Komünistler…
Komünistler, 20. Yüzyılın İsa’larıdır. Dünyanın her yanında çarmıha gerilmişlerdir.
Elbette iktidar aygıtlarına tutunmuş “komünist”lerden söz etmiyorum.
John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sının sonundaki, “kendisi için hiçbir şey istemeyen” komünistlerdir sözünü ettiğim.
Yugoslav muhalif komünistlerden Milovan Djilas bunu bir başka biçimde şöyle ifade etmiştir:
“İktidarda olmayan komünistler dünyanın en fedakâr insanlarıdır. İktidardaki komünistler ise en gaddar ve çıkarcı.”
Aslında bu tam doğru değil. 1930’lu yıllarda, iktidarda olduklarını sanan komünistler de Stalinist diktatörlüğün gadrine uğramışlardır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru ya da 20. Yüzyılın başlarında (ilk on yılında) doğmuş komünistlerin ölüm tarihlerine bakın. Özellikle Alman ve Rus kökenlilerin ölüm tarihleri 1930’lu yıllara rastlıyorsa bilin ki, bunların yüzde 99’u Almanya ya da Rusya’da Gestapo veya GPU tarafından öldürülmüşlerdir.
1920’li ve 1930’lu yıllarda komünistler dünyanın her yerinde ağır zulme uğradılar. Görülmemiş işkencelerin muhatabı oldular. Bunların bazılarını Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde’de (çev:G. Zileli, Kibele, 2009) anlatır. Bu tür anlatımlara birçok kitapta rastlamak mümkündür. 1930’lara gelindiği zaman İtalya ve Almanya’da en ağır zulme uğrayanlar ve öldürülenler komünistler olmuştur. Tuhaftır ki, komünistler, uğrunda canlarını verdikleri Sovyetler Birliği’nde de, GPU bodrumlarında ya da toplama kamplarında kitlesel olarak imha ediliyorlardı (bkz. Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, Anaforun İçinde, çev: G. Zileli, Pencere, 1996, 2000). Almanya’dan, Polonya’dan vb. kaçıp, “sosyalist ana vatan” Sovyetler Birliği’ne sığınan komünist sığınmacıların neredeyse yüzde doksanı, sığındıkları bu ülkede kitle halinde imha edildiler. Bazıları, Hitler-Stalin anlaşmasının gizli maddelerine uyularak, Margaret Buber Neumann’ın anlattığı gibi (İki diktatörlük Altında, çev: G. Zileli, Yayın Kolektifi, henüz yayımlanmadı) Hitler’in Gestapo’suna teslim edildiler.
Avrupa’da durum buyken Türkiye’de farklı mıydı sanki? Aynı yıllarda az sayıdaki Türkiyeli komünist de Türkiye Cumhuriyeti diktatörlüğünün demir ökçesi altında eziliyordu. Evet, belki Sovyetler Birliği ve Almanya’da olduğu gibi doğrudan duvar önüne dizilmiyorlardı ama ölümü aratacak ağır işkencelerle karşı karşıyaydılar. Ayrıca Sansaryan Hanında işkencelerden aklını oynatanlar ve intihar edenler de az değildi. Şu trajediye bakın ki, bu insanlar, “Sovyetler Birliği” diyerek işkenceye direnirken, yoldaşlarının Sovyetler Birliği’nde GPU’nun işkencesine maruz kaldığını bilmiyorlardı. Daha da acısı, Sovyetler Birliği’nin “çıkarları” için “Troçkist ajanların” ezilmesine onay vermeleriydi. Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne sığınmış Türkiyeli komünistler de o sırada ağır baskı altındaydılar. Hacıoğlu Salih gibi bazıları tutuklanıp toplama kamplarının yolunu çoktan tutmuşlardı bile.
Daha sonraki yıllarda da dünya yüzünde komünistlerin üzerindeki işkence, baskı ve cinayetler, bugüne kadar, görece azalarak da olsa devam etti.
Görece azaldı, çünkü özellikle Sovyetler Birliği’nin ve doğu blokunun yıkılmasından sonra komünistler, kapitalist sistem için bir tehdit olarak görülmekten çıktı. Öte yandan, artık Sovyetler Birliği yoktu, en büyük komünist kıyımcısı Stalinist rejim de Stalin’in ölümünden sonra esasen son bulmuştu. Yani gerçek komünistleri kendisi için ölümcül bir tehdit olarak gören Stalinist diktatörlük yoktu artık.
Bugün Çin gibi, komünist iddialı rejimlerde ise, eskisi gibi kendilerini gerçekten davaya adayan komünistlerin var olduğunu pek sanmıyorum. Bu ülkelerde “komünist” adı, sadece “yurttaşlık bilgisi” gibi devlet derslerinde öğretilen bürokratik kurumları anlatır.
Bugün de, sözünü ettiğimiz eski tür komünistlerden yok mu? Türkiye gibi ülkelerde var. Başka bazı ülkelerde de az sayıda olsa vardır muhakkak. Bunların bir kısmı Troçkist. Bir kısmı Troçkist değil, hatta belki bazıları kendisinin Stalinist olduğunu düşünüyordur. Buna rağmen, samimiyetleri ve davaya bağlılıkları oranında onları da gerçek komünistler olarak görebiliriz.
Bugün yaşayan komünistleri, bütün yanılgılarına ve önyargılarına rağmen devrimci unsurlar olarak değerlendirmek gerekir. Bazı anarşistler gibi kestirip atan bir tutumu doğru bulmuyorum.
En azından vefa diye bir şey vardır. Bütün yanılgılarına rağmen, madem ki komünistler, geçtiğimiz yüzyılda, rejimler tarafından (ister faşist, ister komünist, ister demokrasi adlı olsun bu rejimler) en fazla zulme uğratılmış ve kitlesel ölçüde kırıma uğratılmış insanlardır, bir devrimciye düşen, onların karşısında saygıyla ayağa kalkmak ve yaşayanlarına da dostça el uzatmaktır.
Gün Zileli
12 Eylül 2011
birazdan akpli kardeşimiz gelip bütün suçun komünistlerde olduğunu yazacak… uyuyakaldı herhal.
ironik yorum akp liyi muhakkak uyandıracaktır bu sıra milli duyguları zirve yapıp emperyal hedeflerle bölgeyi dizaynla meşgul olsada yukardaki makaleye ve kmünistlere saldırmamış yapamaz.son dönemlerde her kese ve kesime saldırarak olumsuz eleştiri örneğinin zirvesine çıkıp dikkatleri üstüne çeken zileliden olumlu eleştiri örneğinde seviyeli hatta toplumsal muhalefet dinamiklerinden geçen yüzyılın mağduru komünistleri motive edip asıl işlerine odaklanmalarını teşvik edecek nitelikte olumlu yazı olmuş.
Komünistler ; 150 yıldan bu yana, ‘İnsanlık İçin Tek Bir Dünyada Sınıfsız Toplum’ istemek “hayalciliğinde” olup, uğradıkları işkencelere, ölümlere rağmen bunu istemekten vazgeçmiyorlar. Bunu da bu dünyada istiyorlar üstelik, her türden cehennemi yaşama fedakarlığı göstererek… Dindar idealistin ölünce cennete gitmesine benzer bir büyük ikramiye de yok ortada .. Abdal mı bu Komünistler ?! Anarşistler gibi Cin olup adam çarpsalar, reel politik pragmatistler gibi Şeytanla dahi işbirliği yapıp, iktidar elde etmeye nöbetçi olsalar ?!!
Biraderler tek tek komünistler baska Stalinist ideoloji baska birsey. önemli olan niyettir, insan her turlü ibadetten önce niyet etmelidir, niyet zaten bozuksa ibadetin de manasi yoktur, niyet iyi ise yapialn yanlisliklar mühim degildir. Denizde çirpinan bir adam var ve siz sahildesiniz, hemen atlayip kurtarmak istemektesiniz , ama bir mes’ele var yüzme bilmemektesiniz, belki kendini kurtarabilecek olan adama sarildiginiz için ikiniz birden boguluyorsunuz, heyhat. Iste yukarda tarif edilen ütopyaci ve romantik komünistler bu türden adamlardir. Yine sahilde dolasan bir komünistsiniz ve yüzme bilmektesiniz, denizde çirpinan bir adam var. Hemen hizla elbiselerinizi çikarip denize atliyorsunuz ve adami kurtariyorsunuz, karaya ayak bastiginizda herkes sizi alkisliyor, fakat pantolonunuzu tekrar giydiginizde ne görüyorsunuz? Siz adami kurtarirken biri sizin cüzdaninizi yürütmüs,iste bunlar da gerçek ve gerçekçi komünistlerdir. Allah hepimize birinci türden insanlara benzemeyi nasib etsin, ikinci türden olanlardansa uzak duralim.
amin güzel kardişim . inşallah bu dinsiz komünistler de senin gibi doğru yola gelecekler.
sana bir şarkı yazdım izninle paylaşmak istiyorum akpli casusum benim:
Sana Hasret Sana Vurgun Gönlümüz
Neredesin Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Bu Gemi Bu Karadeniz
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Ararım İzini Dolmabahçeden
Bir Daha Dönmezmi Bu Yola Giden
İçimde Sen ,Gözümde Sensarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Kurban Olam Yürüdüğün Yollara
Kara Peçe Yakışmıyor Kullara
Uyan Bak Bizim Hallara
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
Bulutlar Terinden, Dağlar Kokundan
Sarhoştur Sevdiğim casus belli Bundan
Bir Daha Gel, Gel Samsundan
Sarı Saçlım Mavi Gözlüm
Nerde Nerde Nerdesin Dost
sondan bir önceki kıtayı değiştirmeyi unutmuşum affet beni hocam
casusla antagonist çelişkilerimiz olsada komünistlerle ilgili bir makalede komünist düşmanı casususu aratmayacak seviyede ülkedeki komünistlere yapmadığı kalmayan ‘sarı saçlı mavi gözlüye’ güzelleme yapmakla aslında kemalizmin kutsala soslanmış devamı olan neo-kemalistlerle bir farkının olmadığını hala anlamayıp sistemin ve ekselanslarının hizmetinde olanların işi olabilirdi pes vallahi bukadar erken buluşup sevişeceğinizi bende beklemezdim. ilahi zileli bir makale ne cevherleri açığa çıkardı devam et
zihin açıcı bir yazı olmuş.
Ve artık herhalde eski Doğu Bloku’ndan sonra Türkiye’de de “komünizm ve hatta demokrasi rejimleri altında inim inim inlemiş komünistleri” bulup el uzatmak görevi de Gün’e düşüyor. Gün Zileli zulme ve kitlesel kırıma uğratılmış olanlar için saygıyla ayağa kalkacak ve yaşayanlarına da dost elini uzatacakmış… Breh breh breh…
Celal Bayar’dan sonra bir de Gün Zileli çıktı başımıza. Bu kış ta hem komünizm hem de demokrasi gelecek… Allahtan bizi koruyacak Gün var…
Devrimciler Gün’e gerçekten dostluk eli uzatmalı, yoksa daha vahim analizler bizi bekliyor. Siyasi sabıka dedikleri böyle bir şey olmalı.
Hemen kızma Gün…
Seni boynuna kadar battığın Birikim-İletişim ve AKP adlı bu karşı devrimci bok çukurundan kurtarmaya çalışırken varsın bizim de ellerimiz kirlensin, ziyanı yok. Bu sitenin değerli okurlarına senin içine düştüğün durumu da anlattığına inandığım bir yazıyı tavsiye edeceğim izninle. Sendika.Org’tan Ahmet Kaplan’ın “Nasıl Birikim’ci olduk?” başlıklı yazısı. Gerçek anarşistleri tenzih ederek yazıyorum ama sen bunu sadece liberter-anarşist olan kendin için “Nasıl anarşist oldum?” diye de okuyabilirsin. Bu yazıdan bir paragraf:
“12 Eylül ile beraber Birikim dergisi de yayın hayatına son verdi. Geçenlerde sanırım Melih Pekdemir 12 Eylül’ün saldırmadığı tek sol dergi çevresinin Birikim olduğunu söylüyordu ki bu doğrudur. Ancak bu durum bir ajanlık ilişkisinin sonucu değildir. 12 Eylül darbesi emperyalizmin iktisadi politik çıkarları gereğince organize edilen bir darbe idi. Darbeden önceki 30 yılda sol liberal politikalar tüm emperyalist ülkelerde devrimci sosyalizme bir alternatif olarak destekleniyordu zaten. CIA ve diğer emperyalist istihbarat kuruluşları bu ideolojinin solda yayılmasını desteklemek için tomarla parayı gizli biçimde bu ideolojiyi destekleyen Encounter, Monat, Quadrant Preuves vb dergilere aktarıyorlar, üniversiteler sol liberal aydınlara ardına kadar açılıyor, post-modernizm, Frankfurt Okulu, kimlik politikaları vb emperyalizmin sola ilişkin resmi ideolojisi konumuna yükseliyordu. 12 Eylül yönetiminin Birikim çevresine dokunmamasının nedeni tam da budur; 12 Eylül darbesi olduğunda sol liberal politikalar emperyalizm tarafından zaten resmi sol ideoloji konumuna yükseltilmiş durumda idi.”
Yazının tamamı http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=39613 adresinden okunabilir.
Sen akıllı adamsındır Gün, sana denileni iyi anlarsın.
Dediğin gibi henüz kendime bir köşe bile bulamadım, kalem satacak yer de kalmayınca senin sitene kadar düştük işte n’apalım. Ekmek istemiyoruz, su istemiyoruz. İyi kötü bir rakı muhabbetimiz bile var, hayatlarımızdaki ilk aşklarımızı ilk kez nasıl öptüğümüzü bie anlattık birbirimize, de’leri da’ları da idare edersin artık. Nihayetinde ben Edebiyat değil Fen kolu mezunu basit bir mühendisim.
Kendine iyi bak. Anı kitaplarında yazdığın ve gençliğinde yaptığın gibi katıldığın mitinglerden sonra geneleve gideyim deme bir daha, hem yaşlandın hem de hastalık kaparsın. Seni boktan bir yerden kurtarıp başka boktan bir sebepten kaybetmeyelim. Komünizm mücadelesinin sana ihtiyacı var.
Sağlıcakla,
XXX
Bak bunda, kendinin Gun Zileli olmadigin konusunda, hakli da olabilirsin cunku benim tanidigim Gun Zileli, eski arkadaslarinin adlarini kendisine nickname olarak sececek kadar adilesmemistir diye dusunmek isterim…
Zaten bunun kinanmasi gerektigini ve bu tur takma ad kullanimlarini asla onaylamadigini da “Umit Zileli” takma adini kullanan birine verdigi sert cevapta da soyledigini hatirliyorum. Simdi de Gun Zileli’nin ayni sekilde ortaya cikip baska insanlarin adlarini takma ad olarak kullanan senin gibi bir avenesinin kendi sitesindeki bu cirkin ve saldirgan davranisini onaylamadigini da buradan ilan edecegini dusunuyorum. O zaman sira senin gercek kimligine ve niyetine gelir ki bu polemikte soyleyecek bir seyin ve eger seninle kaldigimiz bir yer varsa oradan devam ederiz… Soz sana Kuba’yi ve Moskova’yi da anlatirim o zaman.
Simdilik parazit yapma, buyuklerine saygili ol, mikrofonu da ustan Gun Zileli’ye birak!
Zaferler yakışırdı Hasan Yalçın’a!
http://www.youtube.com/watch?v=Eh8ElM_yxP4
78 devrimci gençlik geleneğinden olmama rağmen yukardaki seviyesiz bilinenleri tekrardan öteye geçemeyip yenilmekle kalmayıp kendini yeniden üretemediğinden ve yaşanan hayatın dışına düştüğünden giderek tükenen kuşakların hazin sonunu görmek üzüntü veriyor.bir taraftanda bu tükeniş olmadan yeninin filizlenemeyeceği düşüncesi ile seviniyorum.yaşanan hayatın pratiğinin dışına düştüğünden sokaktaki sıradan insanında gerisine düşüp düşünsel seviyede kabızlığın sancılarından en yakınındakine saldırmaktan başka elinden bir şey gelmeyenler asıl sistemin hegemonyasının içinden ses verdiğini bile anlamayanlar olduğunu gelecekte üzülerek fark ettiklerinde çok geç kaldıklarını anlayacaklardır.yaşanan hayatta kendine yer bulamayanların bu sitede de bulduğu yerden ne bizlere nede kendisine bir katkısı olacağını sanmıyorum
Ola ola PKK destekçisi oldun, bu mu yani?
Zileli,komünizm düşmanlığı yapıyor.
Zileli’nin sağcılığının bir belgesi daha.
Savaşımdan kaçmanın,teslim olmanın belgesi bu.
özgürlükçü reyize gelsin
yav antagonistik çelişkilerim falan var demişin de oraya o şarkı sözünün neden konduğunu anlamaktan acizsin reyiz. bak mesela reyiz yazdım demek ki ülkücüyüm. yaz şimdi “müthiş bir cevher buldum gün abey ehheh, ironik ve ağdalı bir dilim var o halde herşeye yorum yapmalıyım gün abeyy”. kardeşim az biraz kavra bazı şeyleri artık. süfer özgürlükçü olacam diye sekterliğin bataklığında havasız kalıyorsun sonra bir bakmışsın oksijen yoksunluğu düşünce özgürlüğüne engel olmuş. a aaa yakıştımı bu yaptığın zalım atmosfer. sen bir darbecisin zalım atmosfer, evet tam olarak busun. ozon tabakanı al da git buradan!!!!1111!!!!!!11!!11
Başka isimlerin arkasına sığınma ve çık ortaya.
Merak etme sende namus, ahlak ve vicdanın kalmadığını iyi biliyordum ama hiç değilse kendi adını taşıyan gunzileli.com’da bir tartışma ve yayın düsturu savunabileceğini umduğumu da burada üzülerek itiraf etmeliyim. Beni hayal kırıklığına uğrattın. Demek ki sadece kitaplarında değil sitende de bir yayın ahlakından yoksunsun artık.
Geçmişte yayınlamış olduğum yayınlara göndermiş olduğun çeşitli takma adların sana ait olduğunu bildiğim halde editör olarak bu eleştirilerini ve yorumlarını yayımlamayı hiç sorun etmedim. Bu anlamda senin bu mektupların arkasındaki kişi olmanı da dert etmeden eleştirilerini de kesmeden yayınladım, gerek gördüğüm bazılarına da cevap bile verdim. Şimdi gelebileceğin seviyesizliğin bu son en alçak ve en ahlaksız durumunda gözünü karartmışsın ve her yola başvurmaya hazırsın.
Senin kurtuluşun yeniden sosyalizme güvenmende ve sınıfsız toplum mücadelesine katılmanda. İnan bana, “Ayıdan post, Taraf’tan, Birikim’den ve AKP’den dost olmaz!”
Madem omurgadan söz açıldı o zaman senin omurganı burada tartalım.
Doğu Perinçek’e en son mektubunu hangi tarihte yazdın ve kendisinden ne istedin? Doğu’lar bu mektubuna ne cevap verdi?…
Kitaplarına baktım ve aradım, Doğu’ya yazdığın bu son mektubunu ve yukarıdaki soruların cevabını hiçbir yerde göremedim. Kayıp mı ettin? Hatırlamıyor musun? Yoksa yazdıklarından utanıyor musun?
Bir kadirbilirlik daha göster; evinde seni barındıran arkadaşının karısını yan odada yatıp nasıl hayal ettiğini, nezarette işkence gören yoldaşlarının çığlıkları altında nasıl mastürbasyon yaptığını, mitinglerden çıkıp-kaçıp nasıl genelevlerde soluğu aldığını anlatır gibi şu son mektubunu da anlat da bizi daha fazla merakta bırakma.
Gördüğün gibi senin sağlığın, duyguların, düşüncelerin ve teoriye eşsiz katkıların ve analizlerin bizi her zaman endişelendiriyor. Seni giderek ama sahiden en büyük liberal büyüğünüz Celal Bayar’a benzetmeye başlıyorum.
Artık korkmana gerek yok Gün, bu kış da komünizm gelmeyecek! Elma dedim çık ortaya…
akp li casus yukarda ses verdi bana öcü oldun diyor özgürlükçünün yorumunu nerenle okuduğun anlaşılamadı?komünistlerle ilgili makalede asıl işlevi komünist ve benzeri toplumsal muhalefeti yok etmek olan kemalizme güzelleme yapanlarla arabistana laiklik satmaya çalışan neo-kemalistlerin aslında aynı sistemin savunucuları olduğunu anlayıp yaşanan hayatın içindeki toplumsal muhalefetin asıl dinamiğin özgürlükçü siyasi kürt hareketi ve bileşenlerinin olduğunu anlayabileceğini beklemiyordum.onun için ilave yorumda hayatın pratiğinin dışına düşüp düşünsel seviyede sokaktaki insanın 30 yıl gerisine düşenlerin yapacağı dedikodu seviyesinde yorumlara üzülerek bitişinizi izlediğimi demiştim.bende aynı geçmişten gelip ola ola öcü olup olmadığımı ilk yerel seçimde yaşayarak göreceğiz 100 belediyeyi 300 e çıkarınca hayatın dışına düşenlerle pratik hayatın içinden üreyen alternatif başarı siyasetinin başarı öykülerinin farkını anlayacağız.tabi yinede siz bilirsiniz ekselansların arka bahçesinden seslenmek işinize gelebilir.önemli değil şimdiye kadar yaptığınız güzellemelerde hep nedense ekselanslara hizmetten başka bir işe yaramadığından benim için fark etmiyor.
300-400 pilemedun 500
“Doğu Perinçek’e en son mektubunu hangi tarihte yazdın ve kendisinden ne istedin? Doğu’lar bu mektubuna ne cevap verdi?…
Kitaplarına baktım ve aradım, Doğu’ya yazdığın bu son mektubunu ve yukarıdaki soruların cevabını hiçbir yerde göremedim. Kayıp mı ettin? Hatırlamıyor musun? Yoksa yazdıklarından utanıyor musun?”
Bunu kim cevaplayacak? Gün Zileli mi başkası mı?
ha buni bileydun casus ufak ufak öğreneyüsin.imc de kondanın genel müdürü son seçimde bölgede %50-%43 dengesi vardı dedi bu hava kara bomba harekatından sonra bölge seçmeni imha siyasetinin değişmediği algısıyla %90 seviyesinde özgürlükçü siyasi kürt hareketi ve blok bileşenlerine destek verebileceğini söyledi.aslında bekir ağardır arkadaşım olmasına rağmen bu konuda görüşmemiz olmadığı halde kendide benim gibi aynı sonuca varmış.casus sende öğrendin bu işi ben 250-300 üzü söyledim allah söyletiyor galiba belkide en doğrusunu sen söyledin 500 olursa kehanetini kutlarım.
Islam’a göre Isa (AS) çarmiha gerilmemistir, ateistler veya agnostikler bu konuya hiç girmez, bu cümleden yazarin Hiristiyan kültüründen geldigi anlasilmakta, Zile eskiden bir Ermeni kenti idi, bunu olumsuz degil, olumlu anlamda söylemekteyim, Ermenilerin çogu AKP’ye oy veriyor.
Aihm’de Katolik Kilisesi’ni “Sanık” Sandalyesine Oturtan, Vatikan’ın Belalısı Eski Katolik Din Adamı Luıgı Cascıolı Yeni Aktüel’e Konuştu
“Davam, Hıristiyanlığın sonu olabilir!”
MURAT YALNIZ – AYÇİN ÖZKAN
Dan Brown’dan sonra Katolik Kilisesi’ni en çok terleten insan 72 yaşındaki Luigi Cascioli. Mesih’e ilişkin araştırmaları yüzünden Kilise’ye inancını kaybeden Cascioli, Vatikan’a karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtı. Gerekçesi “İsa diye biri hiç yaşamadı. Kilise iki bin yıldır insanları kandırıp çıkar sağlıyor!” Vatikan’la kozunu AİHM’den önce Yeni Aktüel’de paylaşan Cascioli “Kilise’yle savaşıyorum çünkü, yalan üzerine kurulu emperyalist mantıkları uğruna sürekli savaş çıkarıyorlar” dedi.
“İsa, ölmeden önce ne kadar bağırmış olursa olsun onun sesini duymuş değilim. Bunun yerine, Kutsal Engizisyon bütün kemiklerini kırmış olduğundan ayakta duramadığı için, yakılacağı kazığa bir sedyeyle taşınmış ve yakılmadan önce de dili kesilmiş olan Cavaliere della Barre’nin atmış olduğu çığlıkları duydum. 19 yaşındaki bu çocuğun böyle barbarca bir işkenceden geçirilmesinin, canlı canlı yakılmasının ve dilinin koparılmasının nedenini öğrenmek istiyor musunuz? Bir merasim sırasında geçmekte olan haçın önünde eğilmemiş ve şapkasını çıkarmamıştı”
Türkiye ziyareti çok tartışılan Papa 16. Benedikt ve beraberindeki kardinalleri bugünlerde en çok uğraştıran konu, “Mesih Masalı” adlı kitabın finalindeki bu cümleler. Hıristiyanlık tarihi, bu cümlelerden oluşan alt yazı eşliğinde, bir film karesi gibi geçiyor Strasbourg’a çevrili gözlerinin önünden. Zira Hz. İsa’nın doğumunun 2007’inci yılı, Katolik Kilisesi’nin ağzının tadını kaçırabilecek gelişmelere gebe. Yakında Katolik Kilisesi kendini AİHM’de sanık sandalyesinde otururken bulacak. Davacı iskemlesindeyse eski bir İtalyan Katolik din adamı, Luigi Cascioli oturacak.
İddia makamının Kilise hakkındaki suçlaması çok sert: “İsa diye biri tarihte hiç yaşamadı. Sözü edilen kişi milliyetçi bir Yahudi olan Gamalalı Yahya’ydı. Kitab-ı Mukaddes de pagan dinlerinin söylenceleri ve inanışları kopya edilerek oluşturuldu. Katolik Kilisesi bu yalanlarla yüzyıllardır insanları aldatıp, itibar ve maddi kazanç sağladı!”
Cascioli’nin bu teorilerini AİHM’ye kadar taşıması, Katolik Kilisesi’nin Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” kitabının ardından karşılaştığı en zor durum. Çünkü milyarlarca insanın dini inancının meşruiyeti, bir mahkeme salonunda sorgulanacak!
Katoliklikten ateistliğe
Cascioli, köklü bir burjuva aileden geliyor. Mesleği olan ziraat uzmanlığından emekli ve iyi bir din adamı kimliğine sahip. Gençliğinden beri Hıristiyanlık tarihi, Kitab-ı Mukaddes üzerinde çalışıyor. Çalışmalarının odağındaysa İsa Mesih var. Cascioli’nin inancı açısından en kritik dönem Bagnoreggio Rahiplik Okulu’ndaki üç yıllık çalışması. Bu dönemin sonunda, yukarıda dile getirdiği sonuca varıyor. Bir Katolik olarak Kilise tarafından uğradığını düşündüğü bu “ihanet”ten sonra, kendini ateist olarak tanımlıyor ama diğer inançlara saygısı olduğunu da her fırsatta dile getiriyor.
2001’de kaleme aldığı “Mesih Masalı” (The Fable of Christ) adlı kitabı yazmasının nedeni “Hz. İsa’nın yaşadığına dair kanıt olmadığı” iddiasını insanlarla paylaşmak! Ancak İtalyan rahip Enrico Righi, Hz. İsa’nın iki bin yıllık bir gerçek olduğunu savunup Cascioli’yi kınayınca Cascioli belki de tarihe geçecek kararını veriyor. “Halkın saf duygularını ve yaygın inançları suistimal ettikleri” gerekçesiyle 13 Eylül 2002’de hem rahibi hem Katolik Kilisesi’ni İtalyan mahkemelerine dava ediyor. Cascioli’nin talebi şu: “Hz. İsa’nın yaşadığının” somut şekilde kanıtlanması! Dört yıl süren dava sonunda işin içinden çıkamayan İtalyan mahkemesiyse “Bu davayı sonuçlandırabilecek tek merci AİHM” diyerek Ocak 2006’da topu Strasbourg’a atıyor. AİHM de, Mayıs 2006’da davayı gündeme almayı kabul ediyor.
Haberin devamını Yeni Aktüel dergisinin 73. sayısında bulabilirsiniz!
Evet, bir ateist veya bir agnostikten beklenen Isa diye bir insanin asla yasamadigini içsellestirmesidir. En azindan (hasa) tanri olmadigini, çarmih vs olayinin düzmece oldugunu söyleyerek biz yolun yarisini kat etmis olmaktayiz. Ya siz? Ayrica tanri tanimaz komünistlerin, hiristiyan kültürü etkisi altindaki yazar tarafindan hiristiyanlarin (hasa) tanri addettikleri Isa’ya benzetilmesi insana sayin yazarin theologie de liberation adli hiristyan sosyalist akimin etkisinde oldugunu düsündürüyor.
ne o casus belli… soneryalçınküçükgillerin külliyatına mı merak saldın??? onlar kripto-yahudi avına çıktılar, sen de kripto-hristiyan avına mı çıkıyorsun?
(haşa)diyen casus aramızdaki çizgiyi netleştirdiğin gibi bizlerin haşası olmayıp bütün tabu ve kutsalları gereği gibi konuşup tüketebildiğimize fesatlanmandan olsa gerek yinede bu siteyi bırakamıyorsun.her nekadar yorumlarında insanlığın bu gün ulaştığı birikimlerin çok gerisine düştüğünü anlamadan açık etsende yine de ısrarla buralara takılıp asıl sorulardan kaçarken giderek körle yatıp şaşi kalkan örneğindeki gibi olumlu etkileneceğin umudundayım.sende benimgibi öcüleşirsen bizim kabahatımız değildir.bence öcüleşmekten çok ısrarla eleştırıp zıttın sandığın kemalizmin yeni versiyonuna daha benzer sendromlar gösteriyorsun dikkat et kendi zıttına dönüşme?
Sen ne diye israrla etnik kökenine sarilip “ben lazim” diye “fesatlandin”? Demek ki Yalçin Küçük’e özenen ben degil, senmissin. Zaten Yalçin Küçük senin sevgili pek demokrat liderinin bas danismani degil mi idi? Siz var ya, Kemal, Apo, samanlik güzeli Ertugrul, Tüsiadçilar, hepiniz laikçisiniz ve ayni sepettesiniz. Senin gibi Stalinciler ise irkçinin, fasistin, gericinin önde gidenidir. Biz ise irk, din, dil, etnik köken ayrimi yapmayan , insan haklari savasçilariyiz, o kadar.
Ermeniler bu topraklarin gerçek sahibidir, Cumhurbaskanligi Köskü’nün arazisinden Anitkabir’e, Istanbul Hilton’dan, Harbiye Orduevi’nin bir bôlümüne kadar birçok arazi Ermenilerden gaspedilmistir. Hepsi geri verilecek, Kemalist Türk ve dönmelerin ve Kürt agalarnin el koydugu topraklar, Perinçek’in babasinin gayrimenkulleri ve IP’in el koydugu Takim’deki bina dahil.
çok ayıp casus diline biber süreceğim.yapılan yorumlardan ve pratiklerimizden hiç bir şey anlamamış olamayacağına göre bu seviyede yalancılık ve iftira yakışmadı.kürt sorunu konuşurken ve dilbilgisi özrümden mevzuya lazlığımız karıştığını biliyorsun.etnik kimlik ısrarı olmayıp açık yürüyüşlerde şimdiye kadar hiç duymadığın’kahrolsun milli duygular’solaganını ilk defa söyleyen kişiye ırkçı diyebilip kendini özgürlük ve insan hakları savaşçısı saydın pes vallahi.samanlık hakaretini birdaha yapma bilirsin samanlıkta basınca ne yapıldığını?basılırsın karizman çizilir?benim az buçuk faşizme karşı savaşım olmuştur galiba benden çok faşizme senin yakın olman lazım.laikçi olmadığımı bir anayasa panelinde ilk okula babasıyla başı örtülü gelip alınmayanların öğrenim özgürlüğünü savunabilen sadece ben olduğuma göre ben laik ve laikçi değilim tam tersine senin yalaya yalaya okşadığın amirin laik olmalıkı araplara laiklik satıyor.ermenilere gelince hırantın cenazesine çocuklarımla birlikte katılıp yine panellerde izmitin karşısındaki bu günkü bahçecikte 20 bin ermeninin 96 yıl önce yaşadığını bunları yok etmek soykırım ve vahşettir bunu haykırdığım için beni hain ilan eden anayasa ve kurumlar gayrımeşrudur diyen benim sen nasıl insanlığın özgürlükçü değerlerini savunan olabiliyorsun icraatın nedir? ben nasıl etnikçi ırkçı faşist oluyorum?daha önce hakaret dilinden dolayı uyarmıştım samanlıkçı faşist,stalinist,ırkçı gibi hakaretleri bana yapamazsın ağır konuştum daha ağırınıda konuşurum diline dikkat et yalama?
* Efendim, laikçi olmanın utanılacak bir yanı yok. Ben olsam laikçiliği bir hakaret olarak algılamazdım, zira laiklik gerekli bir şeydir; sadece kemalistlerin burjuva-modernist laikliği ile araya mesafe konulmalıdır. İlkokul çağındaki bir çocuğa başörtüsü giydirilmesini bir özgürlük olarak görmüyorum, aileler çocuklarının neye inanıp inanmayacağına asla karışmamalıdır (ha eğer çocuk kendi hür iradesiyle başörtüsü giymeyi tercih ettiyse -ki nadir olarak görülen bir vakadır- bunda bir sorun yoktur. Ayrıca baskı yoluyla, yasakçılık yoluyla da laikleşme olmaz, 90 yıllık deneyim bu tarz bir “laikliğin” iflas ettiğini ispatlamıştır.). Özgürlükçü bir kişinin aynı anda hem üniversite kapılarında mağdur edilen başörtülülerin hakkını savunması, hem de çocuk yaşta ailesi tarafından dini baskı görenlerin hakkını savunması gerekir kanımca. Kemalistlerin çarpık, tepeden inmeci bir laiklik anlayışı var diye laiklikten, akılcı ve bilimsel düşünceden komple vazgeçecek değiliz! Özgürlükçü bir laiklik paradigması oluşturmamız gereklidir.
* Tayyip’in Arap halklarına “satmaya çalıştığı” laikliğe gelince; bu, kökten-piyasacı, piyasa rasyonalizmini esas alan bir laiklik anlayışıdır, islamın birtakım sosyal adaletçi kısımlarını budayarak kapitalizmle/emperyalizmle tam uyumlu hale getirilmiş bir garip düşüncedir. Graham Fuller ve çevresi tarafından teorize edilmiş bu tarz laiklik, aslında hepimizin yakından tanıdığı “ılımlı islamcılık”ın ta kendisidir.
TC laik bir devlet mi?
Hem İslamcıların hem de Kemalistlerin iddialarının aksine, TC hiçbir zaman laik bir devlet olmamıştır ve şu anda da değildir. Çünkü laikliğin temel koşulu olan din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmışlığı Türkiye’de söz konusu değildir. TC devletinin en önemli kurumlarından birisi, gerek bütçesi, gerek personel sayısı, gerekse de faaliyetinin boyutları açısından birçok bakanlıktan çok daha büyük bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Türkiye’de devlet neredeyse her yönüyle dinin içindedir. 70 binden fazla, maaşlı devlet memuru statüsünde din görevlisi bulunmaktadır. Bu gerçek apaçık ortadayken TC’nin laik olduğunu söylemek kaba bir aldatmacadır. Bunun yanı sıra, okullardaki zorunlu din dersi uygulaması; imam-hatip okullarının bizzat devlet eğitim sisteminin bir parçası olması; üstelik bu temelde bütünüyle Sünni bir İslam yorumunun zorla dayatılması; tüm ülkede Cuma namazlarında, gündemini ve içeriğini siyasi iktidarın ve MGK’nın belirlediği Diyanet fetvalarıyla kitlelerin beyin yıkama işlemlerinden geçirilmesi, vb., laiklik ilkesiyle adeta alay eden gerçeklerdir. Bütün bunlar, laikliği, kadınları kafalarındaki örtüyle devlet dairelerine ve kendi kutsal mekânlarına (Meclis, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Orduya ait alanlar gibi) sokmamaya indirgeyen TC’nin, kuruluşundan bu yana dinden elini hiç çekmediğinin göstergeleridir.
Marksistler türbanın yasaklanmasını savunurlar mı?
Dini, kişilerin kendilerini ilgilendiren bir sorun olarak ele alan Marksistler, insanların inançları gereği başlarını açmaları ya da kapamalarına da hiçbir müdahalede bulunulmaması gerektiğini savunurlar. Devlet daireleri, okullar, hastaneler de dahil olmak üzere, insanlar inançları gereği başlarını örtme hakkına sahip olmalıdırlar. Kimse başını açmaya ya da örtmeye zorlanamaz. Türbanın “siyasi bir simge” olması ya da olmaması da bunu değiştirmez. İnsanlar politik fikirlerini açıkça ya da herhangi bir simgeyle ifade edebilme özgürlüğüne sahip olmalıdır.
http://www.marksist.net/sikca_sorulan_sorular
* TC’nin laik olmadığı apaçık ortadadır, zaten önceki yorumumda kemalistlerin sözde laikliğine de bu yüzden karşı çıktım.
* Evet, türban yasağı var olmamalıdır. Ben zaten her türlü yasakçı zihniyete karşıyım. Din, türban gibi tahakküm araçlarına da karşıyım, fakat bu sorunlara bildik yasakçı yollarla çözüm üretilemez. İnancından dolayı devlet tarafından mağdur edilen insanlarla dayanışmak, onların inanç özgürlüğünü samimi bir şekilde savunmak gereklidir; fakat bunu yaparken de dinin bir tahakküm aracı olduğunu da unutmamak gerekir.
* Özgürlükçü bir laiklik için ilk yapılması gereken şey ise dinin egemen sınıfların, devletin ve tekelci cemaatlerin elinden kurtarılmasıdır (Kürt özgürlük hareketi bu konuda önemli bir mesafe kat etmiştir).
özgürlükçü marksistlerle anarşistler dinin ve her türden kutsalın devlet eliyle üretilmesini değil kutsal sahiplerinin kendi özgür iradeleri ile üretilip yaşanmasını savunmalı hatta bu gün bütün kutsallara özgürlük projesi üretemeyen toplumsal muhalefeti temsil edemez.çıracının amacı özgürlükçüye cevap ise tek olumlu ve verimli cevabı(kürt özgürlük hareketi bu konuda önemli bir mesafe kat etmiştir)cümlesidir.sadece aleviler değil sunni ve bütün kutsalı olan inanç kesimleri için kutsallarını özgürce yeniden üretme fırsatı veren projelere ihtiyaç var ben bunu yapamayacağıma göre bu tür kutsalı olanları içinde barındırıp kendini gerçekleştirmesine fırsat vermeyen organizasyon toplumsal muhalefeti temsil edip gereken değişim dönüşüm ve devrimleri yapamaz
komünizm iyi niyetli bir kötülüktür, cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşelidir, bu kadar iyi niyetli olmamak lâzım, yoksa sonu cehennemdir.
1800 lerden günümüze ‘ne tanrı ne efendi’anarşi sloganının üstüne liberter,özgürlükçü,devrimci ve sınıf mücadelesi sürekli yenilenerek kendini yeniden üretip bu günlere geldi.evrensel özgürlükçü demokratik insani değer ve birikimlere evrenin bileşkesi yerelimizden katkı verebilmemiz için hangi şiarı temel almalıyız sorusuna cevabım.pratik hayatın dayattığı sorunlarıda çözebilecek nitelikte ve günün ruhuna uygun geleceğin yenisine katkı seviyesinde mitinglerde de haykırdığım gibi.’kahrolsun milli duygular’kahrolsun emperyal hedef ve niyetler’yaşasın evrensel özgürlükçü insani değerlerin kendini gerçekleştirme yaratıcılığı’olacakmış gibi gözüküyor.pratik hayatın dışına düşüp kabızlık çekenlere bir önerim var hem kendinizi gerçekleştirme fırsatı hemde yaşanan hayatın pratiğinde sorun ve çözümlerin yaratıcılığında toplumsal muhalefetin kendi yerelimizdeki dinamiği olmak için kongre çalışmalarına katılıp program,karar ve temsil süreçlerinde doğrudan demokrasiyi kurumlaştırabilirsiniz.şimdiye kadar yaptıklarımızdan başka bir şey yapabiliriz?
Casus Belli’ye burada da sesleniyorum (ki unutulmasın),
ADL sıradan bir yahudi kurumu değil, siyonizm odaklı lobicilik faaliyeti yürüten (ve siyonizmi eleştiren araştırmacıları ve yazarları, baskı, karalama gibi yollarla sindirmeye çalışan) kurumlardan bir tanesidir (bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Anti-Defamation_League#Criticism yetmezse, James Petras’ın ABD’deki siyonist lobi hakkındaki makalelerini okuyunuz). Siyonizme karşı çıkmak, antisemitizm değildir. Savaşlara, finans oligarşisine, siyonist işgale karşı çıkan ortodoks yahudilerin ve daha milyonlarca yahudi kardeşimin, başımın üstünde yeri vardır. Sen bizi ırkçılıkla suçlayacağına, önce AKP’nin yukarda sıraladığımız “icraatlarına” cevap vermeye çalış.
Sabahattin ÖNKİBAR
Bolşevik devriminde Çanakkale Destanı ve Sevr
Komünizmle mücadele adına başıma neler gelmedi ki! Henüz 17 yaşımda okuduğum İstanbul’daki Vatan Lisesi’nden kovuldum.
Yetmedi, lise sonrası girdiğim Atatürk Eğitim Enstitüsü’nden atıldım.
Dahası, Eğitim Enstitüsü sonrası kazandığım Siyasal’dan mezun olana kadar sayıca bizim beş mislimiz olan komünistlerden habire dayak yedim.
Oysa bugün geriye baktığımda iyi ki Bolşevikler 1917’de devrim yapmış noktasındayım.
Dahası, birkaç gün önce Kızılay’da ABD’yi protesto eden komünistlere alkış da tuttum.
Yok yok, hâşâ komünist falan olmuş değilim.
Zaten ortada ne komünizm, ne de gerçek anlamda komünist var artık.
Yürüyüşçü TKP’lilerin de komünistliklerini değil, anti-emperyalist söylemlerini selamladım.
Peki 1917 Ekim devrimine şimdi niye mi iyi gözle bakıyorum?
Öğrencilik yıllarımda ayrıntılarına nüfuz edemediğim bazı bilgilere şimdi ulaşıyorum da ondan!
Biliyor musunuz ki Lenin eğer o devrimi yapmasaydı Anadolu 1920’lerde bugünkü Yugoslavya gibi olacaktı.
Evet, Sevr’in hayata geçmemesi Bolşevik ihtilali sayesindedir.
Bu aralar Birinci Dünya Savaşı sürecinde İngiltere-Fransa ve Rusya arasında yapılan müzakerelerle aralarındaki yazışmaları içeren dokümanları okuyorum.
Belgeler net:
Hasta Adam Osmanlı’nın mezarı kazılmış ve mirası masada pay edilmiş!
Ancak bir şey düşünülememiş!
Ne mi?
Çanakkale’deki o şanlı direniş!
Peki, Bolşevik ihtilalinin Çanakkale ile ne alakasımı var?
Çok alakası var.
Sevr’in çöpe atılmasını Mustafa Kemal ve arkadaşlarının şanlı direnişinin yanı sıra biraz da Bolşeviklere borçluyuz ya, aslında Bolşevikler de devrimlerini Çanakkale’de yazdığımız o destana borçlu…
Nasıl mı?
İngiliz-Fransız armadası eğer Çanakkale’yi geçebilseydi Rusya’nın imdadına yetişir ve tahıllarını boşaltıp açlıkla boğuşan Rus halkını Bolşeviklerin istismarından kurtarabilirdi ki Çar’ın tek ümidi buydu.
Hesaplar tutmadı ve Çanakkale direnişi sayesinde yardım alamayan Çarlık yönetimi Lenin ve arkadaşları tarafından alaşağı edildi.
Bu gelişmenin sonrasındaki süreç ise malum.
Ruslar benim ilçem Ardeşen de dahil olmak üzere işgal ettiği Doğu Karadeniz’den çekilmekle kalmadı, yarattığı rejim korkusu dalgası ile Batılı emperyalistleri de ürküterek durum değerlendirmesine itti.
Büyük Ermenistan ve Kürdistan Devletleri projelerinin askıya alınması yeni zuhur eden komünizm korkusunun sonucudur.
İngiliz ve Fransızların Anadolu’da 1920’lerde frene basıp Yunanlıları sahaya sürmeleri ise işte bu kafa karışıklığının sonucudur.
Ve bugün…
Soğuk savaş ya da komünizm bitti ve emperyalizm Sevr’i realize için yine seferber haldedir!
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=18979
Sabahattin önkibar 1960’larda neyse yine o. aynı milliyetçi bakış açısı.
Peki ,Marxizm otoriter bir ideoloji midir? ya da reel sosyalizmin otoriterliği ideolojiden mi kaynaklanıyor? yoksa uygulamalar Marxizm’e aykırımıydı?
Bu bir çırpıda cevaplandırılabilecek bir soru değil ama şu kadarını söyleyebilirim ki, Marksizmde önemli bir otoriter damar vardır. İktidarı önemsemesi bunun en önemli göstergesidir. Öte yandan Marks’ın kişiliğinde de bir otoriter yan vardı. I. Enternasyonal’de bunu anarşistlere karşı sergilemiştir. Sert ve hırçın bir kişiydi. Bununla birlikte Stalinizmin bütün günahları Marksizme yüklenemez. Mao’nun formülüyle söyleyecek olursak, totaliterliğin %30&u marksist kökenlerden, %70’i de Sovyetler Birliği’nin özel koşullarından ve Stalin’den kaynaklanmaktadır.
Karl Marx’a methiye düzmek, Hun imparatoru Attila hakkında olumlu konuşmak kadar tuhaf gelebilir. Marx’ın düşüncesi, diktatörlüklerden, toplu katliamlardan ve ekonomik yıkıntıdan sorumlu değil miydi? Teorisinden çalışma kamplarına ve Stalin ismiyle bilinen Gürcistanlı paranoyak bir köylüye tapmaya doğrudan bir yol çıkan bir adamın lehine herhangi bir şey söylemek mümkün müdür? Yine Marx’ın diğer bir talebesi olan Mao, modern tarihin muhtemelen en büyük kitlesel kıyımından sorumlu değil miydi?
Ancak Mao’nun suçunu Marx’a yüklemek, aşağı yukarı engizisyonun sorumlusu olarak İsa’yı görmek gibi bir şeydir. Hıristiyan uygarlığının ellerinde de sayısız suçsuz kurbanın kanı var. Buna rağmen söz konusu hunharlıkların günahını Yeni Ahit’i yazanların boynuna atmıyoruz, yine aynı şekilde modern kapitalist toplumu kurmaya katkıda bulunan büyük liberal düşünürleri, İrlanda’daki büyük kıtlıktan veya Birinci Dünya Savaşı’ndan sorumlu tutamayız. Marx, sosyalizmin yoksulun da yoksulu olan ve ekonomik bakımdan geri ulusları mancınıkla fırlatır gibi moderniteye fırlatmak için kullanılacağını rüyasında görse inanmazdı. Ancak bu gerçekleşirse, nihayetinde olacak olan aynı sefaletin tekrarlanmasıdır, diye uyarır Marx. Netice, Marx’ın genelleştirilmiş yoksulluk diye tanımladığı şey olacaktır.
Sosyalist ilişkileri yaratmak için, Marx’ın methiyeler düzdüğü bir sistem olan kapitalizmin avantajlarından yararlanmak gerekir. (Bir Marksist bir postmodernden farkını, orta sınıfların devrimci mirasına büyük bir saygı göstererek ortaya koyar.) Sosyalizm, maddi kaynaklar, demokratik kurumlar, gelişen bir sivil toplum ve aydınlanmacı liberal geleneklerin yanı sıra iyi eğitimli ve bilinçli bir işçi sınıfını gerektirir. Şayet halk açsa, eğitimsizse ve diktatörler tarafından yönetiliyorsa, bütün bunların olmasının olanağı yok demektir. Tabii ki böyle uluslar da, Rus Bolşeviklerinin yaptığı gibi sosyalist yolu seçebilirler. Ancak başarılı olmaları için, zengin ülkelerin onların yardımına koşması şarttır. Ancak Bolşevik örneğinde bu zengin ülkeler Rusya’ya girdiler ve devrimi kan denizinde boğdular.
Marx’ın temel sorusu şudur: Nasıl olur da insanlık tarihinin en zengin uygarlıkları, yoksulluk, eşitsizlik, ucuz işgücü ve sefalet tarafından bu denli karakterize edilebilirler? Bu, sadece elim bir talihsizlik midir yoksa bu tür toplumsal düzenlerin yapısal çelişkilerine ilişkin bize bir şeyler mi gösterir? Freud’un yeni bir kıta bulup “bilinçaltı” ismiyle vaftiz etmesi gibi, Marx da sistemlerin dinamiğini öyle adlandırıp örtüsünü kaldırdı ve tarihsel kökenlerini araştırarak potansiyel çöküşlerinin koşullarını tanımladı. Bir keresinde başka hiç kimsenin bu kadar para üzerine yazıp da bu kadar parasızlık çekmediğini söyleyen çulsuz bir Yahudi göçmeni olan bu adam, çoğumuz için doğal olan belli bir yaşam biçiminin gizli mekanizmasını görünür kıldı. Marx’a göre, bu yaşam biçimi artık insan doğası adı verilen evrensel bir durumla karıştırılamaz. Bugün kapitalistler bile kapitalizmden bahsediyorlar. Yumurta kapıya dayandığı zaman, sistemin ciddi güçlüklerle karşı karşıya olduğu bilince çıkıyor. Sistemin içsel krizi, sistemin doğallığını yok etti ve foyasını ortaya çıkardı.
Marx, tarihte hiçbir toplumsal sistemin, içinde yaşadığımız sistem kadar devrimci olmadığını söyler. Avrupa orta sınıfları, birkaç yüzyıl içinde maddi servetler biriktirdiler, diktatörleri devirdiler, köleleri azat ettiler, dünya imparatorluklarını yerle bir ettiler, demokrasi ve insan haklarına kavuşmamıza önayak oldular ve insanlığın hakiki bir evrensel biçimi için temel taşları döşediler. Bu sınıfın savunucuları için, tarih sürükleyici bir ilerleme anlatısıyken, eleştirmenleri içinse çöküşten başka bir şey değildi.
Marx, tarihte her ikisini de gördü. Modernite, onun için bir toplumsal özgürleşme tarihiydi, ama aynı zamanda uzun ve dayanılmaz bir kâbustu da. Bunun ötesinde biri olmadan diğerini anlatmak mümkün değildi. Her ikisini de ortaya çıkaran, diye düşünüyordu Marx, aynı toplumsal mekanizmalardır. Marx, burjuvazinin siyasi özgürlük, eşitlik, kişisel özgürlük ve kendi kaderini tayin gibi önemli ideallerine karşı değildi. Bunlar, kendisinin de idealleriydi. O, sadece bu ideallerin her gerçekleştirildiklerinde neden şiddet, baskı, eşitsizlik ve tahripkâr bireyciliğe meylettiklerini ortaya çıkarmak istiyordu. Kapitalizm, insanın şimdiye kadar bilinen sınırları aşan ölçüde güç ve yeteneklere sahip olmasına imkân sağladı. Ama bu güçleri, kadın ve erkekleri angaryadan kurtarmak için kullanmadı. Yeryüzünün en zengin uygarlıkları, neolitik devirdeki öncülleri gibi ölesiye çalışıyor. Marx’ın ideali boş vakitti, meşakkat değil. Onun ekonomi üzerinde bu denli yoğunlaşmasının sebebi, ekonominin üzerimizdeki despotik iktidarını parçalamaktı.
Marx, sözcüğün en iyi ve geleneksel anlamıyla bir ahlakçıydı. Aynı Aristo, Hegel ve Akinolu Thomas gibi, iyi bir yaşamın vazife ve yükümlülüklerden değil, aksine insanı mutlu kılan öz-gerçekleştirmeden müteşekkil olduğu düşüncesindeydi. Marx’a göre, etik için bahis konusu olan, insanın yeteneklerini nasıl geliştireceğini öğrenmektir. Ona göre, insanlar yeteneklerini birlikte ve birbirleri sayesinde geliştirdiklerinde insani karakter en iyi şekilde gelişir. Ya da Komünist Manifesto’da yazdığı gibi, eğer insanlar “her bireyin özgürce gelişiminin herkesin özgürce gelişiminin şartı” olduğu bir durumdan mutlu iseler. İnsanların başkalarının hayallerinin gerçekleşmesinde kendi hayallerinin gerçekleşmesini bulmasına sevgi diyoruz. Marx, böylesi bir imkânı siyasal düzlemde inceler. O, aynı zamanda ütopya üzerine lüzumsuz lakırdıları hor görür. Mükemmel topluma ise, en ufak bir ilgi bile göstermez.
Marx, bireye tutkuyla inanıyordu. Aydınlanmacı bir rasyonalist olduğu kadar, soyut teoriden sakınan ve duyusal, somut ve emsalsiz olan her şeyden heyecan duyan romantik bir hümanistti de. Bize sosyalist bir gelecek için şablonlar vermedi. Yaptığı, sadece böyle bir geleceği hâlihazırda engelleyen çelişkileri en iyi şekilde nasıl çözebileceğimizi göstermekti. Sonrasında neler olabileceği üzerine söyleyeceği neredeyse hiçbir şeyi yoktu. Geleceği kristal bir kürede gören bir peygamber değildi. Farklı yollar bulmazsak, geleceğimizin olmayacağını söyleyerek bizi uyaran -yani özgün Yahudi düşüncesinde var olanlara benzer- bir peygamberdi.
http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=760
Marxizmin otoriterliğini yalnızca , Stalin’in ve de diğer uygulayıcılarının “hata” larına , bağlayarak açıklayamayız yani, aslında ideolojinin özünde de , iktidar yönelimli olması nedeniyle otoriterlik vardır. Yani sorun Marxizmin devrim anlayışında, devrimi bir iktidar sorunu olarak görmesinden kaynaklanıyor, şu “proleterya diktatörlüğü” meselesinden…
Gün Abi cevabın için teşekkür ederim, selamlar.