Kapitalizmin Kalbinde Anti-Kapitalist Dalga Yükselirken…
“Bugün devrimden söz etmek belki saçma kaçabilir, ne var ki,
sistemin çılgınca gidişi bu saçmalığı zorunlu kılıyor.”
May Day 2000 Devrimci Kolektifi
J18 Londra (Londra’da, 18 Haziran 1999 günü meydana gelen “Stop the City ” isyanı) ; 28 Temmuz’da, İsviçre’nin Davos kentinde World Economic Forum’una karşı gösteriler; Kasım ayında, Dünya Ticaret Örgütüne (WTO) karşı, dört gün süren Seattle direnişi; bu direnişe paralel olarak Londra’nın Euston Metro istasyonu önünde yapılan gösteri ve polisle meydana gelen çatışma; Nisan 2000’de Washington’da IMF toplantısına karşı büyük gösteriler ve polisle çatışma; Londra’nın Parlamento Meydanında 1 Mayıs günü yapılan anti-kapitalist gösteri ve ardından meydana gelen olaylar.
Global Direnişi Kitleselleştiren Ne?
“Resistance is the secret of joy”
Alice Walker
” ‘1995 yılında 500 kişiyle protestoya giriştik, ardından sayımız 2000’e yükseldi, bu hafta sonu ise 10.000’lik bir kitleyi ya da daha fazlasını umuyoruz,’ diyor, Sheffield Hallam Universitesi’nde Sanat üzerine ders veren 35 yaşındaki John Jordan, gösteriye katılmak için ayağının tozuyla indiği Waterloo İstasyonunda. ‘Eğer üç yıl önce bana, bankerlerin, Washington’daki IMF toplantısını yapabilmek için epeyce zahmet çekmek zorunda kalacaklarını, Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) Seattle’daki toplantısının engelleneceğini söyleseydiniz, güler geçerdim.’ ” Global kapitalizme karşı son bir yılda hızla büyüyen ve kitleselleşen bir harekete tanık oluyoruz. Hareketi bu ölçüde hızla kitleselleştiren faktörler nelerdir?
Elbette, bir çok faktörün en başında, global kapitalizmin, dünyayı büyük bir hızla ekolojik bir felakete sürüklediğinin artık toplumun çok geniş kesimleri tarafından farkedilmekte olması gelmektedir. May Day 2000’in hazırlık broşüründeki, “Kill Capitalizm, Before İt Kills the Planet!” (“Kapitalizm Gezegenimizi Öldürmeden, Biz Onu Öldürelim”) sloganında ifade edildiği gibi, sorunun artık gelip, “ya kapitalizmin yıkımı, ya da Dünyanın Yıkımı” noktasına dayandığını, özellikle batılı kapitalist ülkelerde, gün geçtikçe daha fazla sayıda insan görmektedir. Öyle ki, “ölecek olan bu gezegende” alttakiler gibi üsttekiler de yaşamaktadır. Ne var ki, üsttekilerden tek tek bireyler, sınıfsal güdüleri yerine insani güdülerinin peşinden giderek harekete katılsalar da, kapitalist sınıfın bu gidişi durdurmak bir yana, frenlemek gibi bir niyeti yoktur ve olamaz da. Çünkü yıkımı durdurmak ya da en azından frenlemek, kârı durdurmak ya da frenlemekle aynı şeydir ki, bu da kapitalizmin kendi kendini öldürmesi anlamına gelir. Tek tek kapitalistlerin felaketi görüp “kâr”dan vazgeçtiklerini, yani sınıfsal anlamda intiharı seçtiklerini (ki bu, olası görünmemektedir) farzetsek bile total sınıfsal çıkarlar objektif yasalara tabidir. Bu yüzden de kapitalizmin gidişini sistem içi hiç bir gücün durdurması mümkün değildir. Bunun açıkça görülmesi, kaçınılmaz olarak, sistem dışı bir hareketin, bu gidişin önüne dikilmesini mantiki tek alternatif haline getirmektedir. İşte bugün bu yüzden, her kesim ve sınıftan insan, ekolojik yıkımın baş müsebbibi olan kapitalizmi hedef alan bir harekete doğru hızla kaymaya başlamıştır.
Bunun yanısıra ve bununla bağlantılı olarak, tüketim toplumunun “consumerism”inin geldiği nokta, kapitalist toplumda yaşayan özellikle genç insanlarda nerdeyse bir “boğulma duygusu”na yol açmış bulunmaktadır. Önde gelen tüketici firmaların yıllık hasılatlarının en yoksul yirmi ülkenin toplam servetinden daha fazla olmasının genç insanların adalet duygularını rencide etmesi bir yana, “kapitalizmin seçme özgürlüğü” dediği şeyin tekdüzeliğin yaldızlanmasından başka bir olmadığının farkedilmesi de bu “boğulma duygusunu” körüklemektedir. Bir gösterici şöyle demektedir: “Kapitalizm insanlara alternatifler sunduğunu iddia ediyor. Evet ama aslında biz neyi seçebiliyoruz ki? Belki de sonunda altından kalkamayacağımız bir ev satın alma işi için para kazanmak üzere dünyayı yıkıma uğratan bir ekonomik sisteme dahil olmak mıdır ‘özgür seçim’ denen? Yoksa ‘istediğini alabilme özgürlüğü mü’? Çıkın ve yürüyün sokaklarda, bütün dükkanlar birbirinin tıpatıp aynısı değil mi?”
Kapitalizm, yalnız doğayı değil, belki ondan da fazla insan ruhunu tahrip ve yok ettiğinden, her sınıftan çok sayıda insan, “ruhunu kurtarmak” için çeşitli yollar aramaktadır. Bu insanlardan bir kısmı, daha çok Amerika’da görüldüğü gibi, yeni ilüzyonlara kapılıp dinsel sektlere yönelirken, bir kısmı da kapitalizme karşı mücadeleyi seçip yeni kitle hareketine katılmaktadır. Kapitalizmin bağrında yaşanan, aslında bugüne kadar görülmemiş ölçüde büyük ve kitlesel bir disilüzyondur. “Ekonomik hiyerarşi ve otoriter yapılanma karşısında kitlesel bir disilüzyon söz konusu. Bu, daha önce benzeri görülmemiş bir durumdur. Kapitalizm, insan doğasının aç gözlü, egoist ve rekabetçi o karanlık yanını ödüllendirmiştir. Biz, bu masayı tersine çevirip üzerinde dans etmek istiyoruz. Bu canavarı reformla düzeltmek mümkün değildir.” Bu disilüzyon, zaten ekonomik durumlarının zayıflığı ve toplumun en alt ve dışlanmış kesiminde bulunmaları ölçüsünde umutları da zayıf olan en çok ezilen kesimlerden (evsizler, işsizler, göçmenler vb.) daha üst kesimlere doğru yayılmakta, gazetelerde, üst sınıflardan gençlerin ailelerini terkederek basit bir yaşamı tercih ettiklerine ve mücadeleye omuz verdiklerine ilişkin haberlere gittikçe daha çok rastlanmaktadır. Bunlardan biri olan, San Fransisco’lu bir doktorun kızı Juliette Beck, tıp okumak için gittiği kolejde, babasının isteğinin hilafına çevre bilimini seçmiş. IMF, WTO ve Dünya Bankasını, “dünya düzeninin demirden üçgeni” olarak gören Beck, “daha iyi bir dünya için çok sayıda insanın katıldığı Seattle ruhu, insanı umutla dolduruyor,” diyor.
Kapitalizm, 1950’li ve 1960’lı yıllarda periferiye doğru yayılırken, periferide bu yayılmaya karşı meydana gelecek direnişi hesaba katarak merkezde kendini güvenceye almayı gerekli görmüştü. Bu, aslında kapitalizmin, Birinci Dünya Savaşı sonrasından çıkarttığı bir dersti. Periferi sayılabilecek Rusya’da meydana gelen devrimden sonra batıdaki işçi sınıfında ortaya çıkan hareketlenmeler batılı kapitalistlere az kâbuslu günler yaşatmamıştı. İş güvencesi olmayan, her an işini kaybetme tehdidi altında yaşayan ya da zaten işsiz olan ve açlık tehdidi altında bulunan insanların ne yapacakları hiç belli olmazdı. Kapitalistler, kısa sürede devrim tehlikesini atlatıp görece “istikrarı” gerçekleştirdikten sonra yarattıkları tüketim toplumuna pek uygun düşecek olan “refah devleti” üzerinde ciddi ciddi düşünmeye başladılar ve İkinci Dünya Savaşından sonra bunu gerçekleştirmeye giriştiler. Bu girişimin gerisinde, rejime boyun eğmelerinin karşılığında vatandaşlarına tam iş istihdamı güvencesi veren Sovyet sisteminden bu konuda fazla geri kalmama güdüsünün yanısıra, tüketim toplumunun, “doygun tüketicilere” ihtiyaç duymasının bulunduğu da belirtilmelidir. Artık ülke içinde kimse işini kaybetme korkusu içinde yaşamadan sisteme uzun vadeli olarak adapte olacak, işsizler de hiç değilse aç kalmayacakları “güvence”sine kavuşacaklardı. Ülke içindeki bu “istikrar” ortamı, kapitalizmin periferideki “bakir” alanlara daha güvenli bir biçimde açılmasını sağlayacak ve tüketim toplumunun bayraklarında yazılı olan “tüketiniz” sloganının hayata geçmesini sağlayacaktı.
Ne var ki, “refah devleti” 1970’lerin ortalarından itibaren iniş, 1980’li yıllarda da çöküş sürecine girdi. Çünkü “serbest piyasa kapitalizmi”nin kâr ilkesiyle işçilerin “iş güvencesi” ve işsizlerin “aç kalmama güvencesi” çatışıyordu. Kapitalizmin periferiye yayılma sürecinin aşağı yukarı tamamlandığı koşullarda bu tür “refah devleti güvenceleri” kapitalistlere, sistemin kâr ilkesine göre işleyişini hantallaştıran “ağır yükler” olarak görünmeye başladı. Teatcher’ın dizginsiz kapitalizmi, “refah devleti”ne ağır darbeler indirdi. Kâr ilkesine uymayan işletmelerin (Britanya’da madenler) kapatılması girişimleri, “refah devleti”nin “iş güvencesine” alışmış işçi sınıfında sert direnişlere yol açtı (1980’li yıllarda, Britanya’da maden işçilerinin direnişi).
Bu direnişlere rağmen, kapitalizm, bildiği yolda ilerlemeye devam etti ve bugünlere gelindi. Günümüzde global kapitalizm kâr ilkesini şu şekilde uygulamaktadır: 1. Üretim, işgücünün çok daha düşük olduğu periferi ülkelerine kaydırılmaya başlandı. Böylece, merkezdeki çok sayıda fabrika periferi ülkelerine taşındı, işsiz kalan işçiler, işsizler ordusuna katıldı; 2. Merkezde işler “serbest piyasa”nın vahşi rekabetine terkedildi. Rekabet sonucu iflas eden şirketler, “galipler” tarafından yutuldu, bunun sonucunda, sadece kâr ilkesine yarayacak kadar işçi istihdam edildi, geriye kalanlar keza işsizler ordusunun saflarına itildi; 3. Merkezde olsun, periferide olsun, kapitalizmin “yüksek kâr getiren” teknolojisine uygun bir istihdam politikası uygulandı. Yüksek teknolojik beceri, yüksek mesleki eğitim, yabancı dil vb. gibi özellikler, işe almada ve işte tutunmada baş kıstas haline geldi. Bu “yüksek standartlara” ayak uyduramayanlar hızla elendi. Bugün bir işçi, işsiz kalmamak için “iş becerisini” iş piyasasının ihtiyaçları doğrultusunda sürekli geliştirmek zorundadır. Örneğin bir sekreter ya da kütüphane memuru, yeni teknolojik becerileri edinmiş yeni adaylar karşısında işini her an kaybetme tehdidi altındadır. İşin hızla ve en ucuz biçimde yapılmasından başka bir kaygıları olmayan menajerler ve işverenler, eski elemanlarını, masrafa girip eğitmek yerine, yeni teknolojiyi bilen, üstelik daha düşük ücrete çalışmaya hazır elemanları eskilerinin yerine kolayca alabilmektedirler. Görüleceği gibi, sözü geçen “beceriler”, aslında insani bütün beceri ve özellikleri yok eden bir piyasa ekonomisinin hizmetine sokulmakta, insani yetenek ve beceriler, iş piyasasının talepleri karşısında “işe yaramaz” ve geçersiz kabul edilmekte, yetenekli ve eğitimili çok sayıda insan, sistem tarafından dışlanmanın, yok sayılmanın acı ve bunalımını yaşamaktadır; 4. Safları yeni gelenlerle gün be gün kabaran, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu işsiz kitlesi, kapitalistler tarafından, işgüçlerini, piyasa ekonomisinin asgari düzeyinin bile altında satmaya zorlanmaktadır. İşsizler, ya dayatılan son derece düşük ücretlerle çalışmayı kabul edecekler, ya da “refah devleti”nin işsizler için öngördüğü “aç kalmama güvencesi”nden bile yoksun kalacaklardır. Britanya’da New deal ve JSA (Job Seeker Allowance) adıyla ileri sürülen politika işte buna hizmet etmektedir. Job Centre’ler, örneğin Greed gibi, ucuz işgücü pazarlamacısı şirketlerle anlaşma halinde, özellikle işsiz genç nüfusu düşük ücretlerle kiralama işlevini yerine getirmektedirler. Ucuza kiralanmaya boyun eğmek istemeyenler, 6 aylık sürelerle imzaladıkları ve bu süre içinde bir iş bulacakları taahhüdü altına girdikleri JSA mukavelesine aykırı davranmış olacaklar ve Job Centre menajerinin kararıyla işsizlik yardımından, dolayısıyla da ev yardımından yoksun kalabileceklerdir. Artık bundan sonra onları bekleyen, sokakta yatıp kalkmak ve açlıkla boğuşmaktır. 5. Periferideki kapitalistleşme süreci, topraklarından kopup kentlere göç ederek buralardaki işsiz nüfusla birleşen ve şansını kapitalist zengin ülkelerde arayan (ki bu durum, periferideki ulusal, etnik ve dinsel çatışmalarla iyice körüklenmektedir) büyük bir göçmenler kitlesi doğurmuştur. Global kapitalizm, bu göçmen kitlesini, merkez ülkelerdeki en pis işleri, en düşük ücrete (çoğunlukla da, bilinçli olarak göz yumulan illegal çalıştırma yoluyla) yaptırmakta, kendi yerli işçilerini bu yeni göçmen işçiler dalgasıyla tehdit etmekte ve kendi yerli halkını “barbarlar geliyor” tehdidiyle uysallaştırmaktadır. Ne var ki, göçmen akışı, kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu boyutları çoktan aşmıştır ve bu yüzden kapitalistler, yeni ırkçı göçmen yasaları yoluyla bu akını belli bir düzeyde tutmaya çalışmaktadırlar.
İşte “refah devleti”nin çöküşünü getiren bu uygulamalar, merkezi kapitalist ülkelerdeki, evsizler, ev işgalcileri, işsizler, umutsuzlar, göçmen işçiler, illegal göçmenler, siyasi sığınmacılar, işini her an kaybetme tehdidi altında bulunan işçiler ve memurlar, kapitalizmin “sözleşmeli işçi” uygulamasıyla sözleşmeleri bittiği an işsiz kalacak olanlar, tüm entellektüel yeteneklerine rağmen kapitalizmin istihdam politikaları tarafından dışlananlar ve iş bulamayanlar, okudukları okullardan mezun olduktan sonra kendilerini işsizliğin beklediği gençler, işsiz diplomalılar, işsizlik tehdidi altınadaki öğretmen ve memurlar, çocuk bakıcısı göçmen kadınlar, ırkçı ayrımcılığa uğrayan siyahlar, yaşları dolayısıyla iş piyasasından dışlananlar, yaşlılar, pansiyonerler, huzur evlerinde yaşayanlar, cinsel ayrımcılık dolayısıyla dışlanan kadınlar, “single mother” denen, geleneksel aile yapıları dışında çocuk sahibi olan anneler, cinsel ayrımcılığa uğrayan gay ve lezbiyenler, “seks işçileri”, hiç bir gelecek vadetmeyen düşük kaliteli okullarda okumak zorunda bırakılan işçi ve göçmen çocukları, işsiz sanatçılar, müzisyenler, sabıkalı oldukları için iş hayatından dışlananlar, mahkumlar, alkolikler, sokak biracıları, dilenciler, sakatlıkları dolayısıyla dışlananlar, işsiz ya da işsiz kalma tehdidi altındaki akademisyenler, ailelerinin baskısından kaçıp alternatif yaşam deneyen gençler, etnik ve dinsel ayrımcılığa uğrayanlar, çeşitli dinsel tarikatlara mensup olanlar, “öğrenme özürlü”ler, “akıl hastaları”, iflas etme tehdidi altındaki küçük dükkan sahipleri ve küçük çiftçiler, illegal işlerde çalışanlar kitlesini devasa boyutlara ulaştırdığı gibi, bu kitlede, sistemin geleceğe ilişkin vaatleri konusunda büyük bir disilüzyona ve umutsuzluğa yol açmıştır.
Sistem bu durumun tamamen farkındadır. Sayısı gittikçe kabaran bu kitle artık sistem için, kontrol altında tutulması ve gereğinde polisiye tedbirlerle bastırılması gereken bir “iç düşman”dır. Yeni hazırlanan, polise olağanüstü yetkiler tanıyan “Terörizm Yasa Tasarı”sının ve uygulaması şimdiden başlatılan politik sığınmacıları ve göçmenleri toplama kamplarına kapatmayı planlayan “Sığınmacılar Yasa Tasarı”sı bu bağlamda anlam kazanmaktadır.
Bu objektif toplumsal temele, bazı sübjektif ve psikolojik etkenlerin de eşlik ettiği açıktır. Bunların en önemlilerinden biri, on yıl önce meydana gelen Berlin Duvarının ya da Sovyetler Birliği’nin çökmesi olayıdır. Sovyet sistemi, kendi içindeki uygulamalarla, kitlelerde ya da batıdaki entellektüellerde ne kadar büyük hayal kırıklığı yaratmış ve aslında dünya kapitalist sisteminin üstelik de oldukça kötü işleyen bir parçası olduğunu göstermiş olursa olsun, merkezde ve periferide, dünya kapitalizminin uygulamaları sonucu radikalize olan insanların bir kısmı, umutlarını belli ölçüde, kapitalizme alternatif olarak gördükleri Sovyet sistemine bağlıyor ve bu sistemin Leninist örgütlenme geleneklerine uygun olarak komünist ya da benzeri sol partilerin etrafında toplanıyorlardı. Bu, radikalize olan bir çok unsurun, enerjisini, sistemle doğrudan çatışmak yerine, sisteme alternatif olduğu ilüzyonuna kapıldığı bir partiyi güçlendirmeye (ki, bu süreç, zayıflamakla birlikte varlığını belli ölçülerde hâlâ sürdürmektedir) sarfetmesini getiriyordu. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Leninist partilerin aslında sistemin yan unsurları olduğunun gittikçe daha fazla görülmesiyle birlikte, radikalize olan unsurlar, büyük ağırlıkla, artık doğrudan doğruya anti-kapitalist hareketin saflarına akmaya başlamıştır.
Belki Britanya’ya özgü bir durumdur ama, yirmi yıla yakın bir süre devam eden Tory hükümetleri, Labour’un bir kere daha “ehven-i şer” bir alternatif olarak görülmesine yol açmıştı. Labour’un iktidara gelmesiyle birlikte bu durum da büyük ölçüde sona ermiş ve Labour’un Tory’lerden de beter sınıf düşmanları olduğu görülmeye başlanmıştır. Bugün artık Labour’un “sol kanadını” oluşturan Tony Benn gibi politikacıların itibarında bile bir azalma gözlenmekte, insanlar bu “sol kanat” denen şeyin de bir oyalamaca, bir hile olduğunu düşünmeye başlamaktadırlar. Labour’un iktidarı, radikal değişiklikler isteyen insanların gözünde, bu son sistem içi alternatifi de tüketmiştir. Bugün radikal anti-kapitalist hareketin saflarında, üç yıl önce Labour’un saflarında mücadele etmiş çok sayıda insan bulunmaktadır.
Bununla bağlantılı olarak, parlamentoya ve politik yapının alternatif üretme mekanizmalarına karşı da büyük bir inançsızlık gözlenmektedir. Artık insanlar, politik partilerle, politikacı nutuklarıyla ve parlamento gevezelikleriyle bir şey yapılacağına inanmamaktadır ya da bu inanç hızla çökmektedir. Politik yapının krizi, radikalizme güç vermektedir.
Yeni hareket, süreklilik şansı bakımından, öncellerinden farklı bir özellik göstermektedir. 1960’lardaki hareketin itici gücü, Vietnam savaşıydı. Vietnam savaşının sona ermesi, hareketin sürekliliğinde bir düşmeye neden olmuştu. 1980’lerdeki madenciler mücadelesi, keza, sona erdiği an, hareketin kabarışı durmuştu. 1990’ların başında devasa boyutlara ulaşan Poll Tax mücadelesi, Teatcher’ın başını yedikten sonra, bu verginin adının değiştirilmesi ve kısmen reforma tabi tutulmasıyla inişe geçmişti. Ne var ki, bugünkü anti-kapitalist hareket, kapitalizimin globalliği ölçüsünde global hedeflere sahiptir. Bu haraketin hiç bir kısmi ya da sistem içi talebi olmadığı gibi, 1917 devriminde bile görülmeyen ölçüde global bir anti-kapitalist yönelişe sahiptir. Bu yüzden hareket, geçici değil, süreklidir. Kapitalizm var olduğu sürece, onun karşısına dikilmeye ahdettiği gözlenmektedir.
Son olarak, hareketin bel kemiğini oluşturduklarını rahatlıkla söyleyebileceğimiz, “eco-warrior” olarak adlandırılan ekoloji savaşçılarının, anarşizm gibi, köklü bir geleneğe ve bütünsel sistem dışı fikirlere sahip bir fikir akımıyla buluşmalarının, bu anti-kapitalist harekete büyük bir düşünsel öz-güven kazandırdığını, her yeni duruma ve gelişmeye yanıt vermede son derece yardımcı olduğunu da belirtmeliyiz.
“Reclaim the May Day”
“Bana yardıma geldiysen, çek git. Eğer mücadelemin senin yaşam kavganın bir parçası olduğunu düşünüyorsan, ver elini!” Reclaim the Street (RTS)
Bir yıl öncesinden hazırlanmaya başlayan “May Day 2000” çalışmalarında önemli bir rol oynayan Reclaim the Street (RTS), bundan beş yıl önce, spontane, yapılanmaktan ve hiyerarşik olmaktan uzak, öz-örgütlenmeye dayanan bir sokak hareketi olarak ortaya çıktı. RTS, bireylerin, kuşatıldıkları koşulları değiştirmek ve yeniden yaratmak için kendi iradelerine sahip çıktıkları, katılıma, insiyatife ve sorumluluğa dayanan bir doğrudan eylem hareketi ve ilişkiler ağıdır. Aynı zamanda, RTS, bildiğimiz, klasik tarzdaki durağan örgütlenme biçimlerinden son derece farklı, hareketli, esnek, polisin tespit etmekte zorlandığı, “ele avuca gelmez” bir örgütlenmedir. RTS, düzenin legalitesini kesinlikle tanımayıp, kendi karar verdiği eylemleri istediği anda ve yerde gerçekleştiren, “bir başka zamanda, bir başka yerde buluşmak üzere” dağılan ve yeniden toplanan bir eylem tarzına sahiptir. RTS, lider, yönetici, temsilci, basın sözcüsü, karar mekanizması, komite, üye, program, önceden belirlenmiş plan, cephe ya da koalisyon örgütlenmesi, örgüt liderlerinin bir masa etrafında oturup “güçbirliği” ya da platform kurmaları vb. gibi klasik örgütsel yapılanma ve mekanizmaları reddettiğini açıklamaktadır.
Peki ama, bütün bunlar olmadan belli bir yer ve zamanda binlerce insan nasıl seferber edilebilmektedir? Her şeyden önce, hareketin (burada hareket derken, RTS’yi değil, onun da içinde yer aldığı, globalizme karşı eylem hareketinin bütününü kastediyoruz) yerel ya da ülke çapında (çok sayıda uluslararası bağlantıyla birlikte) süreklilik arzeden yüzlerce kampanyanın “kaotik” bağlantısına dayandığını belirtmeliyiz. Hükümetin hazırlamakta olduğu “Terörizmle Mücadele Yasa Tasarısı”na karşı mücadeleden, ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı irili ufaklı kampanyalara; haşhaşın serbest bırakılması kampanyasından, yeni “Sığınmacılar Yasa Tasarısı”na karşı direnişe; yıllardır sürdürülen McDonald kampanyasından, nato’nun Kosova’ya müdahalesinin ve Irak’a uygulanan ambargonun reddine; bisikletçilerin yol kapama eyleminden (“Critical Mass”), mahkumların serbest bırakılması için Bastille Hareketine; Boots gibi, hayvanlar üzerinde test yapan kozmatik üreticisi tekellerin ve “Bodyshop”ların boykotundan, Belediye başkanlık seçimlerinin boykotuna; işsizlik yardımının kısıtlanmasına, kesilmesine, işsizlerin ücretsiz çalıştırılmasına, Labour Hükümetinin “New Deal” ve “JSA” uygulamalarına karşı direnişten, genetik mühendisliğine karşı harekete; evsizlerin ev işgallerinin örgütlenmesinden, sınır dışı etmeye karşı “sığınmacı”lar için gönüllü danışmanlık hizmetleri örgütlenmesine; sakatlar hareketinden, sansüre karşı harekete; dükkan hırsızlığı faaliyetlerinin eşgüdümlü hale getirilmesinden, metro işçileriyle dayanışma eylemlerine; silah ticaretine karşı mücadeleden, nükleer atıkları taşıyan trenlerinin yolunun kesilmesi eylemlerine; tilki avının sabote edilmesi eylemlerinden, kürk ticaretinin önlenmesi kampanyasına vb. vb. kadar yüzlerce kampanya, yerel, ulusal, hatta uluslararası planda birbiriyle bağlantı ve dayanışma halinde çalışmaktadır. Yerel planda farklı grup ve bireylerin, çeşitli vesilelerle bir araya geldiği, fikir alışverişinde bulunduğu, birbirlerinin hedeflerini ve “düş”lerini öğrendikleri, ortak çalışmalar ve dayanışma partileri (“gig”ler) içinde birbirlerini daha yakından tanıdıkları, arkadaş oldukları zincirleme dayanışma ağlarının karmaşık bütünlüğüdür söz konusu olan. Her bireyin sub-gruplarda, yeteneklerine uygun gördüğü, kendi arzu ve iradesiyle seçtiği, bir görev ya da fedakârlık olarak değil, zevk alarak katıldığı çeşitli etkinliklerde (afiş hazırlama ya da yapıştırma, direklere pul yapıştırma, dayanışma partisi düzenleme, bildiri hazırlama ya da dağıtma, pankart yazma, diğer gruplarla bağlantı kurma, yasal savunma gruplarında çalışma vb.) insiyatif ve sorumluluk alması temeline dayanan bu karmaşık bütünlük, bireylerin grupları, grupların yerel gruplaşmaları ve bağlantıları, yerel gruplaşma ve bağlantıların daha geniş çaplı çalışmaları ve global eylemi belirlediği aşağıdan yukarı bir direniş hareketini ortaya çıkarmaktadır. Aslında bu, “sen kapitalizmin demir yasaları karşısında bir hiçsin ve hiç bir hükmün yoktur” diyerek bireyi sıfıra indiren kapitalizme karşı, dışlanmış bireyler yığınının topluca verdiği bir yanıttır. “Sen beni dışladın, yok ettin, sıfıra irca ettin, hiçledin, toplumun dışına sürdün, öyle mi? O zaman ben de o sürgün ülkesinde kendim gibi yok edilmişlerle birlikte var oluşumu yeniden yaratırım, kendi toplumumu yeniden yaratırım ve senin toplumuna meydan okurum. Senin medyanı hiçe sayar kendi haberleşme ağımı kurarım, kendi Counter Information’umu, SchNEWS’umu, Maybe’mi, No Leader’imi vb. çıkarırım. Belki küçüktür onlar, senin devasa medyatik olanaklarınla değil, biz sokak çocuklarının kıt imkanlarıyla çıkartılır ve dağıtılırlar, ama etkilerini küçümseme sakın. Onlar, benim toplumumun harekete geçirici ruhudurlar. Senin medyanın ruhsuzluğunun tersine.”
Hareket, hiç bir bireyin ya da lider grubunun iradesine bağlı olmaksızın gelişmektedir. Pratik eylemleri örgütlemede görece ön plana çıkanlar vardır elbette. Ama onların bütün işlevi, genel kitlenin iradesine uygun olarak yapılması gerekenleri yapmaktan ibarettir. Bu kişiler, “yapılması gerekeni” yapmadıkları an, herhangi bir komitenin kararıyla değil, pratiğin ihtiyaçları tarafından derhal elenirler ve yerlerini hemen yenileri doldurur. Böylesi spontane bir hareketin, bir savaştan farksız olarak tanımlanan “politik mücadelenin” o çok ünlü “manevra yeteneğinden” yoksun olduğu söylenebilir. Politik mücadele, iktidar mücadelesidir. İktidar mücadelesi, politik mücadelenin taktiklerini ve manevralarını anı anına tespit edecek bir “genel kurmayı” zorunlu kılar. Evet ama, fark şuradadır: Bu toplumsal hareketin politik iktidarı ele geçirmek, dolayısıyla politik mücadele yapmak diye bir hedefi yoktur. Tersine o, tam da bunu reddetmektedir. Onun bütün iddiası ve hedefi, “kapitalizmi ilga” etmektir. Bu da politik güçlerin kitleleri arkalarına alarak yaptıkları bir politik mücadele ile değil, kitlelerin doğrudan toplumsal çatışmaya girmesiyle gerçekleşebilir. Bu yüzden bu kitlenin, kendisine “ileriye ya da geriye” “bir ya da iki adım” attıracak genel kurmaylara değil, halihazır yönetici sınıfınki de dahil bütün genel kurmayları mezara yollayacak bir toplumsal ayaklanmaya ihtiyacı vardır. Bunu başarıp başaramayacağı belli değildir. Ama belli olan bir şey varsa, o klasik “baş, gövde ve ayak” benzetmesine hiç de uymayarak, aklının gövdesiyle, kendi bütünüyle özdeş olduğudur. Onun aklı, harekete katılan binlerce insanın katılımıyla oluşan kollektif bir akıldır ve bu aklın “taktik” denen şeyle alışverişi yoktur, buna ihtiyacı da yoktur zaten. Çünkü bilmektedir ki, kollektif aklını, “daha akıllı” bir genel kurmaya teslim eder ve politik taktikler peşinde koşarsa, kendi varlık nedenini ortadan kaldırmış olacaktır. Varsın, hareket, bu yüzden karşısındaki düşmanın kurnazca taktiklerine karşı aynı kurnazlıkla yanıt veremesin. Düşmanın bu tür “üstünlük”leri varsa, onun da düşmanda olmayan başka özellikleri ve üstünlükleri vardır.
Hareketin kolektif aklı, düzenin legalitesini tanımayarak ne kadar doğru hareket ettiğini göstermektedir örneğin. Klasik Marxist partilerin artık nerdeyse içgüdüsel bir alışkanlık haline getirdikleri “legaliteyi kullanmak” denen şey, yeni hareketin atılım ruhuyla bir kenara atılmış ve sokaklarda eğlenmek, karnaval yapmak ya da slogan atmak, topluca yürümek vb. için, egemen düzenin legalitesinden icazet almanın saçmalığı ayan beyan ortaya konmuştur. Öyle ki, RTS’nin eylemlerinden artık, “izinsiz gösteri” yapıldığı için değil de, “şiddet kullanıldığı” için şikayetçi olunmaktadır. RTS’nin bir kaç darbesiyle, “legal yürüyüş” denen şey yıkılıp gitmiş, son “Guerrilla gardening” eyleminde görüldüğü gibi, meydanlar, bütün tehditlere rağmen kitleler tarafından ele geçirilmiş, polisler de bu “kanunsuzluğu” uslu uslu seyretmek zorunda kalmışlardır.
Hareket, yukarda sözünü ettiğimiz çok parçalı sınıfsal yapısına paralel olarak içinde büyük bir fikri zenginliği de barındırmaktadır. Hareketin içinde, anarşizmin her türü (yeşil, primitivist, bireyci, pasifist, anarko-sendikalist, anarko-komünist, anarko-feminist, anarko-nihilist, anarko-gay, sürgün, mahkum, Hıristiyan, ruhani, Durrutist, Mahnovist, vb.), sol komünistler, şura komünistleri (council komünist), liberter Marxistler, sol-sosyalistler, situationistler, Yahudi sosyalist hareketi mensupları, Animal Liberation Front taraftarları, eco-warrior’lar, seksüel özgürlük hareketi mensupları, gay ve lezbiyen hareketi mensupları, savaş karşıtları, anti-ırkçı siyah hareket mensupları, kadın hareketi mensupları, liberter eğitim taraftarı öğretmenler, devrimci hukukçular, dadaist sanatçılar, toprakları ele geçirme hareketi mensupları, anti-monarşistler, sekülaristler, Budistler, paganistler, materyalistler, anti-materyalistler, sendikalistler vb vb. yer almakta ve bu eğilimler, birbirleriyle asla kavgaya ya da sürtüşmeye girmeden, dayanışmayla tartışmayı bir arada yürütebilmektedirler. Örneğin, 1 Mayıs’tan önceki iki gün aynı binada düzenlenen çok sayıdaki konferans içinden seçtiğimiz şu konferans konusunun başlığı bunu çok iyi ortaya koymaktadır: “Anarşizme karşı! Marxizme karşı! Situationist girişimin 20. Yüzyıla bıraktığı”.
Öte yandan, son “May Day” çalışmaları içinde ve 1 Mayıs günü, yeni bir gelişme daha ortaya çıkmıştır. Şimdiye kadar radikal hareketi “anarşist” diye damgalayıp ondan uzak duran Socialist Worker Party (SWP), Militan, Spartakistler vb. gibi Troçkist ya da yarı-Troçkist grup ve örgütler, sanırız hareketin kitleselleştiğini görerek tutum değiştirmiş ve gerek ön hazırlık çalışmalarına ve tartışmalarına, gerekse de 1 Mayıs eylemine katılmışlardır. Gerçi katılımlarında, o klasik, “kitlenin olduğu her yerde bulunun” ve “her kürsüyü kullanın” Leninist taktiğinin rol oynadığı ve örneğin SWP’lilerin her zaman yaptıkları gibi ısrarla gazetelerini satmak için orada bulundukları gözden kaçacak gibi değildir, ama bu bile önemli bir gelişmedir. En azından Troçkistler, şimdiye kadarki tutumlarını değiştirmek ve yeni hareket üzerinde biraz durup düşünmek gereğini duymuş olmalıdırlar.
Bu 1 Mayıs’ta, kentin merkezindeki eylemler dolayısıyla geleneksel 1 Mayıs merasimini yapamayan sürgün Türk ve Kürt solu ikiye bölündü. Eski gösterilerde en kalabalık kitleyi “getiren” PKK ve kendini 23 Nisan çocuk bayramını kutlamaya adayan İP ortalıkta bile görünmediler. Türkiye’deki EMEP’in Britanya’daki tekabülü olan Day-Mer, yaklaşık beş yıldır girdiği “ılımlı ve legalist sendikacılık” yönelimine uygun olarak, Labour yanlısı geleneksel İngiliz sendikalarının Trafalgar Meydanına yakın bir yerde düzenlediği legal yürüyüşe katıldı. Öte yandan, MLKP, TİKB ve TKP-ML gibi örgütler, Parlamento Meydanındaki “guerilla gardening” eylemine katılmayı tercih ettiler. Gerçi TİKB’li gençlerin, o koca “Long Live Socialism” pankartı ile orak-çekiç ve tüfekten oluşan flamalarını göstericilerin gözüne sokarcasına ortalıkta dolaşıp durmaları, oraya, bir yandan basında boy göstermek, öte yandan “anarşistleri bilinçlendirmek” için geldikleri yönünde bir izlenim yaratmışsa da, kitle, bu Stalinist örgütün mensubu gençlere de “welcome” yapmış ve Churchill’in heykeli grafitilerle boyanırken, bu gençlerin rekabet duygusuyla, heykelin ortasına kocaman bir orak çekiç tüfek çizip diğer grafitileri bastırmaya çabalamaları bile hoşgörüyle geçiştirilmiştir. Bu, oradaki kitlenin, İngiliz medyası bu insanların “vandal” olduklarını ne kadar iddia ederse etsin, katılıktan uzak, kendi saflarına gelmiş insanlara karşı (düşünceleri ne olursa olsun) anlayışlı ve son derece barışçı olduklarının bir başka delilidir.
Şiddet mi?
Karnaval hiyerarşiyi yok eder, sokaktaki biçare bir de bakmışınız kral oluvermiş.
May Day 2000 Devrimci Kolektifi
Evening Standard gazetesinin 28 Nisan 2000 günlü nüshasının başlığı şöyleydi: “Ordu, 1 Mayıs kargaşalığını önlemek için teyakkuz durumuna geçirildi.”
Sunday Times gazetesi ise, 30 Nisan 2000 günlü nüshasında, sis bombaları içindeki, robota benzer korkunç polis görüntülerini yansıtan devasa bir fotoğrafın üzerine koca kırmızı harflerle, “ANARCHY” başlığını atmıştı.
Observer’in 30 Nisan 2000 günlü nüshasının başlığı ise daha sofistikeydi: “Ekoloji savaşçıları, güç ve şiddet çiçeğini ekmeye kararlı”.
Haftalık olarak Türkçe çıkan Londra Haber gazetesinde yayınlanan, Kasım ayında Euston istasyonunda çekilmiş fotoğrafta ise, ters çevrilip yakılan bir polis otosunun üzerine göstericilerin aceleyle yazdıkları şu yazı okunuyordu: “Babylon falling down” (“Babil düşerken”).
Britanya ordusunun iç olaylarda kolay kolay “teyakkuz durumuna” geçmediğinin bilinmesi bir yana, İngiliz medyasının, hükümetin ve polisin, 1 Mayıs’tan önceki terör saçan yazıları ve açıklamaları, korkan bir insanın, bu korkusunu bağırıp çağırarak yatıştırmaya çalışırken, çevreye korku saçmasına çok benzemektedir.
Bütün tehdit ve korkutma çabalarına rağmen, Parlamento Meydanı, on bini aşan büyük bir kalabalıkla doldu ve insanlar, hükümetin “izinsiz, illegal gösteriye geçit verilmeyecek” teranelerini hiçe sayarak, büyük bir soğukkanlılık içinde meydanı ele geçirdiler. Polis, bu fiili durum karşısında geri çekilmek ve “30 yıldır görülmemiş” büyük yığınağını, göstericileri “tahrik etmemek” için köprü altlarında vb. saklamak zorunda kaldı. Göstericiler, dedikleri gibi yaptılar. Çalgılar çalarak ve dans ederek gelip, yanlarında getirdikleri çiçek ve sebzeleri alana ektiler. Orta kısımdaki çimenleri söküp meydanın caddelerine taşıyarak betonları sembolik olarak yeşillendirdiler. Tesadüfen oraya dikilmiş olan, İngiliz emperyalizminin “saygın” liderlerinden “buldog suratlı” Winston Churchill’in heykelini grafitilerle boyadılar, Churchill’in dudaklarına kırmızı boya sürerek, onun kan emici karakterini ortaya koydular. Daha da komiği, kafasına bir çiçek bloku yerleştirerek, Churchill’in bir punk’a “benzemesini” sağladılar. Sonra, yine bir karnaval havasında, gruplar halinde Trafalgar meydanına doğru ilerlediler. Yollarının üzerinde bulunan 10 Dawning Street adlı Başbakanlık konutunun önünden geçerken, beklendiği üzre polisi görünce tahrik oldular ve polislere taş ve şişe attıktan sonra yollarına devam ettiler. Trafalgar meydanına gelince, önlerine bir “tahrik unsuru” daha çıktı: McDonald’ın camlarını kırdılar ve içerideki ürünleri dışarı attılar, bir bankayı ve “money exchange” binasını tahrip ettiler. Bu noktada polis göstericilere müdahale etti. Sonuç olarak çok sayıda gösterici ve polis yaralandı. Yüze yakın kişi tutuklandı. Gösteriler, parça parça, akşam 8’e kadar devam etti.
Ertesi gün medya, göstericilere, “şiddet yanlıları” ve “vandallar” diye veryansın etti. Başbakan Tony Blair ise, göstericileri, “eşkiyalıkla” suçladı. Bütün bunlara rağmen, polisin, göstericilerin “gardening yapacağız” bahanesiyle yanlarında getirdikleri tarım araçlarını silah olarak kullanacaklarına ilişkin spekülasyonunu doğrulayan bir gelişme gözlenmedi. Bunun, polisin hayal gücünün ürünü olduğu anlaşıldı.
Kanımızca, medya, hükümet ve polisin yarattığı terör ortamı katılımı bir miktar etkiledi. Böyle bir terör havası estirilmemiş olsaydı göstericilerin sayısının rahatlıkla yirmi bine ulaşabileceği, hatta bunu da geçebileceği tahmin edilebilir. Yine de, katılımcıların bütün tehditleri boşa çıkaran korkusuzluğu ve soğukkanlılığı kaydedilmelidir.
Gösterinin sonunda meydana gelen ve kitlenin haklı tepkisinin yöneldiği hedeflerin tahribine yol açan olaylar, medyanın abarttığı boyutlarda değildir. Hele, yaratılan, “kan gövdeyi götürecek” havasıyla karşılaştırıldığında, bu gösterinin esas olarak barışçı bir biçimde geçtiğini ve sonuçlandığını bile söyleyebiliriz.
“Bir başka zaman ve yerde buluşmak üzere.”
Birikim, sayı: 134-135,
Haziran-Temmuz 2000
http://www.youtube.com/watch?v=bKppCWv3wP8