Komplo ve Paranoya !

Artıgerçek

Bizim gibi orta düzeyde “gelişmiş” toplumlar komplo teorilerine ve paranoyaya oldukça yatkındır. Bu toplumların, dünyada ve ülkede olup biten olaylara, gelişmelere kafa yorma becerisi olan oldukça kalabalık bir okumuş nüfusu vardır. Ve bu nüfus, sekülarizmin gelişmesi nedeniyle kader belirleyici rolü azalmış olan Allah’ın yerine, her şeyi inceden inceye hesaplayan ve dünyayı komplolarla yöneten büyük devletleri koyar, en başta da ABD’yi.

DERSİM…

Aslında bu alışkanlıklarını, kolay sonuçlara varmaya can atan kitlelerin içinde en fazla yayan ulusalcı aydınlardır ve komplo teorilerini tarihteki olaylara kadar uzatırlar. O İngiliz emperyalistleri yok mudur, onlar geçmişte neler neler yapmışlardır “ülkemizi bölmek” için! Dersim’deki isyancı Seyit Rıza bile onların “adamı”dır, onların teşvikiyle ayaklanmaya kalkmıştır! İngilizleri yardıma çağıran “ihanet mektubu” tarihin sayfaları arasında halen durmaktadır!?

Oysa böyle bir durum yoktur. İngiltere, enikonu Batı yanlısı o zamanki CHP iktidarını neden yıkmaya kalkışsın, yok böyle bir şey. Güç ilişkilerindeki ustalığı ve kıvraklığı iyi bilenen “güneş doğmayan imparatorluk”, koca Türkiye Cumhuriyeti dururken, köyünde kendi halinde yaşayan bir Rayber’e neden oynasın? O mektuba gelince, mektup, Dersim’deki az sayıdaki entelektüelden biri olan Nuri Dersimi tarafından yazılmış ve Seyit Rıza adına gönderilmiştir. Mektup, bir komploya değil, üstün askerî güçler tarafından ezilmekte olan Dersim halkına, İngiliz hükümetinin muavenet etmesi, Mustafa Kemal’den merhamet dilemesi için yazılmıştır. Anlayacağınız, ortada komplo falan yoktur, zayıf durumda olan ve insafsızca ezilen Dersim halkının kırılmasını önleme ricası vardır. “Komplolarla” paranoyalar genellikle ikiz kardeş kadar yakındır birbirine.

DARBELER VE ABD…

Hadi nispeten uzak tarihi geçip daha yakınlara gelelim. Efendim, Türkiye’deki askeri darbeleri yapan, II. dünya savaşından sonra dünya jandarması konumuna geçen ABD imiş. Bu da bir yanılsama. Elbette, ABD, kendi egemenlik alanlarındaki siyasi gelişmeleri dikkatle izler ve menfaatlerinin gerektiği yönde kararlar alıp şunu ya da bunu destekler. Örneğin, 1950’de DP’nin iktidara gelmesini desteklemiştir ama DP’yi iktidara getiren, sanıldığının tersine, ABD değil, halkın CHP iktidarından illallah demesidir. Destek başka şeydir, bizzat komplo yapmak başka şey.

ABD’nin doğrudan komplo yaptığı ya da müdahalede bulunduğu durumlar olmamış mıdır dünyanın çeşitli yerlerinde? Elbette olmuştur. Örneğin 1973 Şili darbesinde ABD’nin önemli bir rol oynadığı düşünülebilir ama eğer Allende’ye karşı güçlü bir orta sınıf direnişi ve cuntacı generallerin darbe yapma iştahı olmasaydı, ABD’nin işin içine bilfiil girip destek vermesi mümkün olmazdı. Yani, kavranması gereken şey, çelişkilerin daima içerde olduğu gerçeğidir. Mahir Çayan’ın teorileri içinde tek gerçekçi saptama, emperyalizmin dışsal değil, içsel bir olgu olduğuna dikkat çekmiş olmasıdır.

“OUR BOYS”…

12 Eylül’ün ABD tarafından örgütlenmiş bir komplo olduğu da, başta paranoyaya yatkın solumuzun ve ulusalcıların hayal dünyasının ürünüdür. ABD, 12 Eylül’ü desteklememiş midir, darbeyi yapanların “our boys” olduğunu söylememiş midir? Elbette bunlar doğrudur ama darbeyi örgütleyen doğrudan ABD değil, TSK’nin Genel Kurmayı’dır. Aslında “our boys” demeleri bile, darbenin başka bir şey de olabileceği ihtimalini düşündüklerini gösteriyor. Yani aslında, “oh be, darbeyi yapanlar başkası değilmiş, ‘bizim çocuklar’mış” demiş oluyorlar.

İNTER CONTİNENTAL OTELİ’NDEKİ SİLAHLAR…

Bir de şu, 34 işçi ve devrimcinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayı var. Bizzat içinde yaşadığım için yakından gözleme olanağı bulduğum bu olayın da, İnter Continental Oteli’nin 3. Katına, çanta içindeki uzun menzilli silahlarıyla yerleşen, ABD’nin gönderdiği ajanların ve Sular İdaresi’nin üstünden yerli ajanların açtığı ateşle gerçekleştiği iddiasının, o sırada Taksim Meydanı’nda yer alanları bile inandırdığını, önünde durulmaz bir kolektif paranoyaya yol açtığını, bazılarının sözü edilen yerlerde ABD ya da ajan tüfeklerini bizzat gördükleri illüzyonuna kapıldıklarını belirtmem gerekiyor. Oysa, ölenlerden ancak 5-6’sı silahla vurulmuş (3’ü, Tarlabaşı’nda TKP güdümündeki DİSK’lilerle “Maocu” adı verilen HK, HY ve HB gruplarının oluşturduğu “Üçlü Blok” arasında çıkan silahlı çatışmada ölen DİSK görevlisi genç Uzel işçileridir), geri kalanların hepsi, Kazancı Yokuşu’nda meydana gelen izdiham sonucunda ezilerek ölmüştür. Buna yol açan, otelden ya da Sular İdaresi’nden ateş açan hayali CIA ajanları değil, Tarlabaşı’ndan gelen silah seslerinden paniğe kapılan meydandaki kitlenin üzerine panzerleri sürerek izdihama yol açan polis kuvvetlerinden başkası değildi. Bu tür paranoyalar, siyasetlerini her zaman bir “öcü”nün varlığına dayandıran gerçek komplocu siyasi hareketlerin pek işine yarar.

“BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ”…

Şu dillere destan BOP (yani “Büyük Ortadoğu Projesi”) efsanesi üzerinde de durayım biraz. Okumuşları fazlasıyla tatmin eden bu “proje”nin de fazla abartıldığı kanısındayım. Kısaca söyleyecek olursam, Tayyip Erdoğan ya da AKP, ABD’nin BOP projesinin ürünü olarak iktidara gelmedi. Sadece, bu partinin iktidara gelmesi ABD’yi memnun etti. Bu iktidar aracılığıyla Türkiye’deki çıkarlarını daha iyi gerçekleştireceğini düşündüğü için destek verdi. Ne var ki, özellikle ilk on yıldan sonra işler ABD’nin umduğu gibi gitmedi ve “BOP Başkanı” olduğu ileri sürülen Tayyip Erdoğan ABD’nin çıkarlarıyla şu ya da bu ölçüde çatışan bölgesel hegemonyacı siyasetler izlemeye başladı.

ABD’NİN MEMNUNİYETİ…

Bana soracak olursanız, bu tür paranoyakça “ABD komplosu” teorilerinden en fazla memnun olan, bizzat ABD Establishment’idir. Çünkü bu, aslında Çin karşısında giderek güç kaybeden ve Rusya Federasyonu’nun bölgesel saldırganlığı karşısında şaşkına dönen ABD’nin gereğinden fazla güçlü, önünde durulmaz, komplolarına direnilmez bir güç olduğu izlenimini yaratıyor ki, ABD bundan çok memnun oluyor. “Gerçek öyle olmasa da, korksunlar”, “namım yürüsün”, hatta “reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyor.

Tavizsiz ulusalcılarımız ve solcularımız işin bir de bu yönünü düşünseler nasıl olur acaba?

SEÇİMLER VE “ABD KOMPLOSU”…

Bitirmeden, komplolara pek düşkün beyinlerimizin şu sıra yaymaya çalıştıkları “seçimlerde ABD komplosu” teorisi konusunda da birkaç laf edeyim.

Örneğin, ulusalcılığın ürünü olarak iyice sağa kaymış VP, “millet ittifakı”nın ya da Kılıçdaroğlu’nun bir ABD projesi olduğunu ileri sürüyor. Bu arkadaşlar ya iyice çocuklaştılar ya da bizleri çocuk yerine koyuyorlar. Şu başka bir şey: ABD elbette bugünkü batakçı iktidardan memnun değil ve değişmesinin kendi hayrına da olacağını düşünüyor. Bu nedenle, seçimlerde AKP-MHP iktidarının başarısız olmasını istiyor olması kuvvetle muhtemel. Fakat bu başkadır, “Millet ittifakı”nın ya da Kılıçdaroğlu’nun ABD projesi olduğunu iddia etmek çok daha başkadır. Kısacası, Türkiye’deki tüm muhalefet, egemenlerin diliyle söyleyecek olursam, tamamen “milli ve yerlidir” ve AKP-MHP iktidarının zorbalığından illallah diyen halkın arzularının politik arenadaki yansımasıdır. ABD bunu görüyor ve kendini yeni bir iktidara göre hazırlıyor. Olay bundan ibarettir. Yani diyeceğim, fazla ulusalcı arkadaşlar da gönül rahatlığıyla seçimlerde muhalefeti destekleyebilirler. Korkmasınlar, “ABD maşası” falan olmazlar!

Gün Zileli

2 Nisan 2023

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

6 Comments

  1. gerçekten çok yaşlanmışsın…yacda parayı tanımışsın…emperyalist bir gücün, seçimleri kendi haline bırakacağına inanıyor musun…

    bence sen emekli ol da bunca yıldır varolan emeğine halel gelmesin…

  2. yalnız emekli sigortam yok. Bilmem ki nasıl yapsak!

  3. Zileli ” Bizim gibi orta düzeyde “gelişmiş” toplumlar komplo teorilerine ve paranoyaya oldukça yatkındır.” demiş, öyle olsun.

    Bir arkadaşıma göre ise dünyada iki türlü insan var: kafestekiler ve kafese alanlar. Bir de kafesin nasıl yapıldığı derdine düşenler var. Bunlar genellikle sosyal bilim adamları/kadınları ve solcu kadın/erkek devrimciler, yani toplum teknisyenleri. Dikkat, dikkat! Toplum ve sosyal cemaat demek değil. Farklar için Gemeinschaft, community, communauté kelimelerine bir bakın. Belli ki Zileli, kendinin de dahil olduğu, bu son kesimi düşünmüş. Bunlar devletli toplum tarihinde (son 10 bin yıl ki insan tarihinin yüzde 0,2’si bile değil) bile kafese alanlardan daha az; çoğu da zaten son 2 yüz yıl üssel türedi. Kafestekiler (son derece büyük çoğunluk) geleneksel komşular arası dedikoduları tekeline alan medyaya esir düşenler. Ne uzun araştırmalar gerektiren konulara zamanları ne de bütün gün çalıştıktan sonra kafa yoracak takatleri var. Yüksek düzeyde gelişmiş, yani zengin ülkelerde de durum çok benzer ama bol sayıda iş ve işçi bulma kurumları ( kibarlar bunlara okul derler) ve bol paraya şükür, kafes teknisyenlerini oyalamak çok daha kolay. Üstelik teknisyenlerin en büyük özelliği cahilliklerinden utanmaz olmaları. Mesela son zamanlarda şimdi artık ABD’nin 51’nci eyaleti olan ve köle ticareti ile sağcı ve solcuların gözlerini kamaştıran İngiltere’de bu konuda yorum yapan tarihçiler sanki kendi ülkelerinden ve 20’nci yüzyılın ünlü ve “alttan” tarihçisi E. P. Thomson’un “tarih kazananlar tarihidir” lafını duymamışlar, bakın bir örnek tarihçi ne demiş: “Bir tarihçi olarak, köleleştirilmiş insanların seslerinin tarihten nasıl dışlandığını görüyorum. Şimdi onların torunlarını dinlemeli ve onlara cevap vermeliyiz. 6 Nisan 2023”
    Ne var ki, bir Afrika atasözü, “Aslanların tarihçileri olana kadar, av hikâyeleri her zaman avcıyı yüceltecektir.” der. Ve Britanya çoğu ülkeden daha fazla avcılık yapmıştır.

    Diğer bir örnek: Zenginler zengini Amerika’da, en iyi üniversitelerin en iyisinde, ünlüler ünlüsü “New York Times” gazetesinde kelli felli birinin yazısı:
    Yale Üniversitesi Yönetimini İrdeleme Kurulu’nun belirttiği gibi: “Entelektüellerin büyük bir bölümünün üniversitelerde toplandığı göze alındığında, aralarında çok az bir kesimin büyük önem ve dikkate değer eserler ürettiği sürekli şaşırtıcı olmuştur.” Kısacası, “radikal eleştirmenlerin, üniversitelerin temel soruları sormayı unutan, kayıtsız ve rahatına düşkün fakültelere sahip sınıf kurumları olduğu yönündeki iddialarında ‘büyük bir doğruluk payı’ vardır.”
    New York Times, April18, 1971″
    Not: Keskin bir eleştiri ama eleştiriyi yapan bile sol laklaklarını yutmuş.
    Not: Yukarıdaki tarihçiler ve entelektüellerin gözlerini kapatanın komplo olup olmadığını ancak Zileli gibi bir keskin araştırmacı karar verebilir, galiba.
    Not: Bu tarihçilerin paranoyaya kapılmadan cahilliklerini sergilemeleri seküler liberalizmin ve seküler bilimselciliğin ünlü gayri dinsel cilvesi olmalı: “Gerçeği ancak kıyamet günü bileceğiz!” İNŞALLAH!

    Bu oyalama, Osmanlı reformları, Atatürk, Marx ile gözünü çoktan beri yukarılara ve ileriye (bakın mesela genç ve dinamik ve hızlı devrimci Mehmet Kubilay Eryiğit nasıl Zileli’ye emekliye ayrılmasını tavsiye ediyor!) dikmiş Türkiye’de de artmakta. Bir örnek: “SOCIO-SPATIAL PRACTICES OF THE PRO-KURDISH MUNICIPALITIES”

    Not: Bana her gün 20-30 benzeri cici bici yazılar gelmekte.

    Kısa keseyim yoksa bu defa yazım uzun olduğu için sansürü geçmeyebilir.

  4. Devletli medeni toplumların sosyal teknisyenleri, yani sosyal bilim adam-kadınları ve solcu devrimcilerine göre eğer tarih öncesi toplumlar değişirse, özgünlüklerini kaybederler; eğer Batılılar ve Batılılaşmış (Türkiye, Çin, Rusya, Ukrayna vs gibi) sarışın mavi gözlüler değişirse, ilerlerler! Bunu söyleyenlerin kara cahil olduğu bayağı sırıtmakta; salt yazılı ve kazananlar tarihini düşündükleri apaçık. Aralarından birine göre salt insanlar değil tüm doğa, tüm varlıklar sürekli değişmekteler. Hatta bu bilgine (Darwin) göre bu değişmenin bir amacı bile varmış!

    On dokuzuncu yüzyılda ayrılık/ayırma/firkat/tecrit/… en üst aşamasına vardı ve bir dogma oldu. Örneğin biyoloji ve matematik birbirini bütünleyeceğine koptular. Bilgi edinmek açısından bu kopukluğun önemi inkar edilemez. Ne de bunun yarattığı yabancılaşma ve hatta aynı bilgi dalında olanların bile birbirlerini anlamamasının artık doğal olduğu inkar edilebilir.

    İlk devletli medeniyet tarihçilerine göre bilgi iki türlü olurmuş: mitolojik, yani felsefe öncesi/inançlara dayanan ile felsefi, yani akıl yürütmeye dayanırmış.
    Laf açılmışken, bu inanç ve bilgi ayırımı maskaralığı ilkelleri çalışmalarda hala devam etmekte. Diğer yandan bir yarı çıplağa neye inandığı sorulduğunda “sorunumuz inanç değil, biz korkuyoruz” der. Zamanımız medenileri “Cesur Yeni Dünya” bireyleri olduğundan korkusuzlar, maşallah!

    Mitolojilerde ve donmuş mitolojiler yani modern büyük dinlerde “bu böyle, şu şöyle” denir. Buna dogma adı takılır ve rafa koyulur. Felsefede “bu böyle çünkü…, şu şöyle çünkü…” diye uzatılır. İdeolojiler felsefeye benzer ama eninde sonunda o da dogmaya dönüşür. Bununla da kalmaz, dogma da individüalist/bireyci ve özel mülkiyet olur. Değişik kuruluşlar örneğin politika partileri, sivil toplum kuruluşları, “-izm”ci devrimci solcular arasında didişmelerin dayanakları veya temel dogmaları olurlar. Nasıl insanlar “herkes herkese karşı” ise, aynı dogmaya inanan guruplar da aralarında didişir dururlar.

    Her neyse, yine de bazı sorular ve sorunlar var.
    – Dogmasız bir toplum mümkün mü veya hiç oldu mu?
    – Batı ve Batı taklitçileri Rusya, Çin, Hindistan, Orta Doğu, Güney Amerika vs doğayı doğa kaynağı + insan kaynağı + bilgi kaynağı algılaması, araç etmesi/ enstrümantalize etmesi bir katı inanç, bir yobazlık, bir dogma değil mi?
    – Tek dogması daima değişme olan sarışın mavi gözlülerin dogmasızlık olduğuna inanması biraz gülünç değil mi?

  5. Gerçek gerçek bir dogma değil, galiba. Ama bu inanca sarılanlara göre daha önceki gerçek gerçek bir dogma!

    Devletli medeni toplumların sosyal teknisyenleri, yani sosyal bilim adam-kadınları ve solcu devrimcilerine göre eğer tarih öncesi toplumlar değişirse, özgünlüklerini kaybederler; eğer Batılılar ve Batılılaşmış (Türkiye, Çin, Rusya, Ukrayna vs gibi) sarışın mavi gözlüler değişirse, ilerlerler! Bunu söyleyenlerin kara cahil olduğu bayağı sırıtmakta; salt yazılı ve kazananlar tarihini düşündükleri apaçık. Aralarından birine göre salt insanlar değil tüm doğa, tüm varlıklar sürekli değişmekteler. Hatta bu bilgine (Darwin) göre bu değişmenin bir amacı bile varmış!

    On dokuzuncu yüzyılda ayrılık/ayırma/firkat/tecrit/… en üst aşamasına vardı ve bir dogma oldu. Örneğin biyoloji ve matematik birbirini bütünleyeceğine koptular. Bilgi edinmek açısından bu kopukluğun önemi inkar edilemez. Ne de bunun yarattığı yabancılaşma ve hatta aynı bilgi dalında olanların bile birbirlerini anlamamasının artık doğal olduğu inkar edilebilir.

    İlk devletli medeniyet tarihçilerine göre bilgi iki türlü olurmuş: mitolojik, yani felsefe öncesi/inançlara dayanan ile felsefi, yani akıl yürütmeye dayanırmış.
    Laf açılmışken, bu inanç ve bilgi ayırımı maskaralığı ilkelleri çalışmalarda hala devam etmekte. Diğer yandan bir yarı çıplağa neye inandığı sorulduğunda “sorunumuz inanç değil, biz korkuyoruz” der. Zamanımız medenileri “Cesur Yeni Dünya” bireyleri olduğundan korkusuzlar, maşallah!

    Mitolojilerde ve donmuş mitolojiler yani modern büyük dinlerde “bu böyle, şu şöyle” denir. Buna dogma adı takılır ve rafa koyulur. Felsefede “bu böyle çünkü…, şu şöyle çünkü…” diye uzatılır. İdeolojiler felsefeye benzer ama eninde sonunda o da dogmaya dönüşür. Bununla da kalmaz, dogma da individüalist/bireyci ve özel mülkiyet olur. Değişik kuruluşlar örneğin politika partileri, sivil toplum kuruluşları, “-izm”ci devrimci solcular arasında didişmelerin dayanakları veya temel dogmaları olurlar. Nasıl insanlar “herkes herkese karşı” ise, aynı dogmaya inanan guruplar da aralarında didişir dururlar.

    Her neyse, yine de bazı sorular ve sorunlar var.
    – Dogmasız bir toplum mümkün mü veya hiç oldu mu?
    – Batı ve Batı taklitçileri Rusya, Çin, Hindistan, Orta Doğu, Güney Amerika vs doğayı doğa kaynağı + insan kaynağı + bilgi kaynağı algılaması, araç etmesi/ enstrümantalize etmesi bir katı inanç, bir yobazlık, bir dogma değil mi?
    – Tek dogması daima değişme olan sarışın mavi gözlülere göre bu inançları bir dogma değil. Galiba allah’dan bir vahiy! Gerçeğin ta kendisi!

  6. Dogmalar arası kavgalar bol dogmalı toplumlarda olur.

    Mehmet Kubilay Eryiğit’in 04 Nisan 2023 yorumu:
    “gerçekten çok YAŞLANMIŞSIN…ya (c) da PARAYI TANIMIŞSIN…emperyalist bir gücün, seçimleri kendi haline bırakacağına inanıyor musun…
    BENCE SEN EMEKLİ OL da bunca yıldır varolan emeğine halel gelmesin…”

    Bu iki dogma arası çatışması… Adından da belli olan genç dinamik Mehmet Kubilay Eryiğit’in yorumu bu sitede yorumlarımı devamlı yayınlamama bahanesi içermekte: “kişisel saldırı!” Her neyse.

    Yayınlanmayan son iki yorumlarım sadece sarışın mavi gözlü ve devletli (siyasi) toplumlarda rastlanan dogmalar savaşının dayanılmaz hafifliğine işaret etti ama sansürü geçmiyor. Sanırım farkında olmadan bir nevraljik noktaya basmaktayım. Her neyse. Belki bir örnek dogmalar çatışmalarının dayanılmaz hafifliğini daha kısaca anlatır.

    “Eski Dünya’nın putperestleri arasında, misyoner hangi dirençlerin üstesinden gelinmesi gerektiğini biliyordu: putlar ve rahipler, ayinler ve teolojiler – misyonerin Hıristiyanlığı kadar nadiren dışlayıcı olsa da, adına layık dinler. Öte yandan Brezilya’da Tanrı’nın sözü bir kulakla hevesle karşılanırken diğer kulakla umursamazca görmezden geliniyordu.
    Burada düşman farklı bir dogma değil, dogmaya karşı kayıtsızlık, seçim yapmayı reddetmekti.”

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir