Enginar-dıç

indirhincalulucindir (1)indir (2)indir (3)

 

 

(Lütfen, aşağıdaki bir arkadaşın uyarı ve düzelti notu ve benim cevabımla birlikte okuyunuz)

Mahalle kültürüyle yetiştim. Bu kültürde dayanışma da vardı, maçoluk da. Olumlu ve olumsuz birçok şey iç içeydi. İnsan temelden bazı kültürel özellikleri kapınca belki de bütün hayatı boyunca taşıyor bunları. Örneğin espri ve şakayı severim ama, bizim o zamanlar “züppe” dediğimiz burjuva veletlerinin sarkastik espri anlayışıyla bir türlü uyuşamam. Bu olumlu bir özellik midir değil midir, karar verebilmiş değilim ama böyle işte.

Bu yüzden de medyadaki burjuva veletlerinin sarkastik esprilerle ve sinik yargılarla bezenmiş yazılarını da okumam, hatta bunlara iyiden iyiye gıcık olduğumu belirteyim. Bunların başında, sırasına göre, Engin Ardıç, Hıncal Uluç, Emre Aköz, Hadi Uluengin gibi burjuva veletleri gelir. Bu veletler, kendilerini dünyanın en iyi, en esaslı espritüelleri zannederler, iflah olmaz bir devrim  düşmanlıkları vardır, insanın burnunun direğine sızlatan anti-komünizmleri mide bulandıracak ölçülerdedir. Gerçi buna rağmen, onların “gıdıkla da gülelim” cinsinden esprilerine bayılan, müdavimleri olan sıkı Maocuları da bilirim. Şimdi isim vermeyeyim. Bu satırları okursa kendini tanıyacaktır. Bu sitedeki portreler kısmında Engin Ardıç’la ilgili iki, Hıncal Uluç’la ilgili bir (fazla bile), Emre Aköz’le ilgili bir, Hadi Uluengin’le ilgili iki makalem bulunuyor. Bu, Engin Ardıç’la ilgili üçüncü makalem olacak.

Engin Ardıç, Dersim’in küçük bir ilçesinde TKP adayının belediye seçimini kazanmasına tahammül edememiş, tutmuş bu konuda her zamanki gibi alaycı olmaya çalışan bir yazı yazmış. Onun soğuk esprilerini burada tekrarlayacak değilim. Hatta, bir cümlesi dışında yazısını, üzerinde durmaya değer de bulmuyorum. Ama bir cümlesi var ki, bu cümle züppe veledimizin artık faşist bir yasakçılığın sınırlarına gelip dayandığının, hatta bu sınırı bile geçtiğinin en açık göstergesi. Cümleyi buraya alıyorum:

“O zamanlar Türkiye’de demokrasi olduğu için TKP yasa dışıydı.”

Yani, o zamanlar, faşist Mussolini İtalya’sından alınan 141-142. Maddeler sayesinde Türkiye’de demokrasi varmış.

Şimdi öfkemi bastırıp Engin Ardıç adlı yazarı anlamaya çalışıyorum. Böyle bir katl cümlesini kullanmasına yol açan ne olabilir? Sarhoş muydu? Dil sürçmesi miydi bu? Aklını mı kaybetmişti? Yoksa, “benim özgürlüğümü kaldıracak komünizmi bugünden yasaklamak özgürlüğümün gereğidir” diyen, libero-faşist Karl Popper’i yeni mi okumuştu?

İnsan böyle bir cümleyi nasıl kurabilir? Komünizm yasağı nedeniyle nice ocağın söndüğünü, nice yiğit insanın işkencelerde öldürüldüğünü, Sansaryan Hanı’nın tabutluklarında çıldırdığını, yıllarca ve yıllarca hapis yattığını, acılar çektiğini bilmez mi? Bırakın özgür bir toplumu, burjuva demokrasilerinde bile komünizm yasağı diye bir şey olmadığından, olamayacağından haberdar değil midir?

O zaman Türkiye’de demokrasi olduğu için TKP yasa dışıymış. TKP yasa içi olunca Türkiye’de demokrasi de sona ermiş. Eh o zaman Türkiye’ye yeniden demokrasi getirmek için fazla uğraşmaya gerek yok. Hep birlikte TKP’nin ve komünizmin yasaklanması için mücadele edelim, bunlar yasaklanırsa biz de demokrasiye kavuşmuş oluruz!

 

Bu konformist burjuva bebeleri insanın öfke kotasının bile çabucak dolmasına yol açarlar. Neyse biz yine de gülmeye çalışalım. Bizim peder, tuhaf durumlarla karşılaştığı zaman nedense gülerek şöyle derdi:

“Aman efendim, nerede o eski enginarlar nerede…”

 

Gün Zileli

13 Eylül 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Not: Aşağıda okuyacağınız, dikkatli ve özenli bir arkadaşın uyarı notu haklı. Ben gerçekten de dikkatli okumamış ve Engin Ardıç’ın kinaye yaptığını anlamamışım. Buna rağmen sözlerimi geri almıyorum. Çünkü bugünkü yazısında da görüleceği gibi, sarkastik tavrını sürdürüyor. Yazdığı Sabah gazetesinin tutumuna bağlı olarak Tayyip diktatörlüğü için kalem sallıyor. Bu nedenle sadece yanlış anlamamı düzeltiyor, fakat Engin Ardıç ve diğerleri ile ilgili yargımda ısrar ediyorum. G.Z.

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

53 Comments

  1. hocam, enginardıç bugün de ovacık ve tkp ile ilgili bir yazı yazmış ama siz nedense nisan ayında yazdığı yazısına bugün cevap yazmışsınız. ben de şaşırdım çünki bugünki yazısında böyle bir ifade yoktu.

    arayınca nisan ayındaki yazısını buldum. ama siz yazısının devamını okumamışsınız. devamındaki cümle ilk cümlesinde kinaye yaptığını ortaya koyuyor:

    “Şimdi Tayyip diktası olduğu için TKP Tunceli’nin Ovacık ilçe belediyesini kazandı.”

    yani şimdi tayyip’e diktatör diyenlere laf sokuşturuyor. yoksa eskiden demokrasi olduğunu iddia etmiyor.

    nasıl böyle bir hata yaptınız, anlayamadım. ben mi bir şeyi kaçırdım diye tekrar baktım ama yok. o nedenle şaşkınım.

  2. zaten peşinen bunların kinayeli laflarından hoşlanmadığımı söylemiştim. Hoşlanmamak anlamamayı da içerir. Yine de lafım boşa gitmiş değil. Bu tür laf oyunlarıyla Tayyip diktasıonı savunuyormuş kerata.

  3. tkp bölündü gün zileli. kp ve htkp diye iki ayrı parti kuruldu. sen hangi tarafa yakınsın bu aralar?

  4. ‘Ümmilik: Cümlemiz cümle değildir,/ Çoğumuz bir kelime bile etmez,/ Ümmîdirler kendileri,/ Bakmayın aydından saydıklarına!’ (Can YÜCEL)

  5. Güzel Gün Abi, bu sorunun cevabı nedir? Engin Ardıç gibi entellektüel, bir sürü yabncı dil bilen bir insan neden bu yollara girer? Neden baktığı pencere ezenlerin penceresi olur? Para için mi? Sen neden öyle değilsin, Gün Abi? Seçilmesi gereken doğru yol belliyken neden bu insanlar o yolu seçiyorlar?

  6. Yalnız, “enginar” iması olmamış, gayet lezzetli bir sebzedir enginar, iğrenç engin ardıç mahluku ile ne ilgisi var, nimete sövmeyelim.

  7. Efendim bunlar hep boyle olurlar

  8. sınıfsal ilişkiler diyelim.

  9. Ben Erkan Baş’ların tarafını daha olumlu görüyorum. Öbür taraf tam stalinist bürokrasi.

  10. iyi ama baş’ların tarafında da anarşizme asalak diyen metin var.

  11. @ 4 Anonim

    Entellektüellik çok harika bir şey olduğundan değil ama, Engin Ardıçgiller entellektüel filan değil.

    Sinema sanatı için “iki film birden” ne ise entellektüellik için Engin Ardıç, Mehmet Barlas’ın “iki dil bilmesi” vb. odur.

    Alayı rezil, kalitesiz, “bunlar kültürlü” denmesi için olabilecek en karikatürize, yavan formatta, kelimenin tam anlamıyla “piyasaya sürülmüş” kişi müsfetteleri. Yalakalar, küçük insanlar. Özetle çöp.

  12. oldtimer arabalar cok pahali ve rahattir. Benzin biraz fazla gidiyor. Insanin da oldtimer olmasi nasildir acaba. Mesela Ardic bir oldtimer mi? olabilirmi?. Birileri elestirilecekse saglam, somut veriler ve argumanlarla olur. kisi musvetteleri, yalakalar, kucuk insanlar, cop,enginar, la olmaz.

    Ovacik TKM/ML nin en kuvetli oldugu hatta MK nin ciktigi defalarca Parti kongrelerinin yapildigi yerdir. Ibrahim Kaypakkaya ve arkadaslari Kemalizm ve kurd acilimini yaparken Kemalizmi fasizmle ozdeslestirmis, kurd sorununa cok onem vermistir. Simdi TKP veya obur cocugu ne diyor. Kemalizm antiemp, yurdsever, devrimci diyor. Turk bayragina sarilip ulusalci soylemlerle yol aliyor. Kurd hareketini bolucu goruyor, Ermeni soykirimi icin yalpaliyor.
    Asil tartisilmasi gereken konu nasil ovacikta, TKP/ML nin yerinde, idolojik olarak karsi oldugu goruse, kendi bolgesinde belediye secimleri icin yol verir. Turkiye sol hareketleri idolojik olarak bu karmasik konjokterde ne diyorlar. Insanlik icin, doga icin, hayvanlar icin ne diyorlar. Emek, sermaye kavgasi diyip yan gelip yatiyorlarmi? Birakin E Aric gibilerin soylemlerini. Biz once yolumuzu bulalim. Suan Iktidardaki fasistler kadar devrimcilerini idolojisindeki acmazlarda on planlarda. Iktidara muhalefet derken sag cizgiye yada sol cizgiye kaymalar oluyor. Nedeni kendimizi analiz edemememizdendir. Persfektif olsaydi, simdiye kadar gelien her olaylarda dogru yol alirdik.

  13. engin ardıç protein israfıdır. üzerinde durmaya dahi değmez. hiç bir zaman halkın yanında olmamış, hep güçlülerin davulunu çalmış ahlak yoksunu bir adamdır.

  14. bayram değil seyran değil gün zileli engin ardıça niye yükleniyor? enginardıç cevap verilmeye değer biri değil. bu işin altında başka iş var. geçen ay legal sosyalistler odtüde geniş kapsamlı bir toplantı organize ettiler. hdp bileşenleri hariç bütün ulusalcı sosyalist örgütler temsilci gönderdiler. gün zileli de kalp krizi geçirmeseydi o toplantıya katılacaktı. gün zilelinin zaten ahı gitmiş vahı kalmış enginara saldırmasının sebebi şimdilerde yanaşmaya çalıştığı ödp, tkp, halkevleri gibi stalinist örgütlere ben de sizdenim mesajı vermek. onların hoşuna gideceği tarzda konularda yazıyor artık. popper’a da laf sokmayı ihmal etmemiş ben de sizdenim mesajı vermek için.

  15. ardıç kuşu ,ardıç ağacı olmadan yaşayamaz.engin ardıç da para almadan yazamaz. bir kaç yüz bin lira para alıp transfer oldu yandaş medyaya.
    elaman bayagi kıvrak zekalı biri.çok zekalı .ama geri.zira zekasını cebini doldurmak için kullanıyor.
    oysa insan 4.5 milyar yıldır dönüp duran bu gezegende bir an varoldugunu bilip onurlu bir durus sergiliyebilmeli.
    hayat para icin kıç yalamaya degecek kadar degersiz degil.
    ardıç; “ben kaliteli şarap icmek icin yaziyorum ” diyecek kadar alcalan bir insan.
    anti komunist oldugu kadar da dinci düsmani.ama maas aldigi yeri bugun elestiremiyor.
    anti konunist olmasinin iki nedeni var.ilki herkesin bildigi gibi para.
    ikincisi ise özel bir neden.
    sevdigi kız bir devrimciydi ve bu salagin salak oldugunu anlamis olacak ki o zamanlarda dahi hic yuz vermemis…
    buda tozutmus.ben ardic banknotlari ile beslenen ardic kusunu
    kemalizm konusunda resmi ideolojiye ters dusen yazilari nedeniyle okuyorum. (çogu cetin altan dan arak)
    ama şunun da farkindayim; on sene sonra stalinistler ikdidara gelirse bu uyanik ardic ; islamcilari,trockistleri,anarsistleri vb yerden yere vuran yazilar yazar.
    not: ardıç a edilen hakaret asla boşa gitmez.adam kaliteli şarapları çekip çekip bize (aklınca) hakaret ediyor…
    onlara saysın.

  16. paranoya böyle .bir şey demek ki 🙂

  17. Karl Popper’i çok seviyorsan al sen onun hayrını gör. Evet, net bir şekilde söylüyorum: Popper libero-faşisttir. Anti-komünist yasakçılığın temsilcisidir.

  18. Gun dogruya dogru Popper fasisttir. Kurucusu oldugu dernek Mont Pelerin 1970lerden bu yana 7 nobel odulunun sahibidir. Sili deki fasist darbe ve 12 Darbesinin felsefi dayanaklarini Popper da bulabilirsiniz.
    Ayni dernegin kurucusu Hayek ( Popper ile yakin kankadirlar) pinochet darbesinin destekcisidir ve Margaret Thatcher’in yakin arkadasidir. Thatcher’a Pinochet gibi yapmasi akillarini filan verir.

    Popper ve arkadaslarinin kitabinda ozgurluk sermayenin ozgurlugudur. Hur dunya diyerek kastettigi sermayenin sinirsiz ozgurlugudur. O yuzden sermayeyi ortadan kaldirmaya calismak onlara gore ozgurlugun ortadan kaldirilmasidir.

  19. Heh bak Popper entellektüeldir işte. Birincisi gerici de olsa “Açık Toplum” vb. fikirlerini belli bir derinlik ve ilgili düşünce külliyatından haberdar olarak (çok iyi anlamış olsa bu görüşleri savunmazdı o ayrı) savunmayı becerebilir. Böyle bir siyasi hasım, saygı duyulabilecek bir düşmandır. Yanıtlayarak, eleştirerek kendi pozisyonunuzu geliştirebilirsiniz.

    Ayrıca, dar anlamda politika dışı konularda da özgün ve kaliteli düşün işleri çıkarabilir. Örneğin bilim felsefesi alanında çok önemli bir isim.

    Veya çok daha gerici bir ideolojinin savunanı, ihvan ideolojisinin büyükbabalarından Seyyid Kutb da bir entellektüel sayılabilir.

    Yani bu entellektüellik işi aslında savunulan içerikten çok fikir geliştirmedeki teknik ile tanımlanır.

    Ardıçgiller’de bunların hiç biri yok. Ne gerici düşüncelerini kaliteli ve özgün bir şekilde ifade edebilir, ne de apolitik bir konuda kayda değer bir çalışması vardır. Kendilerine hırka, fular, sakal gibi komik şekilci şeylerle, yazılarına düşünür isimleri serpiştirerek (anlamlı bir angajmana girmeden) gerçek entellektüellerin en yüzeysel bazı özelliklerinden potburi yaparak belli bir görüntü verirler, kötü gazetelerde televizyonlarda iktidar yalayıcılığı yaparak paraya bakarlar.

    Bu insanlar bu nedenle çöptür ve ciddi bir muhattaplığı hak etmezler. Ancak kendilerinden etkilenen 3. kişiler varsa onları bu kalitesizlerin etkisinden kurtarmak için bahsederiz.

  20. Mesele Popper’ın faşo olması değil. Ona gelene dek kaç tane faşo var öyle. Esas mesele ömrünün sonbaharında Gün Zileli’nin tekrar ulusalcı sosyalistlere yanaşması. Maalesef öldükten sonra kimse onu anarşist olarak hatırlamayacak, anmayacak. Hayatı boyunca hep bir örgütün, derginin, fraksiyonun gölgesine yanaşık durdu. Şimdi de HDP bileşenleri dışındaki ulusalcı sosyalistlerle iş yapıyor. İki üç senedir böyle.
    Bu arada bu yazının altında Popper’a, Enginar’a saydıran tipler, Popper’a karşı kimi destekliyorsunuz? Lukacs’ı mı, Jdanov’u mu yoksa?

  21. şuna bak, Lukacs’la Jdanov’u yan yana koymuş. Cehaleti buradan belli.

  22. selam gün hocam enginar gibi birçok gazete erbabı eskiden star gazetesinde yazan şimdiide tayipp için şirinlik budalısına girmiş insandır.GEZİDE VE SEÇİMLERDE GÖRRÜLDÜ Kİ BU HALK PATLAMASI BAZI ÇEVRELERİ ENDİŞEYE SÜRÜKLEMEKTE VE BU ENDİŞE SAKINCALI SANCILAR DOGURMAKTA(ANARŞİZM)

  23. sayın gün zileli ışid ile ilgili birdeğerlendime yapmanın zamanı geçmiyormu sizce

  24. haklısınız, geçiyor. Bir şeyler yazmaya çalışacağım önümüzdeki günlerde.

  25. Birlesik Muhalefet Hareketi hakkindaki goruslerinizi de alabilirmiyiz? Gecmisteki onca basarisiz birlik deneyimlerinden biri daha mi? Yoksa burada sizce bir umut var mi?

  26. Gün Hocam (IŞ)İD konusunda nihayet yazmaya karar vermiş.

    ((IŞ)İD i) O yazmadan ben erken davranarak hem bir süredir tuttuğum dilim çözülmüşken, kimselere söz bırakmayayım hem de O’nu da bu gecikmesinden ötürü kınamış olayım;) Umarım Pir-i Fanimiz kızmaz 😉

    (IŞ)İD İ böyle parantezli yazmayı Ruşen Çakır’ın yazısından öğrendim ve kullanma nedenimi açıklamaya çalışacağım. ayrıca ış-id diye yazmak da olabilirdi)

    (IŞ)İD PARÇA TESİRLİDİR

    içine her işine gelenin bişeyler kattığı bir bombadır. İran ve suriyenin işte sunni fanatizm selefizm, vahabizm…hadi benim gibi “hristiyan dostu-laik ülkeyi destekleyin bakalım” dedirmek için…artı icabında, nakşilik üzerinden gerektiğinde anlaşma zeminler bulmak ya da içerden çatıştırmak için….

    Batılı devletlerdekiisrail de dahil anti-islam yapıların “islam budur” .. .
    Arap diktatörlüklerin, kendilerini “tahammül edilebilir” göstererek, demokrasi, insan hakları konusundaki sıkıştırılmaktan bi nebze olsun kurtulmak ve içlerindeki tehlikeli gördükleri kişileri, başından savmak için…

    T.c nin Kürt muhalefetini bastırmak…ve de insan hakları alanındaki fecaatini perdeleyerek, biraz nefes almak artı “türkmenler” meselesini, musul petrollerini karamboldan kapabilir miyim düşüncesiyle…(rehinelerin kurtarılmasındaki “tereyağından kıl çeker gibi” söylemli şişinme ve sırıtkanlık yeterince açık değil mi?)

    Küresel kapitalizmin ve onun candarma çavuşu olan ABD küresel çıkar ve sistem dışında kalanları entegre etmek için… ve daha sayılabilecek başka sebeplerle besleyip, destekledikleri bir bohça örgüt…

    IŞ-id MANYAKLAR KOALİSYONU

    Kafa kesen, çocuk kadın “satan”, hiç bir ahlak ya da etik tanımayan, cezaevi kaçkını bir sürü psikopat yanında takıntılı bir “din-mezhep davası” güttüğünü zanneden bu katillerin arkasında gene de fikir babalığı yapan devlet t.c dir ki bunu en son KOBANé YE TANKLAR VE PLASTİK PATLAYICILAR TAŞIYAN TRENLERden de biliyoruz.

    Bunlara batıdaki amaçsız macera perest ve zenginlik takıntılı kapitalist zihniyetlileri de ilave edebilriz. Bir de tabi, daha çok yüzü kapalı olan, özel karekat birimleri ve onların kullandığı Çeçen, Libyalı, Tunuslu, Kürt ya da Allah bilir daha nereden toplanmış bir sürü sapık da var.

    Gene de bu sosyal medya kullanma yetenekleri ve inandırıcı olabilmeleri (elbette sistem ve devletlerin zehirlediği kimselerdir bunlar) arkalarında yönlendirici bir aklın (akılların) olduğunun diğer bir kanıtı…

    ış-İD MÜŞRİKTİR

    iSLAM olduğu iddiasındadır. Velev ki öyle.. (KENDİNİ TANIMLAMA) HAKKINA SAYGININ GEREĞİ. ÖTE YANDAN, NE KADAR BU İSME-TANIMA UYGUN, ELEŞTİRİYİ BU NOKTADAN YAPMALI BENCE).Bir de DEVLET olma iddiası var. Hem de İSlam DEVLETİ…

    Tarihte bu adla kurulmuş devlet var mı, bilmiyorum ama olsaydı, duyardık herhalde.

    Dahası islamda devlet diye bir mefum var mı? Kurana bakılabilir ki bu konuda hüküm olumsuzdur. Bu konuda yıllar varki bir tartışma açmaya uğraşan biri olarak görüşlerimi kısaltarak tekrarlayım.

    Sadece Haşr suresinde (7. ayet) ve olumsuz manada bir devlet kelimesi geçmektedir. Kuranın öngördüğü toplumsal nizam neredeyse tümüyle sivil bir hayattır. evlililere şahitlikten tutun da, ceza kurallarına kadar (kısasta sizin için hayat var” ayeti çok bilinir de burada devlet “mahkemelerinden” medet ummamak konusu hiç açılanmak istenmez.Bilindiği gibi HAKİMİYET VE MÜLK ALLAHINDIR ayetleri Kuranda en çok tekrarlanan ayetlerdir keza miras konusu ALLAH KELAMI olarak “bağıtlanmıştır” ve yaptırımı dine ve ALLaHA hesap verme prensibine dayanır. Bunu aksini iddia etmek, Allaha inansa ve müslüman olsa bile, Allaha şirk koşmak oluyor.

    sosyal dayanışmadan, güvenliğe, sağlığa vb her alanda böyle bakmak gereği açıktır. Bu yönüyle Kuran bir anarşist kitap olarak da okunmalıdır, bilhassa anarşistlerce…

    Konuyu ayrıntılı konuşmak gerektiği açık. ama lafı uzatmadan şöyle bırakayım.

    (IŞ)İDin bayrağı, hazreti Peygamberin Pers Kisrasına,bizans tekfuruna yazdığı mektubun mühründen esinlidir ve ibare “Allah resulü Muhammed” yazmaktadır, bildiğim kadarıyla…

    Hz: Muhammed asla düzenli ordu kurmamış, maliye oluşturmamış ve hatta bunlara dair hiç bir telkinde bulunmamıştır. Devletin diğer olmazsa olmazı olan bürokraside, “dinsel tebliğici önderlik” demek olan imamet makamını (ki dinsel hiyerarşiler yatay sayılabilir) ihdas etmiş ama asla hilafet diye bir şey söylememiştir.

    zaten bu imamet-hilafet, ya da diğer deyişle din-devlet kavgası RESULULLAHIN vefatının ardından başlamış ve dini devlet için bir araç görenlerin saltanatı, islamı değilse de müslümanlığı çözülüşe hatta çöküşe getiren asıl sebeptir. dört halife denen dönem (EBUBEKİR HARİÇ ki zaten peygamberden iki yıl sonra vefat etmiş) Ve bunların ölümü bu duruma kanıttır.

    Cemel Vakası, Sıffin ve Nehrevan savaşları bir kaç örnektir ki ölenin de öldürenin müslüman olduğu bu savaşlarda yüzbinlerce “şehitten” bahsedilir.

    Söz buraya g elmişken, IŞ_idin Haricilere benzetilmesi konusuna da kısaca değinmekte yarar olabilir:
    kullandıkları yöntem yönünden böyle bir benzetme yapılması, tam bir sahtekarlıtır
    İslamın Anarşist vicdanı olarak hariciler, “hilafet ve devlet konusunda tavizzsidler…bu noktada biraz aşırı gittikleri Ali ile Muaviyeyi (bir deAMR ibül as ki asıl siyaset dehası oydu) aynı kefeye koydukları ve hüölüm kararı verip uygulamaya soktukları bilinmektedir.
    Ancak şu da var ki: İslamın ikinci önemli şahsiyeti olan Hz ali de imametten vazgeçip, hilafete yönelmiştir.

    haricilerin buna büyük tepki ve ardından gelen isyanın sonucu, kendileri açısından felaket olmuş, hilafet devleti devletliğini göstermiştir.

    Bu yöntemleri beğenirsiniz , beğenmezsiniz. ama anarşizan bir özün mutar edildiği gerçeğinin inkarı mümkün değildir.

    Ancak bu vahşet güruhunun devlet istemiyle taban tabana zıt olduğu aşikar.

    eLBETTE BURADA IRAK DEVLETİNİN Şİİ YÖNETİMİNİN MAĞDUR ETTİĞİ SUNNİ HALKI VE AŞİRETLERİ AYRI TUTMAK GEREKİR. Yine de Saddamc–Baasçı eski devlet yanlısı katillerin de payını unutmamak, intikam hislerini hesaba katmak doğrudur.

    SONUÇ OLARAK BU MÜŞRİK MANYAKLAR, arkalarındakilerle birlikte…bölgede yükselen özgürlük çığlıklarını bastırmak üzere teşkilatlanmış, amaçlı yapılardır.

    Bilhassa ŞENGAL, KESSEP, Rojava ve KOBanéde yaşanmakta olduğu ve bizim de “seyrettiğimiz” gibi…

  27. tamda zilleleligiler konuları ve muhabbeti?????oportinizm tamda böyle bir şey olmalı????ortalık ana baba günü zilli milligilerin muhabbetine bak????neden değil anarşist değil devrimci insan bile olamazsınız eleştirimi anlayabildinizmi?????????işte alayınız busunuz ne muhabbet ama bekliyoruz guguk kuşu ile kutup tilkisinin cinsiyeti muhabetti eksik kaldı???tam size göre devam edin bazısı efendilerine askerlik yapar bazı milligillerde efendilerine nasıl hizmetini asıl gündemi görmemeye gelerek yapmış olur 100 puanlı uzmanlık sorusu sitenin işlevi nedir??????

  28. “milli birlik ve bütünlüğe tam da ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde…”

  29. Gun abi anarko-pasifizm hakkindaki goruslerin nedir?

  30. Guguk kuşları, Eski ve Yeni dünya kıtalarında orman veya diğer yerlerde yaşarlar. Göçmen olanları vardır. Hoş ötüşlerinden dolayı guguk adını almıştır.
    Renkleri yaşadığı ortama uygun olduğundan kendilerini iyi gizlerlerse de, bıktırıcı seslerinden yerlerini belli ederler. Çoğu kahverenkli olup, beyazımtrak göğüsleri çizgilidir. Atmacaya benzer olanları da vardır. Tırmanıcı ve döner parmaklı ayaklarının iki parmağı önde, ikisi geridedir.
    Çoğu böcek ve tırtılla beslendiğinden, faydalı sayılırlar. Yerde yaşayan iri türleri ise kertenkele, yılan, kuş ve küçük kemiricilerle beslenirler. Guguklu saatlerde, sesleri taklit edilmektedir.
    Türler kuluçka asalağı olup, yumurtalarını yabancı kuşların yuvalarına bırakır, böylece yavru gugukların bakımını üvey ana baba üstlenir.
    Asalak gugukların dişisi konak yuvanın sahibi olan dişi kuşun yumurtlamaya başlamasını bekleyip, kuluçkaya yatmasından önceki zamanı kollayarak, değişik yuvalara genellikle birer yumurta bırakır. Yuvalarında yabancı yumurta bulan kuşlar çoğu kez yeni bir yuva yaptıkları ya da yabancı yumurtaları yuvadan attıkları için bazı guguklarda yumurta taklitçiliği gelişmiştir. Örneğin, belirli bir türü konak olarak kullanan asalak gugukların konağınkilere benzeyen yumurtalar yumurtlaması, asalak yumurtaların yuvada kalma şansını artırır.
    Guguk yavrusu 12 gün sonra genellikle üvey kardeşlerinden önce doğar. İlk dört gün içinde henüz kör ve tüysüzken, üvey ana babanın getirdiği yiyecekleri yuvanın gerçek sahibi olan yavrularla bölüşmemek için, konağın yuvasındaki yumurtaları ve yavruları akrobatik hareketlerle tek tek yuvadan atar. Üç hafta sonra üvey annesinden daha iri olur. Altı hafta beslendikten sonra, genellikle yuvayı da dağıtarak eş aramaya çıkar.
    Göçmen olanları iç güdü ile yüzlerce kilometrelik yolu katederek erginlerin yanına ulaşır. Her kuş türü guguğun yumurtasını kabul etmez. Yumurtayı yuvadan atan, örten veya yuvayı terk edenleri vardır. Tavus guguğu yumurtasını saksağan, alakarga ve sis kargasının yuvasına, Hindistan’da yaşayan koel, yumurtasını kendi gibi siyah bir karganın yuvasına bırakır. Altın guguk, çoğunlukla ispinoz yuvalarını tercih eder.
    Bütün guguk kuşları kuluçka asalağı değildir. Asalak olanlar çoğunlukla Eski dünya’da yaşarlar. Guguk kuşu, iri vücutlu olmasına rağmen, yumurtası küçüktür. Gerektiğinde guguk onu boğazında da taşıyabilir. Yumurtasının rengi ve büyüklüğü, yuva sahibi kuşunki gibidir. Ev sahibi kuş, çoğu zaman bunu kendi yumurtası zanneder. Guguk, zaman zaman yuvayı kontrol eder. Eğer yuva sahibi kuş, bir yırtıcı kuş tarafından avlanırsa veya şiddetli bir fırtına ile yuvası bozulursa, yumurtasını hemen oradan alarak başka bir yuvaya bırakır. Yeni dünya’da yaşayanların çoğu yuva yapar ve yavrularına bakarlar.

    Kutup tilkisi (Vulpes lagaopus veya Alopex lagopus), köpekgiller (Canidae) familyasına dahil Alopex cinsi içinde yer alan tek tür olup, arktik bölgelere özgü küçük bir tilkidir.
    Bu tilkinin kürkü kışın beyaz, yazın koyu kahverengidir. Göz kamaştırıcı kürkünü ele geçirmek için avcılar can atar. Kutup tilkisi uzun, bol tüylü ve dolgun kuyruğunu şiddetli soğuklarda bir atkı ya da yorgan gibi kullanır. Koku alma yetisi çok gelişmiştir. Hızlı bir koşucu, iyi bir yüzücüdür, Kuzey Kutbu’nda kış başlangıcında, mart-nisan aylarında doğru kutup tilkisi çifti gelecekteki yavruları için barınak hazırlarlar. Aslında bu barınaklar kuşaktan kuşağa miras kalır. Bazılarının 300 yıl kadar kullanıldığı saptanmıştır. Kutup tilkisi köpekgiller arasında bir kerede en fazla yavru dünyaya getirendir. Yavru sayısı ortalama 11’dir; bazen 22’ye çıktığı olur. Erkek tilki avlanıp yiyecekleri (küçük kemirgenler, kuşlar, bazı meyveler, leşler) yuvaya taşırken, dişi yavrularıyla ilgilenir. Yavrular aşağı yukarı 4 aylıkken yuvadan ayrılırlar. Bu süre içinde çift birlikte yaşarlar. Kutup tilkisinin insanlardan başka başlıca düşmanları vaşak ve kutup ayısıdır.

  31. olumlu görürüm. Mahatma Gandi ve Tolstoy bu akımın öncüsü kabul edilirler.

  32. Bir Tilkinin Ettiği: İsimler Milli Birliği Nasıl Bozar?
    Suavi Aydın
    (20.12.2006)

    Geçtiğimiz bahar aylarında Çevre Bakanlığı’nın UNDP’nin bir çevre raporunda geçen hayvan isimleriyle ilgili müdahalesi, hiç yoktan bir gündem yarattı. Acar gazeteci Yalçın Doğan UNDP’nin bu raporunu görmüş ve burada geçen tilki vs. isimlerinin ardına takılan kurdistanicum, armeniana gibi sıfatları derhal tespit ederek, gazetedeki yazısında fahş etmiş ve böylelikle Çevre Bakanlığı’nı teyakkuza geçirmişti. Bakanlık, derhal bu isimleri değiştirerek “görevini” yaptı. Aslında bu “görev” sadece, buradaki tesadüften türemiş bir işgüzarlıktan öte, bir devlet politikasının ve milliyetçi bir tavrın yeni bir örneği olmaktan ibaretti ve bu “görev”in geçmişi epeyce gerilere götürülebilirdi. Buradaki farklılık, yer ve insan isimlerinin değiştirilmesinden alıştığımız bu pratiğin, bu kez hayvanat ve nebatat üzerine de odaklanmasıydı aslında.

    Yer ve insan isimlerini değiştirme pratiği, sadece Türkiye’ye has değil, aşağı yukarı bütün ulus-devletleşme süreçlerinin başvurduğu bir uygulamadır. Zira her ulus-devlet, üzerinde kurulu olduğu ve egemenliğinin meşru olduğunu iddia ettiği toprakları, etnik olarak da sahiplenecek, bu toprakların öznesi olan millete aidiyetini tescil edecek bir takım işlere girişmiştir, isim değiştirme bu işlerden yalnızca biridir. Buradaki en temelli sorun, sadece demografik olarak değil, aynı zamanda tarihsel kıdem itibarıyla da o toprakların “gerçek sahibi” olunduğunu kanıtlamaktır. Bu nedenle pek “derin” iştikaklara girişildiği gibi, bunun yapılamadığı durumlarda kökten eski isimlerin kesip atıldığı, yerlerine pek arı -ama o denli de uydurma- isimlerin verildiği vaka-yı adiyeden olmuştur. Rivayet edilir ki, İçişleri Bakanlığı’nda sırf bu iş için oluşturulmuş bir masa vardır ve bu masanın etrafına toplanan zatlar, 1: 25.000 ölçekli askerî haritalar üzerinde harıl harıl isim değiştirmekle meşguldürler. Sanılmasın ki, sadece köy, dere, kasaba adları değiştirilmektedir. Azıcık haritacılıktan anlayanlar, 1: 25.000 ölçeğin ne anlama geldiğini bileceklerdir. Bu ölçek, araziyi pek yakın eder ve Ahmet Ağa’nın kümesinden Mehmet Ağa’nın ağılına, tek bir mezardan susuz bir dereye kadar pek çok ayrıntı verir. Yani demem o ki, bu mesai kimsenin aklına gelmeyecek küçük tepelerin, kuru dere yataklarının, top ağaçların, meraların, mevkilerin adlarına dahi mütealliktir. Yani bu heyetin eline düşen haritadaki cümle isimlerin pek kurtuluşu yoktur! Merak eden on yıl arayla basılmış bu haritalara bir göz atabilir, ne demek istediğimi anlayacaktır.

    Şimdi gelelim bu işin hikâyesine: İsim merakı, II. Abdülhamid zamanından beri devlet-i Âliye’yi pek meşgul etmiştir. Gerçi o zamanki, isim değiştirmekten daha çok, yeni kurulan köylere ve onların çevrelerine isim uydurmak gibi bir şeydir. Yani bir ölçüde zarurettendir. Sürekli göç alan memleketin iskân politikası mucibince, Tatarlar, Çerkesler, Balkan Muhacirleri yeni kurulan köylere yerleştirilince, bunlara birer de isim uydurmak zaruri olmuş ve bu yerlerin isimleri, genellikle padişah ve şehzâde adlarına yahut, az olmakla birlikte, göçle gelen kâfilenin liderinin ismine atıfla verilmiştir. Birinci türden isimler mebzul miktardadır: Reşadiye, Hamidiye, Aziziye, Mahmudiye v.s. İkinci tür ise zaten bir gelenektir ve Osmanlı’da göçer cemaatlerin ve onların yerleştiği köylerin adlandırılmasında başvurulan eski bir yöntemden mülhemdir. Bunun örneklerini bugün dahi görmek mümkündür, tabii varlığında sakınca görülüp değiştirilmemişse: Mehmetbey, Mahmutbey, Arifiye, Şükriye, Mesudiye v.s. gibi… İttihatçılar, bu ad verme teamülüne tuz biber ekerler ve ünlü İttihatçıların ya da II. Meşrutiyet kahramanlarının adlarını sağda solda görmeye başlarız: Enveriye, Şevketiye, Mahmutşevketpaşa gibi…

    Ancak, Cumhuriyet’in ilânını müteakip, işin rengi değişir. Vatan topraklarını mühim şahıs isimlerinden ziyade uydurma isimlerle şereflendirmek esastır artık. Yeter ki Türklükle rabıtası tam olsun ve Osmanlı hâtırasının izlerini silsin. Bu hâtıranın ille de etnik bir göndermesi olması gerekmez. Osmanlı’yı ve dahi İttihatçılığı hatırlatan her türlü isme de müdahale edilecektir. Reşadiye’nin Yeniçağa, Hamidiye’nin Mesudiye, Aziziye’nin Pınarbaşı, Mamuretülaziz’in Elazığ yapılması, bunun örnekleri arasındadır. Her ne hikmetse, Eskişehir’in içinde tarihî Bağdat demiryolunun makasında kurulu Enveriye istasyonu gözden kaçmıştır ve elan bu istasyon resmen bu isimle maruftur. İttihatçıların bu hususta kantarın topuzunu kaçırdığını söylemekte bir mahzur yok. Ama Cumhuriyet’in ilanından sonra bu hususta Kemalist kadronun da İttihatçıların gerisinde kaldığını söylemeye hiç imkân yok… Kirmastı’nın Mustafakemalpaşa, Nif’in Kemalpaşa yapılmasını, memleketin cümle ana caddelerine Atatürk, Cumhuriyet, Mustafakemalpaşa, İstiklâl gibi isimlerin verilmesini bu cümleden sayabiliriz. Tabii bu örnekler ilk göze çarpan, irice yerlerin ve önemli mevkilerin adlarıdır. Bu çerçevede Pera Caddesi’nin veya Cadde-i Kebîr’in İstiklâl Caddesi, Tatavla’nın Kurtuluş mahallesi olması, nihaî zaferin verdiği güçle gayrimüslimlere karşı bir meydan okumayı ve ironiyi işaret eder. Bir de epeyce gözden kaçan ve gerçekten de isim değiştirme seferberliği denmesini hak edecek ciddiyette hummalı bir faaliyet vardır. Örneğin Ankara’nın Osmaniye mahallesinin adının İsmetpaşa’ya çevrilmesi, pek bilinmeyen ve kampanyanın boyutlarına işaret eden bir olay olarak kaydedilebilir. 26 Kanun-ı evvel 1926 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesine yazılan bir mektupta güya mahalleli, mahallelerinin Osmaniye olan adına şiddetle muhalefet etmekte ve mahallenin adının İsmetpaşa yapılmasını istemektedir. Mektupta şu ifadeler yer alır:

    Öteden beri Dağ mahallesi ünvanıyla yad olunan mahallemize son zamanlarda bilâ-sebep, temiz vatan havasını teneffüs etmek hakkı kendisinden nez’ olunan şerefsiz ailenin ismi verilmiş ve Osmaniye mahallesi diye yad edilmek hatası tahrîr ve kadastro vesaikine varıncaya kadar nüfûz etmek tehlikesi baş göstermiştir. Mahallemizin son zamanlardaki inkişâfında fazilet ve şefkat-ı vatanperverânenin bir timsali olan büyük Başvekilin pâyânsız muâvenetleri sebk etmiştir… Esbâb-ı mezkûreye binâen mahallemizin bâdemâ ne vâkıa-yı mutâbık olan Dağ ne de iğrenç bir hâtıra-yı mâziyi taşıyan Osmaniye sıfatlarıyla telkibine rızamız yoktur.

    Bunun gibi, ulus-devletin kuruluş sürecine eşlik eden Türkleştirme hamlesinin bir veçhesini oluşturan isimlerin millîleştirilmesi kampanyası, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde önergelerle ve tartışmalarla desteklenmiştir. Daha savaş devam ederken 20 Aralık 1336 (1920) tarihli 117 sayılı ictimaında, bu konuda ciddi bir tartışma yaşanmıştır. Bu oturumda İzmit milletvekili Sırrı Bey, Tunalı Hilmi Bey’in bunu “Türk’ün mezayasından [üstünlüklerinden]” saymasına karşılık, ülkedeki yer isimlerinin “gayrimillî” kalmasından şikâyet etmektedir:

    Hâkimiyetimiz altında bulunan memleketlerimizden bir çoklarının gayrimillî isimlerle tevsim olunduğunu hepimiz biliyoruz. Hattâ bu pek şayan-ı teessüfdir ki altı yüz seneden beri bu topraklar üstünde keyfemeyeşa icra-yı hâkimiyet ettiğimiz halde elân bu isimleri millîleştiremedik ve bu, bizim memleket üzerinde tamamen nâfiz bir nazarla icra-yı hüküm etmediğimizi, muhasımlarımız bir delil olarak gösteriyorlar (…) Memleketin herhangi bir noktasında böyle isminin tebdiline lüzum görülen mahaller varsa iş’ar edilsin ve hepsi birden yapılsın (muvafık sadaları)…

    Isparta milletvekili Nâdir Bey’in aynı oturumda sunduğu “ecnebi isimleri taşıyan köy isimlerinin değiştirilmesine dair” önergesi de şöyledir:

    Anadolu içerisinde Yunan-ı kadim ve Romalılardan kalmış bazı harabelere nisbetle bu harabeler civarına müsadif kasaba ve kuraya [köylere] Yunanî lisanından isimler tesmiye ve elyevm lisan-ı umumîde de bunda bir çok mahazir [mahzurlar] mevcuttur. Meselâ Isparta livasında ab u havasının letafetiyle meşhur Ağros nahiyesi gibi, bu nahiyede ümera-yı Selçukiyeden Gazi Atabey’in emsali az bulunur kârgir bir medresesi mevcut ve kendisi de bu medrese içinde medfundur [gömülüdür]. Ağros kasabasının bilumum emlâk ve arazisi bu medresenin vakfıdır. Müşarünileyhin [adı geçenin] vaktiyle malikânesi olan bu nahiyeye Ağros demekten ise Atabey nahiyesi demek daha muvakıftır. Eğridir dahilinde Badlı nahiyesi var. Oradaki Kurbadlı harabesine nispeten Badlu nahiyesi denilmiş. Halbuki bu nahiye bütün dağlıktır. Lisan-ı umumîde bir kısmına Cebel namı verilir. Halbuki bunun sahihi [doğrusu] Çiyil’dir. Bu nahiyeye dahi Çiyil nahiyesi demek pek muvafıktır sanırım. Bu iki nahiye isimlerinin ber minval-i muharrer Atabey ve Çiyil namlarına tebdilini teklif ederim.

    Bu gayret, savaşın bitiminin ardından sistematik hale gelecektir. Zaferden sonra, İstiklâl Savaşı kahramanlarının adları bazı mevkileri verilirken, gözden düşenlerin adlarının oralardan geri alınması da vâki olmuştur. Ulukışla ile Ereğli arasındaki Çakmak istasyonu bu gidip gelmelere direnen ve adını muhafaza etmiş olanlardandır. Lâkin bu hercümercde tıpkı Enveriye gibi, gözden kaçanlar ya da Atatürk’ün ölümünden sonra iade-i itibar edilip adları yeniden verilenler de olmuştur. Geyve’nin istasyon muhiti olan Alifuatpaşa gibi…

    İnadına, zaman içinde Cumhuriyet kadrosunun karşısına geçmiş ya da öyle sayılarak adları tarihten ve coğrafyadan silinmiş kişilerin adları, bazı tarihsel dönüm noktalarında yeniden bazı mevkilerin adı haline gelmiş ve bu kişilere bir tür iade-i itibar edilmiştir. Misal, Gaziemir’in Menderes edilişi, Karaman’ın bucağında olup burası il yapılınca ilçe merkezi haline gelen Kâzımkarabekir gibi… Ancak ad değiştirme operasyonundan en fazla nasibini alanlar, Türkçe olmadığı farzedilen ve Eski Anadolu dillerinden beri gelen veya Ermenice, Rumca ya da Kürtçe gibi Küçük Asya’da yaşayan halkların dilleriyle ilişkili olan ve bu yüzden bu halkların hâtırasını canlı tuttuğu veya onların Türkiye’deki tarihsel varlıklarına kanıt teşkil edeceği düşünülen isimler olmuştur. Bu konuda, yukarıda Isparta milletvekili Nâdir Bey’in teklifi de içinde olmak üzere binlerce örnek sayılabilir ama, ben burada birkaçını anmakla yetineceğim: Van’a bağlı Müküs beldesinin adı Bahçesaray, Kırkkilise Kırklareli, Üskübü Konuralp, Ankara’nın İstanos veya Zîr kasabası Yenikent, Makriköy Bakırköy, Ayastefanos Yeşilköy, Sinasos Mustafapaşa, Tirilye Zeytinbağı, İmroz Gökçeada olmuştur. Bu arada birçok yer adında varlığını koruyan “viran” sonekinin “ören”le değiştirilmesi gibi, Cumhuriyet’in bayındır ve aydınlık Türkiye vaadiyle bağdaşmayan isimlere de el atıldığı görülür.

    Ad değiştirme harekâtı sadece yer isimlerine matuf değildir. Kişilerin isimlerini değiştirdiklerine de tesadüf edilir. Bunlardan en çarpıcısı, aslen Musevi olduğu halde şiddetli bir Türk milliyetçisi olan ve Türkleştirme başlıklı bir eser kaleme alarak hükümete bir program öneren Moiz Kohen’in adını Tekinalp’e değiştirmesidir. Doğal olarak bu eğilim Soyadı Kanunu’nun vaz’edilişinin ardından ifrat ve tefrit noktalarına varmaktan hâli kalmayacaktır. Birdenbire Türkiye sathında Noyan, Timuçin, Gökbörü, Börteçine, Türkeş, Oğuz, Tankut, Erkunt, Tulga, Tekin v.s. gibi Orta Asya geçmişini çağrıştıran soyadların yayıldığı, etnik Türk kökeninden olmayanların çoğunun da Türkoğlu, Türkmen, Öztürk gibi soyadlar aldığı görülür. Devletin ideolojik dönüşümüne eşlik eden bu “İsimlerin Türkleştirilmesi” operasyonu Refik Hâlit Karay’ın kaleminden hicvedilir. Refik Hâlit, Deli piyesinde II. Meşrutiyet’ten hemen önce komaya giren ve Cumhuriyet’ten hemen sonra kendine gelen bir Osmanlı efendisini anlatır. Maruf Bey adındaki bu Abdülhamid dönemi beyzâdesi ile torunu (Ayten) ve kalfa (Şebnur) arasında şöyle konuşmalar geçer:

    ŞEBNUR- Oh çok şükür! Büyükbaba, torun muhabbetteler… (Aytene dönerek) Ha yavrum, Kaya Turgut geldi, seni ecza odasında bekliyor.

    AYTEN- Tamam, bugün tecrübelerimiz var… Haydi lâbaratuvara!

    MARUF BEY- Kaya Turgut da kim?

    AYTEN- Sınıf arkadaşım… Darülmesaide de beraber çalışırız, şimdilik bana müsaade Büyükbaba! Biraz daha iyileşiniz de tecrübelerimizde hazır bulunursunuz.

    MARUF BEY- Kuzum Şebnur, bu kız çılgın mı?

    ŞEBNUR- Ne diyorsunuz, Büyük Beyefendi, onun akıllılığına dünya hayran… Kaya Turgut’la içeri kapanırlar, birşeyler kaynatırlar, birşeyler yakarlar, allı yeşilli dumanlar çıkar! Sonra önlerinde bir fırın var…

    MARUF BEY- Peki, Şebnur, Ayten böyle kimyager olacak, ne idi oğlanın adı, hatırımda kalmıyor…

    ŞEBNUR- Özdemir!

    MARUF BEY- Ha, Özdemir, O ne tahsil ediyor?

    ŞEBNUR-Hiç… Sultanî mektebini bile bitiremedi, boş gezenin boş kalfası!

    MARUF BEY- Hiç bir şey olamadı mı?

    ŞEBNUR- Oldu!

    MARUF BEY- Ne?

    ŞEBNUR- Sporcu.

    MARUF BEY- Anlamadım!

    ŞEBNUR- Sizin anlıyacağınız canbaz, pehlivan, yangın nöbetçisi, tulumbacı gibi birşey!

    MARUF BEY- Eyvah! Ailemizin şerefimiz mahvoldu desene…

    ŞEBNUR- Ben de öyle sanıyordum amma Vacit Bey memnun, “oğlumu herkes parmakla gösteriyor!” diyor.

    MARUF BEY- Vacit çıldırmış… Zaten bizim damadın zevksizliğine numûne çocuklarının ismi, bunlar da nasıl isimler? Bir kere Ayten kaide itibarile yanlış, biri Türkçe, diğeri Farisî olan iki kelimeden terkip yapılamaz. Özdemir’e gelince…

    ŞEBNUR- (Keserek) Evvelâ Yakup Hoca da böyle birşeyler derdi… Amma sonradan fikrini değiştirdi; Türkçü oldu.

    MARUF BEY- Yahu bu softanın olmadığı da kalmamış! Türkçü ne demek? Anadolu’dan Türk mü getirip satıyor, ne halt ediyor? Yoğurtçu, kestaneci, helvacı gibi, şimdi Lâzcı, Arnavudcu, Kürtçü falan gibi zanaatlar da mı var?

    ŞEBNUR- Ben de içinden çıkamıyorum ki a Büyük Beyefendi! Adlarını kaba Türkçe koyanlara, galiba “Türkçü” diyorlar, Yakup Efendi neye ismini Tekin koydu ki…

    MARUF BEY- Uğursuzun bulduğu isme de bak!

    ŞEBNUR- İsmi bir şey mi? Kendisini bir görseniz… Bari herife şapka yakışsa…

    MARUF BEY- (Gözlerini açarak) Şapka mı? Demek Yakup Hoca tanassur da etti… Vay kâfir vay!

    Gelelim olayımıza: Yer ve kişi adlarıyla bu derecede meşgul olan Türk milliyetçiliği ve devleti, nasıl olduysa biyoloji literatürüne girmiş birçok “bölücü” ismin farkına pek geç varabilmiştir. Gündemimize rastlayan bu olayı, ilgililere “duyuran” başta da adını andığımız Yalçın Doğan oldu ve 1 Mart 2005 tarihli köşesinde Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) parasal destek sağladığı Ağrı’da yapılmış bir projede korunması gereken türler arasında Vulpes vulpes kurdistanicum’un yer aldığından bahisle, “UNDP bin yıllık kızıl tilkiyi yazışmalarında Vulpes Vulpes Kürdistanicum diye niteliyor!.. Yani, Kürt tilkisi!.. Hiçbir bilimsel kitapta yeri olmayan bir tanım!..” diyerek şiddetle kınadı. Biz de Doğan’ın bu ismin hiçbir bilimsel kitapta yer almadığını tespit etmesine bakarak, kendisinin bilmediğimiz bir yönüne, yani biyoloji literatürüne hakimiyetine -her ne kadar türün adını kuralına uygun yazamasa da- muttali oluyor ve bilvesile üstada hayranlığımızı arttırıyoruz. Yalçın Doğan bununla da kalmıyor ve bu ismin ülkemiz için oluşturduğu ve yıllarca hiçbir biyoloğun veya eli kalem tutan erbabın göremediği büyük tehlikeye de işaret etmekten geri durmuyor:

    Bu işgüzarlık nereden çıkabilir?.. Ağrı ve çevresi bizim Kürt yurttaşlarımızın da yaşadığı bir bölge ya da onların deyimiyle Kürdistan!.. Kızıl tilki de orada yaşadığına göre, oluyor size Kürt tilkisi!.. Ona bir de bilimsel bir ad takmak gerek, karşımızda Vulpes Vulpes Kürdistanicum!.. Kürt sorunu işte bu!.. Bizim kendi Kürt yurttaşlarımızla çözmek istediğimiz sorun, her fırsatta dışarıdan çomak sokulan bir olay. Hem de adının önünde BM bulunan bir kuruluş bile bu oyunda yer alıyor. 19. yüzyılın sonlarında uç veren, geçen yüzyılda arka arkaya patlayan Kürt isyanlarının hepsinin arkasında yabancı parmağı yok mu?..

    Sadece Kürt tilkisiyle bitmiyor. Uluslararası kuruluşların bazı yazışmalarında da, bildiğimiz koyun isim değiştiriyor, Ermeni koyunu oluyor!.. Türkiye’nin başındaki iki derdin haberini hayvan isimlerindeki değişikliklerden almak mümkün!.. Biri Kürt sorunu, diğeri uluslararası arenada yeniden sinsi sinsi tartışmaya başlanan Ermeni sorunu. Bize hiç mi rahat yok!..

    Bu haber üzerine Çevre ve Orman Bakanlığı harekete geçerek gözden kaçan “bu bölücü oyunu” bozmaya kalkışıyor ve “Türkiye’nin üniter yapısını bozucu nitelikte olmasını gerekçe göstererek “Vulpes vulpes kurdistanica” olarak adlandırılan tilki türünün adını, “Vulpes vulpes” olarak değiştiriyor. Bakanlığa göre Türkiye’de araştırma yapmış ve çeşitli bitki ve hayvan türlerini tanımlamış bazı yabancı bilim adamları, “önyargılı bir zihniyetle”, hatta “kasıtlı olarak” türleri isimlendirmişlerdi. Tıpkı Ovis armeniana (Ermeni koyunu) gibi…

    Ancak “sorun” mezkur tilkiyle koyunun adına müdahale etmekle bitecek gibi değildir. Zira büyük bir bölümü 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Anadolu ve mücavir coğrafyayı gezerek bu bitki ve hayvan türlerini bulan ve isimlerini veren biyologların “bölücülük” faaliyeti, Kürt tilkisi ve Ermeni koyunu ile kalmamıştır. Çevre Bakanlığı’nın bu “bilimsel” müdahalesinin ardından yine acar gazeteciler, bitki ve hayvan isimleri “sorunu”nun mezkur tilki ve koyunun adını “Türkleştirmekle” bitmeyeceğini gösteriverdiler. Zira “sakıncalı” sayılabilecek pek çok bitki ve hayvan adı, biyoloji dünyasını istila etmişti. Üstelik GAP İdaresi’nin yayınladığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi Dicle Havzası Endemik Bitki Türleri başlıklı kitabın listesinde yer alan Paracarium kurdistanicum adlı “bölücü” bitki, sözkonusu bölücü türlerin devletin içine kadar sızdığını göstermekteydi. Dahası Türkiye üniversitelerinin biyoloji bölümlerinde ve TÜBİTAK gibi bilim kuruluşlarında Alosa pontica, thorax armeniacus, thorax kurdistanicus, Crocodila lazia, Bolivira kurda, Myosotis lazia, Symphytum kurdicum gibi nice “sakıncalı” bitki ve hayvanın adı cirit atmaktaydı. Ancak Çevre Bakanlığı’nın bölücü tilki ve koyun karşısında gösterdiği işbu kararlı ve yurtsever tavır, ne yazık ki sadece kendisini bağlamakta, bakanlık kendi çalıp kendi oynamaktaydı. Zira bu sözde Kürt tilkisiyle, sözde Ermeni koyununun adı, maalesef, uluslararası biyolojik türler kodeksine çoktan kaydedilmiş ve “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” Anayasa maddeleri mesabesinde kesinlik kazanmıştı. Çevre Bakanlığı’nı hiç takmayacak ve adı The International Commision on Zoological Nomenclature (ICZN) olan bir uluslararası zooloji örgütü vardı ki, bu isimler The Commission tarafından tescil edilmekte, yeni isim önerileri ve eski isimlere ilişkin değiştirme teklifleri sadece bu “sözde” komisyonun kurallarına göre yapılabilmekte idi. ICZN’nin görev tanımı, her türlü hayvanın tek ve evrensel olarak kabul edilmiş bilimsel bir adı olmasını sağlamak ve taksonomiyi düzenlemek biçiminde vazedilmişti. Dolayısıyla Bakanlığın, tabiri caizse “yeni uyandığı” isimler neredeyse bir asırdır bu kuruluşun listelerinde yer almakta ve tescil edilmiş bulunmaktaydı. Dahası, bu kuruluş pek tutucuydu, öyle kolay kolay isim değiştirmelere cevaz verecek gibi değildi. Zira görev tanımında belirtildiği gibi, her hayvan için tek ve evrensel olarak kabul edilmiş bir bilimsel ismin bulunmasını sağlamaya çalışmakta ve oluşmuş bilimsel standartı korumak ve bu isimleri güvence altında tutmak durumundaydı.

    Bakanlığı ve bazı zevatı ayağa kaldıran, hatta Türkiye’yi bölüp-parçalamaya çalışan iki yüzyıllık projenin bilim alanındaki tezahürü olarak görülmek suretiyle derhal tepki gösterilen mezkûr isimlerin mesele yaratması, aslında Türkiye’de bu tür “hassasiyetlerin” henüz yeşermediği bir çağda, bu siyasal meselelerle pek alâkası olmayan biyologlarca bulunmuş bitki ve hayvanlara, bulundukları yörelere izafeten verilmiş isimlerin bugünkü milliyetçi konjonktürde “sakınca” arz etmesinden başka birşey değildi.

    Bu arada, bir de meselenin “karşı tarafını” temsil eden Edip Polat’tan, başka türden sorunlu bir karşılık gelmekte gecikmedi. Edip Polat, 1992 yılında Bilim Dilinde Kürtler ve Kürdistan başlıklı bir kitap yazmış ve bu kitap yüzünden hüküm giyip hapis yatmıştı. Edip Polat, Kürtlerin Türkiye’deki varlığını ispat için biyoloji literatürüne girmiş Kürt ve Kürdistan takılı bitki ve hayvan adlarına başvurmakta ve aslında resmî ideolojinin “yokluğun” ispatı için giriştiği etkinliğin meşruiyet temelini, bu kez “varlığın” ispatı için karşı taraftan kurmaktaydı.

    Aslında ağırlıklı olarak 19. yüzyılda ve kısmen de 20. yüzyılda ülkeyi gezerek söz konusu bitki ve hayvanlara bu isimleri takdir edenlerin ne Türk milliyetçiliğinin ne de Kürt milliyetçiliğinin anladığı gibi bir akıl yürütmesi ya da Kürtlüğe meşru bir temel sağlamak türünden bir kaygısı vardı. Öncelikle Batı dünyasında Rönesans’la birlikte Grek ve Roma antikitesinin esas alındığını ve bilimsel gelişmenin bu esas üzerine inşa edildiğini belirtmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bilimsel terminolojiye egemen olan da antikiteye ait dünya tasarımı olmuştur. Buna coğrafî adlandırma da dahildir. Modern coğrafyada yer adlandırmaları ve buna dayanarak dünyanın her yerine açılan diğer âlimlerin çeşitli alanlara ait ama coğrafî esaslı adlandırmalar, bu dönemde kalıcılaşan “geleneği” izler. Bu Türkiye coğrafyası için de geçerli olmuştur. Türkiye coğrafyası için hâkim terminoloji, Greklerin ve ardından Romalıların coğrafî adlandırmalarına ve ağırlıklı olarak Roma eyalet sisteminin terimlerine göre biçimlenmiştir. Bu adlandırmalardaki boşluklar ise Arap coğrafyacılarının belirlemeleriyle doldurulmuştur. Pontus, Kappadokia, Galatia, Kurdistan, Armenia, Lykia, Lydia, Karia, Kilikia gibi o dönemlerden kalma adlandırmalar, 19, yüzyılın doğa bilimcileri, coğrafyacıları ve beşerî bilimcileri tarafından aynen alınmış ve kendi kurgularına aktarılmıştır. Zaten henüz bir ulus-devlet haline gelmemiş Türkiye’de bu âlimlerin sistematik bir “bölücülüğün” kasıtlı unsurları olarak bu isimleri kullanması beklenemezdi, Osmanlı resmî otoriteleri de buna benzer nedenlerle bu konuda kayıtsız kalmıştır. Hatta Osmanlı hükûmetleri, 11. yüzyılın Divân-ı Lügât-it’Türk’ünde bugünkü Türkiye’nin doğu bölgesine “Arz-ı Ekrad” (Kürtlerin Ülkesi) denmekten çekinilmemesi gibi, modern bir idarî ve mülkî taksimata geçerken bir aralık bir Kürdistan eyaleti bile kurmuşlar, bugünkü Rize-Artvin-Batum çevresine de Lazistan Sancağı demekte bir beis görmemişlerdir.

    İşler ulus-devlet kurulduktan sonra tamamen değişmiştir. Cumhuriyet kurucularının ilk kaygısı, “Misak-ı Millî” olarak tanımlanan toprakların “Türklere (daha doğrusu burada yaşayan müslümanlara) aidiyetini” kanıtlamak ve Pontus, Ermeni ve Kürt siyasal oluşumlarının varlığını tescil edecek argümanları çürütmek olmuştu. Zira Sevres anlaşması metni bu siyasal oluşumların önünü açıyordu ve en azından Lozan’a kadar büyük devletlerin Türkiye hakkındaki kararlarını aksi yönde etkilemek gerekiyordu.

    Bu çerçevede yer isimlerine büyük önem verilmiş ve günümüze kadar devam eden bir süreç içinde bu topraklar üzerinde Rum, Ermeni, Gürcü, Çerkes, Laz, Arap ve Kürt dili kökenli olduğu düşünülen ya da kökeni anlaşılamayan ama Türkçe olmadığına karar verilen isimler hızla değiştirilmiş ve 70-80 yılda ülke toponomisi neredeyse anlaşılmaz hale gelmişti. Bu faaliyetin daha 1940’larda ne dereceye vardığını anlamak için Herbert Louis’in I. Coğrafya Kongresi’nin dikkatine sunduğu şu önergeye başvurabiliriz:

    …[S]on seneler zarfında yalnız şehir değil, ayni zamanda bütün Türkiye’deki köy isimlerinde, bahusus cenup-doğu vilâyetlerinde birçok değişiklik olmuştur. Harita Umum Müdürlüğü’nün 1:800.000 mikyaslı haritasının bu günkü nüshalarında, bu değişiklikler göz önünde bulundurulmamıştır. 1:800.000 mikyaslı bu harita, Türkiye’deki coğrafî isimler için resmî bir esas olmak lâzım geldiğinden kongre, 1:800.000 mikyaslı haritanın yeni bir basılışında köy isimleri de dahil olmak üzere bu değişikliklerin mümkün mertebe bulundurulmasını Harita Umum Müdürlüğü’nden rica eder.

    Kuşkusuz bu değişikliklerden bilimsel kaygılar güderek hoşnut olmayanlar da vardır. Örneğin A. Macit Arda’nın önergesinde,

    Türkiye’deki coğrafya isimleri kıymetli birer coğrafya, hususiyle tarihî coğrafya vesikası teşkil etmektedir. Bir arkeoloğun topraklar içine gömülüp eski bir eseri tetkik ederek bunun yapılış zamanını tespit ve ihya etmesi… gibi, bir coğrafyacı da coğrafya isimlerinin delâleti ile bir mevkiin tarihî coğrafyasına ait malûmatı tamamlıyabilir. Bu cihetleri gözönünde tutan terim ve coğrafya isimlerinin yazılışını tesbit komisyonu, memleketimize ait coğrafya isimlerinin kat’î lüzum olmadıkça alâkadar makamlar tarafından değiştirilmemesi ve böyle bir zaruret halinde de evvelemirde mütehassısların fikir ve mütalealarını aldıktan sonra bir karar ittihaz edilmesi temennisini izhar… eylerim

    denilmektedir. Ancak karar vericilere köy, ırmak, tepe, vadi gibi coğrafî birimlerin adlarını değiştirmek türünden mikro önlemler yetmemiştir. Zira asıl olan makro hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan coğrafî alanı “Türkleştirmek”tir. Bunun için bulunan pratik yol, bu alana “Anadolu” demekten geçmiştir. Türkiye topraklarının tümüne “Anadolu” denilmesine ilişkin karar, 6-21 Haziran 1941 tarihleri arasında toplanan Birinci Coğrafya Kongresi’nde alınmıştır. Besim Darkot’un hazırladığı raporun gerekçesinde

    …Avrupalılar tarafından yazılmış coğrafya kitaplarından çoğunda memleketimizin ya nehir havzalarına ve deniz maillerine, yahut – zaman ve yer bakımından kat’iyetle tesbiti daima mümkün olmıyan- eski tarihî bölgelere göre taksim edilmiş olduğu görülür. Umumiyetle ecnebi kaynaklara dayanılarak meydana getirilmiş bulunan yerli eserlerde ise, memleketin coğrafî bir realite olan vahdeti ihmal edilerek, birbirinden ayrı memleketler şeklinde “Rumeli”, “Anadolu”, “Cezireiulya” gibi büyük kısımlar ayrıldıktan sonra bunlar dahilindeki vilâyetler ayrı ayrı mütalaa edilirdi (a.b.ç.)

    denmektedir. Buna dayanarak Türkiye, tıpkı üniter bir devlet olduğu gibi üniter bir coğrafya olarak düşünülerek, sınırları dört coğrafyacı tarafından tespit edilmiş olan yedi coğrafî bölgeye ayrıldı. Bugünkü coğrafya kabullerimiz bu taksimata dayanmaktadır. Ancak sorun, bu taksimatın dünyanın bütün coğrafya camialarında ne ölcüde kabul edildiğidir. Bu coğrafî kabullerin dünya ölçeğinde benimsenip yayıldığını söylemek güçtür. Zira tarihsel olarak hiçbir zaman “Anadolu” denilmemiş coğrafî sahaları bir kararla “Anadolu” haline getirmek ve bunu benimsetmek oldukça zor bir iştir. Bu yöndeki hassasiyeti ve gayreti anlamak için, Danyal Bediz’in I. Coğrafya Kongresi’ne verdiği önergeyi buraya almak öğretici olabilir:

    Beynelmimel coğrafî eserlerde, atlas ve haritalarda Türkiye’nin millî birliği ve gururiyle kabil-i telif olmıyan bazı bölge isimlerine rastlanmaktadır. Bu ciheti mümkün mertebe süratle önliyebilmek için Türkiye Coğrafya Kongresi’nin tespit etmiş olduğu “Türkiye’nin Coğrafî Bölgeler” taksimatının umumî heyet tarafından kabulünden sonra beynelmilelleştirilmesi lâzımdır.

    Bediz bunun için bu tespitlerin broşürler halinde dünyanın bütün coğrfaya kurumlarına, haritacılarına ve dergilerine süratle gönderilmesini önermektedir.

    Şu halde sorun nerededir? Sorun Türkiye’yi yönetenlerin hâlâ Türkiye’nin bekâsından pek emin olamaması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi sürecindeki ruh halinin devam etmesidir. Bu nedenle ulus-devletleşme sürecinin iki büyük “ötekisi”, Kürtler ve Ermenilerle ilgili her türden tecessümât, allerji ve refleksif tepkiler yaratmakta gecikmemektedir. Bunlara Patrikhane, Pontus gibi “hassasiyetler” de eklenebilir. Türk milliyetçiliği ve resmî ideolojisi, Türkiye’nin “ötekileri”nin ve onları temsil eden her türden varlık belirtisinin hâlâ Türkiye’nin “dış düşmanları”nın elindeki en büyük kozlar olduğunu düşünmekte ve kendisini -doğru olsun ya da olmasın- aksi yönde tavır geliştirmek zorunda hissetmektedir. İsim meselesi, bu genel ruh halinin önemli parçalarından biridir. Ermeni, Kürt ve Rum varlığını anıştıran her türlü isim bu çerçevede tepki görmektedir. Bu noktada, örneğin jeologların İç Anadolu’yu boydan boya geçen yüzey oluşumları için rahatlıkla kullandığı “Galatia masifi” teriminin, ya da özellikle turizm dünyasında resmî-sivil herkesin duraksamadan kullanıp benimsediği “Kapadokya” adının neden benzer tepkiyi görmediği sorusu, açıklayıcı olacaktır. Eğer Türkiye’nin yakın ve bugünkü tarihinde resmî otoritenin ve ideolojinin “tehdit” olarak algılayıp tanımladığı “Kapadokyalılar” veya “Galatia’lılar” gibi etnik gruplar olsaydı, emin olunuz, bu isimlerin geçtiği her durum da benzer tepkilere maruz kalacak, bu terimlere yer veren her türlü adlandırma reddedilip yerlerine “millî” ya da “zararsız” sayılanlar konulacak ve söz konusu isim savaşı bu terimleri de cephesine katacak bir genişliğe bürünecekti.

    1 Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü.

    2 Yalçın Doğan, “Vulpes Vulpes Kürdistanicum”, Hürriyet, 1 Mart 2005.

    3 Merak eden Yunanistan ve Bulgaristan pratiklerine bakabilir.

    4 Bkz. Suavi Aydın, “Resmî Tarihin Temeli: Ulusal Tarih Yazımı ve Resmî Tarihte Mitlerin Kaynağı”, Resmi Tarih Tartışmaları, I (der. Fikret Başkaya), Özgür Üniversite Yayınları, Ankara 2005, ss. 43-83.

    5 Hâkimiyet-i Milliye, 24 Kanun-ı evvel 1926. Bu yazıya dikkatimi çeken Ömer Türkoğlu’na teşekkür ederim.

    6 T.B.M.M. Zabıt Ceridesi., İ: 117, 20.12.1336 (1920), C: 1, s. 438.

    7 Bkz. aynı yer.

    8 Bu çerçevede sanırım en çarpıcı olanlar, yeni kurulan üniversitelere Celâl Bayar ve Adnan Menderes’in, bir fakülteye de Kâzım Karabekir’in adlarının verilmesidir. Bu, Atatürk ve İnönü’nün üniversite isimleri olması karşısında bir tür rövanş olarak da okunabilir.

    9 Refik Hâlit Karay, Deli (İlâveli ikinci basılış), Semih Lûtfi Kitabevi, İstanbul 1939, s. 12-3.

    10 Yalçın Doğan, “Vulpes Vulpes Kürdistanicum”, Hürriyet, 1 Mart 2005.

    11 Bkz. Evrensel, 5 Mart 2005.

    12 Edip Polat, Bilim Dilinde Kürtler ve Kürdistan, Ankara, Öteki Yayınları, 1992.

    13 Bkz. Besim Atalay (çev.), Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1985, 28 ilâ 29. sayfalar arasındaki harita.

    14 1847 ve 1848’de yerel iktidar odakları tasfiye edildikten sonra Hakkari, Siirt, Van ve Mardin bölgelerini içine alacak biçimde bir Kürdistan vilâyeti kurulmuştu (Bkz. Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, Oktay Özel ve Süha Ünsal, Mardin: Aşiret-Cemaat-Devlet, İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 2000, s. 203). Bütün Trabzon Vilâyet Salnâmelerinde açıkça Lazistan Sancağı’nı görmek mümkündür. Hatta ilk Meclis’te bu bölgeden gelenler Lazistan mebusu olarak tescil edilmişlerdi.

    15 Daha Millî Mücadele devam ederken hükûmet Pontus devletinin kurulmasına elverecek meşru bir temelin bulunmadığını göstermek için bir kitap yazdırmıştı: Bkz. Pontus Mes’elesi: Teşkilât, Rum ?ekâvet ve Fecâimi, Hükûmetin İstitlâat ve Tedâbiri, Avrupa Hükûmetleriyle Muhaberât, Ankara, Matbûat Müdiriyet-i Umûmîsi Matbûat ve İstihbârât Matbaası, 1338 (1922).

    16 Diyarbakır’da yaptığımız bir görüşmede Silvanlı bir din adamının verdiği örnek çarpıcıdır: “Televizyon’da Silvan’ın bir köyünde olay olduğunu duyuyoruz, haberde verilen ismin nereye ait olduğunu anlamak için telefonlara sarılıp sağa sola buranın neresi olduğunu soruyoruz”.

    17 “Kongreye Verilen Takrirler”, Birinci Coğrafya Kongresi: Raporlar, Müzakereler, Kararlar, 6-21 Haziran 1941, Ankara, Maarif Vekâleti Yayınları, s. 108.

    18 “Kongreye Verilen Takrirler”, Birinci Coğrafya Kongresi…, s. 108

    19 Darkot, Grek ve Roma antikitesine ait isimlerin geçerliliğini kastediyor.

    20 “Türkiye’nin Coğrafî Bölgeleri”, Birinci Coğrafya Kongresi:…, s. 76.

    21 Yedi bölge içinde üç Anadolu yaratılmış (İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu), Pontus diye anılan bölge de Karadeniz haline getirilmiştir.

    22 Bu konuda bkz. Suavi Aydın, “Anadolu Diyagonali: Ekolojik Kesinti Tarihsel-Kültürel Bir Farklılığa İşaret Edebilir mi?”, Kebikeç, 17 (2004), ss. 117-137.

    23 Birinci Coğrafya Kongresi…, s. 112.

    24 Bkz. N. Hamit ve C. Erentöz, 1: 500.000 Ölçekli Türkiye Jeoloji Haritası: Ankara. Ankara, M.T.A. Yayınları, 1975; E. Chaput, ve H. N. Pamir, Notice Explicative de la Carte Géologique au 1: 135.000 de la Région d’Ankara. İstanbul: İ.Ü. Jeoloji Enstitüsü Yayınları, 1931. Bilhassa Ernest Chaput’un Türkçede, I. Coğrafya Kongresi’nden çok sonra basılan Türkiye’de Jeolojik ve Jeomorfolojik Tetkik Seyahatleri (çev. Ali Tanoğlu, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Neşriyatı, 1947) başlıklı kitabında “Galatya Yaylası”, “Likaonya Yaylası”, “Pontik” gibi terimlerin rahatlıkla kullanılması dikkat çekicidir.

    Toplumsal Tarih, Kasım 2005

    http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=241

  33. Bozuk Düzen, İslamî Düzen…
    Mehmed Şevket Eygi

    Bugünkü düzen islamî bir düzen midir? İslamî bir düzen Kur’an, Sünnet, Şeriat, İslam ahlakı hüküm ve kuralları üzerinde yükselir… Bizdeki düzenimiz böyle midir?

    Kalbinde iman olan bir kimse, islamî olmayan bozuk bir düzene iyidir diyemez.

    Bozuk düzenlerin çok kötüsü, orta kötüsü, az kötüsü olabilir ama asla iyisi, daha iyisi olamaz.

    Adı islamî olmakla bir düzen hemen İslam düzeni oluvermez.

    Bedevilerden ve ‘ârabîlerden oluşan kadrolarla İslam düzeni ve devleti kurulmaz.

    Ulus devlet zihniyetiyle adına bin kere İslam devleti denilse bile yine İslam devleti olmaz.

    Adaletin, insafın, güvenliğin, İslam medeniyetinin, yüksek ahlakın olmadığı yerde İslam’ın adı vardır gerçeği yoktur.

    Kendilerinde Ümmet şuuru ve taraftarlığı bulunmayan kimseler hiç durmadan İslam diye bağırsalar ne olacak…

    Endülüs İslam devleti, yükseliş devrinde Avrupa’nın en medenî devletiydi.

    En büyük din, inanç, kimlik, alt-kültür hürriyeti Osmanlı İmparatorluğu’ndaydı.

    Kemalist ideoloji ile İslam dini de bağdaşmaz, İslam devleti de.

    Bugün bazı İslamcıların Atatürkçülüğü, üzerinde dikkatle durulması gereken bir çelişkidir.

    Türkiye’mizde vesayet rejimi tasfiye oluyor ama Kemalist ideoloji aynen yerinde duruyor.

    Soruyorum? Bugün dünyanın hangi medenî, hür, çoğulcu ülkesinde resmî ideoloji denilen bir heyula vardır? İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya, Norveç… Hiçbirinde yoktur.

    M. Kemal’in ölümünden sonra ortaya çıkmış Kemalizm ideolojisi devlet ideolojisi olmaktan çıkartılmadıkça Türkiye normalleşemeyecektir.

    Kemalizm özelleştirilmeden vesayet rejiminden kurtulmak bir hayaldir.

    Kemalizmden kurtulmaları için Müslümanların medenileşmeleri gerekir.

    Okullardaki din kültürü dersleriyle Müslümanlar medenî olamaz. Niçin mi?.. Din Kültürü ders kitaplarına bak… Birinci sayfasında Paşanın portresi, onun karşısında Beyannamesi…

    Kafası karışık milyonlarca Müslüman’a “İslam devleti nedir?.. İslam devletinin özellikleri nelerdir?.. Resmî ideoloji nedir?.. Ulus devlet nedir?.. Ümmet nedir?.. Hilafet nedir?.. Bozuk düzen nedir?.. İyi ve doğru düzen nedir?..” gibi önemli konular nasıl anlatılıp öğretilecektir?

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Bozuk_Duzen_Islam_Duzen/21577#.VCC6jlcfx90

  34. Nasılsınız dostlar….iyi misiniz? Yatsıdan sonra rahat mısınız? Baş yastığa rahatça konulup kaldırılabiliyor mu? Pazarda satılan Ezidi kızlar- kadınlar, Süryani Papazların kesik başları, füze bataryalarıyla vurulan ermeni, kürt, alevi köylerindeki çocukları, yaşlıları….sevinerek izleyebiliyor musunuz?

    “NE DE OLSA KAFİR” DİYEREK!

    Bedeviler le, arabilerle olmaz da kimle olur? CENAB-I HAKK sadece TÜRKLERE VERMİŞ BU YETKİYİ, ANLAŞILAN (!)

    PEKİ YA KÜRTLER? şİMDİ ONLARI MI DÜŞÜNÜYORSUNUZ?

    tARİHTEN HATIRLARSAK, MEZOPOTAMYA İMPARATORLUKLAR MEZARLIĞI NASIL OLMUŞTUR DERSENİZ TAVSİYEM ROJAVAYA DAHA DİKKATLİ BAKMANIZ.

    ve alınması gereken ilk ders, tarihin en eski savaşıdır yaşanan ” (gerçek din ile devletin savaşı).

    Gerçi hala biraz ” iyisiniz…çünkü Kobaniyi düşüremediğiniz” gibi, IŞ-İD olmadı, EL kaide ya da TALİBAN benzeri, kolunuzun uzunluğu ile meşhursunuz nükleer ortağınız PAKİSTAN DEVLETİne uzandığınız ortaya dökülmeye başladı bile, ne ilginç zamanlalama ama) şimdi sıradaki HORASAN mı var? Orada da Kürtleri, sunni oldukları için kandıracağınızı sanırsınız?

    Hadi bakalım… Görelim…

    Ama dikkat dimyata değil de horasan a gitseniz, asyanın ortalarına da uzansanız (sizin için çoçuk oyuncağı)….”stratejik ortağınız ABD nin” Ftipi hilafet devleti” oyununa dahil olmuşsunuz bir kere…malum elini, kolunu …meselesi…

    OYUNU ÇOK AKILLICA OYNADIĞINIZI SANIYORDUNUZ DEĞİL Mİ yAŞLI VE HASTA BİR KÖYLÜ İMAMA KARŞILIK, TEOLOJİDE DOKTORA SAHİBİ (HEM DE amerikan üniversitesinden mi…ne? Öz arap, genç, siyahlar içindeki kıyafetini tamlayan simsiyah sakalıyla (yoksa boya mı, amerikan malı?) HALİFE EL BAĞDADİ liderliğinde “sunni “İSLAM” devleti….son türk devletini böyle mi cihana hakim kılacaktınız?

    Tıpkı biraz daha önceleri LENİN adlı tatarın, DEVLETİ MEŞRULAŞTIRMAK İÇİN MARKSİZMİ DE KULLANMASI GİBİ …diyeceğim (ve lafa gasparinskiler, m. suphi vb. gibi “teşkilatçılar” -filan da aynı kutsal devletin parçaları mıydılar…diye de sorasım gelir ya neyse…uzatmayalım…

    Biz dönelim Kobaniye…Oradan size, İD (İSLAM DEVLET…BU İBARENİN ABSÜRDLÜĞÜneHEP gülesim gelmiştir…Hangi ayet, hangi sure ya da Peygamberin hangi sünnet-i seniyesinden çıkıyor bu ibare…Allah aşkına, açıklayın da öğrenelim)
    Evet, İD için koridor lazımsa, hemen bu gece hava taaruzuyla” pkk terörüyle mücadele hallediverirdiniz işi” ne de olsa müttefiğinize “pkk teröristi de dahil, bölgedeki TÜM TERÖR ÖRGÜTLERİYLE SAVAŞ KARARI ALDINIZ YA…

    Ama size ” naçizane o ünlü ve güzel Türk atasözünü hatırlatırım”. körle yatan….artık döndü hesaplar ve sizin ulus devletinizi kurtarmak için yaptığınız hesaplar baştan yanlıştı…KÜRESEL F TİPİ HİLAFET DEVLETİ KARŞISINDA SİZİN İSLAM CİLALI “ULUS DEVLET DESTEKİ HİLAFET DEVLETİ SİYASETİNİZ BAŞTAN ÖLÜ DOĞMUŞ bir projeye dayanıyordu…şimdi bunu biraz gecikmiş olarak itiraf etmenin sonuca etkisi yok…

    kobaniyi boşaltıp koridor açmak için tezkere de çıkarabilir hatta meşhur “sratejik jeo” nuz da kurtarmaz…zira KOBANİDE DİRENEN HALKTIR VE HAYATINI SAVUNDUĞUNDA YENİLEBİLİ AMA KAYBETMEZ” ortadaki, devlete ve her tür den devlet “dinine” karşı gerçek inancın, özgürlük ve yaşam arzusunun kadim kavgasıdır….küresel emeğin başlayan-başlaması gereken savaşı…hayat için…gezegen için…. inançlar , kültürler….halklar…kadın ve çocuklar için…. irono de ters tepmiş görünüyor ışidin “resullahın” adını cinayet ve tecavüzlerle kirletenlerin (hem de KARa) bayrağı karşısında dünyanın en renkli bayrağı…bunu sakın milliyetçilik diye yediremezsiniz kimseye…yaşamın yedi renginin savaşı bu…ve ben tümüyle rojavaya baktığımda hep ispanyadaki bitmemiş hesabın devamını görüyorum…onun kara bayrağını (bütün bayraklar da devletler gibi ölüme yaklaşmaktadır!)

    DEDİĞİM GİBİ NASILSINIZ? HALA DA KEYFİNİZ YERİNDE Mİ, ÖRNEĞİN KARILARINIZLAYKEN…

    Yargılanacaksınız…yalan ve cinayetleriniz için..(id-i esat değil de paraleller kurdu lafı daha “güzel” düşmez miydi; neyse…)

    Yargılanacaksınız ve sizi HSYK Seçimlerine müdahaleleriniz de kurtaramaz…çünkü ALLAHIN ADALETİ DEVLETLERİN “ADALETLERİNDEN” DAHA KESİN YARGI VERİR…VE BU KARARA DA VİCDANIN YARGISI…TARİHİN YARGISI…HALKIN YARGISI DENİR…BİLİYORSUNUZ.

    KAYBETTİNİZ…KALAN MANAVRALAR DA KURTARMAZ…

    VE ÇOK İYİ BİLİRSİNİZ Kİ “TUZAK KURANLARA DA ALLAH KURAR ASIL VE SON TUZAĞI”

    kobani sizi ykacak…taş taş üstünde birakmasanız da yıkacak…çünkü orası ALLAHIN TUZAĞI Kİ O HALKIN İRADESİ OLARAK TECESSÜM EDER!

    Ve Yıkılacaksınız…gezi tüm devletler için bir derin uğultunun ilk notalarıydı…içinde her ne kadar “devletçiler” de olsa bile…zira bu bastırılmışın geri dönüşü ve Kaan Aslanoğlu nun da sıklıkla belirttiği gibi “genetik” bir mesele var burda…sözlerden, sloganlardan öte bişey…”ALLAHIN MÜLKÜNÜ KENDİNDEN ÇALANLARA (ki devletler ve sınıflardır)…karşı, yılan-çıyan, börtü böcek, ot çiçek ve tabii ki sesi duymaya başlayan insanın isyanı ve savaşıdır bu…

    ve hayat kaYbetmez/kaybetmemeli…

    zira bütün devletler şeytanın dostlarıdır…

    İYİ MİSİNİZ DOSTLAR…

  35. soruyorum
    A’râbî اعرابي kelimesi bedevi anlamına gelir, Arap değil. A’râb, Arab’ın çoğulu olmasına rağmen göçebe Araplar için kullanılmıştır. Türk’ün/Etrâk’ın yörük olması gibi.

    Osmanlı yönetici sınıfının yerleşik hayata geçmemiş, eklektik yüksek kültürü içselleştirmemiş toplulukları “medenîleşmemiş” sınıflamasına sokarak aşağıladığı doğrudur. Yerleşik düzen dışı yaşayan topluluklar arasında bulunan ve yüksek kültüre yabancı kalan Türkler de bundan nasibini almıştır. Ama bu bizatihi Türklere yönelik, bugünkü anlamıyla “etnik” temelli bir aşağılama değildir. Aynı sıfatlar Urban, Arnavut Malisörler ya da Kürd aşâiri için de kullanılmış, onlar da tahkir olunmuştur.

    Benzer şekilde seçkin sınıfın “rafine” kültüre bîgâne “Türkler”le alay etmesi, Erken Cumhuriyet modernliğine yabancı kalanların Ankara’ya sokulmaması ya da “yüksek kültür”ün siyasî yapılanmasına oy vermeyenler için “bidon kafalı,” “göbek kaşıyan” benzeri sıfatların kullanımına benzer; etnik değil kültürel ve sınıfsal temellidir.

    Dolayısıyla yerleşik olmayan Urban, Türkmen, Kürd ve Arnavut aşağılanmış; ama Şam’daki Arap âlim, Bursa’daki Türk şair, Bitlis’deki Kürd tarihçi ve Prizren’deki Arnavut âyân övülmüş; İstanbul’daki “Türk” zurefâ, köyden gelen “kaba Türk”ü hakir görmüştür. Bu nedenle “Osmanlı” ile “Türk” arasında etnik temelli bir “kimlik” çatışması yaratarak, Türklerin “Türk” oldukları için aşağılandıklarını savunmak anlamlı değildir.

    http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2013/12/15/osmanli-ve-turkluk

  36. beni düzeltmen arabilik konusunda inandırcı gelmedi yazı IŞİD KONUSUNDAki son gelişmeler üzerine o olduğuna göre ben başka bir anlam veremiyorum. gene de açıklaman için teşekkür ederim…araştırılmaya değer bir nokta olabilir.

    ama “TÜRK HALKINI” AŞAĞILAMAK HADDİM BİLE OLAMAZ (Eşim siteyi takip etmiyor Allahtan….) kasettiğim bu kavramı bir devlet ideolojisi haline getirilmesi ki buna türkler mankurtlaşma da diyorlar…duygusuzlaşma ve hafızasızlaşma da denebileceğini söyleyebiliriz bence ve özetle “kendinden başkalarının acısına, devlet,i için hisse kendini kapatma….yaşananlara bakıldığında bu tipler kolayca farkedilirler.

    yoksa devletinin karşısında dahi vicdanını haykıran, hatta savaşan TÜRK HALKI DEĞİL..

  37. Osmanlı oryantalizmi
    Ümit KARDAŞ
    Taraf GAZETESİ

    İmparatorlukta 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen reformlarla birlikte modern Osmanlı İstanbul’u ile modernlik öncesi dönemde kalmış, geri bir taşra oluşmuştu. İstanbul yönetimi, sözkonusu geri taşraya medeniyet taşıyıp Osmanlılaştırmak amacındaydı. Osmanlı elitlerinin gözünde Batı ne kadar modernleşmenin ve ilerlemenin yönü ise, Doğu da onun tersi olarak geriliğin örneğiydi. Bu Osmanlının kendi taşrasına oryantalizm açısından bakmasıydı. Taşradaki elitler de yereldeki Osmanlı oryantalizmini meşrulaştıracaklardı.

    Osmanlının modern temsilcileri Batı eğitimi görmüş, İstanbul’da yaşayan, tercihan Türk’tü. Medenileşmesi gerekenler ise yerine göre Arapların yaşadığı coğrafya ve Tuna çevresinde yaşayanlardı. Medenileştirme Balkanlardan başlayarak Anadolu ve Arap topraklarına ulaşacaktı.

    Osmanlı’daki reformcular disiplin altına alınarak medenileştirilmesi gereken tebaayı “insan yükü” olarak görmekteydiler. Bu misyonun uygulama alanı ise, Arapların yaşadıkları coğrafya olacaktı. Bu uygulamalardan biri Arap ve Kürt önde gelenlerinin çocuklarının devşirilip, Aşiret Mektepleri’nde eğitildikten sonra bölgelerine medeniyeti ve Osmanlılığı taşımak üzere geri gönderilmeleriydi. Genç Türklerden sonra medenileştirilmesi gereken unsur Araplar olmuştu. Artık onlar medeni Türklerin yönetimine meşruiyet sağlayan azınlık hâline gelmişlerdi. Kuşkusuz Arap elitleri de kendi taşrasına aynı politikayı uygulayacaklardı.

    19. yüzyılda Osmanlı artık kendi yönetimi altındaki, özellikle Arapların yaşadığı bölgelere kolonyal bir anlayışla yaklaşıyordu. Libya, Hicaz ve Yemen bu yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Osmanlı, egemenliğini meşrulaştırmak için Yemenlileri kendilerine medeniyet götürülmesi gereken vahşiler şeklinde tasvir ediyordu. Yemen, bu şekilde yönetilmeye karşı koydukça Osmanlının kolonyal tavrı daha da netleşiyordu. Osmanlı, yerel halkı faklılığını yok etmeye çalışarak, ehlileştirmiş oluyordu. Osmanlı, burada İngilizlerin Mısır’da veHindistan’da kurdukları sisteme benzer bir sistem kurdu. Yemen örneği Osmanlının kapsayıcı bir siyasetten uzaklaşıp, Batılı tarzda dışlayıcı ve ötekileştirici oryantalizme geçtiği bir örnek olarak gözükmekte.

    Selim Deringil, Osmanlı kolonyalizmi ile Batı kolonyalizmi arasında farklar olduğunu belirtir ve Osmanlı kolonyalizmine “ödünç alınmış kolonyalizm” adını verir. Ona göre en önemli fark, Osmanlı kolonyalizminde yönetici ve yönetilenin aynı dine mensup olmasıdır. Ancakİttihat ve Terakki ile bu durum önemini kaybedecektir. Osmanlı kolonyalizminin en belirgin özelliği halkın manevi değerlerinden uzaklaşma olarak kendini gösterir.

    Osmanlının kendine özgü sömürge düzenine örnek olarak Libya, Lübnan, Yemen, Hicaz gösterilirken, diğer ilginç bir örnek de Sudan’dır. 1820 yılında Osmanlı ve Mısır güçleri tarafından kolonileştirilen Sudan’daki rejim, Türk rejimi olarak adlandırılmıştı. Halk yeni efendilerinden nefret ettiğinden, daha sonra Sudan, İngiliz hâkimiyetine girdiğinde de, halk İngilizleri Türk olarak adlandıracaktı. General Gordon, 1884’te Hartum’da halka Türklerin ve Çerkeslerin onları sömüremeyeceği garantisini vermiş, ancak Sudan Mehdisinin Türkleri devirmek için cihat ilan etmesi sonucu hayatını kaybedecekti. Benzer bir durum İngiliz hâkimiyetine giren Mısır halkı bakımından da sözkonusu olacaktı.

    19. yüzyılda Osmanlı oryantalizmiyle beraber, mezhep olarak Hanefilik Müslümanlar için medeniyetin ve İslam’ın belirleyicisi hâline geldi. Diğer mezheptekilerin Hanefileşmesi Osmanlı medenileştirici politikasının bir parçası hâline geldi.

    Osmanlı oryantalizmi halktan uzaklaşmanın bir ifadesi olarak yaşanırken, zaman içinde öteki Araplar, Bedeviler, Zeydiler ile sınırlı kalmayacak, Anadolu’da yaşayanları da kapsayacaktır. Yenilikçi Osmanlı aydınları kendilerine medenileştirici ve kurtarıcı bir misyon biçerek İmparatorluğu sömürge düzenine soktular. Bu nedenle yenilikçi politikalar olarak gösterilenler, Fikret Başkaya’nın nitelemesiyle aslında bir kendi kendini sömürgeleştirme (auto-colonisation) süreciydi.

    Osmanlının bakış, zihniyet ve uygulamaları cumhuriyet döneminde de sertleşerek devam edecekti. Artık medenileştirilecek ötekiler, homojen, Batılı, laik, Hanefi bir Türk kimliği içinde eriyeceklerdi.

  38. Zileli ,sadece size, okumaniz icin bir link atiyorum. bence yazi ve yazarin nezdinde bir dönemin , bu dönemin sol kisiligini bulabiliriz. benim acimdan söylenecek cok sey var , kuyrukculuk, politik pragmatizm vs vs ama artik sosyal soven olma suclamalarindan bezdim teslim oluyorum. sizce turkiye solunda kürt hareketinin pesine takilmis grup birey aydinlar icin bir dekadenz döneminden bahsetmek gerekmezmi??? sadece siz okuyasiniz diye… pesin tsk ler http://www.evrensel.net/kose-yazisi/72261/abd-stratejisi-ve-ypg-oso-anlasmasi.html

  39. sadece zileli nin dikkatine , buyuk bir keyifle , bugünün namus bekcileri yarinin pezevenkleri diye genel linc kampanyasina kendi perspektifinden katildigin mahalle bickinlarina apo cular ve kuyrukculari boyle hadlerini bildirdiler tadini cikart, ister yayinla ister yayinlama ben yayinlayasin diye degil tadini cikarasin diye gonderiyorum….http://www.halkinsesi.tv/index.php/filmler/17998-halk-cephesine-saldr-belgeseli.html

  40. buyuk tablo yu israrla gozden kaciran zileli halk cephesine planli programli saldirinin nedeninin apo nun devlete bizimle anlasirsaniz sol u da kontrol edersiniz sozunde yattigini goremiyor bilgisine ilgisine sunariz .http://halkinsesi.tv/index.php/acklamalar/18494-espnin-yalanlari-ve-gercekler.html http://halkinsesitv.com/index.php/acklamalar/17873-halk-cephesi-gercekler-sze-yne-yenden-anlatacaiz.html

  41. devrimci ahlak stalinist orgut vs uzerine yazmayi pek seven zileli su daha cagdas cogulcu ve demokrat gorunup cephe ye neredeyse fasist diyen sol disina itilmesini isteyen mlkp esp yede bir seyler soyler sanirim, essizdir bu arkadaslar essiz , asagidaki satirlara inanmayan kendilerine sorabilir. yoktur boyle birsey turkiye devrimci hareketinin tarihinde,,ama kiyamayiz sen yayinlama bunu ama bil zileli bil kim kime ahlak ogretiyor.. “2000 yılında 19
    Aralık’ta hapishanelerde 28 tutsak
    katledilerek ülkemiz tarihinin en
    vahşi hapishaneler katliamı yapılırken
    ve yine devrimci tutsaklar tarafından
    hapishaneler tarihinin en görkemli
    kahramanlıklarının yaratıldığı
    direniş destanı yaratıldı.
    Direnişin en uzun sürdüğü Ümraniye
    Hapishanesi’nde düşmanın bombalarına,
    kurşunlarına, kimyasal gaz
    ve her türlü saldırısına karşı Parti
    Cephe tutsakları 3 gün boyunca barikatlarda
    direnirken, MLKP tutsakları
    hiçbir devrimci ahlaka sığmayacak,
    tam bir fırsatçılıkla düşmanla “ajan”
    olduklarından şüphelendikleri ve sorgusu
    henüz tamamlanmayan Haydar
    Akbaba ve Muharrem Buldukoğlu
    adındaki iki tutsaklarını direniş anında
    fırsat bu fırsat deyip diri diri yaktılar…
    Ve daha sonra bu iki tutsağı
    düşmanın yaktığını söyleyip gerçeği
    sakladılar. Tarafımızdan sürekli uyarılıp
    gerçekler söylenilmesine rağmen
    çeşitli kesimler tarafından 19 Aralık
    Hapishaneler Katliamı’nda şehit
    düşenlerin sayısı 30 diye anılmıştır.
    Ta ki, “açıklayın aksi durumda
    tüm ayrıntılarıyla biz açıklayacağız”
    diyene kadar hiçbir açıklama yapmadılar Ancak bu özrün hiçbir samimiyeti
    yoktur. Çünkü sözde özür dilerken
    bile “Söz konusu süreçte, Merkez
    Komitemiz tarafından, eldeki kısıtlı
    ve yeterince sağlıklı olmayan bilgilere
    de dayalı olsa, durumla ilgili olarak
    kamuoyunun aydınlatılması kararlaştırılmıştı,
    fakat 19 Aralık Katliamı’nı
    yapan devletin kendini aklamak için
    giriştiği yalan ve demagoji kampanyasına
    alet edilebileceği için kararın
    uygulanması durdurulmuştu” diyerek
    mazeretlerin arkasına sığınıyorlar.
    Tam 4 yıl sonra yapılan bir açıklama.
    Mustafa Ceylan üzerinden Halk
    Cephesi’ne atılan bu iftirayı 19 Aralık
    Katliamı’ndaki Haydar Akbaba ve
    Muharrem Buldukoğlu adındaki iki
    tutsağın diri diri yakılması olayı ile birlikte
    ele alarak halkımızın değerlendirmesine
    sunuyoruz. Bu yalanların, iftiraların
    da ortaya çıkması için 4 yıl mı
    bekleyeceğiz?

  42. Kenedi infazlarınızı da aynı açıklıkla ortaya koyunuz. Aytekin Yılmaz’ın Yoldaşını Öldürmek (İletişim, 2014) kitabını okumanızı salık veririm.

  43. adam diyor zaten su su nedenden dolayi olumle cezalandirdim diye. al bunu mahkum et kendi mantiginda tutarli olursun. suphe uzerine yoldasini yakacaksin, ama onlari devrim sehidi diye aciklayacaksin. ah zileli ahhh kaba esitlemelerinin bizce bir anlami var:)
    cozulmeler edebiyati yapip sanki her cozulen olduruluyormus gibi bir algi yaratiyorsun sonra orgutten devsirilen degil para karsiligi disaridan sizan bir ajan ile bedrici oldugu icin olduruleni ayni listeye koyuyorsun.martyr ilan ediyorsun. oldu olacak semsi ozkani da koy o martyr listesine diyecem ama olmedi herhalde. kendi icinde tutarli degilsin. devrimciler insan oldurmez de tutarli ol. yoksa cozulenler ile disaridan sizmaya kalkanlari ve hele hele bedri yanlisi bir insani nasil ayni kefeye koyarsin. siyasi amaclarla insan oldurmeye karsiyim diyebilirdin. ama yukarida anlatilan farkli bisey adamlari yakiyorsun devlet yakti diye sehit ilan ediyorsun , kac yil sonra kusura bakmayin diyosun. sendeki bu bitmeyen kin nereden geliyor. mahallenin namusunu koruyan mahalle bickinlarinin gelecegin pezevengi , karsi ciktiklari seyin tekeli olma egilimi gormusssun , mizah yapmissin aklin sira, hasan ferit in anisindandami utanmazsin edepsiz…

  44. akli sira bide mahir yorumlamis. mahir in ozgun tezi emperyalizmin icsel bi celiski olmasiymis. bu mahir in savundugu bir tez. ama onun temel ozgun tez i degil. 3 bunalim donemi tespiti yapan herkesin , latin amerika devrimci hareketlerinin mahir den once savundugu bir tezdir. dogru bir tezdir. mahir bu tezin turkiye icin gecerliligini savunmustur sadece. bu tezi mahir in tek onemli tez i yapilmak istenmesi ertugrul a ait bir demagojidir. hesaplari bizce bilinir. anti emperyalizmi torpulemek, anti emperyalistsen icteki kapitalizmle ugras disariyi netcen diyo ertugrul. e geleceginin yolunu duzlemeli degilmi ama. mahir in ozgun tezi (tamamen ozgun bir tez de ne olaki , simyacimi mahir) kesintisiz devrimi demokratik devrim ile sosyalist devrim iliskisini, iktisadi evreler olarak degil siyasal sinifsal iktidara göre kurmasi, ve anlamasidir, buda bir ozgunluk degil donemine gore dogru bir kavrayisti. o donemde mensevikler gibi burjuvazi burjuva devrimi yapar proletarya sosyalist devrim yapar diye dusunen ve kendine komunist aydin diyen bi ton kazma vardi. mdd den sosyalizmin kurulabilömesinin iktisadi ve siyasi kosullarinin saglanmasini anlayanlar vardi. iste mahirin kesintisiz devrimi dogru kavrayisi , belki bu kavrayis bir ozgunluk sayilabilir. onun disinda mahir in gokten zembille indirdigi hic bir sey yoktur. degerlendirmis ve turkiyeye ozgu bir sistematik ortaya cikarmistir, eksigi gedigiyle. o yuzden mahire eklektik diyen saksaganlar bile vardir neyse senin aklin almaz bunnari alsa idi zamaninda almis olurdu. seni skolastik seni:)

  45. Bu kadar uzun yazi yazip, görüs belirten arkadaslar var. Hayret! Isiz gücsüz olmalilar…. yoksa bu Kadar vakti nerden buluyorlar? Calisiyoruz8 Saat ise gel git 10 Saat ev isleri coluk cocuk 5 Saat , haber dinle Internet en fazla 1,2 Saat ne Zaman yatip ne Zaman kalkacam bilemedim birde böyle uzun yazsam. Benden bu Kadar 1 saatimi buraya verdim. Odatv yüzünden.

  46. Gün Zileli,seni takip etmekten onur duyuyorum

  47. Facebook’ta paylaş butonu olmamasından da şikayetçiyim.

  48. Anarko-pasifist olarak nitelendirilen Gandhi’nin bir direniş kırıcı ve İngilizlerin kendi zayıf zamanında ortaya sürdüğü bir yatıştırıcıdan başka bir işlevi olmadığını düşünüyorum,pasifist olduğu bence doğru bir tespit,anarko kısmında olumlu gördüğünüz kısımları açıklayabilir misiniz?Ortada samimi bir direnişçi olarak Bgahat Singh varken Gandhi’de olumlu gördüğünüz taraf nedir?Sadece birilerinin onun adının önüne bir şeyler eklemesi mi ,sizi bu şekilde etkiliyor?

  49. Mahatma Gandi, Tolstoy’dan etkilenmiştir. Kendini anarşist olarak nitelendirmese de yönelimi buna uygundur. Sivil itaatsizlik hareketini bilfiil örgütlemiştir. Tarihteki saygın mücadeleci insanları bir kalemde harcamaktan yana değilim. Onlar bizim mirasımızdır.

  50. vah ben sizlere ne diyeyim, kus beyinliler.
    komünistlik bitigine ragmen siz daha halen eski günleri düsünüyorsunuz.
    kültür, din, vatan ve memleket ne demek oldugunu anlamiyorsunuz, ve bilmek de istemiyorsunuz. gün gelecek gözleriniz acilacak.
    Bizim atalarimiz sizin gibi düsünseydi bizim halimiz neydi bugün? Böyle rahat yasiyabilirmiydik? bakin bir cevrenize(arabistan, afrika ve sayire). sizin duyurdugunuz basit bir zevk hissinden ve ilkel duygulardan ulasan hedonizim dir.
    Hedonizm kültür degildir. ve hedonizim hic bit zaman insanoglunun tarihinde sürekli devam etmemistir ve hic bir zaman insana lazim olan sevgi saygi emniyet ve güven vermemistir. (aksi taktirde gösterdin tarihden bir misal)
    sizler ne istiyorsunuz?
    Demokrasimi?
    Bir ilkin demokrasiyi duyuran ülkelerde demokarsi yasaniyormu? ben avrupada yasiyorum inaninki bana bir sefer herhangi bir kararda yada yargida nasil yapalim diye sormadilar. bu demokrasimi?
    Serbestlik mi istiyorsunuz?
    serbest olmak ne demek? Kim serbest?
    Kendi icgüdünün tutkunu olmus insanlar serbest olabilirmi?
    Bir sonsuz askhayati yasamak istiyen insan gercekten mutlu olabilirmi?
    Siz daha cok seyleri bilmiyorsunuz. insanhaklarini savunuyoz diyip insanhaklarini ayaklarinla cigneyen avrupayi göz önüne alin. Sen söylesin yada böylesin diye disliyorlar, bizi öyle bölüp asimile edip yikmak istiyorlar. ama kime anlatiyorum ben.
    herneyse arkadaslar gün gelecek anlayacaksiniz.
    Cünkü su yolunu bulur. siz anlamasaniz insaallah cocuklariniz anlayacak.

  51. CHP’yi önermişim!
    Murat Belge

    Taraf’ta yayımlanan mülâkattan sonra, önümüzdeki seçimde CHP’yi desteklemek gerektiğini söylediğime dair kalabalık bir cephe oluşmuş. Engin Ardıç da bunu yazıp duruyor. Onun ne yazdığı da ciddiye alınmayı gerektirir bir şey değil, ama anlaşılan, bu söylenti oldukça yaygın.

    Mülâkatta, CHP’yi eleştiren (önemli olduğunu düşündüğüm) birçok söz var. “CHP’nin, AKP’ye muhalefet etmek dışında bir vizyonu yok” diyorum. “Eleştirenlerin (yani Kılıçdaroğlu’nun değişme çabalarını) savunduğu yapıyla CHP’nin bugün olduğundan iki santim daha fazla boy atmasının imkânı yok” diyorum. “Kemalist solculuk yok olmaya yüz tutmuş bir ideoloji.”

    Türkiye’de gerçek anlamda sol bir örgütlenme olmamasının baş sorumlusunun CHP olduğunu söylüyorum… Ayrıca bunlar ve daha birçokları yeni söylediğim şeyler değil, ne zamandır söylüyorum.

    Mülâkattan CHP’yi desteklediğim sonucunun çıkması sanırım yalnız şu söze bağlanıyor: “Öyle görünüyor ki CHP ile yan yana duracağız.” “Yan yana durmak”, arada bir “kimyasal” alışverişin olmadığı bir durumdur. “Yan yana” getiren de, tarihî- siyasî konjonktür, bu konjonktürde AKP’nin, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın üstlendiği roldür. Sosyalistler, sanırım her türlüsü, Erdoğan’ın ve AKP’nin karşısında yer alıyor. Gerekçeler, felsefeler değişebilir, ama “yan yana” duruyoruz. Hem bu, CHP’den ibaret değil: MHP de orada duruyor; Cemaat da orada duruyor. Başkaları da var.

    Görülmemiş bir şey değil, siyasette sık sık olur. Gezi Direnişi’nde ne oldu? Erdoğan’ın git gide saldırganlaşan otoriteryanizminden bıkan gençler, bir de Gezi’ye, Gezi’deki ağaçlara saldırı başlayınca direnişe geçtiler. Ağaçla mağaçla ilgisi olmayan, başından beri yalnız AKP’nin iktidar olmasına takık gruplar da fırsatı fırsat bildi. Derken Çarşı grubu ortaya çıktı. “Parktakiler” dedik, “Meydandakiler” dedik. Evet, onlar da orada “yan yana” durdular. Gene böyle bir durum oluşuyor, “Düşmanca bir tutuma gerek yok,” dedim. O kadar. Gene aynı şeyi söylüyorum. Şu konjonktürde kendi aramızda itişmeye gerek yok.

    Benim seçimde ne yapacağım kimseyi ilgilendirmeyebilir ama madem bu abes tartışma –abes iddialar– buraya geldi, söyleyeyim. Aylar önceden, HDP’ye oy vermeyi gerekli gördüm, öyle yapacağım. Dostlarıma da böyle yapmalarını tavsiye ederim.

    Nicedir, genel seçim oldu mu, “oyların etkili olması” konusu ortaya çıkar; o ortaya çıkınca da, “en büyük” (ve aynı zamanda “ezelî”) muhalefet partisi CHP olduğu için, “etkili olması için oylar CHP’ye” denir. Bunu doğru bulmuyorum. Verilen bu oylar bunca yıldır CHP’yi iktidara getirmedi; ama CHP’ye demokrasi de getirmedi. Hattâ, “Bu nasıl olsa böyle,” deyip daha da bir rehavete kapılıyorlar sanki. Şu günlerde Süleyman Şah harikaları yaratıyorlar.

    Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyumu Demirtaş’a vermiştim. En doğru düzgün konuşan adaydı, güven de veriyordu. İyi ki verdim, iyi ki başkaları da verdi. Gene barajı aşamıyordu ama iyice yaklaşmıştı. Mülâkatta dediğim gibi bu baraj konusunda çok iyimser değilim, ama HDP’nin aşması çok iyi olur. Türkiye’de bir şeyleri değiştirebilir, olumlu bir değişime kapı açar.

    Bu da, “AKP karşısında en büyük olduğuna göre oyumuzu CHP’ye verelim” demekten daha sağlam bir “felsefe” sanıyorum.

    Çünkü şu aşamada, “AKP karşısında ‘biz kaç kişiyiz’” sorusu değil, “Demokratik değerlerin arkasında ‘biz kaç kişiyiz’” sorusu bana daha önemli görünüyor. AKP karşısında olmak için Kemalist, ulusalcı vb. olmaya hiç niyetim yok.

    HDP her şeyin cevabıdır, demiyorum elbette. Ama herhangi birinin öyle “her şeyin cevabı” olmasını beklersek daha çok bekleriz. Eksiğiyle gediğiyle, iç kavgasıyla, çekişmesiyle, ama bütün bunlara karşılık durduğu yerin gösterdiği “zorunlu yön”le, bu konjonktürde en fazla demokratik potansiyel orada ve bunun zenginleşmesinin imkânları da var.

    Taraf’taki mülâkat üstüne benimle ilgili yayın yapan bir de Özgür Gündem var. Bu gazete de, benim CHP ittifakı önerdiğim sonucunu çıkarmış (ayrıca, bir solcu bunu savunabilir de elbette. Ben de kabul etmem, başka bir tutum öneririm. İlle o insana küfretmem mi gerekiyor). Çıkarmış da, benimle ilgili başka sonuçlar da çıkarmış: “ırkçı” olduğum anlaşılıyor, “gizli Kemalist” olduğum anlaşılıyor.

    Türkiye’de böyle durumlarda alışık olduğumuz tavır, hakkında bunlar söylenen adamın aynı üslûpla laf yetiştirmesi olur. Öyle bir niyetim yok. Mülâkatta söylediklerimden bir cümle de CHP’nin imgesini değiştirmek çabasında bir eliyle yaptığını öbür eliyle yıktığını söyledikten sonra, “Kürtler’e karşı aldığı bir tavır var ki, o tavırla demokratik bir Türkiye ortaya çıkmaz.”

    Ama bunların bir anlamı yok belli ki.

    Özgür Gündem’i çıkaranlar, yazılarını yazanlar, başlıklarını atanlar, Kütler. Kürtler’in benim “ırkçı” olduğumu, “gizli Kemalist” olduğumu düşündüklerini bilmezdim.

    Demek ki “mülâkat” bunu da ortaya çıkarmış oldu.

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/chpyi-onermisim/

    ENGİN ARDIÇ
    Murat Belge maskesini çıkardı

    Sempatik bir adam değildir: Kaba sakalın ardına saklanan, asla gülmeyen bir asık surat… Ağır oturan molla tipi… “Tweed” ceket, yün kravat, Oxford ya da Cambridge “pub”larında elinde Guinness bardağıyla tepişen İngiliz akademisyen prototipi…
    Kâbe’si de Londra’dır zaten, her konuya “İngiliz süzgecinden” geçirerek yaklaşır. Asıl mesleği İngiliz edebiyatıdır, bu kesmeyince sosyalist teorisyen kesilmiştir.
    Üniversite dışında, “özel sektörde” hiçbir işte çalışmamış, bizim gibi ezilmemiş, sömürülmemiş, işsiz ve aç kalma endişesi yaşamamış, hayatında hiçbir fabrikanın kapısının önünden geçmemiş “salon sosyalistlerine” mükemmel bir örnektir. (Sorarsanız “Karl Marx da burjuvaydı” deyip geçerler.)
    Uzunca bir süre sözde liberal takıldılar, sonra herkes kendi asıl mevzilerine döndü: Sosyalistler yeniden sosyalist, Kemalistler yeniden Kemalist oldular, gidecek kapı bulamayan da Fethullah’a yazıldı. Fakat ortak özellikleri, son tahlilde, İstanbul sermayesinin askerliğini yapmaktır. Yeni Demokrasi Hareketi’nden beri bu böyledir.
    “Tamamen duygusal” nedenlerle mi, onu da bilmem artık!
    Murat Belge, elbette Recep Tayyip Erdoğan’dan ölesiye nefret edenler ekibinden… Bunu Fethullah Gazetesi’nde uzun süredir dile getiriyor, diğerlerinden azıcık farklı olarak üstüne bir de “darbe tehdidini” ekliyor.
    Çok sık yapıyor bunu. “Bir bildiği” olamaz, istihbarat kaynaklarına yakın olduğunu sanmıyoruz. Yerli yersiz ikide bir tekrarlanan uyarıda da biz ister istemez “endişe değil temenni” ararız!
    Sayın Belge’yle geçen gün kendi gazetesi uzunca bir “kıyak söyleşi” yapmış. Belge bu söyleşide fikirlerini toparlamış, özetlemiş. İleri de geçmiş:
    Sosyalistlere, AKP’ye karşı yanyana durmayı ve hatta “CHP’nin de yanında durmayı” öğütlüyor.
    “Madem ki gazete olarak muhalefete geçtik, oyumu CHP’ye vermeyi düşünebilirim artık” diyen manyaklara yaptığımız gibi gülüp geçelim mi?
    Bütün sosyalist ve komünist oylarını toplasanız, hatta buna bir de maskeli “nasyonal sosyalistleri” ekleseniz, yüzde 1’i ancak buluyor… HDP’ye kaçacak olan CHP oylarının bir kısmını ancak karşılar… Kaldı ki sosyalistlerin çoğu da HDP’ye oy verecek.
    “Zaten sayımız az” diyen de kendiniz değil misiniz? Bu durumda CHP’nin yanında dursanız ne olur, arkasına geçip iki puan alsanız neye yarar, amuda kalksanız ne yazar? Gülünç oluyorsunuz da farkında değilsiniz.
    Sayın Belge, “artık emir ve komuta zinciri içinde 12 Eylül tipi bir darbe olmaz ama 27 Mayıs tipi bir darbe olabilir” demiş.
    Karar verin Murat Bey, yanyana esas duruş mu göstereceksiniz, CHP’yi mi destekleyeceksiniz, darbe mi bekleyeceksiniz?
    Aman dikkat edin, o darbeciler (varsa eğer) “bunlar Kürt bağımsızlığına sıcak bakmışlardı” diye sizleri de okkanın altına göndermesinler sakın!
    Yerli yersiz çıkışlarla ilgi toplayıp sönmüş havamızı şişirelim derken evdeki bulgurdan olmak da var…

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2015/02/18/murat-belge-maskesini-cikardi

  52. Ne güzel saçmalıyor
    ENGİN ARDIÇ

    Kılıçdaroğlu,”1 Kasım seçiminde cumhuriyet oylanacak” demiş.
    Meğerse seçim değil de bir “referandum” varmış önümüzde: Acaba cumhuriyette mi kalalım yoksa imparatorluğa mı dönelim?
    Vallahi elde “yabancı toprak” olsa imparatorluğu düşünebilirdik de, alacak verecek toprak yok yahu.
    Kıbrıs’ı sayamayız, orası da yavru vatan.
    Acaba 1 Kasım’da “padişahlık ilanı” gibi bir tehlike mi varmış?
    Devlet başkanı oylanmayacak ki, o taa 2019’da… Alt tarafı meclis üyeleri seçilecek.
    Acaba mecliste, Adnan Menderes’in dediği gibi “isterse hilafeti bile geri getirecek” olağanüstü bir çoğunluk ihtimali mi var?
    Kılıçdaroğlu’nun demek istediği “AKP’ye oy vermeyin”…
    Yani, cumhuriyete “maşallah yürekten bağlı” HDP’ye oy verebilir miyiz mesela?
    Atatürk ilkeleri arasında “canı sıkılan kasabanın özyönetim ilan edebilmesi” varsa, otuz beş yıl önce Fatsa’da bunu deneyen Terzi Fikri’yi niçin öldürdünüz?
    Cumhuriyet oylanacakmış çünkü ülkenin barışa, birliğe, kardeşliğe ihtiyacı varmış… Kılıçdaroğlu öyle diyor.
    Peki, ben oyumu cumhuriyete veriyorum, CHP iktidara gelirse yeni bir Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarsın, diğer bütün partileri kapatsın, gazetecileri idam talebiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılasın, barışı, birliği ve kardeşliği sağlasın!
    “Kimsenin inancını, yaşam tarzını siyaset konusu yapmadık” demiş.
    Ne yani, şapka giymeye karşı çıkanları sallandırmayacak mısınız? O zaman nerede kaldı sizin cumhuriyet?
    Kürtçe konuşulmasını yasaklamayacak mısınız? Her isteyen istediği dilde şakır şakır bülbül gibi şakıyacaksa bunun neresi Atatürk cumhuriyeti sayılır?
    Ohooo, yaşam tarzına, inanca, giyime kuşama müdahale etmeyecekseniz bu nasıl cumhuriyet?
    Sendika kurma hakkını, grev hakkını da ortadan kaldırmayacak mısınız?
    Atatürk devrinde yoktu da…
    Kasımpaşa Tersanesi’ndeki işçiler mütarekede, İngiliz işgal kuvvetleri altında grev yapabiliyorlardı ama cumhuriyette Beyoğlu Kaymakamı’nın yönetimi altında yapamıyorlardı, yasaktı.
    Ne yani, Zonguldak kömür madenine inecek işçileri prangaya vurup birbirlerine zincirle bağlamayacak mısınız, Milli Şef döneminde öyleydi.
    Ne yani, Ankara’da iş takibine koşan vatandaşa “ulan öküz Anadolulu” diye hakaret edilmeyecek mi Ankara valisi tarafından? Kravat takmayan Ulus’tan Kızılay’a geçebilecek mi?
    Cumhuriyetin cilveleri bunlar değil miydi?
    Ne yani, CHP il başkanıyla o ilin valisi, üstüne üstlük bir de Kızılay başkanı aynı kişi olmayacak mı?
    Rum vatandaşa, Ermeni vatandaşa “senin ancak hizmetçi olma hakkın vardır” denilmeyecek mi? Yahudiler’e taş kırdırılmayacak mı?
    Mimar Sinan’ın Türk olduğunu kanıtlamak için mezarı açılıp kafatası ölçülmeyecek mi?
    Bunları yapmayacaksanız hani nerede kaldı cumhuriyet lezzeti?
    Yok, vazgeçtim. Size oy vermeyeceğim.
    Ben imparatorluk isterim. Viyana’yı da alsak fena olmaz. Hiç olmazsa vize derdinden kurtuluruz.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2015/10/23/ne-guzel-sacmaliyor

Comments are closed.