Kâbus…
Mesele dergisinin Eylül 2014 tarihli 93. sayısında yayınlanmıştır.
Dün gece, bir türlü uyanamadığım kötü bir rüya gördüm, belki de kâbus. Ter içindeydim. Rüyanın içinde olduğumu biliyordum. Uyanmak istiyordum ama bir türlü uyanamıyordum. Sanki ringde sürekli dayak yiyen bir boksör gibiydim. Ben ringden kaçmaya çalıştıkça görünmeyen bir el beni tutup yeniden ringin ortasına getiriyordu. Bunun bir kâbus olduğunu bilmeme rağmen etkisi korkunçtu. Ancak uyandığım zaman rüyanın gerçekliğinden kurtulabileceğimi bildiğimden uyanmak için debelenip duruyordum.
Her yerden askerî marş sesleri geliyordu. Sahibi belli olmayan bir ses “idareye el koymuştur…” diye tekrarlayıp duruyordu. Neyin idareye el koyduğunu bir türlü duyamıyordum ama el koyanın ordu olduğunu tahmin ediyordum. Sonra aynı sesin sahibi askeri elbiseleriyle bir kürsüye çıkıyordu. Halk toplulukları onu çılgınca alkışlıyordu. İşin kötüsü ben de aralarındaydım ama ben alkışlamıyordum. Fakat alkışlamadığım anlaşılacak diye felaket korkuyordum. Çevremdekilerin, gözlerini bana çevirdiklerini fark ettikçe orta yerde çırılçıplak kalmış gibi hissediyordum kendimi.
Sonra birden alkışlar duruyordu. Hoparlörden bir oylamanın sonuçları ilan ediliyordu. “Anayasa ve cumhurbaşkanı yüzde doksan evet oyu almıştır” diye ağır tempolu bir ses duyuluyordu. Önce ağır sessizlik, sonra müthiş bir gürültü. Asker elbiseli şahıs halkı selamlıyordu.
Derken sağır edici ezan sesleri kaplıyordu ortalığı. Belki elli minareden yükselen haykırışlar. Kulaklarımı kapamak istiyordum ama çevremdekilerin bana baktığı korkusuyla bundan vazgeçiyordum. Küçük çocuklar, ellerinde defterler, önlerine bakarak, sıralar halinde ilerliyorlardı. Arkalarından bakıyordum. Tek sıra halinde bir camiye girip gözden kayboluyorlardı.
Sonra yorgun işçi sıraları geçiyordu önümden, başları önlerinde. Mahkûm dizileri. Hepsi üzgün, hepsi yorgun ve bezgin. Yanımda, kim olduğunu bilmediğim birine “nereye gidiyorlar” diye soruyordum. “Kimi cezaevine, kimi de çalışmaya” diye yanıt veriyordu. Cevap verenin yüzünü göremiyordum ama bana güven veren bir sesti bu. Sesin sahibine güvendiğim için, fısıltıyla da olsa, “şimdi ne olacak?” diye soruyordum. “Bilinmez ki” diyordu, “ama pek iyi şeyler olmayacağı belli.”
Sonra rüya kararıyordu, gözümün önünden bir sürü anlamsız görüntü geçiyordu. Zaman zaman ıssız yerlerde koşuyordum. Durup çevreme bakınıyordum. Genellikle kırsal yerlerdi buralar. Sonra yanıbaşımda o sesin sahibini hissediyordum. Kendisi yine yoktu ama yanımda olduğunu biliyordum.
“Ne oldu?” diye soruyordum, “rüya bitti mi?” “Sen içinde yer aldığın sürece rüya bitmez” diyordu. İşte o zaman sırtımı ter basıyordu. Yeniden koşmaya başlıyordum. Çok büyük bir alana geliyordum. İnsanlar bağırıyordu orada da. Neden bağırdıklarını anlamaya çalışıyordum. Herkes aynı yere bakıp bağırıyordu. Ben de oraya bakıyordum. Bu sefer kürsüde aynı adamı görüyordum. Ama bu sefer üstünde askeri elbise yoktu. Sivil giyinmişti. Onun dışında pek bir değişiklik yoktu. Adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu. Parmağını ileri doğru uzatıyordu. Sanki beni işaret ediyordu. Kalabalığın içinde görünmez olmak için dizlerimi kırıyor, boyumu biraz kısaltıyordum. Ama ne yaparsam yapayım adam beni her koşulda görüyormuş gibi hissediyordum. Çevrem de boşalmıştı. Sanki herkes bana bakıyordu.
Sonra birden insanların dikkati yeniden kürsüye yöneldi. Rahatladım. Artık bana bakmıyorlardı. Bu rahatlama hissiyle ben de alkışlayanlara katıldım birkaç kez. “Neyi alkışlıyorsun?” diye sordu yanımdaki bildik ses. “Bilmem ki” dedim, “herkes neyi alkışlıyorsa ben de onu…” “Onlar yeni C. Başkanını alkışlıyorlar” dedi, “yüzde elli oy almış.” “Evet ama o zaten yüzde doksanla seçilmemiş miydi?” dedim. “Aynı kişi değil ama fark etmez” dedi ses. “Sivil giyinmiş hali bu” dedim, “bence aynı kişi.” “Yok yok” dedi sesin sahibi, “sen rüyada olduğundan bilmiyorsun, zaman geçti. Üstelik bu öbür asker elbiseliyi yargıladı.” “Neden yargıladı ki?” diye sordum, merak etmiştim, bir yandan da iyice terlemiştim. “Kendisine olan benzerliği yüzünden yargıladı. Ben eşsizim demek istiyor.”
Sonra bir de bakıyordum meydan boşalmış. Tek başına bir taşın üstünde oturuyordum. Yorgundum. Artık şu kâbus bitsin diye düşünüyordum. O sırada önümden yorgun işçi sıraları geçmeye başlıyordu. Ardından da mahkûm sıraları. Onları izliyordum bir süre, üzgün. Yanımda olacağını umduğum sese sesleniyordum: “Nereye giriyor bunlar?” Ses, ses vermiyordu. Rüyamda “o da gitti” diye düşünüyordum. Uzaktan bir başka ses yanıt veriyordu bana. “Onlar ölüm kuyularına yollanan madenciler” diye bağırıyordu. “Mahkûmlar da mı oraya gidiyor?” diye soruyordum duyulur duyulmaz bir sesle. “Hayır, onlar her zamanki gibi hapishaneye” diyordu gittikçe zayıflayan ses. Sonra öğrenci dizileri görüyordum. Ellerinde defterler, başları önlerinde, tek sıra halinde. Öğrencilerden birine, “nereye gidiyorsunuz?” diye soruyordum. Çocuk yaşta bir öğrenci, “kefenimizle geldik” diyordu. Yüzü gerçekten de ölü yüzü gibiydi.
Yeniden koşmaya başlıyordum. Arkamdan hoparlörün sesi sanki beni kovalıyordu.
“yüzde doksan elli bir oy alarak seçilen sayın devlet cumhurbaşkanımız Kenan Tayyip Evroğan…”
Ve o bildik ses:
“Kaçarak varabileceğin bir yer yok. Kâbusa son vermek istiyorsan kâbusun gerçeğin aynası olduğunu kabul etmelisin.”
Gün Zileli
25 Ağustos 2014
Gerçek kabus 1930-40 lı yılların dünyası… Bizzat yaşamadan bu kabusu yüreğinizde kim bilir kaç kez hissettiniz ve buradasınız!
Daha ümitli olmak için daha fazla neden var mı? Yanıtını bulmak kolay değil!
Tüm insanlık için… 100 yıl önce 1.5 miyar insanın olduğu bu güzelim gezegende 7.5 milyar insan.. O zamanlar yaşayan budalalığın da 5’e katlandığı bir dünya… Peki “akıllılığın” da 5’e katlandığını söylemek o kadar kolay mı? Yazık ki hiç değil….
************
Ama bu cehennemi adaletsizliğin 1000 yıl önce, 500 yıl önce nasıl olduğunu düşünürsek……..
Afrika’lı yerlilerin köleleştirilmesi, L. Amerika yerlilerin kıyımı…
Ne fark etti ki… deseniz… O gün zorla götürülüyorlardı köle olarak… Bugün kendileri kaçak gitmeye çalışıyorlar; bu mu ilerleme dediğin! O gün gemilerde hastalıktan, şiddetten % 30’u ölüyordu, şimdi ne kadarı yollarda ölüyor, batan teknelerde boğularak “telef” oluyorlar!
Bu mu ilerleme dediğin, “Modernizme” övgüler düzdüğün
hayat? Ne diyebilirim ki?
****
İnsanlık olarak korkunç acılar çekeceğiz… Şanslıyız belki! . Önümüzdeki yıllar belki bunları görmek için yeterli gelmeyebilir…
ama “daha şimdiden acısı duyulacak…”
***
Yine de yine de bir yanım… Umutlu olmak istiyor…
Sizin de bu umudunuz olmasa… Eminim çoktan ölür giderdiniz!
Bu site de bu umudun hatırına değil mi?
**********
Neyse… Maymundan geldik! Buraya kadar geldik! Gidecek yolumuz daha uzun… Olsun… Asl’olan yolculuk ve bu yolculuğun “güzel” olduğuna eminiz…
12 EYLÜL 1980
Oyun alanina
Konan Helikopter
Kapiya dayanan
Panzerleri
Cemseleri
Telsizleri
Askerleri
Polisleri
Postallari
Insanlar
Oyuklarinda
Sonra
Panzerleri
Korkunun
Demir adina
Süngüleri
Bosalttilar
Cemseleri
Doldurdular
Telsizler
Hic durmadan
Yatagimizdan
Uykularimizdan
Caldilar
Yasami
Insanligi
Sokaklar
sonlanan
yasamlar
tek kursunla
sorgusuz
sualsiz
iskenceler
katledilen
insanlik
cellatlar
insan
kaninda
iskence
ortacagdan
kalan
Elektrik
kablolarinin
utanci
Hücreler
hücre
zemin
beton
soguk
kan
inlemeler
iskencenin
kokusu
sesi
Muslugun
helanin
basinda
ici bosalmis
polis
utanc
igrenclik
tepende
tecavüz
insanliga
kadinliga
erkeklige
cocukluga
darbeler
darbelerde
kaslarda
kemiklerde
sinirlerde
hücrelerde
gezinirken
ölüm
özlenmedin.
Siir : iris
kimse rüya yorumcusu pozisyonuna düşmemek için yazıyı yorumlamamış ağabey:)
pek yoruma değer bulmamış da olabilirler.
estafurullah güzel yazı. hatta benim gördügüm bir darbe kabusunu anlatmissin adeta. benim anlamadigim sana “arada gündem disinda edebi yazılarda yaz” diyen dostlar nerede?