplarla hasımlarını “ezdi. ama, gerçekten bir içsel dönüşüm yaşamış mı. o gün yaptığı, sexsit davranışları, bugün de yapmış mı? örneğin geneleve gidiyor mu hala. bunlar önemli kıstaslar. yoksa, klisede günah çıkarır gibi, yaz yaz ve yeniden aynı yanlışları yap anarşist kimliği altında.
onun , sık sık kullandığı bir deyim vardır: “kim günahızsa ilk taşı o atsın”. hepimiz hata yaparız ve bunu tartışmak bile yersiz. fakat, hata ile yanlış farklı şeyler. ayrıca, her yapılan yanlışı değerlendirirken, genellemeden ve o olaya özgü bir perspektif ve anlayışla yaklaşmak gerekir.
örneğin, bize yüreğini, evini, dostluğunu açmış, en kötü günlerimizde destek olmuş dostlarımızın arkasından konuşmayız. onları, yeni tanıdığımız bir insanla çekiştirmeyiz. herkesin iç konuşmalrı vardır başkaları hakkında. iki yakın dost, bir üçüncü ortak arkadaşları hakkında konuşabilir, onun zaaflarından söz edebilir her ikisi de onun kötülüğünü istemediğiklerini bildiklerinden. ay şey bir yabancıyla yapıldığında, bu iç konuşma değil, vicdansızlıktır. hele içinde çıkat varsa.
emrahy cilasun’a, stalinist vb diye saldırabilirsiniz. ama, hiçbir dostuyla ilişkisini gıyabında bitirmemiş, onların hakkında rastgele konuşmamıştır. hele hele kadın-kız konusunda çok hassastır. cinsiyetciliğe geçit vermez. vefalı ve dürüst bir arkadaştır. bu vasıflar bence daha önemli. stalin siteminin kriminal olaylarını tartışmak ifşa etmek kolay. bu soyut konunlarda ahkam kesebilirsiniz. ya gerçek hayat? herkes küçük bir stalin olabilir. gun zileli önce, kendi içindeki küçük stalinlere baksın derim. onun hata yapma lüksü olmamalı artık!
herkese sevgiyle…
gaffar
HATA
27 Eylül 09 / 10am
#17
gaffar arkadaş. ben de bir hata yaptım. uzun yıllardır birlikte yaşadığım ev arkadaşım, dostum ve yoldaşımın kaza ile açık bıraktığı mailini okudum. ve okuduğumu da kendisine söyledim.
meğer o da benim günlüğümü okumamış mı! karşılıklı özür diledik.
ben bu hatamı savunacak değilim. planlı yapılmış birşey değildi ve okur okumaz da ben söyledim kendisine. 20 yıldır birlikteyiz ve ilk kez böyle birşey oldu.
aman gun zileli duymasın. bana stalin damgasını yapıştırır valla! nkvd de der, gestapo da der. takmış bir kez stalin’e. eskiden perinçek’e takmıştı. şimdi onunla ilgilenmiyor galiba…
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 10am
#18
Gerçekten de gaf yapılmış.
Kitap, bildiğim kadarıyla İngiltere’de iki kez basılmıştır. Biri, yazıda da zikrettiğm Lynn Walsh’ın incelemesinin de yer aldığı, Fortress Books’tan çıkmış 1988 baskısıdır. Diğeri ise, Nabat Books ile Ak Press’in yayımladığı 2004 baskısı. Ben kitabı, bu 2004 baskısından çevirdim.
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 11am
#19
Şu anda sitede yayımlanmayı bekleyen iki yazı daha var bu konuda. Biri Halim Kar’ın yazısı. Diğer Haydar Karataş’ın yazısı. İki yazıyı da gönderdim yayımlanması için. Sanırım bir iletişim sorunu var. Şu ana kadar yayımlanmamış. Gecikme için her iki yazar arkadaştan da, siteyi izleyen arkadaşlardan da özür dilerim. Sanırım bu akşama kadar yayımlanırlar.
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 11am
#20
Hurşit Öz;
Amerikalıların arasındaki bireysel özgürlüğü savunan, ancak kölecilik kültürü ile hesaplaşmayan ve onu sürdürenler yeniden üretenler bireyci anarşizm damarıyla falan birleşmişler diyorsun bunu açmak lazım. Ayrıca bu ne menem bir alçakça liberal bir özgürlükçülüktür ve sanayi savunuculuğudur, türcülüktür ki, olumluluk atfediliyor. Adı her ne olursa olsun bu bildiğimiz klasik liberalizme denk düşmüyor mu? Bireyci anarşizm ile anarko-kapitalizm arasında bir farkta mevcuttur. Ancak bu da iki satırla aynı kapıya çıkar denebilecek bir mesele değildir de… İsminin içinde anarşist geçince “kırmızı görmüş boğa misali” hemen ağırlıklı pozitiflik atfetmemek gerekli… İdeolojik köleliğin kendisi “kötü”…
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 11am
#21
Sanırım ismi lazım değil arkadaş karıştırıyor. Benim sözünü ettiğim, sivil itaatsizlik geleneğidir. Bireyci anarşizm de buradan çıkmıştır. Amerikan tarihinde bu gelenek kölecilikle de, etnik temizlikçilikle de, devlet savunuculuğuyla da, sermaye tahakkümü ile de çatışır. İlk vicdani redcilerin de kaynağıdır. Bunlar, bugünkü devrimci geleneğin miras olarak devraldığı olumlu şeylerdir, yoksa sermayenin ya da liberalizmin değil.
ertan
27 Eylül 09 / 11am
#22
Hurşit yardın attın ortalığı…ABD’de özgürlükçü bir gelenek varmış, tam da klasik liberalizm senin söylediğin şey…
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 12pm
#23
Ne oldu, çok mu yadırgadınız Ertan bey. Amerika’da da bir halk yaşadığını ve bu halkın kendi içinden, H.D.Thoreau, Benjamin Tucker, Howard Fast vb. gibi sivil itaatsızlıkçıları, bireyci anarşistleri, liberterleri yetiştirdiğini unutmayın. Bu, liberalizmin tersine devrimci ve özgürlükçü bir gelenektir.Amerika deyince sadece Amerika birleşik federal devletini ya da tekelci sermayesini veya libarilzmini anlayanlardan değiliz. Nasıl Almanya deyince, sadece Hitler’i ve Nazileri, Sovyetler Birliği deyince, sadece Stalin’i ve GPU’yu anlayanlardan değilsek efendim.
ertan
27 Eylül 09 / 12pm
#24
Lafları çevirmeyelim. Şüphesiz ABD’de yetişen pek çok değerli insan var. Ancak Valtin’in ABD’liler için kullandığı “kendimi özgür insanların arasında hissetmekten mutluyum” lafının savunulacak bir yanı yoktur. İkinci dünya savaşından önce ve o zamanlardan günümüze dünyada girmedikleri ülke kalmadı. Darbeler yaptılar, Hitler dahil hiçbir devlet ABD’den daha fazla kan dökmemiştir. En son Irak’ta 500 bin insanı yok ettiler. Tüm bunlar ise o çok özgürlükçü halk sayesinde oluyordu efendim, öyle yada böyle ideolojik çarklar orada öylesine güçlü ki bunları halka benimsetiyorlar. Tam da bu özgürlükçülük söylemiyle. İkinci dünya savaşı sonrasında aldıkları Özgürlük Anıtı hediyesinden beridir sizin dillendirdiğiniz psikolojik harp mamulleriyle dünyanın anasını ağlattılar. Bırakalım şimdi ABD halkının içine bir yerlerde saklı olan özgürlük ateşini ortaya çıkarmayı…
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 12pm
#25
Siz bilirsiniz ama bir solcu için bir halka ya da ulusa topyekun düşmanlık beslemek olacak şey değildir ve bu tutum sadece nasyonal-sosyalist ideolojinin eseridir ertan bey. Benim bu konuda tek söyleyeceğim şey bu. Size iyi pazarlar.
alçak adam
27 Eylül 09 / 12pm
#26
Çok alçakça sözünde bir sakınca görmüyorum.Her insan zaman zaman akçakça davranabilir.Herbirimiz günü gelir alçaklık ederiz.Şahsen ben alçağımdır.Yükselmeye de hiç niyetim yok.
ertan
27 Eylül 09 / 12pm
#27
Hurşit, bence bırak bu bel altı çalışma taktiğini. Amerikan halkı da diğer halklar gibi ABD’nin ideolojik hegemonyasının içinde inim inim inliyor. Onları diğerlerinden ayıran bir özgürlükçü yanlarının olmadığını vurguladım. ABD halkını hedef alan bir şey yok bunda. İşine gelmeyince çeşitli ithamlarda bulunmak kolay. Tıpkı Valtin’i savunacam diye Amerikalıları özgürlükçü ilan etmen gibi. Size de iyi pazarlar…
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 12pm
#28
Rica ederim Ertan bey hiç öyle bir niyetim yok. Gelin şöyle anlaşalım. Siez Amerikan halkına düşman değilsiniz. Ben de Amerika’yı savunmuş değilim. Siz Amerikan devletini hedef alıyorsunz, ben de öyle ve her ikimiz de Amerikan halkını dost görüyoruz, onun’la ABD devletini özdeşleştirmiyoruz , tamam mı? Peki Valtin ne demiş. Amerikan halkına seslenerek kendimi özgür insanların arasında görmekten mutluyum demiş. Bunda ABD övgüsü yok ki. Biri Türkiye’ye gelse, kendimi dost canlısı insanlar arasında görmekten mutluyum dese bu Türk devletini övmek anlamına mı ğelir allahaşkına.
ertan
27 Eylül 09 / 12pm
#29
Valtin’in Amerikan halkının özgürlükçülüğünden dem vurması, onun ABD’de işleyen ve tüm dünyaya savaş olarak dönen ideolojik mekanizmayı göremediğini gösterir ki bunu eleştirmek yerden göğe kadar hakkımızdır. Amerikan halkının özgürlükçü olduğu yanılgısı bizzat ABD’nin ideolojik hegemonyasının bir sonucu. Amerikan halkını devletiyle bir tutmuyoruz ama şu tartıştığımız örnek için böyle bir laf etmek sizi halkın yanına değil, esasında karşısına koyar. Bu nedenle anlaşamam.
ertan
27 Eylül 09 / 1pm
#30
Özgürlükler ülkesi, fırsatlar ülkesi Amerika! Amerikan rüyası… Bir de bu gibi pembe Hollywood imgeleriyle düşünün bu lafı…
Bloody Sunday
27 Eylül 09 / 1pm
#31
Ben öyle bir cehennemden çıksaydım, -cehennemden çıkabilme şansını hayat bana vermişse- Kraliçeye bağlılık yemini de ederim, Amerika’yı seviyorum da derim.. Benim devrimciliğime zeval vermez bu durum. Tümden ruh teslim etmek değildir bu.. Valtin teslim etmedi, en azından.
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 1pm
#32
Gelin şunda anlaşalım o zaman. Ben Amerikan halkı özgürlükçüdür demedim, Amerikan halkında özgürlükçü bir damar da vardır dedim ve Ssivil itaatçı Thoreau’yu örnek verdim, bu bir. İkincisi, iki baskıcı ve katil mekanizmanın elinden canını zor kurtarıp bu ülkeye kapağı atmış bir insanın böyle bir laf etmesini ben o kadar da müthiş bir suç olarak görmüyorum. Bu lafları o özgürlükçü geleneğe bir atıf olarak almaktan yanayım. Ben bilirim, 12 Eylül’den kaçanlar, Avrupa’ya ilk adım attıklarında ineklerin bile bu ülkelerde mutlu olduğu yanılgısınakapılmışlardı. Ben onları da hoşgövrüyorum. Baskı, insanları böyle bir ruh haline sokabiliyor Ertan bey.
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 1pm
#33
Bakın Bloody Sunday adını kullanan arkadaş iyi hatırlatmı
ş. İngiltere’de vatandaş olabilmek için Kraliçeye bağlılık yemini edildiğini biliyor muydunuz Ertan bey. Bunu oradan vatandaşlık ve pasaport alan bütün devrimci ve solcular yapmıştır, yani kraliçeye bağlılık yemini etmiştir. Ne olacak şimdi. Onları da cehennem kazanlarına mı atacağız. Biraz insaf.
ertan
27 Eylül 09 / 1pm
#34
İkincisini anlayabilirim. Nihayetinde Valtin de bir insandı. İnsanlar robot değillerdir. Ama Valtin’in o lafı, öyle tahmin ediyorum, (kitabını okumadım henüz ama tartışmalardan muhtevasını, ne yaptığını falan az çok anladım) o anlamda söylemedi. Anladığımız şekilde genel olarak Amerikan toplumu için söyledi bunu. Valtin’i genel olarak yargılamıyorum burda. Henüz okumadım, nihai kararı okuyunca vericem zaten. ABD’ye gitmesini de eleştirecek değilim, Frankfurt Okulu üyeleri dahil, pek çok bilim adamı, aydın, bilimci ABD’ye kaçarak canlarını kurtardı. Ama sizin söylediğiniz şey hatalıydı ve onu eleştirdim.
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 1pm
#35
Bu tartışmadan aklıselimin ve sağduyunun galip çıkmasına çok sevindim Ertan bey. Size gerçekten iyi pazarlar diliyorum. (Valtin’in sözü geçen sözleri kitapta yok. Emrah beyin Waldenfels’ten aktarımında yer alıyor).
ertan
27 Eylül 09 / 1pm
#36
Emrah Cilasun’u çok ciddiye almasam da bu Waldenfels’i ciddiye alıyorum. O da oturmuş büyük bir araştırma yapmış. Şimdiki okumaları bitirip ilk işim önce Valtin’i sonra Cilasun aracılığıyla Waldenfels’i okumak olacak. O zaman, sanırım yine buralara bu konu hakkında bir şeyler yazacağım. İyi, güneşli pazarlar…
Mehmet Karlı
27 Eylül 09 / 1pm
#37
Gün bey, pek çok kitabınızı okumuş biri olarak, karşı olduğunuz bir mantığı bu yazıyla nasıl içinizde altan alta beslediğiniz görerek üzüldüm. Bu sebeple iki eleştirim var,
1, Emrah bey’in yazısını okudum, katılmasam da düzeyli bir yazı yazmış, sizin şahsınızı asla hedef almamış, son derece nazik davranmış bu konuda ve sizi valtin kitabının içeriğinden ayrıştırmıştır. Siz bunu fark etmediniz, ya bu okurlar, onlar neden bunu size hatırlatmadılar?
2. Madem böyle bir tartışma açmışsınız sitenizde, bu demektir ki, sitenizin şu anki gündemi Valtin tartışmasıdır. Ama siz kendi yazınızı sitenin manşetine astığınız halde, Emrah bey’in yazısını gizli saklı bir yere koymuşsunuz. Hayyır okur iki yazıyı siteye girer girmez görmelidir, hatta tartışmaya katılacak başka yazarların da yazısı aynı şekilde ilk sayfada yer almalıdır. Bu kurnaz sansür, sizin uslubunuzda da ortaya çıktığı gibi, sizin eleştiriye tahamülsüz ve öfkeli olduğunuzu ortaya koymuştur. Hele o alçak, malçak, allah aşkına o nasıl sözler öyle…
Valtin’i okumadım, alıp okuyacam. Ancak, size hatırlatırım ki, her diktatör bu tahamülsüzlükten doğar. Lütfen tahamül etmelisiniz, herkes sizinle aynı fikirde olmayabilir. Hele Emrah bey’in yazısına yer verdiğinize göre, o yazıyı kendi demokratlığınıza bir maske olarak kullanmamalısınız. Çünkü şöyle diyeceğinizi biliyorum- bakın beni eleştirmesine karşın siteye koydum? Yazık! madem koydunuz, ve madem yazınızın cevabı o yazı, o zaman yan yana koyun, okur yan yana görmeli bu iki yazıyı….
Haksız mıyım? sizi konu alan bir yazıya cevap verseniz ve bu cevabınız, gözden ırak bir köşede sergilenseydi, ne düşünürdünüz? Bu sitenin okurlarını, düzeyli bireyler sanmıştım. Bu gizli sansürü görmediler mi dersiniz?
Mehmet Karlı, İstanbul
ertan
27 Eylül 09 / 1pm
#38
Mehmet bey, bence yanılıyorsunuz. Gün Zileli’yi eleştirecekseniz en son ve en güçlü olduğu yerden başlamışsınız. Bu yazıdan önce günlerce Cilasun’un yazısı tartışıldı. Sitede şöyle bir düzen var; hakkında yazılan en ufan yazıyı, eğer ulaşmışsa buraya “Hakkında Yazılanlar” başlığına koyuyor. Eğer bir yazıyla eleştirecekse yazısını da normal olarak yazıyor muhterem. Yalnız yazı detayları kısmında eleştirdiği yazının linki olurdu her zaman onu unutmuşlar. Kendisini eleştirenlere bu kadar anlayışlı davranan kişiler çok zor bulunur. Bu nedenle Gün Zileli’den önce bir okuru olarak cevap vermek istedim.
Mehmet Karlı
27 Eylül 09 / 1pm
#39
Madde 1, Hurşit Öz, Gün bey’in kendisidir. Bugün sabahtan beri tüm, Hurşit Öz, Ali tereli, Hata, vb pek çok isim Gün zilelinin kendisi olduğuna karar kıldım. İtiraz eden varsa, kanıtlarıyla sunabilirim…
Made 2′yi sonra yazacağım, incelemeye devam
ertan
27 Eylül 09 / 1pm
#40
Madem kanıtlarınız var paylaşır mısınız?
ertan
27 Eylül 09 / 3pm
#41
Kaç saat oldu hiç kanıt yazmadınız. Eğer varsa kanıt yazınız. Hurşit Ali falan bunların hepsi Gün Zileli’yse demek bir tek ben varım burda yorum yazan hahaha… Tabi ikinci madde beni kapsamayacaksa,
Ayyuk
27 Eylül 09 / 5pm
#42
öncelikle bir noktaya değinmek istiyorum.
gün zileli, siteye yazanlara sonsuz özgürlük tanıdığını ilan etmesine rağmen -veri tabanı alınmaz-siteye yazanları kontrol ediyor. bu iki defa başıma geldi.
halbuki diğer sitelere yazarken baştan biliyoruz kontrol edildiğimizi. daha dürüst bir tutum onların yaptığı.
okuyucuların bilgisine ve de zileli2nin bu tutumundan vazgeçmesi umuduyla…
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 5pm
#43
Öncelikle bazı konulara açıklık getirmek gerekiyor;
– Bu sitedeki yorum yazanlar bilgilerinin kayıt altına alınmadığının kanıtlanması gerekmekte;
a) Bunun farklı yöntemleri vardır ve bu iddiayı sahiplenen site sahibinin bunu ispatlaması gerekmekte…
b) Site kayıtlarının olmaması için gerekli teknik ayarların yapılması için sunucunun tam kontrolü yetkilerine sahip olunması bir zorunluluktur. Bu yetkiye sahip olmayan ancak bu kayıtların tutulmadığını söylemek pratik olarak yanılsama yaratmaktır.
c) Kayıtlar tutuluyor ise, kimin hangi ip adresi üzerinden(telefon numarası, coğrafi konum) bağlandığını öğrenmeyi sağlar. Hangi mesajın kimin tarafından yazıldığını bu biçimde site sahibi “aşağı yukarı” öğrenebilir…
d) Kayıtlarının tutulmasını sağlayacak teknik altyapı ve ayarların yapıldığı bir sitede her tercih gibi olumlu ve olumsuz taraflarını beraberinde getirir… Kayıt tutulmaması, yorum sahibini gizleyerek “polisin” ve üniformasız potansiyel iktidarların eline muhtemel bir bilginin ulaşmasını
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 5pm
#44
Öncelikle bazı konulara açıklık getirmek gerekiyor;
– Bu sitedeki yorum yazanlar bilgilerinin kayıt altına alınmadığının kanıtlanması gerekmekte;
a) Bunun farklı yöntemleri vardır ve bu iddiayı sahiplenen site sahibinin bunu ispatlaması gerekmekte…
b) Site kayıtlarının olmaması için gerekli teknik ayarların yapılması için sunucunun tam kontrolü yetkilerine sahip olunması bir zorunluluktur. Bu yetkiye sahip olmayan ancak bu kayıtların tutulmadığını söylemek pratik olarak yanılsama yaratmaktır.
c) Kayıtlar tutuluyor ise, kimin hangi ip adresi üzerinden(telefon numarası, coğrafi konum) bağlandığını öğrenmeyi sağlar. Hangi mesajın kimin tarafından yazıldığını bu biçimde site sahibi “aşağı yukarı” öğrenebilir…
d) Kayıtlarının tutulmasını sağlayacak teknik altyapı ve ayarların yapıldığı bir sitede her tercih gibi olumlu ve olumsuz taraflarını beraberinde getirir… Kayıt tutulmaması, yorum sahibini gizleyerek “polisin” ve üniformasız potansiyel iktidarların eline muhtemel bir bilginin ulaşmasını engelleyebileceği gibi aynı zamanda yazanın anonim olma hakkını da sağlar… Tabi ki, daha çok negatif olarak tanımlanabilecek sonuçları da doğurur.
derleniş
27 Eylül 09 / 5pm
#45
”Kendi çalıp kendi oynamak, diye bir deyim vardır. Bana öyle geliyor ki buradaki yorumlarda Aydınlıkçılar kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Örneğin Derleniş adını kullanan kişi, sahte bir anarşist, tipik bir aydınlıkçıdır. Ertan’ın da ona cevap vermesi bir danışıklı dövüş izlenimi yaratıyor ne yazık ki…
Bırakın gerçek anarşistler kendi fikirlerini (ki her birinin fikri farklı da olabilir) ifade etsinler. Ve onlarla gerçek bir tartışma olanağı doğsun”(GÜN ZİLELİ–http://www.gunzileli.com/2009/07/12/vahset-ve-devlet/ )
daha önce gün zileli de beni ertanla aynı kişi olmam yahut danışıklı dövüş içinde olmakla suçlamıştı.tipik bir aydınlıkcı ilan etmişti.
şimdi kendisine benzer bir itham var..
merak içindeyim.ayrıca midem bulandı bu işen ne işler dönüyo anlamadım.
fakat ortada bi iddia varsa,atan kanıtlamakla yükümlüdür etik olarak.
zileli’ye To be polis or not to be yazısını hatırlatır,
mehmet karlıyı hem etik gereği hem biildiği bir şey varsa bizleri aydınlatması bakımından iddasını ispata davet ediyorum.
sizde susmayın sayın zileli…
mehmet karlı,
kuyuya taş atıp çekilmek olmaz…varsa bildiğiniz dökün ortaya…zira iyice mide bulandırıcı bi hal almış durumda işler…belden aşşağı inmeye başladı bir şeyler…
Tanık
27 Eylül 09 / 6pm
#46
yukarıdaki bahsettiğim cinsel taciz olayını ispat edebilirim ama beni buna zorlamasa iyi olur AA arkadaş. Kendisyle 6 ay önce yaptığımız bir email yazışmasında kabul etti. Ve bu email benim dosyamda. Ve onu asla teşhir etmemeye kararlıyım. Beni zorlamasın okuyucular lütfen.
saygıyla…
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 6pm
#47
Arkadaşlar,
Bu sitenin özgür bir platform olduğunu defalarca belirttim. Yorumların moderatör kontrolü olmadan girmesini ilke edindik. Bunu daha önce Koxuz sitesi tenemiş, fakat Türk milliyetçilerin küfürlü saldıraları ve Kürtlerin onlara aynı şekilde yaıt vermesi sonucu site bu uygulamayı kaldırmak zorunda kalmıytı. Şu anda bu sitedeki uygulamayı izleyen herhangi bir site var mıdır bilmiyorum ama ben bu ilkede ısrar etmekten yanayım. Burada görüldüğü gibi tüm olumsuz ettilere rağmen.
Sitede herhangi bir sansür söz konusu değildir ve olamaz, görüldüğü gibi tüm yazılar ve yorumlar girmektedir. Emrah Cilasun’un yazısı, bir haftadır azılı durmaktadır Ertan’ın belirttiği gibi ve ana sayfadan duyuruyla da ilan edilmiştir. Bu bakımdan saklamak gibi şeyler söz konusu değildir. Neden saklayayım ki, ya da eğer saklamak diye bir niyetim olsaydı hiç koymaydım. Yazıyı bana Emrah Cilasun yayımlamam amacıyla yollamadı, hatta “bu kadar uzun yazıyı kim basar ki” diye sordu ilk mektubunda. Ben de “ben basarım” dedim. Emrah’ın yazısının başına koyduğum yanıtta bu nokta var. Hatta yazının Türkçe hatalarını düzeltip yeniden emrah’a yolladım ve onun olurunu alarak yayımladım. Daha başka ne yapabilirdim ki. Şu anda sitenin yönetimi bende değil. Üstelik işin teknik safahatından da anlamıyorum. Eğer bu iki noktada donanımlı olsaydım, inanın şu anda bunu hemen uygulardım, emrah’ın yazısını gözden kaçırmak diye bir niyetim yok. Nitekim gözden kaçmadığı da tıklama sayısıyla ortada. Yine de siteyi düzenleyen arkadaştan rica edeceğim bu konuda bir şeyler yapmasını.
Siteye yazanların kodları falan kontrol edilmemektüedir. Evet, bu konuda bir uygulamaya gittim sitenin ilk açıldığı günlerde. Siteye porno ilanları yollayanlar oldu. Bunun kim olabileceğini öğrenmek için kodlarına baktım ve o zaman arkadaşım olduğunu sandığım bir şahıstan kuşkulandım, bunu kendisine de sordum.Yanlış bir şeydi yaptığım. Kısa bürede bunu kavradım, poliziye bir yönelim olduğunu kavradım ve bunu da açıkça özeleştirisini yapharak To Be or not to be yazısında dile getirdim. Bu sitede bulunan bu yazıya bakılabilir.
Şu anda site, keişisel nedenlerle aramın bozulduğu, bir zamanlar arkadaşım, dostum sandığım bir kişinin saldırısı altındadır. Bu kişi bana duyduğu kızgınlığı burada dökmektedir. Benim fazla şikayetim yok. Bu kişi, Emrah Cilasun’a verdiğim yanıtta, bana Valtin’in kitabının bir “fiction” olduğunu ileterek uyarıda bulunduğunu iddia eden kişidir. Yazıya baktığınızda göreceksiniz. Elbette onun da hakkıdır, burada herkesin yaptığı gibi çeşitli adlarla yazacaktır. Eleştirilerini söyleyecektir. Ne var ki
benim tek üzüntüm, kişisel hırslarla yapılarn yukarıdaki türden niteleme ve saldırıların burada yapılan, örneğin yukarda izlediğimiz Ertan’la-Hurxşit Öz tartışmasındaki gibi bir kaliteyi
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 7pm
#48
gölgelemesi, düzeyi düşürmesi ve insanların kafalarını onları hiç ilgilendirmeyen ve bu tartışmayla ya da yazıyla ilgisiz alanlara çekmeye çalışmasıdır. Ne var ki, katlanmaktan başka çaremiz yoktur. Gülü seven dikenine de katlanacaktır.
YUKARIYA ZORUNLU BİR AÇIKLAMA YAZACAKTIM ANCAK YANLIŞ BİR DUŞA BASTIĞIM İÇİN ERKEN GİTİTİ.
Not: Alçak Adam rümuzlu kişinin ben olmadığımı da belirteyim bu arada.
alçak adam
27 Eylül 09 / 7pm
#49
senin bahsettiğin kişi ben değilim Tanık.Ne iddia ettiğin gibi Mehmet Gündüz ismiyle ne Vişne rumuzuyla bir yazı yazdım.”sanıyorum” ya da”yanılmıyorsam” demeliydin ,çünkü yanıldın.Yani şimdi sen “yanlış alçağı” suçlayıp duruyorsun.Muhattabın da ben değilim. Karıştırmana kızmıyorıum ama iftira edercesine beni hedef gösterdin.Söyle şimdi ben sana ne diyeyim?
Sizin bahsettiğiniz alçağı inanın ki tanımıyorum.Kimden bahsettiğinizi bilmiyorum.Söyledikleriniz çok sarsıcı şeyler. İnanın bunlar doğruysa ben o alçağın eline , alçaklıkta su bile dökemem.Bizler ayrı dünyaların alçaklarıyız!
Daha önce yazdığım gibi, o kadar çok alçak var ki yeryüzünde, hangisi bizim alçak hangisi değil karıştırır olduk.
Tanık
27 Eylül 09 / 7pm
#50
Hayır sayın Zileli, yalan söylüyorsunuz. “To be or not tobe” yazınızdan önce polisiye araştırması yaptınız. Çünkü, yazılardan birisi çok ilgi çekti o günlerde.Ve beni susturmak için yaptınız. Pornografi ya da spam filan söz konusu değildi.
Kişisel saldırı ne demek. Herşey kişisel ve aynı zqaqmanda da politiktir. Siz yaptığınızda kişisel olmuyor ama…
Ayrıca, size yazılanlar, özel emaillerde de dile getirildi. Siz bir zamanlar, bir arkadaşınız, çok yakın bir arkadaşınız, kız arkadaşına kaba davrandı diye, telefona sarılıp hesap sordunuz. Sadece siz hesap sorarsınız demek. Kişisel ne hesabım olabilir ki! Ben her yazdığımı kanıtlamaya hazırım.
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 7pm
#51
Yukarda adını vermeye çalıştığım makalenin tam adı şöyledir: To be polis or not to be (yazı sitede bulunmaktadır. Okuyabilirsiniz.)
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 7pm
#52
Bu site açıldığından bu yana, yani yaklaşık beş aydır, isim koyma zorunluluğu olmadığı ve yorumlar anında girebildiği halde binin üzerindeki yorumun hiçbirinde kimse küfür etme yoluna gitmemiştir. Bu bir başarıdır. Ayrıca, yukarda yazan ve bana kişisel olarark saldıran kişinin dışında hiç kimse, eskilerin diliyle şahsiyat yapmamıştır. Tek istisnası, başka adların yanısıra şimdi de Tanık adını kullanan kişidir. Bu şahsi saldırılara burada yanıt vermeyecem, çünkü doğru bulmuyorum, konu dışı buluyorum. Ama kişisel olarak durumu merak edecek arkadaşlar için şöyle bir yol önerebilirim. Bana bireysel mail adresilmden (zileligun@hotmail.com) yazabilirler ve bu suçlamaların aslını astarını, kafalarına takılan soruları sorabilirler. O zaman onları yanıtlayabilirim. Ama burada asla.
Tanık
27 Eylül 09 / 7pm
#53
Yalan söylüyorsunuz yine… Sansür, o yazıdan önceydi.
Bazı travmaların geç dillendirilmesi, travmaya uğrayan açısından zaman alması, bu olayın, ağırlığını azaltmaz. Ayrıca, iki sene önce de dillendirdim. Uzaklara gitmeden önce, yakınlara, kendi kriminal eylemlerimize baksak iyi olur derim AA rumuzlu yazan şahsa.
Alçak Adam kendisini biliyor. 100 frank verip, oturumsuz göçmen kadınları sömürenin de tam kendisi olduğunu biliyor.
Son yazdığı şeyleri de, yeni tanıştığı “edebiyat eleştirmenine “sunmuş. Onları, gerçek sahibine uluştırması gerekir. Bu, onun hakkıdır.
ertan
27 Eylül 09 / 7pm
#54
Herkese şunu söylemek isterim. Bu sitede kimin hangi mahlası kullandığını yada bir kişinin kaç tane mahlası olduğunu bilmenize olanak yok. Sitede üyelik falan olsa, bu tür bilgilere yine sitenin coderları sahip olabilir, biz değil.
Bu sitede tek bir ertan var, o da benim. Bilmediğiniz yada bilme olanağına sahip değilseniz böyle iddialar ortaya atmayın…
Tanık
27 Eylül 09 / 7pm
#55
Kaleminiz iyidir, polomiği iyi bilirsiniz. insansız siyaseti de. Sizden özel bilgi almak isteyenleri de, kendi vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum.
Hayatımda, hele hele dostlarıma hiç iftira atmadım. Onlar beni iyi tanır. Sizi de efendim. SİZİN ADINIZA ÇOK ÜZGÜNÜM. kESKE GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OLSAYDIN, OLABİLSEYDİN.
SİZE ARTIK YAZMAYACAĞIM. cEMAL sÜREYA’NIN DEDİĞİ GİBİ, ÜSTÜ KALSIN.
ertan
27 Eylül 09 / 8pm
#56
yahu ne diyorsun Tanık? Şuraya yazar mısın; fotodeppo@gmail.com…
siempre
27 Eylül 09 / 8pm
#57
cemal süreya tanrının canını alması karşısında üstü kalsın diyorTanık .ama sen ne üstünü bıraktın ne altını. hatta ödeme bile yapmadın .Tek yaptığın çamur atmaktı .bence üstünü de batırdın ,altınıda
haydar
27 Eylül 09 / 8pm
#58
ne kadar üzücü bir durum. bazı insanlar haklı dahi olsalar, o haklılıklarını ifade ediş biçimlerinde kendilerini küçük düşürebiliyorlar… Üzüldüm. Bence insanlar kendi aralarında yaşadıklarını şeyleri arkadaşlıkları bittiği zaman pazarın malzemesi haline gelmemelidir… Gafur’a inanıyorum, haksızlığa uğramıştır, burada çırpınmasının nedeni, hala acılarını unutmamasından kaynaklanıyor.
şundan da eminim, Gün zileli bunun vijdani acısını çekiyordur… Bence bunun tartışma yeri başka bir yer olmalıdır…
Bu konudaki fikirlerimi ayırca yazarım…
dostlukla
Haydar
haydar
27 Eylül 09 / 8pm
#59
ne kadar üzücü bir durum. bazı insanlar haklı dahi olsalar, o haklılıklarını ifade ediş biçimlerinde kendilerini küçük düşürebiliyorlar… Üzüldüm. Bence insanlar kendi aralarında yaşadıklarını şeyleri arkadaşlıkları bittiği zaman pazarın malzemesi haline gelmemelidir… Gafur’a inanıyorum, haksızlığa uğramıştır, burada çırpınmasının nedeni, hala acılarını unutmamasından kaynaklanıyor.
şundan da eminim, Gün zileli bunun vijdani acısını çekiyordur… Bence bunun tartışma yeri başka bir yer olmalıdır…
Bu konudaki fikirlerimi ayırca yazarım…
dostlukla
Haydar
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 9pm
#60
Efendim, bir pazar gezintisi yapalım dedik, döndük baktık ki site bu arada panayır yerine dönmüş. Şemde anladığım kadarıyla işin içine kişisel bazı hesaplaşmalar girmiş, eski defterler ortalığa saçılmış ama bütün bunların buradaki Valtin tartışmasıyla bağlantısını kurmakta zorlandım gerçekten. Haydar beyin, bunların yerinin burası olmadığı düşünçesine katılıyorum. Merak edenler, olay ne ise ilgili taraflara kişisel mail adresleriyle sorsunlar ne soracaklarsa. Gün Zileli de ne ise olay kişisel olarak açıklalacağını söylemiş. Biz, kaldıysa tartışılacak bir şey, tartışmamıza dönelim yeniden derim efendim.
ertan
27 Eylül 09 / 9pm
#61
Dönelim efendim, batıda bir zamanlar hit olmuş bir kitabın sonradan unutulması pek karşılaşılan bir şey değil. İngiltere’de bilmem kaç yıl sonra basıldığı söyleniyor, mesela memleketi Almanya’da basılmış mı? Kitabın üstünde şüphe uyandıran çok şey var.
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 9pm
#62
Kitabın uzun yıllar kayıplara karışması sizde nasıl bir kuşku uyandırdı Ertan bey, tam anlayamadım. Kitap almancaya Cehennem Günlükleri adıyla çevrilmiş ve yayımlanmıştır.
ertan
27 Eylül 09 / 9pm
#63
Batılı ülkelerden bahsediyoruz Türkiye’den değil. Soğuk savaş zamanında adamların hemen tek gündemi Komünizmdi. Bu nedenle ilk yayınlandığında içeriğine yönelik kuşkulardan dolayı olabilir. Yoksa kitap hem Nazizmi hem Stalinizmi hedef almış ve eğer uydurma değilse büyük bir tanıklık…
derleniş
27 Eylül 09 / 9pm
#64
konuşacak sey mi kalmış stalin aşkına.
kimin kim olduğu belli değil.
konu ne belli değil.
valtin?emrah cilasun?garip kriminal olaylar?
birden çok mahlas kullanan adamlar kim?
gün zileli mahlas mı isim mi ondan bile şupheliyim artık.
herkesi stalin’e havale ediyorum.stalin ruhunuzu bağışlasın.
siteyi takip eden sıradan,şaşkın,tek mahlaslı okuyucu derleniş
ertan
27 Eylül 09 / 9pm
#65
benim de başka mahlasım yok yahu, alem adamsın derleniş, durum o kadar vahim değil. fikir fikir…
Gün Zileli
27 Eylül 09 / 10pm
#66
Kısa açıklamalar.
1. Zaten ben de bu hatalı araştırma tutumunun To be polis or not to be yazısından önce olduğunu ve bu yazıda da buhuh özeleştirisinin yapıldığını belirtiyorum. Bu bakımdan “yalan söyleme” ithamı geçersizdir.
2. Haydar, vicdan (vijdan değil) azabı çekecek hiçbir şey apmış değilim. Burada kişisel açıklamalar yapmayacağımı belittiğim için daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Benim vicdan (vijdan değil) azabı çektiğimi tahmin edebilmen için böyle azaplık bir iş yaptııamdan emin olman gerekirdi.
Hurşit Öz
27 Eylül 09 / 10pm
#67
Kitabın arka kapağıonda kitabın soğuk savaş ortamında kayıplara karıştığı ve bir avuç entelektüelin tartıştığı bir kitap haline geldiği belirtiliyor. Bence bu husus, kitaba kuşku düşürmek yerine onun gerçekliğine işaret ediyor. Eğer kitap, antikomünistlerin yararlanacağı bir kitap olsaydı Emrah Beyin iddia ettiği gibi, batılılar bu kitabı soğuk savaş yıllarında milyonlarca bastırır ve sattırırdı. Tersi olmuştur, öyle değil mi? Bence kitabın lehine bir unsurdur bu. Kitabın Fransızcada basımı var mı acaba, bu konuda bilgisi olan?
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#68
tekrar selamlar;
http://en.wikipedia.org/wiki/Jan_Valtin
Valtin was destitute when he arrived in the United States. He worked at a number of menial jobs before joining the U.S. Army during World War II. After the war he was investigated by the House Committee on Un-American Activities but cleared. He was granted U.S. citizenship in 1947.
Valtin ABD’ye geldiğinde yoksuldu. “2. Dünya Savaşı” sırasında ABD Orudusu’na katılmadan önce pek çok geçici işte çalıştı. Savaştan sonra, “Amerikalı Olmayanların Aktivitleri’ni araştıran Yerleşim Komitesi” tarafından sorgulandı ancak temize çıktı. 1947′de de, ABD vatandaşlığı izni aldı…
Valtin sadece “yaşamak için” ABD’ye kaçmış sıradan birisimi? Yoksa yaşadığı deneyimler sonucunda; Filipin’leri işgal etmiş olan Japon Ordusu’na(1) karşı savaşan ABD ordusundaki “faşizme karşı savaşan iyilik meleği” midir? İyi ve kötünün ötesinde değerlendirmek gerekiyor…
1: Faşist ırkçı güçlerin kendi paylaşımları sonrasındaki; sömürgeci; teknokratların karar vericiliği sonrasındaki hareket alanlarından Japon Devleti’nin ilerlediği bölüm, ki kendileri yüzbinlerce çocuk,kadın, seks kölelerini de kullanmışlardır, askerleri için… Doğrudan öldürdükleri dışında… Şimdi bu işkencenin tanınması için “Comfort Woman” kampanyası örgütlenilmekte hala… Artık bu noktadaki “faşist” işgalci; sosyalist, komünist vs öncesindeki ve sonrasındaki işbirlikleri de ayrı bir konudur… Türkiye’de bu bokun içindedir de… Irkçı eğitim müfredatı hitler almanyası’ndan alınmıştır aynı düzenli ordunun daha öncesinde Osmanlı’da gerçekleştirilmesinin Prusya’dan alındığı gibi… Hatta 1-2 yıl önce, Nazi dönemindeki Türkiye’de gizlice saklanılan (Karadeniz’deki Nazi Denizaltısı görevlisi askerler) Nazi’leri anlatan bir belgeselde yapıldı, Eski bir nazi kendisi anlatıyordu…
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#69
http://www.tumgazeteler.com/?a=2528258
Hitler`in kayıp filosu Ağva sahilinde çıktı
Karadeniz’den Nazi filosu çıktı
http://www.tumgazeteler.com/?a=2528414
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#70
‘Karanlığı Aydınlatan Türk’ belgeseli
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/391272.asp
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#71
Kayıp Denizaltıların Hikayesi
http://forum.paticik.com/read.php?17,3111756
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#72
Hitler’in denizaltılarının ilk görüntüleri
http://www.denizhaber.com.tr/guncel/12217/hitlerin-denizaltilarinin-ilk-goruntuleri.html
isim önemli değil
27 Eylül 09 / 10pm
#73
Hitler’le İnönü’nün denizaltı pazarlığı
http://www.forumalerji.com/duenya-tarihi/404-hitlerle-ynoenuenuen-denizalty-pazarlydhy.html
Orhan Cerav
28 Eylül 09 / 12am
#74
Jan Valtinin “tanıklıkları” öldükten onca yıl sonra kaleme alınmış ve çeşitli tartışmalara rağmen tanıklığın doğruluğunu bir an kabul ederek söylüyorum, yaşamının son bulmasından yıllar sonra bu gerçekleri öğreniyoruz, öfkeleniyoruz, üzülüyoruz. Keşke Valtin sağlığında bu öfkeye tanık olsaydı demekten insan kendini alamıyor. Yukarıda bugün başka bir Tanığın çığlıklarını duyuyorum. Valtinin öyküsünün gerçekmi değilmi tartışmasından çok daha gerçek bir Tanık. Bu tanık güncel bir tanık. Aramızdaki bir Tanık. Bu özel bir durumdur efendim, bu kişisel bir olaydır efendim gibi gerekçelerle örtbas edilmemesi gereken bir Tanık. Konu mankenlerinin ve gerçeği bilip bilmeden “tek yaptığın çamur atmaktı” diyecek kadar kendini Zileliye kaptıranların üstünü örtmeye gücünün yetemiyeceği kadar güçlü bir tanık. Ben şahsım adına Tanığın aktardıklarını, yaşadıklarını çok fazla önemsiyorum ve kendini kamuoyuna Antistalinist, Antifaşist,Antiotoriter,Antihiyerarşist,Anti… Anti… Anti…. v.b. olarak sunan Gün Zilelinin aynı zamanda Antisexist olup olmadığını, yıkıma uğrattığı insanların üzerinde kendini var edip etmediğini Valtinin anılarında sıkça rastladığımız ihanetlerin bir başka biçimini yukarıdaki Tanığa yaşatıp yaşatmadığını burada öğrenmek istiyorum. Zileli’ye özel mail yazmak ve oradan olan biteni öğrenmek istemiyorum. İşte Tanık İşte Gün Zileli. İkiside canlı kanlı aramızda. Büyük Millet Meclisinde bile her konu tartışılıyor iken bu konun burada tartışılmasını uygun bulmayanlara söyliyecek bir şey bulamıyorum. Gün Zileli’ye cevap aramak için yazacağım her mailin karanlığın ötesinde kaybolup gideceğinden çok eminim.
Herkese kolay gelsin.
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 1am
#75
O zaman buyur, söz senin “kadim dostum Orhan Cerav”. Hodri meydan. İşte istediğin gibi anlat bakalım benim antiseksistliğimi ve daha daha nelerimi.. Burada hep birlikte seni ve “Tanığını” dinliyoruz, Tüm ithamlarınıza yanıt vereceğim.
Arkadaşlar, burada bu tartışmanın seyrinin değişmemesi,düzeyin korunması, şahsiyat yapılmaması için tüm çabayı gösterdiğimi siz de takdir edersiniz. Ne var ki, her zaman “kadim dostum” diye bağrıma bastığım ve gerçekten, şu ana kadar bile yüreğimdeki yerini boşaltmadığım Orhan Cerav’ın yuikarda yazdıklarından sonra bu suçlama ortamını daha fazla engelleyemezdim. Bu, benim bir açığım olduğu ve dolayısıyla kaçtığım anlamına gelecekti. Hepinizden özür dileyerek “yargılamayı” açıyorum. Sonunda kimin ne olduğu, kimin ne yaptığı umarım anlaşılır. .
Yalnız, suçlayıcılardan tek isteğim (uymalarını rica etmekten başka bir şey gelmez elimden) olaylarda şu ya da bu şekilde rol almış insanlara zarar vermemeleri için isim kullanmamalarıdır.
Buyrun, sizi dinliyorum Orhan Cerav ve “Tanığı”. “Sanık” olarak ayağa kalktım.
2.tanık
28 Eylül 09 / 3am
#76
bırak artistliği gün. yeter be! ailedeki şizofren geni sadece kardeşin can’la kaim değil. sen ciddi bir hastasın. senin seksüel tedaviye ihtiyacın var, ya da şizofreni tedavisinei. bütün şizofrenini kitaplarında utanmadan kardeşin can’a projekte ettin, o ise bütün şizoit haline rağmen bunun farkında ve sana gülüyor. senin gibiler daha tehlikeli. nasılsa ıp numaramdam kim olduğumu tespıt ettireceksin. kolay gelsin, utan artık… Utan be!
isim önemli değil
28 Eylül 09 / 5am
#77
Konuya dair açıklama bekliyorum. İlginç bir şekilde burada jan valtin’den tartışırken başka bir “iç konu”da açıldı… Hesaplaşmak zordur, hele ki genelde deneyimlerim sonucunda, bireyin kendisi ile hesaplaşması/yüzleşmesi daha da zordur. Hayat boyu sayısız kere “hata yapmak” kaçınılmazdır ve sonrasında da hata/etik kabul edilmeyen (ahlaki değil) tutumlar olduğunda bu kendisine acı da verebilecek şeylerdir… Ancak her ne kadar daha önceki açıklamalarından “ciddi sorunlu” bölümler keşfetmiş olsamda, “2. tanık” rumuzunun doktorvari tanımlar üzerinden eleştirmesi de sorunlu geliyor bana, ya da tamamen habersiz olduğumdan ötürü de anlayamıyorum… Şizofren olmakta bir oluş hali olabiliyor… Ancak şu da bir gerçekki deneyimlediklerimden, bireysel özgürlük, daha güzel bir dünya, yazarlık, yönetmenlik camiasındaki isimlerin egoları daha da şişkin olabiliyor…
2. tanık bahsettiğin kitapları okumadığımdan birşey diyemiyorum. Üzerine yapılmış çokça salt olumlu eleştiri olduğu gibi salt olumsuz eleştiri de var… Lakin benim bildiğim bu topraklarda “harakiri” yapabilmiş ciddi sorunlara vesile olmuş ve kendi “cezasını” kendi iktidarı pahasına vermişler pek yok.
Canı gereksiz yere yandı ise bir canlının; telafi etmeye çalışmak, en azından yaptığının başkası için ne anlama gelebildiğini bir kere daha düşünme anlamına da geliyor. Ancak ben açıkçası böyle bir tedavinin “geçmiş silmenin” mümkün olabileceğini sanmamakla birlikte, şimdiye dair, “görece daha iyi bir etkisinin” olabilmesi ihtimalini denemekten yanayım pek çok sefer… Lakin bakarsınız hiçbirşey değişmez, üzücü de olsa da sonucunda, ama samimiyet önemli birşeyde…
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 7am
#78
Lafı boşuna uzatıyorsun “ismi lazım değil” arkadaş. Bu sanal “yargılamada” “sanık” olarak yerimi aldım. Ayağa da kalktım. “Tanıkların” ithamlarını dinlemeye hazırım. Bakın, gördüğünüz gibi ne sansür var, ne bir şey. Ömrü boyunca yargılanmış, kovalanmış bir insanım, alışkınım yani. Adil karar bu tartışmayı izleyenler jürisi tarafından verilecek, buna inanıyorum.. Buyrun. Sizi dinliyorum. İthamlarınız lütfen.
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 7am
#79
Arkadaşlar, yukardaki, çılgın bir hal sergileyen “2. tanığın” iddiasını, yani şu “ip numarasıandan tespit ettirme” paranoyasını hemen açıklayayım. İp numarasından kimsenin kimliği ya da emaili tespit edilemiyor. Geçmişte özeleştirisini yaptığım bir araştırmadan bunu da biliyorum. Bunu o zaman da biliyordum ama sadece, bu siteye yollanan porno ilanlarıyla, şu anda beni bu sanal yargılamaya sürükleyen kişinin aynı kişi olup olmadığını öğrenmek için bakmıştım. Yani bildiğim kadarıyla, ip numarasından sadece farklı adlarla yollanan maillerin aynı kişi tarafından yollanıp yollanmadığı tespit edilebiliyor, bunun ötesinde o kişinin kim olduğu tespit edilemiyor. Zaten bu tür araştırmalar yapmanın da bo, saçma ve polisiye bir şey olduğunu To be polis or not to be yazısında belirttim ve bir daha da böyle bir saçmalık yapmadım. Böyle bir zahmete girmeyi gereksiz ve yanlış buluyorum zaten. Ayrıca bu zahmete girmeye gerek de duymuyorum. Çünkü “tanıkların” kim olduğunu çok iyi biliyorum.
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 7am
#80
Bu ardada, yazıları beklemede olan Halim Kar ve Haydar Karataş arkadaşlardan tekrar özür diliyorum. Siteyi düzenleyen arkadaşla hala temas kurulabilmiş değil. Bugün telefonla arayacağım kendisini artık ne yapalım.
başak
28 Eylül 09 / 8am
#81
Henüz kişisel ve başka nedenerden sunumumu yayına koyamamaka beraber karanığın ötesine kendimce nacizane bir lakırdı karaladım bende…
Kitabın dışında ve içinde; Tanık Hanımın söyediklerinde bir gerçeklik payı varsa eğer ki, kadınları iyi tanırım. harf ve duru görümün işaret ettiği kadarıyla : yalancı dili yazını değil bu !
Basbayağı şoka uğramış ve canı yanmış. Söyledikeri doğruysa bu yürekli davranışından ötürü kendisini kutluyorum ! yerinde olsam aynısının çok fazlasını yapardım…krala çıplak diyen de çıplaksa , işte tarihin ve siyasetin bütün çelişkisi budur..o halde .”kitabın” özetide…
bp
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 8am
#82
Başak, gerçi “doğruysa eğer” diyorsun ama bilmediğein durumlar için nasıl hak verebilirsin anlamıyorum. Önce dinlemen gerekir değil mi? Jüri üyeleri bile böyle yapar. Senden ricam önce ithamları dinlemen ve sonra vicdanınla karar vermendir. Aksi takdirde bilmeden de olsa yargısız bir infaza ortak olursun.
Gün Zileli
28 Eylül 09 / 8am
#83
“Yargıç”, “Savcı” ve “tanıkları” sabahtan beri bekliyorum. Henüz bir ses yok. anında cevap vermek istiyorum ama 24 saat de bekleyemem doğrusu Pc’nin başında. Şimdi çıkmak zorundayım. 1 Saat sonra döneceğim. Bu arada ithamlar gelirse, hemen yanıt vremememin sebebi şu anda orada olmamamdır, bu böyle bilinsin.
Filiz
28 Eylül 09 / 9am
#84
Radikal çevrelerde taciz üzerine düşünceler…
Öncelikle şunu belirtmelyim ki, radikal topluluklarda ortaya çıkan şiddet ve taciz olaylarına karşı bir cevap değildir yazmak istediklerim. Bu kadar nazik bir konuda, genellemelerden kesinlikle kaçınılması gerektiğinin farkındayım. Çünkü yaşanılan her olay, kendi özgünlüğü içinde ele alınıp, soyutlamadan yaklaşılmalı ve ona göre çözüm, öneriler geliştirilmelidir.
İkincisi, ben sadece radikal grup ve çeverlerde yaşanan istismar ve taciz olaylarında, “ne tür tepkiler verilmeli”, “yaklaşımlar nasıl olmalı”, “tacize uğrayan ve taciz yapan bireylere nasıl yardımcı olabiliriz”, “istismara uğrayan arkadaşımızla dayanışma gösterirken, istismarcıyı dışlamadan, somut bir olayda nasıl tavır alınabilir” gibi soruları deşmekten yanayım açıklamaktan çok. Çünkü hiç birimiz, yaşadığımız toplumun, cinsiyetçi ve güç ilişkilerinden kurtulmuş değiliz. Bu virüs, az ya da çok, herkesin içinde barındırdığı bir bela. Taciz yapan bireyi, grubun dışına koymakla olay bitmiyor.
Ayrıca ben, kadınlar üzerinde uygulanan taciz çeşitlerine değineceğim. Bununla, erkekler tacize uğramaz demek istemiyorum. Hepimizin tahmin edeceği gibi, dünyanın neresinde olursak olalım, kadınlara karşı uygulanan şiddetle, erkeklere uygulanan şiddet arasında bir uçurum var. Ben de bir taraf olarak, kendi tecrübe ve deneyimlerim, bilgim ışığında, kadınlar üzerindeki şiddetin bir ucuna değinmek istiyorum. Bu da anlaşılır birşey, içimizde “ağır” ya da “hafif” tacizden payını almayan bir kadın olduğunu sanmıyorum.
Yıllardır hem teorik hem pratik çalışmalar yaptım feminizm üzerine. Kadın çalışmaları içinde bulundum. Farklı coğrafyalarda, farklı sosyal, siyasi ve ekonomik geçmişleri olan, farklı tecrübeler yaşamış kadınlarla deneyimler paylaştım. Farklılıklarımıza rağmen, dünyanın hemen hemen her yerinde, kadınlara karşı uygulanan şiddet, öyle benzerlikler taşıyordu ki, bu noktada buluştuğumuzu, dilimizin ortak olduğunu derinden hissettim.
Güç ilişkilerine göre kurulmuş yaşamlar içindeyiz hepimiz. Taciz ve şiddet de bu güç ilişkilerinin bir ürünü. Aynı zamanda da çeşitli ve karmaşık. Şöyle ki, aktif- pasif taciz, fiziksel, duygusal, cinsel taciz olarak adlandırabiliriz.
Kadınlar, genel olarak, ekonomik gelir dağılımı, siyasi iktidar, “entellektüel birikim” vb gibi alanlarda, bölüşümün en altlarındaki bir kesim. Ya da böyle olmaları istenen bir kesim. Bu nedenle, sömürü ve şiddete uğramaları da daha fazla oluyor.
Benim üzerinde durmak istediğim istismar ve taciz olayları, daha çok mürekkep yalamış, eli kalem tutan, solcu aydın, anarşist, aktivist, marksistlerden oluşan, grup ve çevrelerde, gözümüzün önünde, dikkatimizi çekmeden, günlük yaşamda olagelen, sözlü, cinsel, fiziksel istismar ve şiddet olayları. Sokakta dayak yiyen bir arkadaşımızla hepimiz kolayca dayanışma gösterirken, yanıbaşımızda tacize uğrayan arkadaşımız ve yoldaşımızı neden göremeyiz?
Bu arkadaş kesinlikle böyle birşey yapmaz, asla inanmam! Çığlığı bana hiç yabancı gelmiyor artık. İşte tam da bu cümle, içimizden birinin taciz olayını örtmeye yetiyor. Çünkü bizim tanıdığımız tacizci , genel standartlara uymuyor. Biz onu, iyi bir insan, örnek bir devrimci, anarşist, aktivist, iyi bir baba, eş, arkadaş, esaslı bir entellektüel, insan hakları ve kadın hakları konusunda kalem oynatan bir “aydın” olarak tanıyor ve “güveniyoruzdur”. En zor olan nokta da bu. Görünür taciz olayında, bu genellikle fizikseldir, yüzdeki, gözdeki morluklar , olayı fazla didiklemeden anlaşılır kılar. Fakat, yukarıda saydığım gibi, bilgi birik