Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Kaan Arslanoğlu/Irmak Zileli’nin “Eşik” romanı, Doğu Perinçek – Gün Zileli, solcular iyi midir kötü mü? Solun onmaz hastalığı: Sansür

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Duyurular, Edebiyat, Hakkında Çıkanlar, Kitap Tanıtım, Konuk Yazılar

İnsanbu sitesinden alınmıştır

 

Solun yerinde saymasına neden olan açmazlarını, tutarsızlıklarını inceleme çerçevesinde bu üçüncü yazı. Solun birçok yanlışını solculardaki, özellikle sol-sosyalist liderlerdeki psikopatolojiye bağlamıştım daha önce. Ardından da solcuların siyasi zekasının düşüklüğü sorununu ele almıştım başka bir yazıda. Şimdi de solcular iyi midir, kötü müdür sorusuna yanıt arayacağız. Üçleme böylece tamamlanacak. Daha önceki iki yazının bağlantıları makalenin sonunda.

Konuya Irmak Zileli’nin “Eşik” romanını irdeleyerek gireceğiz. Roman temasıyla son derecede uygun ve kışkırtıcı, bana da makale için esin kaynağı oldu. Irmak Zileli otobiyografik –biyografik bu romanında babası Gün Zileli ve dayısı Doğu Perinçek’ten uzun uzun söz etmekte, onların bilmediğimiz özel yanlarını göstermekte. Ülkenin en tanınmış sol liderleri nasıl çocuk büyütür, o çocuk bu sol liderliği nasıl görür?

Romana geçmeden sonucu özetleyeyim. Solcular birer insan olarak ve insan grubu olarak sıradan apolitik insanlardan veya sağ görüşlülerden daha mı iyidirler? Bahsettiğim birinci yazımda sıradan insanlardan daha psikopatolojik olduklarını açıklamıştım. Bunun hem olumlu hem olumsuz yanlarını, neden-sonuç sarmalını… Bahsettiğim ikinci yazımda, solcuların siyasi zekasının sağcılarınkinden düşük olduğunu açımlamaya çalışmıştım. Peki bu son kategoride durum nedir?

Genel-evrensel insani değerler açısından solcuların sağcılardan veya apolitik insanlardan biraz daha iyi durumda olduklarını söyleyebiliriz. Fakat kabul ettikleri sosyal ve siyasi değerler, o bakımdan bilinç düzeyleri ve sosyal iddiaları, kıyaslandıkları öteki gruplara, kişilere göre daha yüksek ortalama gösterirken, bu hafif üstünlüğün ciddi bir anlam ifade etmediğini (bilimsel tabirle arada anlamlı bir fark bulunmadığını) söyleyebiliriz. Başka deyişle, savlarındaki bunca iyiliğe karşın, birer insan ve birer grup olarak çok daha iyi konumda bulunmaları beklenirdi, bu önemli farkı göremiyoruz diyebiliriz.

İnsanın kötü yanları ağır basar, solcu da insandır, dolayısıyla solcu da kötüdür. İşin özeti budur. Bundan sonraki bölümler tezin açımlanması ve ispatıdır. En sonunda da, bu  gerçeklikten hareketle artık ne yapılabilir sorusuna cevap aranacaktır.

Irmak Zileli’nin eşiği

Zor mücadele koşullarında sosyalist lider kadrodan bir anne babanın evinde bir çocuk büyüyor: Eylül. Toplumu değiştirmek isteyen bu ana ve baba çocuklarını da kendi ilkelerine uygun yetiştirmek istiyorlar, bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Yakın aile çevresi ve dayı da katılıyor çabaya!

Babanın kaçak duruma düşmesi, sık sık ev değiştirmeler, bununla kalmayıp anne ve babanın isimlerini de değiştirmeleri… Küçük bir çocuğun zor kavrayacağı, güç uyum sağlayacağı olaylar, ortamlar. Yaş büyüdükçe pek çok ailede yaşandığı üzere aile doğrularının çocuğa öğretilmesi ve yine pek çok ailedeki gibi bunun dayatmaya dönüşmesi… Aile dibine kadar siyasi oldu mu bu öğretinin siyaset ve ideolojiyle de iyice bulanması, sapına kadar çocuğa yedirilmesi.

Anne ve baba, babayla dayı arasında giderek tırmanan çatışmaya önce yakından tanıklık zorunluluğu, sonra her bir tarafın bu çatışmalarda kesin kendinden yana taraflık beklentisi, beklentiden öte zorlaması…

Doğru bir insan olacaksanız bu büyüklerin gösterdiği mutlak doğrularla doğru olacaksınız, solcu olacaksanız onların gösterdiği çizgide solcu olacaksınız. Başka türlüsü mümkün değil, baskı ve manevi zor ardından geliyor.

Çocuk ergenliğe giriyor, anlayış artacağına artan çatışmalarla birlikte duygu sömürüsü de artıyor. Siyasette özgürlüğü savunan despot mu despot iki adamın baba ve dayının ortasında pinpon topuna çevrilmiş bir yeni yetme. İyi romancı her şeyi dürüst ve olabildiğince nesnel anlatan yazardır. Irmak Zileli iyi bir romancı. Tüm bu dinamiği, tüm bu çatışmaları, çelişkileri ayrı ayrı bütün karakterlerin içine girmişiz gibi duyumsatarak mükemmel anlatıyor.

Sonunda Eylül eşiği atlıyor ve bir yol seçeceksem bu yol kendi seçtiğim yol olmalı, tarzım kendi tarzım olmalı, diye kararını veriyor, o kararı ödünsüzce uyguluyor.

Şimdi bu aile “kötü” bir aile mi? Ortalama ailelerden daha kötü değil, ortalamanın hayli üstündedir hatta iç ilişkileri, değerleri bakımından. Solcu aileler arasında kötü bir örnek mi? Hiç değil. Solcu ailelerin çoğunda bu veya başka bakımlardan çok daha kötü dinamikler söz konusudur. Bu anlatılan baş karakterler kötü insanlar mı? Siyaseten yaptıklarını bir tarafa koyarsak sıradan insanlardan daha kötü değillerdir, daha iyidirler bile.

Ama problem şu: Bu kadar üst düzeyde bilinç gösterilerine, yüksek ideallere, havalarda uçan iri söylemlere karşın insanların bire bir ilişkilerde ne şekilde davrandıkları belirler insani kalitelerini. Toplumu değiştirme iddiasındaki kişilerin, en yakınlarına veya arkadaşlarına veya daha geniş çevreden insanlara o söylemlere uygun davran(a)mamaları, “siyaset başka o iş başka” denip geçiştirilecek şey değil. Bu olgu özellikle sol siyaseti çürüten etmenlerin başında gelir ve eğer çok siyaset meraklısıysanız söyleyelim, asıl siyaset burada başlar.

Sorun o dayıda, o anada, o babada mı sadece? Hepimiz, neredeyse istisnasız böyleyiz. Birimiz bir noktada onlardan daha iyiysek, başka bir insani ilişki boyutunda onlardan da kötüyüz. Söz arasında, romandaki anneye benim kanım ısındı, onu basbayağı olumlu birey olarak gördüm, yazar ne der, baştan maksadı neydi bilemem.

Amma velakin, geçmişteki ve şimdiki konumları ne olursa olsun, bilhassa baba ve dayı, Türkiye’nin, siyaseti yaşamında merkez alan aktif solcusunu çok iyi temsil etmektedirler romanda. İkisinin de sosyopatisi çok iyi resmedilmiş. Başkalarının görüş ve tutumlarına karşı umutsuz bir empati noksanlığı, derin bir hoşgörüsüzlük, tek yanlı bakış. Bir problem çıkmışsa en önce kendini aklama ve hızla başkalarına hücum etme… Biri Stalinci, öbürü Stalin düşmanı. Ama tutum kabul ettirmekteki zorlayıcılıkları, hoyratlıkları birbiriyle yarış ediyor. Hayattaki Stalinciler ve Stalin düşmanları gibi. Halden anlamama patolojik boyutta. Tipik sol-sosyalist liderlerde olduğu gibi.

Bu bir iyilik kötülük kavgası mı?

Temel insani evrensel değerler açısından sol ile sağ arasında belirgin bir “iyilik- kötülük” farkı bulunsaydı işler hayli kolaylaşırdı.

Solun şimdiki gibi laflar üstünden değil işler üstünden yürüdüğü ve o nedenle geliştiği belli zamanlarda bu fark belirginleşiyor nitekim. Böyle gelip geçici zamanlar yaşanıyor. Solcuların “idealist” insanlar olarak tanındığı yıllarda.

Yine de sol düşünürler bu kavgayı esas anlamda bir iyi- kötü kavgası olarak nitelemiyorlar genelde. Burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinde eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganıyla ortaya çıkıyor sol. Buna cumhuriyetçilik ekleniyor, aydınlanmacılık ekleniyor, bağımsızlık, demokrasi, en sonunda da sosyalizm. “Biz iyiyiz, onlar kötüdür” demiyor çoğu teorisyen, bunu ana davanın bir yan etmeni olarak görüp gösteriyorlar en çok. Örneğin Marksistler bu bir sınıf meselesidir, sistem meselesidir diyorlar.

Ama teoriler en çok aydınları kandırmaya yarıyor. Aydınlar kendilerini kandıra kandıra mevcut sistemin restorasyonu dışında bir işlev göremez hale geliyor. Örneğin Türkiye’de veya Avrupa’da hangi sosyaliste sorsan Marksist! Nerede o zaman işçi sınıfın? Niye Marksistlerin ezici çoğunluğu (o çevrelerde ters bir laf ettin mi eziyorlar gerçekten, mecaz değil) işçi değil, burjuva? Niye bu gerçek hiç değişmiyor?

Tarih, evet sınıf mücadelelerinin tarihidir ama, aynı zamanda milletlerin mücadelelerin tarihidir ve aynı zamanda en az bunlar kadar güçlü bir hakikat: İnsan karakterleri, kişilik grupları arasındaki mücadeledir tarih.

Toplumları geliştiren-ayakta tutan, doğru, düzgün, verimli çalışan, mantıklı kurallara uyan, ahlaklı yaşayan, ahlaklı bakan bir kitledir. Siz bu kitlelere sadece “Bu bir sınıf kavgasıdır, hadi sosyalizme” deyip yanaşamazsınız, hiçbir yerde bu böyle olmamıştır zaten. Bu kitle cahil de olsa, sizden yetkin aydın da olsa kendi gibi insanlardan hoşlanır, onlara güvenir. Haydi sosyalizme diye bağırıp önlerine çıkan, ama düzgün çalışmayan, düzgün yaşamayan, sözünde durmayan, yalandan sakınmayan, iki saat toplumcu yirmi iki saat bireyci insanlardan kaçar.

Sözün kısası bizim teorisyenler ne kadar kandırmaya çalışsa da insanları, sosyalist güçler bir başarı sağlayacaksa, gerçek bir sosyalizm olacaksa, bu ancak iyileri kazanarak ve “iyilik”le mümkün olacaktır. İyilik hakim değilse ne o düzen sosyalizmdir, ne o düzen için mücadele etmeye bir gerek bulunur. İyi baskın değilse ne özgürlük vardır, ne eşitlik…

O zaman “iyilik” nedir, bunu tam karşıtı olan “kötülük”le açıklamaya çalışalım sol pencereden.

Solcuların kötülükleri

Şu yakıcı gerçeklerin sol kanatta bugüne dek neden tartışılmadığını ve ciddi biçimde sorgulanmadığını bir teorisyen lütfen açıklasın bizlere ve ikna etsin insanları. Önemsiz midirler? Bunları tartışmak solu zayıflatır mı? O yüzden mi her gündeme getirilişlerinde vasatın küfürleri, baştakilerin ağır sansürü ile hasıraltı edilirler. Yoksa bu “kapatma” “örtme” midir solun asıl kötülüğü, asıl prangası?

Solcular neden ölümü hiç hak etmeyen, hatta siyasete ilgisiz bu kadar çok insan öldürmüşlerdir? Evet, sağ iktidarlar ve sağ politik güçler çok daha fazlasını öldürmüşlerdir, ama nüfustaki oranlarına ve iktidarda kalma sürelerine baktığımızda sol katliamlar hiç de yabana atılmayacak toplamdadır. Lütfen hemen Stalin’in katliamlarından söz etmeyin. Stalin’e küfretmekle başka birçok cinayette kendimizi aklayamayız. Örneğin sosyalist partilere, yeşillere oy veren Avrupalı solcu insan, Irak’taki, Libya’daki, tüm dünyadaki katliamlardan sorumludur. Hele Türkiye solcuları hiç kurtaramaz kendini. Kürt savaşı nedeniyle savaşan güçlerden hangisinin yanında yer almışsanız sizler de yine binlerce haksız cinayeti onaylamışsınız demektir. Sözün özü, biraz cesareti olan solcu “savaşta bunlar olur” diyerek rahatlıkla ilgisiz insanları, hatta kendine muhalif solcuları öldürür. Bu kadar cesareti olmayanlarsa başkalarının öldürdüklerinden kendine pay çıkarır, kıvanç duyar.

Mücadele içinde bu kadar ölüm olacak, arada masumlar da ölecek, diyen vicdanı kayışa dönmüş solcu ile, madenci ölümü işin fıtratında var diyen kaşarlanmış diktatörün insana yaklaşım mantığı arasında temel bir fark yoktur.

Solcu yalan söyler mi? İftira eder mi? Haksız yere rakibini karalar mı? Yapar, siyaseten yaygın şekilde bunları yapar, kendi kişisel yaşamında da her gün yapar. Aksi davranan istisnadır. Siyasi başarı için biri üç göstermek caizdir, olanı gizlemek su içer gibi icra edilir, olmayan da rahatlıkla uydurulur. Zannedilir ki halkı inandırmak için, militanlarını diri tutmak için bire üç katmak gerekir. İktidarın kötülüklerini de abartılı anlatmak gerekir. Bu hep böyle süregeldiğinden hemen herkeste yalana karşı bilinç altı bir refleks uyanır ve iktidarların olduğu gibi anlatıldığında yeteri kadar iğrenç bulunacak yönleri algılanmaz hale getirilir.

Sol-sosyalist örgütlerde ve devletlerde halkın işçilerin veya aydınların arasından gelip yönetici konuma yükselenlerin büyük bir bölümü içinden çıktıkları çevreye yabancılaşmakta mıdır? Evet, yaygın olarak. Bencillikleri birçok şeye engel olmakta mıdır? Büyük çoğunluğu için elbette. Bu durum niye kanıksanmıştır ve bunun sonucu konuştuğu gibi yaşamamak, konuştuğu gibi çalışmamak niye bizlerin en alışıldık karakteri haline gelmiştir?

Solcuların büyük çoğunluğu bireysel anlamda çıkarcı değil midir? Çıkarcıdırlar. Parayı severler, harcamayı, kendi rahat ve mülklerini çok severler, kendi ailelerine, çocuklarına fazla düşkündürler ve onların ikbali için sık sık ilkelerini çiğnerler, birçoğunda kayda değer bir ilke de yoktur zaten. İlkeleri varsa genel geçerdir, başkalarının uygulaması içindir; o ilkeler kendi kapılarına geldiğinde “burada öyle biri oturmuyor” diye savuşturulan münasebetsizlerdir. Bencillik hayatta kalma güdümüzden kaynaklı genetik bir kodumuzdur. Bencilliğin kakavanca inkarı, çevremizde on binlerce örneğini gördüğümüz çok daha tehlikeli solcu bencilliklerine yol açar. Bencillik insanın temel karakteridir sözüne karşı çıkan solcuya dikkat. İşte en sinsi çıkarcı odur. Bencillik denen yüzsüz ve saldırgan hayvanı denetim almak, önce onu tanımak, hangi tür dizginlerle gemlenebileceğine kafa yorup o doğrultuda icraat yapmakla mümkündür.

Daha ileri sosyalist kadrolar ve liderler bu bakımlardan daha özgeci görünürler. Bülent Ecevit’in mütevazı yaşamını örnek verebiliriz buna, gerçi o sosyalist değil ama solcudur ve tipik örnektir. Böyle dürüst yöneticiler bile siyasi başarı için çevrelerine bir yığın çıkarcı toplar ve dizginleri kendi elinde tuttuğunu sanırken bataklığa uçar. Sosyalist siyasi liderler kişisel ahlakın sol çevrelerde fazla tartışılmasını istemezler. Çünkü bunu yaptıklarında taban ve kadro kaybedeceklerini düşünürler. Bilirler ki dürüst ve fedakar insanlar oranında çıkarcılar da toplanmıştır çevrelerinde. Muhalefetin ne rantı olacak demeyin, her topluluğun, otuz üyeli bir derneğin bile maddi-manevi rantı vardır.

Solda ahlaksızlığın yayılmasının evrensel nedenlerinden biri, kendileri dürüst veya özgeci olsun veya olmasın siyasi liderlerin bu tutumudur. Doğruluk ve düzgünlük konusunda en az güvenilecek kişiler liderlerdir.

Sosyalist siyasi lider bu tartışmadan kaçamadığında iki argümana başvurur. 1- Bunlar bu düzen altında halledilecek şeyler değildir, devrimden sonra çözeriz. (Oysa sosyalist ülkelerde içine düşülen yozluk bataklığı muhalefetteki yıllardakinden çok daha derindir) 2- Doğru çizgide siyasi kavgayı kızıştırırsak bunlar kendiliğinden çözülür. (Doğru çizgide siyasi kavganın kızışması bireysel ahlakı hakikaten kendiliğinden biraz düzeltir. Fakat halkın güven duymadığı, doğru ve dürüst insanların güven duymadığı siyasi yapılar da bu kavgayı kızıştıramaz).

Sosyalistler neden birbirlerini sevmezler, liberallerin kendi aralarında gösterdiği dayanışmayı bireysel veya grupsal olarak sosyalist güçler neden çok seyrek olarak sağlayabilir soruları hiçbir ciddi cevap bulmamıştır. Birbirini sevmeyen, birbirine küfreden, göz göre göre iftira eden, hatta fırsatını bulduğunda öldüren bu grupları halk niye sevsin? Solcular grupsal ve bireysel olarak nefret derecesinde birbirinden hoşlanmazken, genel olarak solu niye yüceltirler, hamasi sol güzellemelerine neden bayılırlar? Çünkü orada kimlik kaygısı vardır, kişi solcu olmayınca ne olacaktır; orada kitle vardır, muhalefette de bulunsak bunun hatırı sayılır maddi-manevi getirisi vardır.

Sol liderler biraz palazlanınca kendilerine biat etmeyen hiçbir gence yaşlıya geçit vermezler. Sol siyasetin vazgeçilmez kaidesi haline gelmiştir bu. Sonra aynı liderler nasıl “iyi”yi örgütleyecektir? Biraz popülerleşen sol-sosyalist yazar bire bir çıkar ilişkisi görmedikçe neredeyse başka hiçbir yazardan söz etmez, kendinden başkasını büyük görmez. Nasıl yayacaktır bu yazarlar, şairler erdemleri?

Bakın kardeşler, bu ülkede aklı başında herkesin midesini bulandıran şikeler dönmekteydi; sonunda siyasi oyun, entrika, neyse ne, bir şeyler oldu, şike belgesiyle, fotoğrafı, kaydıyla mahkum edildi. Kim sahip çıktı şikecilere? Neredeyse tüm sol, Aydınlık gazetesi ve üstüne üstlük TKP! Ne için? Siyaset için, az bir okur ve oy için. Bu kurnazlıklar başarı getirmekte midir? Hayır, çünkü o sağcılığı işin erbabı daha iyi yapmaktadır.

Devam edelim: Sosyalist ülkeler solcuların, devrimcilerin ya da sıradan insanların iltica etmek isteyeceği cazibe merkezi haline niye gelmemiştir hiç? Böyle bir akım ve çekim gücü ortaya çıksaydı, kapitalizm dünya ölçeğinde beş on yıldan fazla dayanamazdı. Bu kadar net! Lütfen “bunun nedeni ekonomiktir” demeyin. Tamam, peki onu da kabul edelim, bu ülkelerin insanları sevgi ve mutlulukla birbirine bağlansaydı, ekonomi de görülmemiş ölçüde gelişmez miydi? Ayrıca, her şey ekonomiyse, her şey refah ve tüketimse zaten sosyalizm iddiamızı kaldırıp atalım. Niye bu ülkeler sıradan insanın gözünde ileri kültür, ileri dayanışma ve şefkat merkezleri gibi durmuyordu da, kavga, çekişme, karabasan ve katliam merkezleri algısı kuvvetleniyordu? Lütfen “burjuva medyasının kara propagandası” demeyin, siz de yapıyorsunuz propaganda, yaptık hep, birlikte yaptık. Ne oldu? Birçok ülkede başı sıkışan devrimciler burjuva propagandasının etkisine kapılarak mı hep Batı’ya kaçtı, sosyalist ülkelere pek az iltica yaşandı?

Ve bir de, sanılanın aksine solcuların büyük bölümü bağnazdır, yeni ve farklı haberlere, fikirlere kapalıdır. Fikir ve bilgi korkağıdır çoğu. Liberalinden sosyal demokratına, sosyalistinden ulusalcısına böyledir. Çıkarına uygun düşmeyen bilgiyi görmezden gelir veya sansür eder. Daha kötüsü sansürü, sol yayın organları ve örgütleri yoluyla organize hale getirir.

Peki çözüm ne, yol ne?

Solculuk içi boş, solculuğa da yaramaz bir kavram artık. Çoktandır bu böyle. Bir zamanlar “Ben solcu değilim, sosyalistim, Marksistim” diyordum. Sonra anarşizme yakınlık duymaya başladım. En sonunda birkaç yerde dile getirdiğim şöyle bir formüle vardım: “Ahlakçı bir anarşizmle Marksizmin doğrularını birleştirmek gerek…”

Epeyce saçma bir önerme olduğunu şimdi iyice fark ediyorum. Marksizm bence geçerliliğini yitirmiştir. Bu konuda uzun bir yazı yazdım. Onun da bağlantısı yazı sonunda. Kısaca özetlersem, Marksist olmak artık hiçbir şey ifade etmiyor, binlerce çeşit Marksist var hiç abartısız. Bir kişinin Müslüman’ım demesi ne kadar şey ifade ediyorsa, Marksistliği de o kadar belirsiz bir şey ifade ediyor. Çünkü bin çeşit Müslüman var. Faşist Müslüman var, komünist Müslüman da, şeytan gibi Müslüman var, melek gibi Müslüman da. Ayrıca Marksizm işçi sınıfını temel alan bir çalışma ve güç ister. Hani, kimde var işçi sınıfı? Ya, işçi sınıfını kısmen örgütlemiş Marksistler neler yapmışlar vaktiyle? İnsani değişim anlamında kayda değer pek az şey. Tüm bunlar sol, Marksist, komünist çevrelerde neyi beraberinde getirir: İşte böyle derin çelişkiler görülemesin, tartışılamasın diye örtmeyi, kapamayı, sansürü, fikir korkaklığını, bilgi düşmanlığını.

Dünyadaki Marksistlerin neredeyse tamamının kuramsal olarak savundukları ile sınıfsal konumları ve yaptıkları arasındaki derin uçurum insanlığın gerçeklik bilincini tahrip ediyor. Komünizm adı da öyle. Aklı başında sıradan insana tanımlandığı şekliyle hiç olmamış, olmayan ve olmayacak bir kültürün koduyla giderseniz sahteciliğin çetin duvarına sizler de tuğlalar katarsınız. Komünist kardeşler, kusura bakmayın, dünyadaki büyük yalan imparatorluğunun bir prensliğini de siz kurmuşsunuz (bizler kurmuşuz); sonra yalanın egemenliğinden yakınıyoruz?

Anarşizm de öyle: Ahlakçı anarşistler var, ahlakı tümden reddeden anarşistler var, liberal anarşistler var (büyük çoğunluğu aslında böyle) sosyalist veya komünist anarşistler var, dinci anarşistler de var.

Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler”ini bir daha okumak gerek. Ben öyle yaptım. Devletsiz toplum ütopyasında devletin nasıl yeniden şekillendiğini gösteriyor, vasat çoğunluğun nasıl bir, lidersiz, diktatörsüz “vasat despotizmi” yarattığını anlatıyor.

Kaldı ki konuya evrimbilimsel yaklaşırsak insan toplumunun bir çeşit devletsiz (ilkel de olsa bir yönetim hiyerarşisi anlamında) , lidersiz, otoritesiz yaşadığı hiçbir döneme rastlamıyoruz. Bu bizim doğal seçilimle gelen en az 200 bin yıllık genetiğimizin sonucu. Bundan sonra da lidersiz, otoritesiz bir yaşam kurabileceğine dair hiçbir bilimsel ipucu bulunmuyor.

Üstelik “izm”ler derin karakter farklılıklarını hiç mi hiç dikkate almazlar. Sorumluluk duygusu yüksek, çalışkan ve kuralcı, büyük ihtimal utangaç ve içe kapanık bireylerin sıkı denetime ve sorumluluk ahlakına dayanan “sıkıcı” sosyalizm ütopyası ile; sosyalizmi, komünizmi gevşeklik, havailik gibi gören, muhtemelen neşe dolu bir insanın rahat, ama her yanı ayrı bir “arızayla” dağıldı dağılacak sosyalizm ütopyası nasıl bağdaşacak?  Anarşizm için de aynı şey söz konusu.

Anarşizmi de böyle geçersek elimizde ne kalıyor?

Elimizde hayli büyük bir deneyim ve bilgi birikimi kalıyor ki, bu güne kadarki bütün dine düşman ama kendileri dine dönmüş öğretileri kaldırıp atmak bu yüzden fazla cesaret istemez.

Peki bunları yazıyoruz da, belli bir kitleyi ikna edip bu yolda mücadele etmelerini sağlamak için mi yazıyoruz? İyi olurdu, ama bu çok çok düşük bir olasılık. İnsanlar felsefi-bilimsel yazılarla ikna olmazlar, aydınlar da olmaz. Kimseyi değiştiremezsiniz.

Fakat ileri bilgi ve düşüncelerin ısrarla yinelenmesi, toplumlarda yavaş yavaş bir birikim yaratır, gelecek liderlerin daha doğru bir çizgide gelmesine yardımcı olur. Evrimbilimsel yaklaşıma göre (benim anladığım kadarıyla ve benim yorumumla) daha doğru bir çizgiye daha geniş yığınların iknası ve bu yolda siyasi başarı kazanılması bir liderlik işidir.

Böyle bir akıl düzeyinde ve güven uyandıracak karizma ve icraatta bir lider veya birkaç lider veya bir grup kadro çıktığında siyasi anlamda yeni bir sıçramaya geçilir. Bu da çoğu kez kendiliğinden ortaya çıkar, birtakım teorik makalelerin birden bire kışkırtmasıyla değil. Artık burada kastettiğimiz lider “gerçek lider”, “büyük lider”dir.

“Gerçek” lider, “büyük” lider de büyük olasılıkla pragmatistin teki çıkacaktır. Deminden beri saydığımız kötülüklerden birçoğunu o da yapacaktır, kötülükle değişik derecelerde uzlaşacaktır bir yandan iyiliği örgütlerken. Büyük lider birleştirilebilecek en geniş gücü saptadığı optimal (en uygun) noktalarda birleştiren kişidir. Bizim “doğru” veya “iyi” tavrımız hem onu desteklememizi, hem onu eleştirip onunla mücadele etmemizi gerektirebilir. Çünkü hayatın çok katmanlılığı içinde siyaset de çok katmanlı ve çok boyutludur, çok sayıda güç ve görüş söz konusudur, liderlik bu hengameyi yönetme, yönlendirme cambazlığıdır.

Ve o liderlik ortaya çıktığında bir öncekilere göre daha doğru yolu kendiliğinden bulacaktır. Bulabildiği ölçüde de başarı yakalayacaktır, ama hiçbirinin başarısı kalıcı ve tam doğru olmayacaktır. Bu bir süreç meselesidir, durmaksızın yenilgileri, ara sıra zaferleri içerir.

Peki o liderlik ortaya çıkana dek ne yapacağız?

Araştırmaya, düşünmeye, tartışmaya ve bunlar ışığında hayat içinde bin bir türlü edim, etkinlik ve eyleme, örgütlülüğe devam…

Birkaç noktayı yine de açıkta bırakmadan.

İşçiler, emekçiler, yoksullar nerede: Marksistlerin sandığı gibi ne işçileşme, ne işçiler tek başına sosyalizmi kurabilir, herhangi bir soruna kesin çözüm getirebilir. Bugüne kadar yapılmış devrimlerin neredeyse tamamında işçiler destekleyici güç konumunda kaldı, Ekim devrimi gibi birkaç devrimde başka güçlerle birlikte belirleyici oldu. Sosyalist devrimlerin neredeyse tamamında milliyetçilik öne çıktı, küçük burjuvazi ve köylülük öne çıktı. O bakımdan bundan sonraki devrimlerde de emperyalizm karşıtı bir milliyetçilik (yurtseverlik veya ulusalcılık da diyebilirsiniz) damarı bulunmak zorunda. Türkiye’nin buradaki şanssızlığı ülke topraklarında yaşayan başka bir ulusal gücün de aynı zeminde at koşturmasıdır ki, sosyalistlerin milliyetçilikten yararlanmasını karşılıklı olarak adamakıllı zorlaştırmakta.

İşçi öncülüğünde, büyük oranda işçi ağırlıklı bir sosyalist hareket zorunluluğu yoktur sonuç olarak. Fakat sosyalist hareketin ezilenleri, yoksulları, işçileri kapsamak, onlar içinde çalışmayı yine de ilk plana almak zorunluluğu ortada durmaktadır. Başka deyişle Marksist gözle bakmasak bile bir sosyalist hareket hiç değilse yarı yarıya işçi yoksul tabanına oturmuyorsa o hareketin sosyalistliği kuşkuludur. (İşe bakın ki, Marksistim diyenler böyle dertlenmiyor hiç, tasa Marksizmi terk edenlere düşüyor yine!)

Neden sosyalistliği kuşkuludur, hatta iddiamızı daha ileri götürelim, “böyle bir sosyalist hareket olamaz” diyelim, küçük burjuva ve beyaz yakalılara dayanan sosyalist örgütler ne kadar iyi niyetli de olsalar bir süre sonra (veya bence başından itibaren) sosyalizme küçük burjuva çıkarlarını, bakış açısını, yaşam tarzını sokmakta ve sınıfsal belirleyicilik işte tam bu noktada (sınıfsal belirleyicilik kuramı Marx’ın dünya kültürüne en büyük katkısıdır) devreye girmekte. Gariptir ki sınıfsal belirleyicilik en çok küçük burjuva-orta burjuva Marksistler üstünde kendini göstermekte!

Sonuç itibariyle yoksullarla, işçilerle düşüp kalkmayan bir sosyalist hareketin onların hayatından, sorunundan, dilinden anlaması mümkün değildir, işçiler her ne kadar devrimlerde öncü veya ana belirleyen olmasa da ana ayar vericidir. Türkiye’deki örnekleri görüyoruz: İşçi sınıfı çalışmasını esas almayan ve bunu başaramayan sol örgütler tamamen hayattan kopuk bir cemaat yapısına, buna uygun ideolojiye, laftan ibaret bir büyük siyasete saplanmaktadır. Bütün büyük sorunlardaki hassasiyetleri (işçi örgütlenmesi, sendikalar, meslek örgütleri, cumhuriyet, laiklik , Kürt meselesi vb.) burjuva çıkarlarına dayanan zengin solculuğundan etkilenmedir. İşçilerden sakınma ile dinden korkma aynı kaynaklıdır. Neredeyse hiç tartışılmayan, bahsi ağır bir sansüre tabi klişeler eğer sıradan vatandaşa, aydına veya işçiye uymuyorsa onlar yanlıştır, klişeler değil; o zaman dön geri. Partine, derneğine, kahvene çekil kendi kendini ajite et, ara sıra da bir eyleme katıldın mı siyasi mücadele tamama ermiştir… Demiyoruz ki, bu yapılar içinde kendi alanında temiz ve halkçı bir uğraş veren çok sayıda insan yok. Vardır, ama genel tarz bu olunca o çabalar da insanları siyasetten soğutan “ulu büyük üst siyaset” içinde buharlaşıp gitmekte.

Bu sorunları da ortaya çıkacak gerçek siyasi liderlik çözecek ve o çıkmadığında bunlar böyle sürüp gidecek.

Yine soralım. Böyle bir liderlik ortaya çıkana dek ve hatta çıktıktan sonra ne yapılmalı? Temiz, ahlaklı ve tutarlı bir çizgide herkes kendi işini iyi yapmalı, böyle bir çizgide çekirdek örgütlenmelere gidilerek doğrular savunulmalı, güç ölçüsünde toplumsal harekete katılmalı (doğru bir önderlik olmadıkça çok büyük kitlesel hareketlerin bile fazla bir değeri olmadığı bilinerek, Gezi gibi.), örnek teşkil edecek, filiz verecek model toplumsal çalışmalar hayata geçirilmeli. Bir de bu çalışmalara, siyasi partilere dindarların yoğun katılımı muhakkak sağlanmalı. Başkasının yaşam tarzına karışmayan gerçekten hakkaniyetli ve ezilen tüm dindarlar dostumuz olmalı. Sol güçlenme, sosyalist devrim bu kadar zorken, bu derece kıt insan kaynağına sahipken, devrim gerçekleşse bile sürdürülmesi daha da zorken, dindarların olumlu enerjisinden yararlanmamak niye?

“Ama dine taviz vermek sağcılaşmak değil mi” diyeceklerdir, diyorlar. “Türkiye sosyalistleri daha ne kadar sağcılaşabilir” diye sorun onlara. Halkın neredeyse her kesimine dudak bükerek kendi içkin solculuğumuzda sağ tortudan başka ne kadar solculuk bırakmışız? Yaşamın onlarca koldan gürül gürül akan nehrine katışıldığında anlaşılacaktır sahte temsil siyasetlerinin siyaset olmadığı. Dindarlığa olumlu yaklaşım işçiye, emekçiye, halka olumlu yaklaşımdan başka şey değildir. İşçiye, halka olumlu yaklaştığınız sürece onların zararsız, hiç de fanatik olmayan ve hatta yararlı dindarlıklarıyla da tanışacak, korkunuzu yeneceksiniz.

İdeolojik-felsefi anlamda ise bütün “izm”lerden, “çülük”lerden uzak durulmalı, bunlar nesnel şekilde eleştirilmeli, olumlu yanlarından sonuna dek yararlanılmalı, ama olumsuz bütünlerine karşı inatçı bir ideolojik mücadele verilmeli…

Rehber sadece bilimdir ve sorgulayıcı akıldır. Bilimin başında insanı anlamaya yarayan en önemli araç evrimbilim olmalıdır, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, tarih, matematik, istatistik, biyoloji, fizik vb… Postmodern hurafeciliğe hayır, pozitivist hurafeciliğe de hayır. Tüm akıl ve bilgi güçleriyle insanlığı ve doğayı ortadan kaldıran kapitalizme ve onun yarattığı yıkıcı kültüre karşı mücadele edilmelidir. Onun yaşam tarzına, tüketim tarzına, kültürüne, sinemasına, romanına karşı mücadele. Sosyalist çekirdek hareket doğrucu olmalıdır, ahlaklı olmalıdır, ama tüm doğruları, tüm ilkeleri sorgulanabilir, değiştirilebilir, geliştirilebilir olmalıdır.

Sosyalist devrim tek kurtuluş yoludur ama bu olmadığı takdirde olana dek reformlar için, iyileştirmeler için de mücadele edilmeli. Acıların hafifletilmesi, yaşam koşullarının olumlu yönde değiştirilmeye çalışılması, halkın eğitimi vb. evet reformcu bir yan içerir, ama bazen en büyük devrimcilik budur, bazen devrime de bunlar yol açar.

Diyelim her şeyi yaptık, işçilerin, yoksulların kayda değer bir bölümünü yine kazanamadık. Her şeyi yapsak (şimdi pek az şey yapıyoruz) böyle bir olasılık pekala mevcut. O durumda da madem küçük kaldık, madem aydın hareketi olarak sıkıştık, bari inadına daha kusursuz örnek olmaya çalışalım, inadına peygamberler gibi olmaya çalışalım iddiasını yükseltmeliyiz. Hadi bunu da yapamadık, asıl sorun olan bu sorunların tartışılmasının ve sürekli gündemde tutulmasının koşullarını yaratmalıyız. Bugün yaşanansa çok büyük siyasetin çok büyük sorunlarıymış gibi gösterilen, ama hiçbir şekilde müdahale edemediğimiz için gerçekte bizim sorunlarımız olmayan gündemlerle meşguliyettir. Sosyalistlerin enerjisini, vaktini yok yere çalmadır.

Ağır sol sansür

Tam da bu nedenle sol yayınlar, pek çok aydının pek çok kez şahsen tecrübe ettiği gibi asıl sorunların üstünü örtmeye yarayan birer sansür kalesi. Cumhuriyet’inden Aydınlık’a; SoL’dan Birgün’e durum böyledir. Buralarda yazanlar kendilerinin nesnel bilgiyi temsil ettiğine inanırlar, karşısındakiler ise eşit haklarla tartışılmayacak, sesi kısılması gereken bağnazlardır. Onların bu ön kabulü ve buna uygun yayın çizgileri nesnel bilgiye en büyük düşmanlıktır.   

Buralarda yazanlar istisnasız sansürü kabul ederek yazarlar, başkalarının sansürüne göz yumarak yazarlar, suça ortak olarak, “asıl”, “temel”, “gerçek” sorunları örterek yazarlar. Sendikalardan, işçi alanından tutun, meslek odalarına; medyadan tutun edebiyata sanata, sağlıktan tutun spora, bunlar küçük “sol” çıkar ilişkilerinin üstünde oturup öyle yazarlar. Dolayısıyla “iyi” için mücadele onları da silkelemek zorunda.

Bu sansür sadece belli yazıların, bilgilerin doğrudan geri çevrilmesine dayanmaz. Aykırı kabul edilen bilgi ve fikirler sürekli geri çevrile çevrile bıkkınlık yaratıldığı için onlara zaten bir yığın bilgi-düşünce ulaşmaz. Verilen haberler öyle verilir ki, öyle yorumlanarak verilir ki, yayın ve onu çıkaranlar, o yayının yandaşlarının varsa bir eksiklikleri hiçbir zaman ortaya çıkmaz.  Ayrıca bu oto- sansür, sansür sarmalını benimsemiş, yayının son derece normal gittiğine inandırılmış bir okur kitlesi de yaratılmıştır. O okur kitlesi için o yayın, verilmesi gereken haberleri en uygun yorumlarıyla birlikte veren, olması gereken yayındır. Gündem budur ve yayın bu gündemi takip etmektedir. Bu sol yayınları çıkaranlar ve orada yazanlar sansürü en dar anlamıyla kavrarlar, sadece belli yazıların geri çevrilmesi olarak algılarlar. Bir bölümü böyle bir sorun bulunduğunu kabul eder, ama abartılacak boyutta olmadığını düşünür; bir bölümü böyle bir sansürün varlığını hiç kabul etmez. Hemen hepsi eksiklerine karşın iyi bir şeyler yaptıkları zannındadır, iyi yayın çıkardıkları hayali içindedirler. Ama dar anlamıyla sansürden daha kapsayıcı ve yozlaştırıcı bir sorundur gerçek sansür. Solun belki de en yıkıcı, en çürütücü hastalığıdır.

Daha iyi anlaşılması için bir örnek vereyim: Bir maden kazası oldu, işçiler mi öldü? O birkaç gün sistem ve iktidar suçlanarak kaza ve iş cinayeti birçok yorum eşliğinde aktarılır. Tamam, ne var bunda diyeceksiniz. O gazete tıpkı suçladığı iktidar gibi bu konuyla bir hafta ilgilenir, sonra tamamen unutur. Ta ki yeni bir katliam yaşanana dek. Katliam yaşanmasa da pek çok iş kolunda aynı risk her gün devam etmektedir. Ama gazete ve yazarları kendilerince çok daha önemli “ulu büyük üst siyaset” konularına geçmişlerdir. Ve bu büyük siyaset konuları her zaman neredeyse her gün haberlerin ve yazarların ağırlıklı temasıdır. Ne herhangi birinin iş kazaları veya başka bir temel sorun konusunda herhangi bir çalışması vardır; ne de daha önemlisi o gazeteyi destekleyen partinin, sendikanın, meslek örgütünün bu konuda ciddi, sürekli bir emeği. Dahası da var ne yazık ki, bazen bu konularda ciddi emek verenlerin işleri de baltalanmaktadır. Yüzlerce hayati sorundan hangisi o gün ortaya çıksa, bu “üst siyasetin” yalnızca bir peçetesidir, o gün sümkürülür ve atılır. Verilen haberin tantanası içinde temel gerçeğin üstü örtülür, karartma başarılıdır. Öngörüleri sürekli yanlış çıkan, sürekli başarısızlık getirerek öğrenilmiş çaresizlik yaratan üst siyasetle meşgul olmak sol duyguları oyalar, gerisi önemli değildir. Zannedildiğinden çok daha tehlikeli bir hastalıktır bu.

SONUÇ: Her şeyden önemlisi sosyalistler iyi insanlar olmak, halk katında öyle tanınmak zorundadır. Kurduğumuz veya seçtiğimiz küçük ya da büyük kabilelerimiz içinde “iyi” baskın çıkmalıdır. Bizler de bu sosyalist kabilenin “iyi” mensupları olmalıyız. Çalmayan, aldatmayan, yalan söylemeyen, özverili, sorumlu, merhametli, saygılı, ama direngen bireyler… Her ölümü sorgulayan insanlar olmalıyız. Her haksızlığın hesabını soran. Kadim “iyiliği” temsil eden… İyiliği temsil etmiyorsak ne amacımızın, ne “doğru”muzun hükmü geçer.

Sosyalizm de bir “izm”dir gerçi, baştan söylediklerimizle çelişik gibi durmasın, ama hiç değilse hayli tanımlanabilmiş, örnekleri doğrusu ve yanlışı ile ortaya konmuş, birçok yönden daha somut “izm”dir. İnsanlığın bugüne kadarki kötü sosyalizmlerden (çoğu ortalama kapitalizmden daha iyidir yine de) daha iyisini yapma potansiyeli bulunmakta. Çok çaba harcanırsa, çok emek verilirse…

Peki şu an kavranacak halka olarak neyi önerebiliriz? Bu makalenin yazarı dahil biz “solcular” kötüyüz, en azından bir bölümümüzde kötülük ağır basmasa da kötü yanlarımız çok. O halde önce bunu kabul etmeli, iyi olmaya çalışmalıyız. Akıl = zeka + karakter formülüne uygun davranmalıyız. Aklımızı geliştirmek için kötülüğü sindirmeliyiz. Ve bu nedenle bu sorunu gündemin hep en başında tutmalıyız. Ve aynı nedenle hemen her konuda boynumuzu büken, var olduğu her kurumu içindeki tüm bireyleriyle birlikte çürüten ağır sol içi sansüre karşı, sol “örtme”, “karartma”, “kapamaya” karşı inatla ve kararlılıkla mücadele etmeliyiz.  Sansürü, solun en iri sağcı kolunu kırmalıyız.  (Belirtmeden geçmeyelim, Gün Zileli şu anda sansüre karşı çok olumlu işler yapıyor sitesinde: http://www.gunzileli.com/  )

O zaman belki bir gün “Eşik”i atlarız.

Fakat şundan hiçbir dost kuşku duymasın: Uzun ve hatta orta vadede zafer hakikatındır!

Kaan Arslanoğlu

Bu makalede bahsi geçen önceki yazılar:

Marksizm Uzun Süredir Devrimci Değil

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/marksizm-cok-uzun-zamandir-devrimci-degil-kaan-arslanoglu/205

Sosyalistlik Bir Tür Deliliktir. Ulusalcılıkta Sağlam Duruş Neyi Getirir?

http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1239

Solcuların Siyasi Zekası Neden Çok Düşük?

http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1498

 

 

 

 

 

 

 

91 Comments

  1. kaan arslanoğlu

    Selam Değerli Gün Zileli,

    İnsan Bu’daki son yazımı yayımlamışsınız. Eminim ki bazı görüşlerime katılmıyorsunuz, bazı saptamalarım da sizi rahatsız etmiştir, incitmiştir. Ama buna rağmen bunu yayımlamışsınız, çünkü bilgiden, fikirden korkmuyorsunuz. Bizim sol cenahta bunun zerresi yok ne yazık ki. Kendinize güveniyorsunuz, bizim sol cenahta maalesef bu da yok. O yüzden açık, gizli çok yoğun bir sansür altındayız. İstisnasız bütün sol yayın organları örtme, kapama üstüne çalışıyor. O yüzden de başarısızlık ve iç yozlaşma kaçınılmaz.

    Bu yazının ufak tefek imla hatalarını düzelttim, sansür bölümüne ayrı ara başlık attım. İnsan BU’daki son halini size zahmet yüklerseniz, biraz daha iyi olur, ama yoğunsanız hiç gerekli değil, hata nasıl olsa yine bitmez.

    Saygıyla, teşekkürle. Kaan Arslanoğlu

  2. Anonim

    Evrim bilimi ışığı altında, insanın özü ve tözü gereği, Türkiyeli solcular yaşlanınca bir öz eleştiri yarışına, bir suçlu bulup yenilgiye fatura çıkarma arayışına girerlermiş. Vallahi ben söylemiyorum, evrim bilim öyle söylüyor.Atasözünün tam tersine bizim Türkiyeli solcular gençken,daha körpe iken çıktıkları kabukları beğenmemezlik hiç yapmazlar, yaşlanınca çıktıkları kabukları beğenmezlermiş. Halbuki o yumurta ne zorluklarla çıktı, o kabuk nasıl zorluklarla oluştu yaşlanınca hiç mi hiç ilgilenmez, acımasızca kabuğu da, yumurtayı da eleştirirlermiş. Evrim bilim gereği tabi ki.
    Kaan yoldaş da evrim bilimin özüne,sözüne,tözüne dayanaraktan suçluyu bi güzel bulmuş. Karl Marx? Hadi hep beraber ipini çekelim şu Karl Marx denen hainin!

  3. Gün Zileli

    Sana cevap yazdım Kaan. Eğer uygun görürsen burada da yayınlarım cevabımı.

  4. kaan arslanoğlu

    Gün Hocam, elbette yayımlayın. Sonra da ben size verdiğim cevabı koyarım. İyi olur.
    2 Nolu yorumcu arkadaşım. Yazıyı dikkatle okursanız Marx’a uygun olmayanın bilhassa Marksistler olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ben artık Marksizmi terk etmiş halimle hala işçiler, yoksullar diyorsam, hala onlar için bir şeyler yapmaya, onlarla bağımı artırmaya çalışıyorsam, Marx’ı seven biri olarak (ben de sever ve sayarım, dünyanın en büyük düşünürlerinden ve devrimcilerinden biridir) sizlerin bu baskıyı Marksist olduklarını savunan ve bunun getirilerinden faydalanan, ama işçilere hemen her alanda sırt çeviren partilere yapmanız gerek. Bunu yaparsanız hakikaten faydalı bir iş yapmış olursunuz. Saygıyla.

  5. Gün Zileli

    Selam Kaan,

    Yazının en beğendiğim kısmı sansürle ilgili yazdıkların oldu. Gerçekten de bütün solda bu virüs var ve hepsi yeri geldiğince sansürcü. Beni de Birgün’de sansür ettiler ve o günden beri orada da yazmıyorum. Doğrusu pek kızamıyorum da onlara. Lenin’in bir sürü şeyini örnek alıp sansürcülüğünü ve yasakçılığını almamaları olmazdı. Lenin bu konuda çok suçludur. Stalin de zaten tarihteki en büyük komünist katili totaliter tek kişi diktatörlüğünü Lenin’in yasakları üzerinde inşa etmiştir.

    Yazdıklarında katıldığım birçok nokta olduğu gibi, kaçınılmaz olarak katılmadıklarım da var. Stalin’in etrafından dolaşmışsın, onu kurtarmaya çalışmışsın, ama bu mümkün değil. Tarihte görülmemiş ölçüde zalim bir diktatörlüğün kurucusudur ve çok sayıda komünisti, köylü, işçiyi katletmiş, ocaklarına incir ağacı dikmiş, ailelerini kederlere gark etmiştir. Bütün bunları yaptıktan sonra dünyanın en esaslı toplumunu kursa (zaten imkânsızdır) ne olacak ki. Bir de en katılmadığım noktalardan biri iyiliği ve kötülüğü mutlaklaştırman. Gerçek hayatta böyle bir şey yok. İyilik ve kötülük var ama bu ikisi bireylerde pür bir şekilde tecessüm etmiyor, karışık bir şekilde mevcut.

    Haberleşiyor olmamıza sevindim. Birçok konuda tartışabiliriz. Bu arada benim Mevsimler adlı romanım çıktı, belki duymuşsundur. Bir romancı olarak senin değerlendirme ve eleştirilerini duymak isterim doğrusu.

    sevgiler.

    Gün

    Not: Yazının yeni hali kondu.

  6. 2 nolu yorumcu

    Kaan Abi, yukarıdaki yazında bahsettiğin Marks’a uygun olmayan Marksistler ve sansürcü,eleştiriye tahammülü olmayan örgütler 30-40 sene öncede vardı ve aynı idi; bugünde varlar ve değişik değiller. Tek fark 30 sene önce sen yukarıdaki yazıyı yazmazdın, bugün yazıyorsun. Cesaret o gün Karl Marks’ı,Lenin’i,Stalin’i eleştirebilmekti. Sosyalizmin üzerine ölü toprağı serpildiği günümüz dünyasında Marks’ı ya da Marksizmi eleştirmek hiç bir şey ifade etmiyor…hele ki gençlere… dünya farklı bir yere doğru evriliyor.

  7. Gün Zileli

    Tamam da bunu otuz yıl önce değil de şimdi anladıysa ne yapsın? O zaman eleştirmemiştim madem, şimdi de eleştirmeyeyim mi desin?

  8. Anonim

    Kaan hocam, Gün Zileli kendi sitesine gelen bütün yorumları istisnasız yayınlıyor. Sinkaflı küfürler hariç her şeyi yazmak serbest burada. Ama sizin insanbu sitesinde maalesef eleştiriye fazla tahammül yok. Gün Zileli’ye burada neler neler söylüyoruz, adam hepsini yayınlıyor. Ama siz sansürlüyorsunuz.

  9. Anonim

    4 nolu yorumcu çok önemli bir noktaya işaret etmiş.
    Marx’taki, Lenin’deki baskıcı, devletçi perspektifi eleştiren, mahkum eden, yeni toplumsal hareketlerle bu muhafazakar marksçılığa alternatif oluşturan akımlar ve düşünürler 40 sene evvel Türkiye’de niye yoktu?
    O dönem memlekette bin türlü fraksiyon, milyon tane devrimci vardı. Ama ortodoks marksizmi eleştiren bir tane bile yeni solcu, liberter, anarşist çevre, akım, entelektüel çıkmadı. Yetmişlerdeki Birikim de dahil.
    Niye? Niye? Niye?

  10. kaan arslanoğlu

    Ben tekrar Gün Zileli’ye attığım e-postanın başlangıç bölümünü aktarayım:
    Sevgili Gün Zileli,
    Stalin’i kurtarmaya çalışmıyorum 🙂
    Aksine Stalinciliğin (bu adı koymak gereksiz, ama buna da razı olabilirim, bir şeyi daha iyi anlatacaksa) çok daha yaygın, Stalin öncesi ve sonrası, Stalin düşmanlarında da bulunan insani kötücüllüğün bir biçimi olduğunu düşünüyorum.
    Tartışırız elbette.
    Teşekkürler yazı için tekrar. Ama sol sansürü şu an kavranacak halka olarak saptıyorum, naçizane, o yolda bir şeyler yapacağım. Dayanışma içinde olmamız gerçeği güçlendirir..

    2 Nolu yorumcuya tekrar selam gönderiyorum. Zileli’nin benim yerime verdiği cevaba katılıyorum. 🙂

  11. Gün Zileli

    70’lerdeki Birikim’de bu yönde önemli eleştiriler vardı. Onu hariç tutmak gerekir. Niye meselesine gelince, her toplumsal bilinç ancak koşulları oluştuğunda ortaya çıkar. 1980’deki büyük yenilgi bilinçleri sarstı ve solun irdelenmesini gündeme getirdi ister istemez.

  12. kaan arslanoğlu

    5 Numaralı yorumcu arkadaşıma yanıt: Biz baştan yazarın veya herhangi bir yorumcunun fikrine değil, kişiliğine yönelik küfür, hakaret, aşağılama ve hatta tacizleri yayımlamama kararı almıştık. Buna rağmen tüm yayın boyunca sildiğimiz veya yayımlamadığımız yorum sayısı 15’i bulmaz. Tartışma olsun ve düzey görülebilsin diye bir sürü aşağılamayı da yayımladık. Bana yönelik aşağılamalar da var bunların içinde. Yine ilk koyduğumuz kural daha doğru gibi geliyor. Fikri, yazıyı eleştirmek yerine onu bırakıp kişiyi aşağılama hem aşağılık bir trol yöntemi, hem konudan saptırıyor insanları, hem gerçek tartışmayı düpedüz baltalıyor. Onun haricinde bizim sitede de birbirimizi eleştiren, dalga geçen, hatta küçük gören sayısız yorum bulabilirsiniz. Okurlardan da böyle çok yorum yayımlandı. Açıp incelemek bedava :)Yine de Gün Zileli’nin bizden çok daha kendine güvenli ve sinirleri sağlam bir editör olduğunu kabul ediyorum. (Gerçi onun sitesinde de bırakın hakareti, aşağılama içeren bazı kelimeler silinmekte. Benim de sarf ettiğim bir kelime “tetikçi” kelimesi silinmişti mesela. Bunu normal karşılıyorum. Saygıyla.

  13. Anonim

    Hem Kaan hocayı Stalin’i kurtarmaya çalıştığı için kınıyorsun hem de birleşik muhalefet hareketi adı altında toplanan ulusalcı, stalinist, ortodoks marksist tayfayla iş yapmaya kalkıyorsun Gün. Çıkmaz bu yol bir yere. Yol yakınken gel vazgeç.

  14. soruYorum

    Kaan Hoca

    Yazınızın önemi hakkında fazla bir şöy söylemeye gerek var mı, sanmıyorum. Meselenin bam teline, zülfi yare dokun-muşsunuz ve sanırım Süreyya Evren nin dediği gibi parhessia dedikleri bu olsa gerek…her ne pahasına olursa olsun, lidere, babaya doğruyu söylemek.

    Ben de kendime sağcı, solcu ya da marksist demiyenlerdenim. Batıni-müslüman bir anarşist olarak inşa etme gayretinde olan biriyim kendimi ve böyle tanımlanmak isterim.

    Dolayısıyla, konunun aslı, biraz benden uzak düşüyor gibi.

    Ama gene de “anarşizm ve ahlak” meselesi, bu konuda SONLİBERTERS sitesinde “ETİK VE AHLAK KARŞITLIĞI ARASINDA ANARŞİ” başlıklı kısa bir yazı yazmış biri olarak, konuya bigane kalamadım.

    yazıyı keşke bulabilseydim. (Murat Arkadaşıma yardım amaçlı bir zarf da atmış olayım böylece) anarşist yazara cevaben yazılmıştı.

    özetle şunu demeye çalışmıştım:

    ahlak, toplumsal bir yaptırım gücü ve otorite-totalite olarak, bireyin kendini dilediği gibi inşa etme hakkına bir tasallut hatta tahakküm olabilmektedir çoğu zaman. Birey kendini inşa sürecinde genellikle bu çatışmayı yaşar.

    aslında öte yandan böylesi çatışmalar yaşamaktır da bireyin kendini inşası, bir bakıma…

    ortada çelişik bir durum olduğu açık.bu durum NİETZSCHEYAN bir nihilizme kapı açıyor elbette…ve bireyci anarşizm de burada hayat ortamı bulabiliyor, bilindiği gibi. bireysel değil de STİRNERCİ BİREYCİ ANARŞİZMİN ne kadar anarşizm, ne kadar nihilizm olduğu tartışması hem beni aşar, hem de yeri değil. (gene de kendini anarşist olarak tanımlayan herkesi, öyle kabul etmek gerektiği kanısındayım. artı bu akım, birey ve özgürlük meselesinde çok önemli sorular da sormakta, neyse, bu başka bir konu)

    Ancak şunu gözardı edemeyiz sanırım. “çarşı herşeye karşı” mantığıyla “anarşizm de olumlu, olumsuz demeden herşeye karşı olmak demek değildir, olmamalıdır, olamaz…diye düşünürüm.

    tıpkı çarşıya yapılan haksızlık gibi…anarşizme de bir haksızlık yapılmasına razı olamayız. çarşının da anarşizmin de iyiden, güzelden, dayanışma, kardeşlik, eşitlik, adaletten ve de bilhassa özgürlükten yana olmaması düşünülemez…zira aksi, kendi varlığını inkar olur ki bunun adı intihardır.

    yazıda ifade etmeye çalıştığım gibi…anarşizm mülkiyete ve devlete olduğu kadar, geçerli egemen ahlaka karşı çıkmaktır aynı zamanda…

    ancak bunu, “herşeye karşıtlık” olarak değil, “hiyerarşi, baskı, tahakküm, sömürü vb kötülüğü üreten her şeye karşı” olarak anlamak gerekir, bence…

    burada elbetteki kritik soru şu olmaktadır:

    “kötülüğün neye ya da kime göre tarifi…bunu nasıl bileceğiz?”

    cevabım şu olabilir: (klasik olduğu da muhakkak)

    aklımızın ve vicdanımızın gereği olarak kötülüğü kendimiz tanımlayacağız. yalnız bunu mutlak bir bireyci-egosentrizmle değil…konuşarak, danışarak, icabında ikna olmaya açık olmaya hazır olarak, elbette…

    yazıda bu durumu ahlak karşıtı bir etikA olarak ifade etmeye çalışmıştım. yani sonuçlarına katlanacağımızın bilicinde olarak, kendi bireysel seçimlerimiz, etikAmızı oluşturur.

    SONUÇ: ANARŞİZM NE KADAR AHLAK KARŞITI İSE DE O KADAR DA etikAdır(bu A yı daire içinde olarak düşünebiliriz).

    saygılarımla…

  15. Gün Zileli

    Sözünü ettiğin, AKP diktayörlüğüne karşı bir blok girişimidir. İdeolojik değil, siyasi ve toplumsal bir örgütlenmedir. Dolayısıyla burada ideolojik ayrımlara bakılmaz. Ayrıca bu blokta bazı stalinist unsurlar olmakla birlikte ulusalcı yoktur. Olsa da fark etmez. böyle bir bloka bazı ulusalcılar da katılmışsa (TKP’ileri ulusalcı görmüyorum) bu da kötü bir şey değildir. Sen böyle diktatörlük karşıtı bir bloktan rahatsızsın herhalde.

  16. kaan arslanoğlu

    Gün Zileli’ye ve SoruYorum adlı değerli yorumcuya yanıt:
    Gün Zileli hoca “iyilik-kötülük” kavramının mutlak olmadığını söylemiş. Teorimi buna dayandırmama karşı çıkmış. Doğru, iyilik-kötülük değişken ve gayet soyut olabilen kavramlar. İyiliğin ve kötülüğün ne olduğu kişiden kişiye değişebiliyor. Bir kişide hem iyi, hem kötü yönler bulunabiliyor. İnsan grupları da hem iyiyi hem kötüyü değişik oranlarda içeriyor.
    Ama düşünün, insanla ilgili, toplumla ilgili hangi kavram mutlaktır, değişmezdir, tam somuttur? İşçi sınıfı kavramını ele alalım örneğin. Bu kavram bence değerli ve geçerli bir kavramdır, toplumsal olaylarda buna göre tavır almak lazımdır. Ama işçi dediğin tek bir kategori değil ki! Bir fabrikayı düşünün, işçiler arasında yetmiş çeşit grup bulunur. Patronun akrabaları, patronun fedaileri, orada çalışmaktan başka hiçbir çıkar yolu bulunmayacak kadar yoksul olanlar, aslında hiç de yoksul olmayıp ek para kazanmak isteyenler, bağ bahçe sahibi olup işçi sigortası gününü doldurmak isteyenler, kanalizasyonda çalışanlar, ofiste çalışanlar, mühendis-yönetici olanlar, tembeller, hırsızlar, çalışkanlar, fedakarlar vb… Siyasal duruşları da buna göre çeşitlenir, ama insandır bu, hiç beklemediğiniz kişiler beklemediğiniz duruştadır. Bazıları faşist, bazıları sosyalist, bazıları apolitiktir; patronun akrabası sosyalist görüşte çıkabilir, lağımda çalışan faşist olabilir; hiç belli olmaz.
    Dolayısıyla işçi diye karşınıza HES direnişi yapan köylüleri döven, Gezi parkında çadırları tahrip eden işçiler de çıkabilir rahatlıkla. Güvenlik görevlileri de işçidir, madende çalışan da, eroin sektöründe emek veren de 
    İyilik ve kötülük kavramı ise örneğin işçi sınıfı kavramından daha somut ve mutlaktır aslında. En eski yazılı metinlerde tanımı yapılmıştır, en kadim dinlerde buyrukları verilmiştir. İnsanlığı kabile toplumlarında 190 bin yıl ayakta tutan, her biri genetik koda sahip, yani işçi sınıfı kavramı gibi olmayan, kromozomumuzda bulunan kaidelerdir bunlar. Bunlardan bazıları elbette tartışmaya açıktır, ama evrensel olan, tarih boyu değişmeyen, eskimeyen maddeleri daha fazladır. İnsan öldürmeyeceksin (kendini savunurken öldürmek zorunda kalmamışsan veya muhakkak zorunlu bir savaşta değilsen) , çalmayacaksın, eşini aldatmayacaksın, kardeşin için, kabilen için fedakarlık yapacaksın, kabilen için sorumluluklarını yerine getireceksin (çalışacaksın), yalan söylemeyeceksin… Acıyacaksın (genetik kodu vardır), haksızlığa karşı çıkacaksın (genetik kodu var)… Doğaya saygı duyacaksın… (Doğanın bizim dandik ideolojilerimizin çok üstünde sert kuralları var.)
    İyilik öyle somut bir şeydir ki, bir kasabada yaşasan veya bir hastanede çalışsan bu iyiler hemen birbirlerini tanır, bulurlar. Bunun kokusu bile vardır sanırım  O iyiler karşıt siyasi görüşte bile olsa, değişik dinlerden veya dinsizliklerden bile olsalar birbirlerini çok geçmeden bulurlar, çoğun dost olurlar, birlikte çalışırlar.
    Buna engel ne vardır. İnsan toplumunun korkunç ölçüde kalabalıklaşması ve insanların birbirini tanıyamaz hale düşürülmesi. Bu yüzden iyiler bu çağda birbirlerini kolay tanıyamıyor uzaktaysalar (ki çoğu iyiye çok uzağız her bakımdan artık) işin içine siyaset giriyor, ekonomi daha fazla giriyor ve karışıklık çıkıyor. Yine de son yüzyılın tüm çığ gibi artan olumsuzluklarına karşın artık daha kolay örgütlenme ve iletişim olanakları var ve bu “iyi”nin tartışılması ve örgütlenmesi için yeni fırsatlar yaratıyor. İyi her yerde her türlü haksızlığa karşı tepkide kendini gösteriyor ve örgütleniyor zaten. Ama parazitler (algı ve düşünce çeldiriciler, çok çeşitli, başında da güncel siyaset geliyor) çok daha güçlü. Buna karşı da mücadele etmek lazım.
    Anarşizme verdiğim değere gelince. Bir arkadaşım yazmış, sen sanatçı adamsın, anarşizm sanatta çok büyük bir ilham verici, başlangıç noktası değil mi diye. Elbette öyle. Anarşizm muhalefette de değerli. Ama insanın bu yapısıyla anarşizm bir toplumun işleyiş biçimi olamaz, bu mümkün değil diyorum ben. Anarşizm bir iktidar varsa vardır, ona karşı değerlidir, belirgin bir iktidar olmadığında o da yok olur. Toplum bu şekilde işlemez, yürümez. O da komünizm gibi bir ütopyadır. Benim savım bu.
    Anarşizmin ahlak konusundaki durumuna gelince. Marx’ın ilk anarşistlerle, Proudhon, Bakunin vb. tartışmasının ana noktalarından biri ahlaktı. Özellikle Rus anarşistleri katı ahlakçıydı, kendilerine göre bir ahlak tanımları vardı, mülkiyet karşıtı ve yukarda belirttiğim ana kaidelere yakın şeyleri savunucu. Ahlakın bu şekilde öne çıkarılmasına Marx karşı çıktı, ötekiler değil. Sonra ahlakı Marx gibi eleştiren anarşistler de çıktı… Yerleşik ahlak da bir iktidar olduğu için… (Yerleşik, modern, kurumsal ahlak genellikle yukarıdaki temel iyilik maddelerini içerir, fakat bunları korkunç derecede yozlaştırır ve ayrıca egemenler lehine pek çok sahte ahlak maddesiyle onu iğrençleştirir.) Anarşistlerin giderek ahlakı da derinden eleştirmesi bu zorunluluktan doğdu, yoksa kendilerin temelde ahlakçı olmamalarından değil. Sonuçta yazıda belirttiğim gibi bu konuya yaklaşımda da hiçbir anarşist birbiriyle anlaşamaz. Tolstoy’un dindar, sorumlulukları hatırlatıcı Hıristiyan anarşizmiyle, Almanya’nın liberal ateist anarşizmi hangi noktalarda ortak bir şey bulacak? Sadece mevcut iktidara ve otoriteye karşı çıkma noktasında. Bu da güzel bir şey, ama bunun için illa anarşist olmak gerekmiyor. Anlatmak istediğim bu.
    Sonuç olarak “iyi” dediğimiz şey tartıştığımız öteki birçok kavramdan daha soyut değil, aksine daha somut (belli bir ölçü içinde somut…) Ahlakın, af edersiniz içine eden egemen güçlerdir, ahlakı küçümseyen, onu soyut kategori ilan eden, son derece yanlış şekilde bize küçümseten de Marksizmdir.
    Sevgiler, saygılar benden de…

  17. Gün Zileli

    tabii bunları tartışıyor oluşumuz çok iyi bir şey Kaan. Ben de idealizm derken tam bunu demek istemiştim. Yani mutlak ahlak kuralları ya da mutlak iyilik diye bir şey yok. Hepsi de görece. Alalım “eşini aldatmayacaksın” kuralını. Yani bu durumda eşini aldatan herkes kötü mü oluyor. Her durumu kendi özelinde almak gerekir. Eşini aldatan biri belki de aslında o özel durumda çok doğru ve haklı bir şey yapıyordur. Öldürmeyeceksin kuralı için de aynı şey söyleyenebilir. Aslında hepsi için de.

  18. soruYorum

    Artı ben de bir iki cümle ilave edeyim. “Eşini aldatmayacaksın” kuralı, mülkiyetçi-devletçi sınıflı toplumlarda geçerli bir kural olabilir ancak. özgür birlikteliklerde, bir başkasına ilgi duyduğun anda, zaten eski birliktelik otomatikman bitmiş olur. dahası, yeniden başlayıp, biten ilişkiler yaşanır. Mülkiyet, miras, veraset benzeri durumlar olmayacağı için, bu kavramlar da kelime dağarından atılır. bunu biliyoruz.

    ikinci ve haklı nokta, “iyi, güzel, doğru vb” kavramlar ideal kavramlar oldukları halde, dediğiniz gibi, örneğin “işçi” kelimesinin anlamından daha “somut” sayılabilirler.

    ancak burda söylenmesi gereken bir nokta da şudur:

    bütün ideal kavramlar, karşıtlarıyla birlikte bir bütünlük oluşturarak tanımlanırlar. örneğin biz adalet kavramına, adaletsizliğe maruz kaldığımızda ihtiyaç duyarız…ya da eğer köle isek özgürlük talebimiz olur.

    zaman zaman belirttiğim bir örnek de şu : eğer ölümsüz olsaydık, yaşam diye bir kelime uydurmaya gerek duymayacaktık.

    selamlar…

  19. Anonim

    Ne güzel, Kaan Hoca ve Gün abi can ciğer kuzu sarması konumunda, tatlı tatlı yazışıyorlar. Biz de keyifle okuyoruz. Fakat aralarındaki dostluğun çok uzun süreceğini sanmıyorum. İkisinin de öz güveni çok yüksek çünkü. Başkalarıyla da girdikleri sert polemikleri hesaba katarsak, bu dostane diyaloğun fazla uzun ömürlü olmayacağını sanıyorum. İnşallah ben yanılırım ama yakın gelecekte Kaan Hoca ve Gün abi minnacık bir mesele yüzünden kapışırlarsa ve birbirleri aleyhinde çok ağır laflar ederlerse hiç şaşırmam. Bu mesaj da burada dursun. İleride “ben demiştim” diye link veririm size.

  20. Kaan Arslanoğlu

    Marksizm ve pozitivizm insan ve toplum konusunda bizi fena halde yanıltmış arkadaşlar. İnsana ve topluma bakışta asıl idealist olanın şu ana kadarki pozitivist, Marksist önyargılarımız olduğunu kabul etmedikçe defalarca yaşadığımız gibi duvara toslamaya devam edeceğiz.
    Şöyle ki: İnsanın birçok “iyi” ve “kötü” özelliği onun genlerinde, kromozomlarında var. Bu yüz binlerce yıl önce doğal seçilimle bize işlenmiş. Örneğin “kardeşlik” duygusu, “dayanışma”, “paylaşma”… Bunlar genlerimizde var. Birbirini öldürme güdüsü, yalan ve aldatma yeteneği vb. Bunlar da genlerimizde var. “Din ihtiyacı, inanma içgüdüsü, veya başka deyişle Tanrı Modülü”… Genlerimizde var. Dini bir kültürel, bir sosyo-ekonomik olgu sanan Marksizm o yüzden durmadan duvara tosluyor. Ben hayatımda olgulara dindar veya ateist olsun, inanç mantığıyla bakmayan tek kişiye rastlamadım.
    Marksizm haklı olarak ve insanlık kültürüne katkı anlamında ekonominin, sosyo-ekonomik sistemlerin kültürler, ahlak, kavramlar, düşünceler, tutumlar üstünde kuvvetli etkiler gösterdiğini bize anlattı. Buraya kadar fena değil. Ama en temel meselede, insan ve toplum meselesinde insanın asıl maddi, asıl materyal özelliklerini, genetiğinden kaynaklanan doğasını bize kültürel bir olgu gibi sundu, bize ekonomik sistemin sonucu gibi sundu. Olay tam tersidir.
    İnsanın tarihi, aydınlanmacıların veya Marx’ın incelediği birkaç bin yıldan ibaret değildir (kaldı ki onu da baş aşağı incelemişler). İnsan ve toplumu etkileyen ikincil güçleri (ekonomik ilişkiler, o günkü kültür, sosyal yapı vs..) abartır, bunların birincil güçleri belirlediğini iddia ederseniz idealizmin önde gideni olursunuz. Zaten Marksizmin somut toplum hayatıyla hiç bağdaşmamasının en önemli sebebi de onun bu idealist özüdür.
    Sonuç: “İnsan doğası” diye küçümsediğiniz kavram sizi her gün döver, yüzlerce yıl da dövmeye devam eder. İnsan doğasıdır asıl maddi olan, esas olan, milyonlarca yıllık maddi gelişimin, milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan. Gösterilebilir, kanıtlanabilir, somut olan. Biz doğanın bu temel yasalarına uyduruk ideolojilerinizle kafa tutamayız.

  21. Anonim

    Kaan Abi, asıl tam tersi….Ekonomik ilişkiler,kültür,hukuk,eğitim kısacası altyapı-üstyapı kurumları insanın doğasını etkiliyor.Mesela Ali Ağaoğlu’nun doğası zengin olmadan önce melek gibiydi,şeker gibiydi belki de..RTE’de öyleydi muhakkak…Eğer ekonomik ilişkiler,din,kültür etkili olmasaydı doğaları da bozulmazdı ihtimalle…naçizane fikrime göre sen marksizmin açığını bulma uğraşısı içindesin. Ulus ve din teorisi yönünden bunu yapabilirsin, gayet anlaşılır. Mesela Ernst Gellner gibi. ama ahlak konusu çok saçma…çünkü ahlak değişkendir,görecedir. örnek hırsızlık ahlaksızlıktır ama benim gözümde bir çalışanın hırsızlık yapıp patronu soyması gayet ahlaklıcadır. ya da budizme ya da şamanizme göre ahlaklııca olan islama göre ahlaksızca olabilir. Tek bir gerçek var. Bu toplumda patron ve işçi var. bu toplumda patronların devletleri,orduları var. işçilerin ise sömürülen emek güçleri. Gerçek ve somut olan bu. yoksa işçilerin bilmem kaç parçaya bölündüğü,çok soyut olduğu moluduğu değil. isterse milyon parçaya bölünsün.somut olan sömürüldükleri gerçeğidir. ve bu sömürülmeyide getirip insanın doğasına,genlerine,ahlakına bağlamak gerçekten ilginç.

  22. Kaan Arslanoğlu

    İşimin çok zor olduğunu biliyorum. 🙂 Üç yüz yıllık pozitivizm, yüz elli yıllık Marksizm dinleri çok güçlü. Her şeyi çözmüşler. Defalarca yanılsa da çözmüşler. Biraz evrim, antropoloji, sosyobiyoloji, sosyoloji vb. araştırmak lazım. Bu görüşleri bilim çevrelerinde savunan giderek artıyor, fakat sanırım sola ve siyasete ilk uygulayan benim. O yüzden Arşimet’e gösterilen tepkileri alıyorum, kaçınılmaz. Yahu dünya nasıl yuvarlak olur, öyle olsa okyanuslar boşluğa dökülür, insanlar aşağı düşerdi.. Dünya tepsi gibi yuvarlak ve düzdür.. Sağ insan gerçeğini daha iyi biliyor, ona uygun siyaset yapıyor, sol bunu inkara kalkıyor, o yüzden yeniliyor. Fakat yanlış anlaşılmasın. Benim kimseyi ikna derdim yok artık. On yıllardır söylüyorum bunları. İsteyen girer araştırır. Benim görevim sadece zaman zaman bunu hatırlatmak, “tebliğ” etmek 🙂

  23. Gediz Nehirli

    Kaan bey şimdi biraz gerçekçi olalım. Marksist olmadığınızı ama sosyalist olduğunuzu söylüyorsunuz ve Türkiye solunu böyle bir siyasi hatta (şimdilik tebliğ düzeyinde) davet ediyorsunuz. Peki bu dediklerinizin bizim sol cenahta, yani sizi okuyup takip eden asıl kesimde bir karşılığı var mı?

    Bugün Türkiye’de en az 100 tane sosyalist parti, fraksiyon, dergi çevresi var. Bunların militanlarını, yancılarını, takipçilerini, sempatizanlarını topladığınızda en az otuz bin kişilik bir kemik kitle vardır herhalde. Daha düne kadar siz de onlara dahildiniz.
    Peki bu kitlenin Marx’ı, Lenin’i ve onlara mal edilen -izm’leri reddetmeleri, yani sizin deyişinizle marksizm dininden çıkmaları gerçekçi bir talep mi? Nasıl olacak bu iş? Sadece tebliğ ederek nasıl olacak?

    Sanıyorum Gün Zileli’nin şöyle bir formülü var: Yukarıdaki paragrafta bahsettiğim otuz bin kişilik örgütlü sosyalist kitlenin dirençli kesimlerini Birleşik Muhalefet Hareketi gibi projelerle bir blok halinde derleyip toparlayıp, bunları AKP karşıtı halk hareketleriyle buluşturmak ve kitlesel eylemler sırasında beliren dayanışmacı, katılımcı bir ruhla Birleşik Muhalefet Hareketi’nin merkezine hakim stalinistleri ortodoks olmayan bir devrimciliğe evriltmek. Anladığım kadarıyla Gün Zileli’nin taktiği bu.

    Ama tarihe baktığımızda bu taktiğin de tutmadığını görüyoruz. 1917 yılında bolşevikler Rusya’daki bütün devrimci fraksiyonlar arasındaki en güçlü örgüt değillerdi. Sovyetler ilk kurulduğunda da azınlıktaydılar. Ama kargaşa ve kaostan faydalanarak kısa sürede sovyetleri kendilerine mal ettiler ve devrimi işçilerden çalarak yozlaştırdılar. Küba’da da böyle oldu, Venezuela’da da. Yükselen dayanışmacı, katılımcı halk hareketini ortodoks marksistler kolayca kendilerine mal ediyorlar. Onların mesleği bu.

    Peki onların karşısında Kaan ve Gün gibi naif solcu entelektüellerin ne kadar şansı var? Sıfırdan bile az değil mi?

  24. soruYorum

    Kaan Hocam,

    istersen cehaletime vere de bilisin ama bence tartışmayı daha temelden ve sorular üzerinden yapmakta fayda olabilir…anlaşılır olma ve “sıkıcı olmama” açısından….tekraren, kafamın kalınlığından olabilir ama şu soruyla başlarsak, yorumunuz ne olur, merak ediyorum.

    “Marksizm uzun bir zamandır devrimci değil” derken savınızın gerekçelerinden biri de “İNSANİ BİLİMLERİ BİLİM SAYMAYAN “BİLİMSEL FELSEFE” olduğunu söylüyorsunuz.

    Açıkçası marksist olmadığım halde, ben de insani bilimleri…örneğin ve bihassa sosyoloji ve psikolojiyi “bili” değil de “disiplin” dahası ideoloji ve din sayıyorum. Marksizmin de din olması gerektiği görüşüne katıldığım DEMİR KÜÇÜKAYDIN HOCAMI DA BU KONUDA ÇELİŞİK BULDUĞUMU ifade etmeliyim….zira zaten din…artı onu “bilimsel sosyoloji olarak tanımlıyor, parantezi kapatayım)…ve sorumu (nihayet!) yönelteyim.

    İyi de…BİLİMİN TANIMI NE? ONU BİLİM OLMAYANDAN AYIRAN FARK NEREDE?

    öteden beri tekrarladığım tanımımı yazmadan önce, bir soru daha geldi aklıma:

    “beşeri disiplinler ( ya da dediğiniz gibi olsun bilimler)” bir genelleme oluyor mu? elmalarla armutlar misali…?

    neyse… devam edersem…

    “bilim bence, doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanabilen ya da ispatlanabilen bilgidir. bu “kesinliktir” onu, bilim olmayandan ayıran nitelik, diye düşünüyorum.

    örneğin matematik ve mantıksal önermeler ki ideal bililer diye geçer..deneye, akıl yürütmeye yani .ispata dayanır (elbette kendi paradigmal mantığı içinde kalmak şartıyla örn. 8-5=3 gibi)

    ya da doğa bilimlerinde kanıtlama kuralı geçerli olan alanlar için kullanabiliriz (gene de bir genelleme!) deneye dayalı bilgilere örnek suyun hidrojen ve oksijen bileşenleri misali.

    ama diyelim, “kriminolojik” bir cinayet de kanıtlanabilir ya da ispatlanabilir. beşeri bilim sayacak mıyız ki yöntemi bilimsel mantık-deney-kanıt ya ispata dayanıyor olabilir gibi.

    AMA ÖRNEĞİN BİZ HANGİ KANIT YA DA İSPATLA, PROLETARYANIN AÇ VE İŞSİZ KALMA İHTİMALİ DOĞDUĞUNDA GREV YAPACAĞINI İDDİA EDEBİLİRİZ?

    Bildiğim kadarıyla psikyatri-psikoloji “bilimleriyle” meşgulsunuz. Bize, yek diğerinin aynı olan insan olamayacağı…hatta her “hastadaki hastalığın, adını koysak da semptomlarının farklı olabileceğini…mesela şizofrenin kişisel bir özelliği olduğunu…söyleyen psikoloji “bilimi” değil mi? Ki zaten siz de yazınızda Freudculuk, Lacancılık olarak değinmiş ve bunun yanlış olduğunu söylemişsiniz.

  25. Artakalan

    Kaan Arslanoğlu ne yazıyor, Gün Zileli’den gelen cevaba bak (Yukarıdaki yorumda). Hocam şu yazdığınızı bir daha okuyun gözünüzü seveyim

  26. Gün Zileli

    baktım ama bir tuhaflık göremedim. Nedir?

  27. Ahmet

    Sayin Arslanoglu

    Din ihtiyacinin, ahlak vb seylerin insanin genlerinde yazili oldugunu soyluyorsunuz, bunun ayni seylerin damarlarimizda akan asil kanda oldugunu soyleyen fasist soylemlerden farki ne?

    Marksizmin din oldugunu ve bunu sola ilk getiren kisi oldugunuzu iddia ediyorsunuz, valla sizden once bir suru insan benzer seyleri soylemisti, ozellikle solun yenilgi donemlerinde benzer seyleri soyleyen bir suru insan cikar. Mesela Rusya’da Bogdanov ve cevresi ( cevresi dediysem icinde Gorki den Lunacarski’ye bir suru yazar ve aydinin yer aldigi bayagi etkili bir cevredir) tipki senin gibi tanriyi kesfetmisti. Turkiye de de 12 Mart sonrasi bir cok solcu tanriyi kesfetmisti. Siz sadece onlardan bir tanesisiniz.

    Sizin asil sorununuz gericiligin dilini kullanmaniz. Mesela Pozitivizm, bu terim cogu zaman burjuva felsefesi anlaminda kullaniliyor. Bu kulturun egemen oldugu donem de modernizmdir bunlara gore. Burjuvazi ise buna akilcilik der buna, egemen olduklari doneme de aydinlnma donemi derler. Bunlar ideolojik tanimlardir ve bu ideolojik terimlerin tek bir amaci vardir, kendi ideolojik posizyonlarini desteklemek. Ister pozitivizm de istersen akilcilik bahsettigimiz burjuva felsefesi ve degerler sistemidir. Kapitalizme ozgudur.

    Bu kavramlari kullanarak toplumu cozumlemeye calisan insanlarin sonunda su veya bu derecede gerici teorilere saplanmasi kacinilmaz. Sizde din olgusunun kulturun vb nin damarlarimizda ki genlerde yattigini savunuyorsunuz. Cok dogal gericigilin dili ile dusunen onu savunur.

    Sana gore grevde ki isci ile grev iscisine saldiran onlari doven guvenlik elemani ikisi de isci.

  28. Kaan Arslanoğlu

    Tüm değerli yorumculara tek yorumla cevap veriyorum:
    Olguyu kişiselleştirmemek için bir arkadaşın Marksistlerin içindeyken niye eleştirmedin onları, daha önce niye eleştirmedin şeklindeki eleştirisini (2-4 nolu yorumcu) Gün Zileli benim yerime cevap verdi diye geçiştirmiştim. Şimdi en son Ahmet beyin yorumu gelince oradan başlayayım.
    Ben bu görüşlerimi her türlü sosyalist çevre içinde 1992 yılından beri olgunlaştıra olgunlaştıra savunuyorum, ilk İnsancıl’daki makalelerle başladım, 1993’de Yanılmanın Gerçekliği kitabını çıkardım. Benzer görüşler çevresinde makalelerim ve kitaplarım (4 teorik kitap) meydandadır.
    Dolayısıyla Ahmet beyin klişe eleştirilerini ilk duyalı tam 23 yıl oluyor. Bunları söyleyen, ama hiçbir şey araştırmadan bilmeden söyleyen en az beş altı gençlik kuşağı eskittim. Onların çoğu bu lafları söyleyip bir süre sonra kapitalist oldular, ben sosyalizmde ısrar ettim. Tabii aynı klişeleri kullanıp hala sosyalist kalanlar var, ama onlar da aynı sıfır küsuratlı oranlarda kalmaktan memnunluk duyanlar. Hep aynı şeyler yineleniyor, bir adım ilerleme, bir cümlecik bilgi gelişimi yok: Genler belirleyiciyse o zaman faşistler haklı (hiç değişmiyor bu klişe, klişeyi yineleyenlerin ise genler hakkında hiçbir bilgisi yok-bu eleştiri en az 60-70 yıllık bir saçmalık). Bunlar yenilgi dönemlerinin ideolojisi, gericilik, dincilik vb.. Bu yenilgi dönemi de hiç bitmiyor. Ahmet bey gibiler çoğunluk oldukça yenilgi dönemi bitmez zaten. Otuz yıldır yeni olarak ne söylesem, bu yenilgi döneminin fikri oluyor. Ahmet bey öğretse de yenenlerin tarafından biraz nemalansam, 30 yıldır deniyorum bir şey yok.
    Dolayısıyla ben kimseyi ikna derdinde değilim derken işte tam bunu kast ediyorum. Dört işlemi bilmeyenlerle fizik tartışmaya çalışmak kadar sıkıcı bir iş. Önce dört işlemi oku deyince de kibirli, küstah oluyorum, en iyisi hiç girmemek.
    Gediz Nehirli arkadaşıma da şunu söyleyeyim ki, benim yaklaşık 40 yıllık sosyalist mücadelemde hiç liderlik hevesim olmadı. Olanları, güven duyduklarımı bazen biraz, bazen sonuna dek destekledim, şimdi de bir lidere güvenirsem onu desteklerim. Bunu yazımda bayağı net yazdım sanırım, teori işi ile liderlik işi farklı kanallar, bunlar bazen kesişiyor, bazen çelişiyor. Lider değilim diye bildiklerimi söylemeyeyim mi, söylerim, yararlanan yararlanır, daha fazla elimizden bir şey gelmez.
    SoruYorum adlı arkadaşa cevap: Psikoloji denince bizde hep Freudcu psikoloji anlaşılıyor. Avrupa psikolojisi Freud ağırlıklıdır, Amerikan psikolojisi çok daha bilimseldir ve Freud cenderesinden kurtulmuştur. Davranışçı psikoloji, sonra onun hataları çoğalınca bilişsel psikolojidir pozitif bilime daha yakın olan. Amerika dünyayı daha çok bilişsel psikolojiyle idare ediyor. Ama benim psikolojide asıl önem verdiğim, solu eğer benimsenirse şahlandıracak olan evrimsel psikolojidir. Bu konuda Türkçe’de az kaynak var, dünyada da çok kaynak yok. Ama bence asıl olan odur.
    Sosyolojiyi de bizim sosyalist teorisyenler çok küçümsediler, liderler de kaldırıp attı. Çünkü onlar her şeyi biliyorlar. Her şeyi bilen ve gören insanlara bilim lazım değil zaten. Onlar 60 yıllık 100 yıllık klişelerle bizi anında tokatlarlar. Marx yazmış, onu ezberleyen rahipler de üstüne bir iki güncel süs kattı mı, tamam. Ama devrim hangi şartlarda ortaya çıkar, ortak özellikleri nelerdir, işçi ne zaman greve gider, grev dalgası nasıl yayılır, bu konular sosyolojinin alanıdır ve ortaya çıkan sonuçlar çok çarpıcıdır. Küçük bir örnek: Bu konuda üç makalemin linki aşağıda. soL portalda çıkmıştı bunlar, ama ana sayfadan ulaşılamıyor. O yüzden zaten bir süre sonra bunları kendi siteme de koyacağım. Fikir verir.
    Saygılar hepinize, Ahmet dahil hepinize, sevgilerimle.
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan-arslanoglu/toplumsal-hareketleri-anlayamamak-1-56671
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan-arslanoglu/kurt-hareketinin-sorunu-cercevelemedeki-basarisi-56982
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan-arslanoglu/dusunurlerin-zeka-yetersizligi-sosyal-kuramlarin-en-onemli-acmazi-57271

  29. Gün Zileli

    Ahmet’in kusuruna bakmadığına sevindim. Bu sitenin müdavimleri onu tanır. Sitemizin “düşünce polisi”dir.

  30. Anonim

    İyi de bilimsel sosyolojinin kurucusu da babası da Karl Marks’tır. Kaan abi zahmet olmazsa bi Demir Abi’nin-Küçükaydın- yazılarını oku. Marksizmi o da eleştiriyor ama Marksist yöntemlerle. Tarihsel maddeciliğin-yani sosyolojinin temel-başlangıç taşı, “varlığımızı oluşturan bilincimiz değil;bilincimizi oluşturan varlığımızdır”, ilkesidir. Ama sana göre bilincimizi oluşturan evrim pisikolojisi, yani insan doğası,özü,genleri…en son yorumunda solcuların-haklı olarak-gerçek sosyolojiyi küçümsediğini söylüyorsun…iyi de gerçek sosyolojinin kurucusu Karl Marks…burada bi yanlışlık yok mu? Saygılarımla

  31. Anonim

    evrim ve getirdikleri “maddi” değilse maddi olan nedir? insan varlığı, evrim sürecinde şekillenmiştir; psikolojisi de genleri de, biyolojisi de. dolayısıyla evrimsel psikolojiyi savunmak tarihsel maddeciliğin zıddı değil bizzat kendisidir.

  32. Ahmet

    Sayin Arslanoglu,

    Alti ustu bir soru sordum, soruya cevap vermemek icin herseyi yapmissiniz, bir de ayak ustu solun yenilgisi uzerime kalmis:-) Insanlarin ahlaki dinsel hatta ideolojik inanclarinin genlerinde oldugunu soyluyorsunuz. Sorum cok basit: Bu soylediginizin Yahudiligin din degistirse bile cikmayacagini iddia eden, bunun nun kaninda oldugunu soyleyen mesela bir nazi ideolojisinden farki nedir?

    Okumadigimi iddia ediyorsunuz, varsayalim okumuyorum, ve yine varsayalim tek okudugum nazilerin irk teorileri ve sizin yukaridaki makaleniz. Beni bu konuda aydinlatir misin?

    Aydinlatamazsin. Cunki nerden bakarsan bak yukarida yazdiklariniz irkci teorilerin temelini olusturur. Buradaki okuyuculara okumalarini tavsiye ediyorsunuz, ama siz niye okumuyorsunuz? Sosyolojiden ve bir cok disiplinden bahsediyorsunuz ama kendi yazinizdaki kullandiginiz terimler bile ya dinden alinma ya da psikolojinin terimleri.

    Sosyolojide mesela mutlak kotuluk diye bir sey yoktur. Mutlak kotuluk dinin iddiasidir. Sen hala kuran kursunda okuduklarinla kalmissin, o yuzen dinin genetik oldugunu dusunuyorsun sonra da insanlara okumalarini oneriyorsun.

    Iddialarin ya ikibin yillik dini hurafeler ya da miadi dolmus, irkcilarin bile savunamayacagi irkci tezler, bir de bize bunlari yeni diye yutturmaya calisiyorsun. Yukarida ki yazinda tek olumlu sey soldaki sansur uzeirne ama onu da senin yazilarina sansur gelince hatirlamissin. Sol da sansur sen yzaraken de vardi. Niye o zaman bunu protesto etmedin?

  33. Anonim

    Ben Ahmet’e bir açıdan katılıyorum. Hiçbir bilim toplumdan, sınıflardan, devletten bağımsız değildir. İnsanların psikolojisini bütün bunlardan kopuk ele alan bir psikiyatri gibi. Sanki bütün toplum çok normal de, asosyal üç-beş kişinin psikolojisi durduk yerde bozuk.

  34. Stalin

    Ahmet selam n’aber ne var ne yok? Londra’dasın galiba… “Kaan yazarken soL’da sansür vardı ama ses çıkarmadı” demişsin de o kafama takıldı. soL’da sansür diye bir şey hatırlamıyorum, duymadım hiç. Olay neydi, bir anlat yahu, aydınlat. Gizlimiz saklımız kalmasın.

  35. kaan arslanoğlu

    Ahmet bey kardeşim, doğal seçilim yasasını, insanın evrimini, bizim kültürel zannettiğimiz birçok tepkimizin (örneğin dışkıdan iğrenmemizin, örneğin yiyeceğimizi paylaşmamızın) doğal seçilim sonucunda daha önce sürüsel yaşayan hayvan atalarımızdan, sonra primatlardan bize intikal ettiğini bu kısacık yerde size nasıl anlatayım? Bunun Nazi ideolojisiyle hiçbir ilgisi bulunmadığını, bu gibi düşüncelerin sizlere Sovyetlerde genetik bilimini yok eden, dünyaca saygın Sovyet genetikçisi Vavilov’u hapiste açlıktan öldüren bilim düşmanı sosyal faşistlerin ve Freudcu liberallerin önkabul ettirdiğini kısacık yerde nasıl izah edeyim. Biraz çaba ve biraz iyi niyet gerekir bilim için. Örneğin evrimci psikolojinin doğal seçilim sonucunda bizde “kültürel” dediğimiz genetik davranış özelliklerinin nasıl geliştiğini izahı en az üç dört sayfa sürer. Chomsky’yi bilir misiniz. Mesela onun insanda doğuştan dil modülü bulunduğu tezi doğrudan sosyobiyolojinin bu çalışmaları sonucuna dayanır. Onu anlatmak için de iki üç sayfa lazım. Sosyobiyologların büyük bölümü sizin sandığınız gibi faşist değil sosyalisttir, en azından kapitalizm karşıtıdır siyaseten veya liberaldir. Evrimci psikologlar da öyle. Bu konunun ırkların üstünlüğü faşist teziyle alakası olmadığını anlatmak için de en az birkaç sayfa yazmam gerek. Bu konuda kitaplar var, benim kitaplarım da var bırakın makaleleri. Tanrı Modülü diye bir şey var, yani insandaki 200 bin yıllık ruhlara inanma, tanrılara inanma tutumunun kültürel, sosyal değil (tabii ikincil olarak onlar da var) esas olarak genetik olduğunu gösteren çalışmalar, kitaplar var. Bunları yazanların Nazilerle hiçbir ilgisi yok, hatta çoğu ateist ve ilerici insanlar. Yani genetiği ve insanı onlar bilmiyor, üç sayfalık yazı okumaya üşenen, okuduğu her şeyi yanlış anlayıp önyargılarına bağlayan Freudcularla, bilimi yok eden sosyal faşistlere hala saygı duyanlar mı biliyor? Sosyal Darwinizm diye bir şey çıkmış diye Darwinizmi faşist mi ilan edeceğiz. Irkçılar kendi milletlerinin genetik yönden güçlü olduğunu iddia ettiler diye genetiği yasaklayacak mıyız? Evrimi inceleyelim, insanın kurtuluş kuramı çıksa çıksa oradan çıkar dediğimde, sosyal bilimlerin üfürüklerine karşı ancak sosyal bilimleri pozitif bilimlere yaklaştırırsak korunuruz dediğimde de mi dindar tavrı gösteriyorum? İnanma ihtiyacı herkeste var, bunun olumlu tarafları kadar olumsuz tarafları da var. Bunun ilacı bilimdir. Siz de muhtemelen bir ateist olarak Marksizmin bilimi tümden reddeden tarikatlarından birinin mürüdisiniz ve bana 70 yıl öncenin Sovyetik genetik düşmanı, evrimbilim düşmanı diliyle binlerce bilimsel çalışmayla tamamen geçersizleştirilmiş diliyle hitap ediyorsunuz ve üstelik yüzde yüz haklı olduğunuza “inanıyorsunuz”. Size göre Chomsk de Nazi kalıntısıdır, Dawkins de, İngiltere’de sol muhalefet hareketinin önde gelenlerinden Chris Knight da Nazidir, sosyobiyolojiyi savunmaktadır, Wilson da ırkçıdır, Vavilov zaten ajandı… Hepsi bu kadar.

  36. kaan arslanoğlu

    SoL’da sansür denen şeye gelince, bir iki laf da onun için yazayım: Sol’da bazı yazılar sansür edilince ,bazı yazarlar bu sansürler nedeniyle çekilince, bildiğim vakalar için hep itiraz ettim, en azından sordum ve rahatsızlığımı dile getirdim. İsim vermeyeyim, ayrılan en az üç yazar için bunu yaptım, kendi yazılarım haricinde sansür edilen en az dört yazı için itiraz ettim, hatta kavga ettim. Bunlar dışa yansımıyor, her zaman yansıması da gerekmiyor, ama bilen biliyor.

  37. Anonim

    Onu bunu ırkçı faşist ilan etmeden önce azcık bilgi ne olur.
    Gen diyene faşist demek solda bir refleks olmuş artık!
    Zerrece evrim bilmezler, genetik bilimi bilmezler, evrimsel biyolojinin, sosyobiyolojinin adını bile duymamışlardır ama dil pabuç gibidir.
    Lisenkodan beri hiç mi gelişmezsiniz kardeşim. Biraz biyoloji bilgisi… Ama zordur okumak, zaman harcamak gerekir. bu nedenle gerek yok. K.Arslanoğluna ırkçı demek çok daha basit kolay bir iş.

  38. Anonim

    Sosyal yada ulusal devrimlere küçük burjuvalar önderlik edemez diye bir kanı yeniden piyasaya sürülmek isteniyor. Yeniden diyorum, çünkü 70’li yılların kahır ekseriyeti soyalizmi bilmeden sosyalist olmuşlarınca bir yerlerden apartılmış bu düşünce kürtlerin havanda su döver misali enerjilerini olur olmaz işlere hasretmelerine neden olmuştu. Bugünküler sosyalizmi bilmedikleri gibi tarihi sayılabilecek tecrübeleri irdelemeye üşeniyorlar anlaşılan.

    Şimdi sayalım, en baştan ve başlıcalarından olmak üzere;
    Karl Marks işçi sınfı ideolojisinin fomülatörü olarak bir küçük burjuvaydı.
    Friedrich Engels bir fabrikatör çocuğuydu, küçük burjuva kategorisini aşkın zengin sınıfa mensuptu.
    Lenin de işçi değildi, bir küçük burjuvaydı.
    Stalin’den Castro’ya, Che’den Enver Hoca’ya, Amilcar Cabral’dan Nelson Mandela’ya, Mao’dan Ho Chi Minh’e kadar hepsi küçük burjuvadırlar. Hiç kimse bunların proleter olduklarını söyleyemez, sınıfsal aidiyetleri buna engeldir. Hiçbiri yaşamı boyunca fabrika işçiliği yapmamıştır.

    Fidel Castro, bir yazısında biraz da kendi sosyal konumunu aklamak için konuya değinir; “Toplumsal ilerlemenin belli aşamasında küçük burjuvalar devrim hareketine öncülük şansı edinebilirler. Ancak siyasal iktidarı ellerinde tutmak için fazlaca şansları yoktur. Sınıflı bir toplumda iki sosyal sınıfın üretimden gelen gücü vardır; Bunlardan biri üreten sınıf olarak proletaryadır, diğeri sermaye ile üretim süreçlerini denetleyen ve egemenliğinde bulunduran burjuvazidir. Bu durumda iktidarı eline geçiren küçük burjuva sınıfı iktidarını sürdürmek için kaçınılmaz olarak sınıf intiharına uğramak zorundadır. Ya çalışan sınıfların özlem ve talepleriyle birleşerek proleterleşecektir yada iktidar nimetlerinden yararlanarak zenginleşecek ve burjuvalaşacaktır. Küçük burjuva olarak iktidarını sürdürmesi imkansızdır.”

    Hiçbir sosyalist ülkede yukarda adını saydığım liderler proleterleşmedi, yoksul sınıflar refah yüzü görmedi, bu ismini saydıklarımdan ilk ikisi (Marks/Engels) hariç ölünceye kadar hiçbiri iktidarı bırakmadı. İktidar koltuğundan ancakki tabutla ayrıldılar. Bir tek Mandela demokratik bir feragat örneği gösterdi, zira sosyalist değildi. Castro hala iktidarda. Küçük burjuvalar öncülük edemez denmesi bu tecrübeler önünde havada kalıyor. Küçük burjuvalar devrimlere öncülük edebildiği gibi iktidar olabilir ve iktidarını da kaptırmadan sürdürebilir.

    http://cebaxcor.blogspot.nl/2012/12/kurtler-pkkyi-asarak-genislemek-zorunda.html

  39. Anonim

    Gün Abi, bak Stalin’in neden Stalin olduğu da belli oldu! Genetik bozukluğa bağlı evrimsel biyolojide meydana gelen sapmaların sosyobiyolojik sonuçlarının bir eseri olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış oldu. Bilgiymiş!!! sen o bilgiyi al Soma’da madende ölen işçilere, Irak’ta,Suriye’de katledilenlere anlat 30 numaralı avukat anonim yoldaş.
    sosyalizmi,anarşizmi öğrendik bitirdik sıra evrim psikolojisine geldi. İllaki bu ülkede her dönem mal bulmuş mağribiler çıkacak. yurtdışından bi şey buluyorlar hemen atlıyorlar. orjinal bize ait bir teori yok.

  40. Şimdi Londra'da olmak vardı

    Genetik olan tanrılara inanma tutumunu sosyalizmdeki kişi kültünde görüyoruz. Semavi dinlerdeki tanrıların yerini sosyalizmin taştan, tunçtan, alçıdan tanrıları alıyor. Marx, Lenin, Stalin de bizim Ahmet’in tanrıları. Ahmet’in genlerindeki tanrılara inanma tutumunu marksizm dini karşılıyor.

  41. Anonim

    32 nolu yorumcuya:
    cehalet anca bu kadar olur. yurtdışında bişey bulunuyor hemen atlıyorlar ha! marxizm, iktisat, sosyalizm teorileri hep yutiçinde bulundu di mi! Gramsci Yozgatın Yerköyünden, Rosa Luxemburg Kütahyalıydı zaten!

    İnsanı anlama iddiasında isen bileceksin arkadaş. Evrimsel biyolojiyi, antropolojiyi bilmeden insanı anladığını zannedersen, işte böyle olur. Bu bir lüks değil zorunluluktur. Matematik bilmeden mühendis olmak istiyorsun, anatomi bilmeden cerrah olmak istiyorsun.
    Biyolojiden zerre kadar anlasaydın böylesine cahilce bir yorum yapmazdınn. Ama sana Marx yeter di mi, o herşeyi çözmüştür! Doğa bilimlerini bilmeye ne gerek var.

  42. dursun

    hadi kelsiniz bari fodul olmayın. cehaletinle övünüyorsun. evrimi ve insanın biyolojik geçmişini bilmeden neyi çözüyorsun arkadaş, nasıl küçümsersin sen evrimi ve biyolojiyi. Bu konuda o kadar bilgisizsin ki küçümsemek için verdiğin örnek bile gülünç, konuyla ilgisiz.
    senin yerinde olsam bu eksiğimi görür ve gidermeye çalışırdım.

  43. Ahmet

    Sayin Arslanoglu ve Anonim,

    Yaziniz cevap vermekten kacinmak icin sorunun cevresinden dolasmis, ayrica uste cikmak icin bir suru sey soylemissiniz, buna benim okumadigimdan tutun da tanri geni tezini savunan biliminsanlarinin aslinda anti kapitalist olduklarina kadar bir suru sey soylemissiniz, Bu arada bu saldirilardan nasibini Lisenko da almis. Hayatta herseyi bilen anarsist trockist ve sosyal evrimci arkadaslarin bildigine eminim ben ama bizi burada izleyen “cahil sosyalist” arkadaslar icin yaziyorum.

    Lisenko Stalin doneminin tarim bakani bir genetik uzmanidir ve saniyorum 1965 yilina kadar bu gorevde kaldi. Oldukca basarili bir tarim bakanidir, ilk kez onun bilimsel calismalari isiginda Sibirya tarima acilmisti, kendisi bitkilerde degisimin dogal ortamla beraber olmasi gerektigini savunuyordu. Ikinci Dunya savasinda Sovyetlerin mesela 1921 de ki gibi aclik cekmemesinin onun tarimda yarattigi devrimin onemi cok buyuktur. O tarim bakani olduktan sonra Sovyet topraklarinda aclik tamamen bitmisti.

    Lisenko ayni zamanda o zamanlar basini Vavilov adli genetikcinin cektigi bir grup genetikci ile yasadigi tartisma ile bilinir. Vavilov unlu bir burjuva bilim adamidir bildigim kadari ile SSCB doneminde kurulan tohum bankasinin kurucusudur, ama daha sonra 1930larin sonunda karsi devrimci bir orgute uye oldugu gerekcesi ile tutuklandi ve cezaevinde ya da kamplarda oldu. O zamandan bu yana bati basini Vavilov’u Lisenko’nun istegi ile Stalin’in tutuklatip oldurttugunu yazar.

    Sayin Arslanoglu’ ya yukarida bir soru sordum kendince bu olayi gundeme getiriyor ki benim asil sorum arada kaynasin. Tabii bir de burada okuyucularin cogunlugu anti stalinist, eh bu durumda essek degiller ya hemen Arslanoglu’nu destekleyecekler diye dusunmus olmali.

    Lisenko olayini ne kadar biliyorsun bilmiyorum ama onu istersen ayrica tartisiriz. Sovyet tarihinin aslinda uzerinde en cok yazilmis konularindan birisidir. Ama biz bastaki sorumuza donelim: Din inancinin ahlak kurallarinin genetik oldugunu iddia etmek irkcilik degil mi? Mesela bir naziye gore ya da dinci bir yahudiye gore yahudilik insanin kanindadir, sonradan ne yahudi olabilirsin ne de yahudilikten cikabilirsin.

    Sen buna cevap vermemek icin bir suru sey soylemissin, hatta tutmus tamami ile baska seyler olan konusma yetenegi ile ilgili tezleri ile Chomski’yi isin icine katmissin, konusma yetenegi fiziksel bir seydir. Ama din kulturdur.

    Ve tutmussun bu konuda bir suru arastirma oldugundan ( sen bir de bunlarin bilimsel oldugunu iddia ediyorsun, hatta bu bilim insanlarinin solcu ve liberal oldugundan hatta ateist oldugundan bahsediyorsun. Ama bu bilim insanlari kimler bu teorinin kaynagi olan arastirmayi kim yapmis bunlara iliskin bir sey soylemiyorsun. Madem sen soylemiyorsun ben soyleyeyim. Ah buna gecmeden once belirteyim ateist olmak irkci olmanin ya da dinciligi desteklemenin onunde engel degildir. Basta Hitler olmak uzere bir cok nazi ateist idi ama bu onlarin ne irkci olmalarini ne de Vatikan gericiligi ile yakindan isbirligi yapmalarini engelledi.

    Bu tanri geni isini kendince bilimsel olarak ortaya atan en azindan ingilizce yazinda Dean Hamer diye bir genetikci. Ayni genetikci yani Dean Hammer 1990larda homoseksuellik geni buldugunu da iddia etmisti. Harward’dan bir biyolog baya patenti filanda var bu alanlarda.

    Tabii bu iddia o zamanlar homoseksulleligin hastalik oldugunu kabul eden dini ve gerici homofobik cevrelerde heyecanla karsilanmisti. Ama sonra bunun palavra oldugu anlasildi, Hammer’in buldugunu iddia ettigi geni tasiyan bir cok kisi gay degildi, tasimayan bir cok kisi de gaydi. Psikoloji bilimi daha 1970lere kadar homoseksuelligin bir sapkinlik hastalik oldugunu kabul ediyordu. Bu arastirma bu iddiayi kanitlamak uzere ortaya atilmis bir iddia.

    Aslinda Dean Hammer’in boyle bir gen buldugu da yoktu. Hammer burada kisaca anlatmaya calisacagim, bazi homoseksuel erkekler uzerine istatistiki bir calisma yapar ve gay erkeklerin kardeslerinin de gay olma olasiliginin kardesi gay olmayanlara gore daha fazla oldugunu bulur. Buradan bir genetik baglanti oldugunu sonucunu cikarir. Hatta beynin genellikle haz mutluluk vb duygularin yayildigi bolgedeki bazi genlere kadar isi goturur. Ama sonra yogun elestiriler karsisinda kendisi de homoseksuellik genini bulmadigini ama boyle bir gen olma olasiligini buldugunu kabul edecektir. .

    Simdi ayni kisi daha sonra tanri geni buldugunu da iddia eder. Sayin Arslanoglu, su an bu genin oldugunu iddia eden herkesin dayandigi kisi Dean Hamer’dir. Hamer’in bu iddiasini The God Gene: How Faith Is Hard-wired Into Our Genes adli kitabinda anlatir. Tanri inancinin genetik oldugunun iddiasinin temeli bu kitap anladigim kadari ile.

    Dean Hamer VMAT2 diye adlandirdigi bir genin insanin dini inanca sahip olmasini guclendirdigini iddia eder. Dini inancin temeli budur ona gore, ama cevresel ve kulturel faktorlerde bu konuda rol oynar. Bu gen aslinda insanin ruh halini ( yani mutlu vb olup olmamasini) duzenleyen genlerden birisidir. Daha dogrusu bu gen vucudun salgiladigi ve bu tur ruh halini etkileyen monoaminlerin uretimini duzenleyen genlerden birisidir o kadar. Bu noktada Hamer’in buldugu bir tanri geni degil ama mesela psikolojik tedavi icin alinan ilaclarin etkisini yaratan bir gendir. Dogal olarak bu genin ilac firmalari icin ne kadar onemli oldugunu soylememe gerek yok sanirim.

    Ama bu gen bir tanri geni degil. Zaten Hamer’in kendisi daha sonra tipki Homseksuellik geninde oldugu gibi geri adim atacak ve bu genin insanin dini olmasinda eger varsa bile cok az bir etkisi oldugunu kabul edecektir. Bu konuda bakin http://www.nytimes.com/2004/11/02/health/02book.html?_r=0

    Ama Hamer’in niye boyle bir sacmalikta bulundugunu yukarida ki New York Times makalesinde aktarilan kendi sozleride acikliyor zaten. Dinselligin bizim fiziksel ve ruhsal sagligimiz icin iyi olduguna iliskin yeteri kadar delil vardir. Inanc insani hem iyi yapar hem de daha iyi insan yapar.

    Yani adam siradan dinci gibi dusunen birisi, ve o yuzden dincilige bilimsel bir temel olusturmaya calisiyor. Eger dinsellik insani daha iyi yaparsa o zaman okullarda cocuklara dinini ogretelim. Ne de olsa genlerinde var.

    Yine tekrarliyorum, din. iyi ahlak gibi seylerin insanin genlerinde bulundugu irkci bir teoridir. Bunu kimin soyledigi bir onemi yok. Ama bu teori emekcileri kontrol altinda tutmak icin dinciligi yayginlastirmaya calisan herseyi dincilestiren emperyalist ulkelerin ve Turkiye gibi dinci devletlerin ideolojilerine uygun oldugu cok acik.

  44. Anonim

    Evrim kuramının hemen her ülkede aşırı dincilerin sataşmalarına uğraması, bu çok önemli kuramı yaratılış-doğal gelişim tartışmasına sıkıştırıyor. İnsanın biyolojik bir evrimin son halkalarından gelişmiş bir hayvan mı, yoksa dünyada birdenbire ortaya çıkan Tanrının sevgili kulu mu olduğu üstünde yürüyen tartışma önemsiz değil.
    Fakat evrim kuramından, insanın temel sorunlarının nedenlerini anlamakta ve bunlara çözüm yollları bulmakta da yararlanabiliriz. Kuşkusuz bu yaklaşım ilkinden daha önemli, daha hayati. Ama çoğu bilim insanı ve aydın, kuramın böyle açılımlara olanak verdiğinden habersiz.

    Evrimsel psikoloji bizlere insanı daha iyi anlamakta ciddi bir şans sunuyor. Sözünü ettiğim bilim dalının temel önermesi şu: Modern insanın atası olan primat, 3 küsur milyon yıl önce, şimdiki modern insansa yaklaşık 150 bin yıl önce ortaya çıktı. İnsan bu çok uzun sürecin yüzbinlerce yılında avcı-toplayıcı sürü-kabile yaşantısı içindeydi. Beyni, zekası, yetenekleri, son 10 bin yıla dek, avcı-toplayıcı toplumun çok çetin yaşam koşullarının gerekleri doğrultusunda yaşamda kalabilmek ve üreyebilmek üzere evrimleşti.

    Sadece bu değil. Bizim kültür dediğimiz ve sadece sosyal bir olgu (ekonomik temelli kabul etsek de sosyal bir olgu) saydığımız davranış ve anlayış kalıplarımız, aslında doğal seçilimin sonucu olarak gelişen psikolojik reflekslerdi. Çok basit bir örnek verelim. İnsanın dışkıdan iğrenmesi. Pislik duygusu. İnsanda söz konusu kültür ögeleri durup dururken ortaya çıkmadı. Veya pislikle karşılaştıktan sonra hastalanıp ölenleri gördükçe insanların bilinçlerinde bir kıvılcım çakması ve bu sakınımın eğitimle sonraki kuşaklara aktarılmasıyla oluşmadı. Elbette bir kez ortaya çıktıktan sonra bu yaklaşım “sosyal kültürün”, eğitimin içine de girdi. Ama temelde genetik kodlarımıza işlemiş psikolojik bir düzeneğin üstünden doğdu o kültür. Şöyle ki, dışkıyla pislikle içlerinden öyle geldiği için haşir neşir davranan bireyler daha çok hastalandılar, öldüler. Rastgele süreçler sonucu genetik bakımdan dışkıdan, sair pisliklerden uzak kalmayı yeğleyen bireyler ise daha çok yaşadılar, daha çok ürediler. Bunun sonucunda dışkıdan iğrenen bireyler insanda çoğunluğa geçti ve o da kendi kültürünü oluşturdu.

    Kısaca özetlediğim bu yaklaşım çevre mi genetik mi, kültür mü biyoloji mi kısır tartışmalarına da yeni bir çıkış olanağı sunmakta.

    Fakat avcı-toplayıcı toplum sorunlarına çözüm bulmakta seçilime uğrayarak evrimleşmiş insan beyninin yan ürün sayılan olanaklarıyla müthiş bir teknoloji, büyük bir “uygarlık” yaratması asıl sorunu oluşturuyor. Teknoloji ve sistem yaratmada, milyonluk kentler, milyarlık devletler kurmada pek zeki görünen insan türü, akıl kapasitesi bu yarattığı canavarlarla baş edecek düzeyde bulunmadığı için son 10 bin yıldır büyük sıkıntılar yaşıyor.

    Evrimsel psikoloji bugün için yalnızca insan sorunlarına tanılar koyuyor. Marksist yaklaşımla nerede bağdaşıyor, nerede çelişiyor, henüz ortaya kapsamlı ve nitelikli biçimde dökülmediği için bu tanılar bazen kaba kalıyor, bazen ayrıntılarda boğuluyor. Sorunların çözümü noktasında ise pek bir şey önerdiği yok (tıbbi yaklaşımlardaki ufuk açıcı katkıları dışında). Öteden beri insanlığın problemlerini sosyalist bakışla ele almaya çalıştığımdan, evrimbilim düşüncelerime 20 yıl önceden yön vermeye başlamıştı. İleri sürdüklerim evrimsel psikolojinin verileriyle asla sınırlı değil, ama o disiplinden ileride daha çok yararlanacaktır.

    Önemli sosyalist kuramcı Hikmet Kıvılcımlı’ya da benzer şekilde bakıyorum. Mesela Kıvılcımlı’nın “antika tarih” tezi. Bu teze göre burjuva toplumuna kadarki eski tarihte, sürece yön veren asıl çatışma uygarlık-barbarlık çatışmasıydı. Bir uygarlık ortaya çıktıktan sonra gelişme aşamasına girerdi genellikle, ardından yozlaşma aşaması gelirdi. “Uygarlık” sınıflı bir sistemdi, binlerce yıl köleci bir sistem olmuştu ve içindeki uzlaşmaz karşıtlıklar nedeniyle yozlaşmaya sürüklenmesi kaçınılmazdı. Uygarlıklar sürekli biçimde çevrelerindeki değişik gelişmişlik aşamalarındaki barbar toplumların saldırılarına uğrarlardı. Sistem yozlaşmaya başladığında bu saldırılara karşı koyamaz ve barbarlarca yıkılır, ele geçirilirdi. Ardından muzaffer barbarların eski uygarlık kalıntıları üstünde hızla gelişmesiyle ortaya çıkan yeni bir uygarlığa geçilirdi.

    Bu kuramda beni asıl ilgilendiren, barbarların niteliğiyle ve söz konusu başarı nedenleriyle ilgili saptamalardır. Kıvılcımlı’ya göre barbarlar ilkel komünal toplumun ilkel sosyalist geleneklerini bünyelerinde kuvvetle taşıyan topluluklardı. Evrimci psikolojiye göre de insan esas olarak türsel yaşam sürecinin yüzde doksan dokuzunda ilkel komünal refleksler geliştirmiş bir canlıysa, bu son 10 bin yılın sınıflı toplumları nereden çıktı? İnsan doğası gerçekte sosyalizme mi uygun? (Kapitalizm yanlısı veya tarafsız düşünürlerin söylediklerinin aksine.)

    Bir şey daha var: Kıvılcımlı’nın ilkel sosyalist barbarları ilkel faşistlere de pek benziyorlar işin doğrusu. Ve af buyurun, sosyalizmle faşizm birbirine bazı yönlerden hayli benziyor. Bu bir dokundurma değil, samimi bir saptama. Benim kafamdaki sosyalizmin “özgürlükçü” değil, toplum yararını her şeyden öne alan disiplinli bir sosyalizm olduğunu pek çok kez belirtmiştim. O bir yana, dün ve bugün siyasal ve askeri başarıyı getiren, yığınları peşinde sürükleyen yoksa sosyalist kültür değil de, insanlığın faşizme yatkınlığı mı?

    K.ARSLANOĞLU
    Tüm bu sorunsala bir başka noktadan başlangıç niteliğindeki uzun yazım içinkaanarslanoglu.blogspot.com adresine tıklanabilir.

  45. Anonim

    http://www.bilimvegelecek.com.tr/?goster=92

  46. darwin

    Temel kavramlarını Darwinin ortaya koyduğu bugünkü anlamda evrim teorisi, çok çok kabaca özetlenecek olursa iki temel mekanizmaya dayanır:
    1) Tür içi genetik çeşitlilik
    2) Doğal seçilim
    1…..Bir canlı türü istediği kadar genetik olarak ortak olsun, küçük bile olsa bireyden bireye değişen kalıtım malzemesine sahiptir. Bu çeşitlilik rastgeledir(gelişigüzel değil rastgele; anlamları farklıdır) bir amaç gözetmez. İşte bu çeşitliliğin ana motoru genetik mutasyonlardır.

    2…. Bu genetik çeşitlilik ve gen havuzu içinde, çevre koşullarına en uygun olanı ve bireyi o çevrede yaşatmayı başaran ya da yaşaması için avantajlı hale getiren en uygun genler ÇEVRE TARAFINDAN SEÇİLİRLER. (Doğal seçilimin kavranması, göründüğünden çok daha zordur)

    Mutasyonlar olmasaydı…. Doğal seçilimin destekleyip öne çıkaracağı ya da eleyeceği bi çeşitlilik olmazdı. Canlılık varolamazdı.

    Doğal seçilim (bu tartışma için çevre koşulları anlamında kullanalım) olmasaydı, genetik farklılıkların çevreye uyum sağlama anlamında başarısını ölçecek bir mekanizma olamazdı. Sonuç: Canlılık diye bir şey olamazdı.

    Genetik mi çevre mi tartışmasının kökeni çok daha eskiye dayansa da ampirik gözlemler hariç, bilimsel bir terim anlamında “çevre”nin ne anlama geldiğinin kavranması 19 yüzyılın sonudur, genetik ise aynı döneme denk gelse de Darwinden farklı bir kulvarda Mendelden başlamıştır. Genetik içeriğin tanımı 1950lerdir. (DNA nın keşfi) Genetiğin en büyük başarısı olan human genom Project 2000li yıllardır.

    Kısacası şu: “genetik mi önemlidir çevre mi” sorusu bir bebeğin oluşmasında anne mi daha önemlidir baba mı sorusu gibidir.
    Hangisi daha Primer, sekonder diye bir şey olamaz.

    Önemli bir konu daha: kültürel ve sosyal davranışların birebir genlerle açıklanamaz. Yani “saç rengi geni, barsak kanseri geni” vs vardır ama “cesaret geni” “tanrıya inanma geni”ya da “devrimcilik geni” diye bir şey yoktur. Genetik malzeme eğilimler sunar sadece. Uygun çevre koşullarıyla bir araya gelen genetik malzeme davranış örüntüsünü belirler. K.Arslanoğlunun genetiği bu anlamda kullandığını zannetmiyorum, eğer değilse kendisi açıklasın.
    Sosyal davranışlar asla bir genle belirlenemeyeceği için bir genetik mutasyonla pısırık birisi cesur, faşist bir tekel işçisi ani bir mutasyonla komünist olmaz!
    Ancak… Eğilimler dedik, insan davranışları “genetik malzemenin çevre koşulları ile birleşimi” sonucu ise genetiğin etkisini yok sayamayız. Bazı insanlar genetik olarak içedönük, pasif diğerleri atak, risk almaya eğilimli olabilir. Davranışların
    çok faktörlü de olsa, birebir deterministik olmasa da (yukarıda andığım çevresel faktörler nedeniyle) genetik bir temeli olduğu temelsiz bir yaklaşım değildir.
    Michael Shermer iyilik ve kötülüğün bilimi (varlık yayınları) nde ahlakın evrimsel kökenlerini araştırır; fedakarlık, paylaşma, özveri gibi davranışları evrimsel perspektiften açıklar. Yine Serol Teber aynı konuyu Marxist bir pencereden işlemektedir, başta davranışlarımızın kökeni kitabı olmak üzere çeşitli yazılarında.
    (Bunları popüler kitap bulup bilimsel makalelerin referanslarını da verebilirim)
    R.Dawkins gen bencildir de genler gibi “mem” terimini ortaya atar ki konuyla ilişkilidir, istenirse detaylandırabiliriz.

  47. darwin

    Edward Wilson şunları der:
    *genler ille de belli bir davranışı değil, belli davranışları geliştirme kapasitesini, bu davranışları belli çevrelerde geliştirme eğilimini içinde taşır.

    **Kalıtsal olan olanaklar ve olasılıklar örüntüsüdür.

    ***Genetik eğilimler aşılabilir, tutkular tersine çevrilebilir ya da yeniden yönlendirilebilir ve ahlak değiştirilebilir.
    ****Biyolojik evrim ile kültürel evrim etkileşimi yeterince keşfedilmemiştir.

    Yukarıdaki önermeler bilimsel açıdan savunulabilir önermelerdir ve kimse bilimsel temelleri yoktur diyemez. (Sosyobiyoloji konusunda Stephen Jay Gould ile Lewontin’in karşı makaleleri yararlı okumalar olabilir)
    KA, (benim okuduğum metinleri kapsamında konuşuyorum) bildiğim kadarıyla bunlardan fazlasını söylememiştir. (yanılıyor olabilirim, eğer öyleyse lütfen belirtilsin. KA, fazlasını söylüyorsa o da belirtsin lütfen)

    Sosyobiyoloji tartışmasını derinleştirmek ve üzerinde düşünülmesi için vereceğim son bir örnekle yazıyı noktalayayım.
    Termitler (karıncaya benzer bir çeşit böcek) hasta ve yaralı bireylerini yiyen, dışkılarını yiyen bir canlı türüdür.
    E.Wilson’un kültürün biyolojik temeli ile ilgili bu örneği verir. Der ki: eğer termitler bizim gibi “uygar olsaydı, hasta ve yaralıların yenmesini destekleyecek, bireysel üremeden kaçınacak, dışkılarının değiş tokuşunu ve tüketilmesini ayine dönüştürürlerdi. Kısacası “termit ruhu”, insan ruhundan çok değişik olurdu.

  48. kaan arslanoğlu

    Ahmet beyler kardeşlerim,
    Buraya cevap olarak kitap yazsam, siz yine soruma cevap vermedin, diyeceksiniz. Çünkü niyet ne soru sormak, ne bir şey öğrenmek. Dean Hamer’ı tanımıyorum, ondan bir şey öğrenmedim, daha önce bahsettiğim tezler çok daha geniş kaynaklara dayanır. Fakat sizinle “tartışmayı” sürdürmek değil niyetim; bu bir bant kaydıyla tartışmaya benziyor. Şöyle ki, tartışmak için temel dil bilgisi, temel mantık gerekiyor. Sorunuz temel mantığa, temel dilbilgisine aykırı, nasıl cevap vereyim. İnsanın genlerinde inanma eğilimi var dedim diyelim. Evet öyle. Özel olarak buna dinsel inanma eğilimi var da diyebiliriz. Dinle ırkın ne alakası var. Din, millet, ırk kavramları farklı kavramlardır, farklı sözcüklerdir. Her ırktan, her milletten Müslüman, Hıristiyan, Budist, hatta Yahudi vardır. Dolayısıyla eğer siyah ırktan kişiler Müslümanlığa eğilimlidir, beyaz ırktan insanlar Hıristiyan olurlar gibi bir şey deseydim beni ırkçı diye suçlayabilirdiniz. Şu talihsizliğimize bakın ki, güya felsefe tartışıyoruz, ama kelimelerin anlamlarına kadar düştük. Veya deseydim ki Alman ulusu Protestanlığa, Türk ulusu Müslümanlığa yatkındır. Bu da ırkçı bir sav olmazdı, ama genel anlamıyla böyle suçlayabilirdiniz beni veya en azından aşırı milliyetçi, kafatasçı veya faşist diyebilirdiniz. Tekrar ediyorum, inanma eğilimi ve özel olarak dinsel inanç eğilimi tüm ırklardan ve tüm milletlerden insanların, ırk ve millet farkı gözetmeyen bir eğilimidir. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla tüm ırklara, milletlere özgü bir özelliktir. Dolayısıyla böyle bir tezde ırkçılık olmadığı gibi, içinde milliyetçilik bile yoktur, ama tartışmanın buraya varması genel olarak bilgi düzeyimiz bakımından çok ağırıma gidiyor. Son kez, sağlıcakla kalın, hoşçakalın ve saygılar efendim.

  49. Ahmet kaçma cevap yaz

    Kaan hoca ayrımcılık yapmıyor. Bütün insanlarda inanma eğilimi geni var diyor. Daha nasıl savunsun kendini adam? Bu arada bir şeyi merak ediyorum Kaan hocam. Bu tarz görüşleri savunduğunuz halde TKP’ye nasıl üye olabildiniz? Sizin gibi birini nasıl aralarına aldılar?

  50. asl'olan yolculuk

    KA arıyor… Yaklaşıyor… Arıyor…. Kıyısına gelmiş… Çok “yükseklerde!” Aradığı o tepenin biraz altında! İniş, çıkıştan her zaman daha zordur! Azıcık inmesi gerekir; “egosundan”, bildiği “yanlışlardan” arınması için azıcık aşağıya bakması gerekiyor! O “çiçek” orada! (Bu belki çok sol entelektüelin de sorunu; yazık ki hiç de orjinal değil!)

    Arayış, aradığına ruhunu yatıranlar için her zaman uçurum kıyısı yolculuğu… “Büyük” şeyler, her zaman uzaklarda, yalçın kayalıklarla yükselen zirvelerin tehlikeli yamaçlarında… O “çiçek” orada… Bir ful, ya da gardenya’dan daha güzel kokar! Bilinmeyen kokusuyla ve kimsenin henüz bilmediği parlak beyaz taçyapraklarında tüm bir hayatı değiştirmeye değer bir “çiçek” O!
    Sorun KA’nun değil… Aramayanların… Arayışında yalnız oluğunu düşünüyor… Elbette değil! Bu “dönem” böyle sanılan bir süreç…

  51. O.Gürsel

    Bu yazı bir yanı ile “bütünlüğü” aktaran bir yazı. Tinselliği atlayan bir “pozitivist-bilimsel” objektif-bilimsel makale. Okunsun amacıyla kısaltmaya çalıştım… Orjinalini net’te bulmak kolay…
    Tinselliğe ulaşmak kolay değil; son iki yüz yıl “bizi” bilimsel “manyak” yaptı… Bu makale de “bilimsellik” yanı ile bence çok iyi… “Manyaklık” olarak da’
    Ama Gen-Mem meselesi her zaman çok özen gerektirmeli; “Gen’ler imkanları gerçekleştirir…” Bu aynı zamanda “imkanları-doğasını inkarı da mümkün kılar” olasılığını düşündürmeli….
    Bu konuda daha “temel” bir yazı düşünüyorum… ama bu yazıyı alıntılamak da yararlı olacak diye düşündüm…
    ****
    Hayatımıza sahip çıkmak, günümüz kaosunda “başa dönmeyi” gerektiriyor…
    Şu “zavallı” dünyamızda, emperyal çıkarlar ve tarih öncesi tutkuların savaşında, salt bu “aptalca” savaşın milyonlarca insanın hayatını alt üst ettiği zamanlarda “ne idik, ne olabiliriz” sorularına kafa yormanın gerektiğini sanıyorum… (OG)
    ********************
    Alan Woods – Ted Grant
    Aklın İsyanı
    Marksist Felsefe ve Modern Bilim


    Biyolojik determinizm, indirgemeciliğe sıkı sıkıya bağlıdır. Meselâ insanların davranışının bireylerin sahip oldukları genler tarafından belirlendiğini iddia eder ve böylece tüm insan toplumunun, o toplumdaki tüm bireylerin davranışlarının toplamının egemenliği altında olduğu sonucuna varır. Bu genetik kontrol, “insan doğası” terimiyle dile getirilen eski fikirlere denk düşer..bu düşünceler sağcı politikacılar tarafından sevinçle oraya buraya çekiştirilir. Onlara göre

    toplumsal eşitsizlikler birer talihsizliktir, ama bunlar kalıtsaldır ve değiştirilemezler; bu nedenle de toplumsal araçlarla bunların çaresini bulmak imkânsızdır, çünkü böyle davranmak “doğaya karşı çıkmak” olur. Bu düşünce Amerikan üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan Bencil Gen* adlı kitabında Richard Dawkins tarafından dile getirilmiştir.

    Evrim mekanizması genler ile çevre arasındaki diyalektik karşılıklı ilişki tarafından koşullandırılır. Darwin’den önce Lamarck farklı bir evrim teorisini öne sürmüştü; ona göre, bireyler kendilerini doğrudan çevrelerine uyarlıyorlar ve bu modifikasyonlar kuşaktan kuşağa geçiyordu. Çevrenin kalıtımsal malzemeyi doğrudan değiştirdiği düşüncesi Lisenkoculuk** kılığında Stalinist Rusya’da yeniden ortaya çıktıysa da, bu mekanik yorum tamamen gözden düşmüştür.

    İnsan evrimi hem bir “doğaya” hem de bir “tarihe” sahiptir.
    Genetik hammadde, toplumsal, ekonomik ve kültürel çevreyle dinamik bir ilişki içine girer. Biyolojik ve “kültürel” öğeler arasında sürekli bir ilişki olduğundan, bu iki şeyden herhangi birisini yalıtık bir şekilde ele alarak evrim sürecini anlamak imkânsızdır.

    …Kültür bir kuşaktan diğerine geçer, ancak istisnai bir biçimde, yani öğretim ve örnek alma yoluyla… insan toplumunu hayvanlar âleminin geri kalanından ayıran belirleyici özelliklerden biri budur.

    İnsan gelişiminde genlerin hayati rolünü inkâr etmek imkânsızdır, dahası genlerin bu rolü materyalizmle en küçük bir çelişki içinde de değildir. Peki bundan “her şeyin genlerde yattığı” mı çıkar? Ünlü genetikçi Theodore Dobzhansky’nin sözlerine kulak verelim:
    En çağdaş evrimciler, canlı bir türün çevresine uyarlanmasının, biyolojik evrimi itekleyen ve yöneten baş etken olduğu kanısındalar.
    Ve yine:
    Ne var ki kültür, onun başlamasına ve ilerlemesine yol açmış olan biyolojik süreçlerden muazzam ölçüde daha verimli olan bir uyarlanma aracıdır. Diğerlerinden daha verimlidir çünkü daha hızlıdır.


    Biyologlar organizmayı iki kısma ayırıyorlar, genotip olarak bilinen genetik yapı ve fenotip olarak bilinen dış görünüşe ait özellikler. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi basit bir neden-sonuç ilişkisi olarak değerlendirmek yaygın bir hatadır. Bu görüşe göre genotip fenotipten önce gelir ve bu nedenle de denklemdeki belirleyici öğedir.

    … genotip ya da her hücrenin çekirdeğinde bulunan genler, seyrik mutasyonlarla beraber az çok değişmezdirler. Fenotip … organizma ile çevre arasındaki diyalektik karşılıklı etkileşimin ürünüdür. Eğer Albert Einstein New York’un yoksul bir mahallesinde ya da yoksul bir Hint köyünde doğmuş olsaydı, onun genetik potansiyelinin pek de bir kıymeti harbiyesinin olmayacağını görmek için çok da zeki olmak gerekmezdi.
    Genetik incelemeler idealizme kesin bir yanıt sunmaktadır.
    Hiçbir organizma bir genotip olmaksızın varolamaz…Aslında, eğer kalıtım kusursuz olsaydı, evrim diye bir şey olmayabilirdi, çünkü kalıtım tutucu bir güçtür..Fakat genlerde …ara sıra kusurlu bir kopya üretilir: mutasyon. … Belli bir noktada, küçük değişimler nitel bir aşamaya ulaşır ve yeni bir tür oluşur. Doğal seleksiyonun anlamı budur. Yaklaşık dört milyon yıldan bu yana her canlı varlığın –bitkilerin ve insanlar da dahil hayvanların– genleri bu şekilde oluşmuştur. .. Organizma ile çevre arasındaki diyalektik ilişkide, fenotipe ilişkin bilgi dönüp genotipe akar. Genler kimin hayatta kalacağını kimin yok olacağını belirleyen çevre tarafından “seçilirler”.
    Genetik kod insan “çerçevesinin” oluşturulmasında hayati bir rol oynarken, çevre, bunu dolduracak ve davranış ve kişiliği geliştirecek şekilde iş görür… ki bir kişinin kalıtımsal yapısını değiştirmek mümkün olmasa da, çevreyi değiştirmek tümüyle mümkündür. Bir bireyin potansiyelini geliştirmenin yolu, onun çevresini geliştirmektir.
    ..

    Bazı genetikçiler biyolojik determinizm ya da genetik determinizm tuzağına böyle düştüler. E. O. Wilson ve Richard Dawkins gibi sosyobiyologların durumu da budur. …
    Marx ve Engels, “insanın kendini yarattığını” açıklamışlardı. Tıpkı bilinç gibi insan doğası da egemen toplumsal ve ekonomik koşulların ürünüdür. …
    Aslına bakılırsa, Dobzhansky’nin işaret ettiği gibi “insan doğası” denen şey insanlık tarihi boyunca birçok kez biçim değiştirmiştir:

    Ne IQ için ne de başka bir kişisel özellik için genlerin organizmayı belirlediği söylenemez. Bir insanın ebeveynlerinden kalıtsal olarak devraldığı genler ile, insanın boyu, kilosu, metabolik hızı, hastalığı, sağlığı ya da diğer sıradan organik nitelikleri arasında bire-bir bir çakışma yoktur … her organizma yaşamın her aşamasında genler ile çevre arasındaki etkileşimin eşsiz bir ürünüdür.

    Öjenik, Darwin’in kuzeni olan Francis Galton tarafından 1883’te türetilen bir sözcüktü. İnsan soyunu “ıslah etme” arzusu genellikle, belli bir grubun –bir ırkın, ulusun, toplumsal sınıfın ya da cinsiyetin– “üstünlüğü”nü kanla ya da “iyi yetiştirme”yle kanıtlamaya çalışanların ileri sürdüğü sözde bilimsel teorilere aittir. En akıldışı ve en tiksindirici önyargılara entelektüel bir saygınlık görüntüsü vermek için, bu tip gerici saçmalıklara her zaman sahte bir “bilimsel” hava verilir. “Özgürlükler ülkesi” Amerika, “biyolojik olarak aşağı” olanların zorla kısırlaştırılmasına dönük yasaların çıkarılmasıyla öjenik hareketin zaferine tanık olmuştu.

    Indiana eyaleti ilk kısırlaştırma yasasını 1907’de kabul etti. Bu uygulama bir uzmanlar kurulunun tavsiyeleri üzerine, deli, embesil ya da moron olarak …
    1930’larla birlikte Amerika’nın 30 eyaletinde kısırlaştırma yasaları kabul edilmişti, tedavisi gerekli görülenler arasında alkolikleri ve uyuşturucu bağımlılarını ve hatta körlük ve sağırlığı da ekleyip genişleterek. Bu kampanya 1927’de Yüksek Mahkemenin Buck-Bell davasında Virginia kısırlaştırma yasasını sekize karşı bir oyla kabul etmesiyle doruğuna ulaştı…
    1935 Ocak ayına kadar ABD’de öjenik amaçlarla 20.000 civarında zorla kısırlaştırma yapıldı. Laughlin bu ağın “evsizleri, serserileri ve yoksulları” da içermesini istemişti ve en ateşli biçimde Nazi Almanya’sında kabul görmüştü. Almanya’da Erbgesundheitsrecht, 4000’i kör ve sağır olmak üzere 375.000 kişinin kısırlaştırılmasına yol açmıştı. ABD’de 30.000 kişi kendi iradeleri dışında kısırlaştırılmıştı.


    Sacramento İnsan İlişkileri Bürosu Islah Müdürü ile beyin cerrahisi için uygun adaylar arayan California Üniversitesi Tıp Merkezi Hastaneler ve Klinikler Müdürü arasında 1971 yılında gerçekleşen bir yazışma… Müdür, cerrahi bir çözüm için “beyinde, daha önceden zarar görmüş olabilecek ve şiddet olaylarının odağı olarak hizmet edebilecek merkezleri saptamak amacıyla … cerrahi ve teşhis yöntemlerini” uygulamak için “muhtemelen ciddi nörolojik hastalıklardan dolayı agresif, yıkıcı davranışlar göstermiş olan” uygun mahkûm adaylar istiyor.
    Verilen yanıtta, “aşırı militanlık, önderlik yeteneği ve beyaz topluma açık düşmanlık … nedeniyle nakledilen” bir aday öneriliyor, bu aday “Nisan 1971’deki bir grevin birkaç önderinden biri olarak saptandı… Dahası yaklaşık olarak aynı dönemde çığ gibi devrimci meteryal okuduğu da açıktı.” Bu saplantılı ideolojiler politik gericiliğin teorik zeminidirler. …Şu anda bile, ABD’nin 22 eyaletinin kanun kitaplarında kısırlaştırma yasaları mevcuttur.
    .. “Şiddet oranını %1 azalttığımızda ülke 1,2 milyar dolar tasarruf eder” diyor Amerikalı psikolog Adrian Raine.
    …Her şeyi toplumsal koşullardan türeyen toplumsal sorunlar olarak kavramaktan ziyade genetik ya da biyolojik bozukluklara atfetmek, bazı çevrelerde gittikçe moda haline geldi. Genetik determinizm ekolü, her toplumsal sorunu genetik düzeyine indirgemekle bundan her türlü gerici sonucu türetti. …
    Irk ile suç ya da toplum karşıtı davranışlar arasında genetik bağlar kurma sonucuna götüren düzmece araştırmaların tehlikesi her zaman mevcuttur. Nüfusun %12,4’ünü siyahların oluşturduğu ABD’de, şiddet suçundan tutuklananların %44,8’inin siyahlar olduğunu gösteren istatistiklerden yanlış sonuçlar çıkarılabilir. Scientific American’daki aynı makalede şunları okuyoruz: “Görünüşte objektif olan biyolojik çalışmaların, toplumsal ve kültürel farklılıkları tam bir kör gibi görmezden gelerek, saptırılmış biçimde ırksal şablonları güçlendirebileceğinden endişe duymak için gerekçeler mevcuttur.” Bu tehlike nedeniyle, ırksal azınlıklardan alınan kan ve idrar numuneleri konusunda boykotlar yapılmıştır. Bu yüzden Raine’e göre “bugüne dek yürütülen tüm biyolojik ve genetik araştırmalar beyazlar üzerinde yapıldı.”
    Raine şöyle devam ediyor:
    Sekiz yaşında bir erkek çocuğun babası olduğunuzu hayal edin. Etik ikilem şudur: Size diyebilirdim ki, “çok geniş çeşitlilikte ölçümler yaptık ve %80 kesinlikle oğlunuzun 20 yıl içerisinde ciddi bir cani haline geleceğini öngörebiliriz. … bu yaklaşım suçun ayıbını bireyin üzerine yıkar. Bu gerici argüman, suçu, şiddeti ve diğer toplumsal kötülükleri, içinde yaşadığımız toplumun bir ürünü olarak görmez. Bu toplum, kitlesel işsizliğe, evsizliğe, yoksulluğa ve yaşamın kirlenmesine yol açan, insan sömürüsüne ve kârın azamileştirilmesine dayalı bir toplumdur. Suçu, şiddeti ve vahşeti yaratan da bu toplumsal koşullardır. Bunun genler ya da biyolojiyle hiçbir ilişkisi yoktur, bunların hepsi kapitalist toplumun barbarlığıyla ilişkilidir.

    Biyolojik deterministler gerici toplumsal düşünceleri desteklemek için kullanılmaktadırlar. Suçun, yoksulluğun, işsizliğin vb. ayıbı toplumun değil, sahip olduğu genler ya da kusurlu biyoloji sayesinde bireyindir.



    Fakat genetik determinizm teorilerine karşı en ezici kanıt, popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası adlı son zamanlarda çıkan bir kitaptan geldi. Bu kitap, popülasyon genetiğinde 50 yıldan fazla süren araştırmaların dikkate değer bir sentezidir. İnsanların kromozomları düzeyinde nasıl çeşitlendiğini tarihlendiren en güvenilir hesap dökümüdür. Kitabın çıkarsadığı sağlam sonuç şudur ki, boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu olan genler hesaptan düşülürse, insan “ırkları” derilerinin altında olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür. Time dergisine göre, “aslında, bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin «hiçbir bilimsel temeli» olmadığını söylüyorlar.” (16 Ocak 1995)
    … Avustralyalılar tüm insanlar içinde Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları çok andırırlar.” Makale şu sonuca varıyor, “gözün ırksal farklılıklar olarak –meselâ Avrupalılar ile Afrikalılar arasında– gördüğü şeyler, esas olarak insanların bir kıtadan diğerine göç ederken iklime uyarlanmalarıdır.” Kitap aynı zamanda, insanlığın doğum yerinin ve bu nedenle de ilk insan göçlerinin başlangıç noktasının Afrika olduğunu doğruluyor, böylece Afrika kolundan bölünmenin insanın aile ağacındaki en eski bölünme olduğunu gösteriyor.
    ….
    Bencil Gen
    Bencil Gen adlı tartışmalı kitabıyla şöhreti yakalayan Richard Dawkins, genetiğe ilişkin ateşli bir polemiğin merkezinde yer aldı.

    …bir dizi bilimcinin genlerin harikulade doğasını saplantı haline getirmesine o derece yol açmıştır ki, ağaçlardan ormanı görmekten aciz olanların sayısı hiç de çok az değildir.
    (Orman, Tin’i yaratandır; görmezden gelirsen ‘ağır’ yanılgı kaçınılmazdır. OG)
    Bazıları genlere mistik nitelikler atfettiler, bunlardan da gerici düşünceler türetildi.
    Bir bireyin fiziksel, zihinsel ve ahlâki özelliklerinin genlerle sabit ve değiştirilemez özellikler olarak devredildiği düşüncesi şüphesiz genetik biliminin gerçeklerince desteklenmez. …

    Üstelik bir gen aynı özellik için başkalarıyla da karşılaştırılmalıdır. O kendi adına tek başına duran bir varlık değildir. J. B. S. Haldane’nin doğru bir şekilde işaret ettiği gibi,
    genetik, farklılıkların bilimidir benzerliklerin değil.

    … Bencil Gen adlı kitabında Dawkins, birbirinin yerine kullanılabileceklerini –oysa öyle değildir– iddia ederek bir tanımdan diğerine ileri geri sıçrar durur. Sonuç, biyolojik determinizmi teşvik etmek olmuştur.
    Tüm bir Amerikalı ve diğer bilimciler kuşağı bu kafa karışıklığıyla yetişmiştir.

    … Bu genetik determinizm tüm toplumsal sorunları genetik düzeyine indirger.
    Şubat 1995’te, Londra’da, Suç ve Anti-Sosyal Davranışın Genetiği adı altında bir konferans toplandı. … meselâ Colorado Üniversitesi Davranışsal Genetik Enstitüsünden Dr. Gregory Carey, bir bütün olarak genetik faktörlerin şiddete dayalı suçların %40 ilâ 50’sinden sorumlu olduğunu savunmuştu. …. Ne var ki o da, doğum öncesi testler bir çocuğun onu saldırganlığa ya da anti-sosyal davranışlara yatkın hale getirecek genlerle doğacağını gösterdiğinde kürtajın düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüştü.
    Görüşleri, ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü Nörogenetik Laboratuvarından Dr. David Goldman tarafından da desteklendi. “Aileler bilgilendirilmeli ve bu bilgiyi nasıl kullanacağına özel olarak karar vermelerine izin verilmelidir.” (The Independent, 14 Şubat 1995)
    Hollanda’daki Nijmegen Üniversitesi Hastanesinden Profesör Hans Brunner’e göre, beyindeki mesajlarla ilgili bir enzimde belli bir bozukluğa yol açan X kromozomundaki özel bir genetik anormalliği kalıtımsal olarak taşıyan aile erkekleri, kundakçılık ve ırza geçme teşebbüsü de dahil “fevri saldırganlıklar” göstermişlerdir. Maryland’deki NIH Nörogenetik Laboratuvarından Dr. David Goldman ve Helsinki Üniversitesinden Profesör Matti Virkkunen, insanların beyin kimyasallarını işlemelerine benzer, saldırganlıkla bağlantılı genetik varyasyonlar keşfediyor olduklarını söylüyorlardı. “İlaç şirketleri buluşlarımızla ilgilenmeye başladılar bile” diyordu Virkkunen. (The Financial Times, 14 Şubat 1995)
    Steven Rose, konferansı “sıkıntı verici, rahatsız edici ve dengesiz” diye tanımlıyordu. Olay 15 bilimci tarafından bir mektupla kınandı. Durham Üniversitesi Adli Bilim Merkezi yöneticisi Dr. Zakari Erzinçlioğlu, konferansı “çok rahatsız edici, dar kafalı ve zararlı” diye niteliyordu. Ashley Montague,

    “suç işleten şeyin, «suç genleri» değil, birçok durumda «toplumsal suç koşulları» olduğuna” işaret ediyordu.

    Richard Dawkins’in ilk olarak 1976’da yayınlanan Bencil Gen adlı kitabı bazı şaşırtıcı iddialar ortaya atar. “Bencil doğarız” der Dawkins. “Genler sağgörülü değildirler” ve “ileri dönük planlar yapmazlar” dese de, genleri bir bilinçle ve “bencil” bir kimlikle donatır. …

    “Sanırım” der Dawkins savunmasında, “hem Rose hem de Gould, tüm eylemlerimizin fiziksel, materyalist bir temeli olduğuna inanmakla birer deterministtirler. Ben de öyleyim … …

    Dawkins determinizmi kadercilikle karıştırır……
    Dawkins bütün bunlardan organizmanın başka bir şeyin değil de DNA’nın bir kuklası olduğu sonucunu çıkarır….

    Piyasanın bencil ahlâkını kavramak için sorunu “genlerimiz” gibi bazı gizemli olguların üstüne yıkmak çok kolaydır. …
    Dawkins’in yöntemi, onu idealizmin bataklığına sürükler. Dawkins insan kültürünün, görünüşte tıpkı genler gibi kendini kopyalayan ve hayatta kalmak için rekabet eden, mem olarak adlandırdığı birimlere indirgenebileceğini iddia etmeye çalışır.
    Bu açıkça yanlıştır. İnsan kültürü kuşaktan kuşağa, memler sayesinde değil, en geniş anlamıyla eğitim sayesinde aktarılır. Bu kültür biyolojik olarak aktarılmaz, tersine her kuşak tarafından zahmetli bir biçimde yeniden öğrenilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Kültürel çeşitlilik genlerle değil toplumsal tarihle sıkı sıkıya ilişkilidir.
    Dawkins’in yaklaşımı özünde indirgemecidir.

    Genetiğin Geleceği
    … Genetik gericilerin saçmalıklarının tersine, genlerin insan evrimini tamamen belirlediği asla doğru değildir. Genler insan hayatında büyük bir rol oynamalarına rağmen onu kontrol etmezler. En fazla, sınırlayıcı ya da ön açıcı belli parametreleri oluştururlar.
    Ama artık bizzat genotip, ilk kez denetim altına alınmaktadır. Bu, insanlığın geleceği açısından büyük sonuçlara gebe devrimci bir gelişmedir.
    Yaşamın inorganik maddeden ortaya çıkışı devasa bir evrimsel sıçramaydı. Tüm bir dönüşümler dizisinden sonra toplumsal yaşamın ve kolektif emeğin bir ürünü olarak düşünen bir beynin gelişimi de diğer bir devasa adımdı. Madde kendisinin bilincine varmaktadır. Şimdi, dört milyar yıldır ilk kez, insanoğlu bizzat kendi evriminin gizlerine hükmetme sürecine girmiştir. Doğal seleksiyon kör, gizemli bir güç olmaktan çıkıyor. Her şeye kadir genotip, fenotipin denetimi altına sokulabilir. İnsanlık kendi kaderini belirleme ve doğal seleksiyonun haşin dayatmalarını değiştirme potansiyeline sahiptir. Şöyle yazıyor Oliver Morton:
    Tıpkı organizmaların özel bir çevre içindeki genetik bilginin yorumlanışı olması gibi, bu genetik bilginin kullanılışı da, içinde gerçekleşeceği çevreye –ekonomik ve etik, kişisel ve politik– bağlı olacaktır. Fakat bu kullanımlar, iyi ya da kötü, kesinlikle gerçekleşecektir. Eskiden buyurgan bir sınırlayıcı ya da ön açıcı olan genler, insan iradesinin önünde eğilecektir; sınırlar yerinden oynatılabilecek, kısıtlamalar esneyecektir. Genler asla insan yazgısının mutlak efendisi olmadılar, ama insanlığın hizmetkârı da olmadılar. Ta ki bugüne kadar. (The Economist, 25 Şubat 1995)

    (Bu yaklaşım Frankenstein yaratma sürecine meşruiyet midir? Bu görüş “aşırı pozitivist”, “kartezyen”dir!)

    Bu keşifler karşısında ağlayıp sızlanmak, Sanayi Devriminin ilk günlerinde makineleri kıran ümitsiz duruma düşmüş işçi gruplarınınki kadar nafile bir iştir. Bilimin ve teknolojinin keşifleri, doğanın dayattığı sınırlamalar üzerinde daha büyük bir denetim sağlamayı insanlık açısından mümkün kılan toplumun gelişiminin hayati bir parçasıdır. Ancak bu yolla insanlık gerçekten özgürleşebilir.

    Sorun insanlığın ne keşfettiği değildir. Sorun keşiflerin nasıl kullanıldığıdır. Bilimin ilerleyişi insanın sınırsız gelişiminin önünde yeni ve nefes kesici bir ufuk açmaktadır. Ama tüm bunların başka ve karanlık bir yüzü de vardır. 20. yüzyıl, tarihsel çöküş çağındaki kapitalizmden ne gibi dehşet verici şeylerin kaynaklanabileceğinin de korkunç mesajlarını taşımaktadır. Sadece büyük kârlar elde etmekle ilgilenen kontrolsüz tekellerin elindeki genetik mühendislik teknikleri, insanın betini benzini attıran bir tehdit oluşturmaktadır.

    Sürekli olarak tüm engelleri yıkan ve dünyayı daha önce hiç görülmedik bir tarzda birleştiren tüm teknolojik gelişme, planlı bir dünya ekonomisi lehine bir kanıttır.

    Stalinizmin ucube bir karikatürü değil, insanların kendi yaşamları ve kendi yazgıları üzerinde bilinçli bir denetim sağlayacakları demokratik olarak işleyen bir toplum.


    Şu anda gördüğümüz şey muazzam bir potansiyeldir. İnsanların kendi yazgılarını özgürce ve bilinçli olarak belirlediği demokratik ve uyumlu bir şekilde planlanmış bir ekonomi bağlamında, genetik bilimi insanın ilerleyişi karşısında bir engel olmaktan çıkacak ve bizzat yaşamın incelenmesi ve dönüştürülmesinde hak ettiği yeri alacaktır. Bu bir fantezi değildir, tersine gerçek olanaklara dayanmaktadır. (Fazla iyimser değil mi?…OG)

    Oliver Morton’un sözleriyle:
    Bu biyolojinin olanakları neredeyse sınırsızdır. İnsan vücudu ve aklını da içeren doğal dünya uysallaşacaktır. Organ nakilleri beyni yeniden şekillendirebilir, tasarımcı virüsler eski dokuları yenileyebilir. İnsan organlarının nakledilmek üzere hayvanlar üzerinde büyütülmeleri çoktan tasarlanmış durumda. Yeni tip yaratıklar ortaya çıkabilir; hayret edilecek yaratıklar. İnsanlık yıldızlar arasında bir benzerini bulamasa da dünya üzerinde yeni zeki varlıklar yaratabilir. İnsan ve şempanze arasındaki genetik fark küçüktür; sezgi sahibi yeni türler hayal edilemez değildir.
    Genetik, tüm bunlar mümkün kılacaktır. Ama aynı zamanda genin üstünlüğü yavaşça yok olup gidecektir. Genler bilgi taşıyıcıları olarak sahip oldukları ayrıcalıklı konumu yitirmişlerdir. Biyolojik bilgi genlerde olduğu kadar akılda ve bilgisayarlarda da depolanacak ve genler dünyayı kurcalamanın, tıpkı tedavi edici proteinler gibi bazı şeyler için uygun olan ama başka şeyler için elverişli olmayan birçok aracından yalnızca biri haline gelecektir…
    Bir zamanlar genlere has olan şeyler artık insanlığın çıkını içindedir. Bu çıkın pek yakında bir zamanlar genlere atfedilen tüm gücü ve hatta daha da fazlasını içerebilecektir. Aynı zekâ, tüm organizmaları ne ise o yapan gen ve çevreyi de şekillendirebilecektir. Biyolojik bilginin bu ölçekte –ham bilgi ve bu bilginin işlenme tarzı ölçeğinde– denetim altına alınması, biyolojinin bizzat yaşamın denetim altına alınması anlamına gelir. (The Economist, 25 Şubat 1995)
    ******************
    (Son yorum “uçuk” değil mi? Diyelim ki yüz yıllar sonra? Kime ne! Öncelikle “doğal hayatın” güzelliklerini yeniden kurmak varken, böylesi “sentetik” nereye varacağı belirsiz, “Frankenstein” umutları için henüz hem erken, hem de “budalaca iyimserlikler” değil mi? OG)

  52. Anonim

    Ted Grant’ın aklın isyanı kitabı bir sürü yanlışla dolu, gen bencildir kitabını yanlış anlayan bir kitaptır. Bir sürü maddi hatayla doludur, ciddiye alınmaması gerekir.

  53. Hedepe

    Eleştiriye tahammülsüzlük de radikal-demokrasi programımızın bir parçasıdır (programda bunu 2 puntolu harflerle yazmıştık).

  54. Hedepe

    Bölge’de üyelerimize sopa ve satırlarla saldıran çember sakallı aktivistleri anlayamıyorum. Ne istediniz de vermedik?!

  55. Hedepe

    Öcalan Türk-Kürt ittifakı, Malazgirt, İslam kardeşliği, Misak-ı Milli falan deyince, bizim partideki gayrımüslimleri düşünüp inceden gülümsüyorum. Hele ki Abdülhamid deyince kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum.

  56. kaan arslanoğlu

    Tek yanlı okuyorsun sevgili Gürsel, bir sürü laf kalabalığı yapıyorsun. Eminim bu konuda yabancı bir kaynak okumamışsındır. Evrimci psikolojiyi bilmiyorsun. Bilmeden konuşmak ne büyük “keyif” olmalı. Elbette en yakınındakinin, benim de birçok makalemi okumamışsındır bunları anlatan, “evrim açısından Devrim”i de keza öyle. Yoksa bu kadar rahat yazamazdın. Şimdi bunları hatırlattığımda mı kibirli oluyorum, insanlara tek yanlı okumayın yeni bir paradigma duyduğunuzda kabul etmeyin, ama sormayı ve araştırmayı denediğimde mi egom şişiyor. Uzatmayayım senin gibi. Tek bir soruma cevap ver: Bizim tek kafalı, tek beyinli, iki gözlü olmamız, görme, duyma, algılama kapasitemiz, iki bacak üstünde yürümemiz, sekiz kollu değil iki kollu olmamız, ölçülebilir zeka kapasitemizin 1500 değil de en çok 160-170 olması, matematik problemi çözerken aynı anda söylev veremememiz, araba kullanırken yazı yazmamızın büyük tehlikelere yol açması, uyumadan yaşamı sürdüremememiz, su içmezsek ölmemiz bütün bu fiziksel, organik ve ruhsal özelliklerimizi belirleyen genlerimiz mi yoksa laf salatası mı? Laf salatasından beslenen, bu sayede zengin olan, akademisyen olan binlerce insan var, sana ne oluyor?

  57. Anonim

    Kaan Abi senin gen ayarların bozulmuş. nedir bu “okumuyorsunuz” suçlamaları. Farzet ki okumuyoruz. Okumuyoruz diye sorgulamayacağız,eleştirmeyeceğiz,düşüncelerimizi söylemeyeceğiz mi? sen yazılarını kimlere yazıyorsun. bize mi yoksa konunun uzmanı bilim adamlarına mı? senin mantığınla düşünürsek sen de Karl Marks’ı eleştiremezsin. Onun kadar okumadığını düşündüğümüzde. Ya siz eski nesil solcuların ilk önce “dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” genlerinizi düzeltmeniz gerekir. O. Gürsel devam!süper bi konuya değinmişsin.

  58. darwin

    44. yorumda richard dawkins’in gen bencildir kitabıyla ilgili yazanlar tamamen yanlış, bir kısmı da tamamen zırvadır.
    bunu yazan kişi kitabın neresinden bu çıkarımları yapmış söylesin.
    Kaçıncı baskı, kaçıncı sayfa? Hodri meydan.
    Tamamen uydurma.
    Bir kitap nasıl bu kadar yalan yanlış yorumlanır?
    E.Wilson da aynı şekilde.
    İnsanları yanlış yönlendiriyor, olmayan şeyleri olmuş gibi söylüyorsunuz.

  59. darwin

    Önce tanımlar:
    Genotip: kişinin genetik yapısı.
    Fenotip: genetik yapı ve çevrenin birarada oluşturduğu özellikler. Genotip üzerine çevresel faktörlerin etkisiyle beliren , dışa akseden özelliklerin tümü.

    “Suç geni” …Bu saçmalıktır. Bu ucube tanımın detayı şöyle veriliyor:
    “doğum öncesi testler bir çocuğun onu saldırganlığa ya da anti-sosyal davranışlara yatkın hale getirecek genlerle doğacağını”
    Anahtar kelime şu: “YATKINLIK”… Ama yukarıdaki cümleleri kuranlar, bunu görmezden gelerek bir davranışı oluşturan “sosyal faktörleri” göz ardı ediyorlar.
    “saldırganlığa eğilim” saldırganlık değildir. O gen her ne ise, ona sahip olan her insan saldırgan olmaz. Saldırganlık “fenotip”inin ortaya çıkması için çevre koşullarının onu desteklemesi gerekir.
    Doğru olan ne peki?
    Tekrar edeyim:
    “genler ille de belli bir davranışı değil, belli davranışları geliştirme kapasitesini, bu davranışları belli çevrelerde geliştirme eğilimini içinde taşır.” (Bu cümle A.Wood ve T.Grant’ın genetik indirgemecilikle suçladıkları E.Wilson’a aittir.)

    Sadece budur. Bundan fazlası değildir.
    Bir davranış( fedakarlık, bencillik, gaddarlık, cimrilik vs) lineer bir genetik sonuç değil son derece kompleks bir genetik-psikososyal bir sonuçtur.
    Hele hele suç gibi bir şey hakkında konuşuyorsanız iş iyice komplike hale gelir. Bunu “17.kromozomdaki p53 genindeki mutasyon”la açıklayamazsınız. Bu çevre değişkenini (ki içinde biyolojik çevreden tutun toplumsal yapıya kadar) inkar etmektir.

    Peki genetik biliminin lineer olduğu bir alan yok mudur? Vardır. Ancak son derece özgüldür. Örn: 5.kromozomunuzun kısa kolunda bulunan bir gende eksiklik(delesyon) olursa cry-du chat sendromu denen hastalık çıkar. Bu birebirdir, çevresel faktor falan gerekmez, o gen kimde yoksa onda bu hastalık çıkar.
    Ya da 21. Kromozomunuz iki değil 3 tane olursa Down sendromu denen hastalık olur. Çevresel faktor yoktur burada, birebir genetik, hastalığı belirler.
    Ya da göz rengi, kulak memesi yapışıklığı vs gibi son derece özgül özelliklerde…
    Dikkat ederseniz bunlar ya çok spesifik ya da son derece elementer özellikler.

    “suç geni” avcılarının yanlışı, insan davranışının ne kadar çok değişkene bağlı olduğunu görmezden gelip çevre faktörünü inkar etmektir. Sonuç: “suç geni” “tanrıya inanma geni”, “komünizm geni” vs ucubeleridir.

    Özetle: Genetik ve çevreyi birlikte görmeyen hiçbir teori insani fenomenleri açıklayamaz.

  60. darwin

    Eğer bir kişi kapitalizmi, sınıflı toplumu meşrulaştırmayı amaçlamışsa, bunu yapar. Bunun için bilim her verisini kullanır, kullanmaktadır, kullanacaktır da. O “tümdengelim”cidir; sınıflı toplum onun için veridir. Bunu meşrulaştırmak için kendine veri arar, bulur da. Düşünün ki evrim teorisi gibi son derece bilimsel bir teoriyi bile bu amaç için kullanmışlardır. Darwin’i bile en alçak ırkçılıklarına alet etmişlerdir. Örnekleri çok uzatabiliriz. Özetle şunu söyleyeyim: bilimsel verilerden çıkarılan siyasi sonuçlardan doğrudan bilimsel verileri sorumlu tutamazsınız, “o bilimsel veri gerçekten buna mı çıkıyor” diye iyice sorgulamak lazımdır. Ortada siyasal bir gelenek vardır: ırkçılık. Beyazların üstünlüğü doktrini genetik biliminden yüzyıllarca önce çıktı. BUNUN İÇİN GENETİK BİLİMİNE İHTİYAÇLARI YOKTU. Genetik biliminden yalan yanlış sağladıkları malzeme genetik bilimini bağlamaz.
    Bunu önlemenin yolu yoktur, sadece mücadele edilebilir bununla.
    Sınıflı toplumu kafasına koymuşsa kim ne derse desin, hangi veri gelirse gelsin o bunu diyecektir zaten. O bilim kisvesi altında yapılan faşizan toplantıların genetiğe ihtiyacı yoktur.
    Atom bombası yapıldı ve yüzbinlerce kişi öldürüldü diye atom teorisini reddedebilir miyiz?
    Dawkins’in “doğal seçilimin grup, tür ya da birey değil gen düzeyinde olduğu” savına gelince… İnanın teknik bir tartışma bu… “Doğal seçilim gen düzeyindedir” diyen faşizan-ırkçı-gerici, “doğal seçilim birey düzeyindedir” diyen kişi ilerici falan değildir. Bu yargılar saçmalıktır.
    Evrimsel biyolojideki TAMEMEN TEKNİK, ve de AYRINTI bir tartışmadan böylesine büyük sonuçlar çıkarmak aşırı yorumdur, zorlamadır.
    Şöyle düşünün: “doğal seçilim birey düzeyinde olur” tezini alıp:
    “Bakın gördünüz mü, hayat bir mücadele ve rekabettir, iyi olan kazanır kötü olan yenilir. Doğanın kanunu budur. Bu nedenle kapitalizm doğal olandır” diye yorumlarsam? (Ki zaten böyle yorumlayanlar da var.)
    Ya da “doğal seçilim grup-popülasyon düzeyinde olur” tezini alıp:
    “Bakın gördünüz mü, doğada bile üstün ırklar sağ kalır, aşağı ırklar yok olur. Her ırk birbirine eşit değildir.” Diye yorumlayarak ırkçılığı meşrulaştıramaz mıyım? (İnanmayabilir siniz ama böyleleri de var!)
    Kısacası şu: Siz ne derseniz deyin, onlar alacağını alıyor! Aklını kapitalizmle bozmuş birini, “gen-birey ya da grup” ilgilendirmiyor. Öyle de olsa alacak, böyle de olsa.
    Bilim güçlü bir silahtır. Bu nedenle her ideoloji kendini bilimle meşrulaştırmaya çalışır. Bing bang teoremini alıp kendi inancını ispatlayanlar yok mu?
    İşimiz bilimi yoksaymak değil, bilimi, bir grup azınlığın çıkarlarına koşanların elinden alıp toplum yararına sunmaya çalışmak olmalıdır.
    .

  61. Anonim

    Aklın isyanı kitabındaki R.dAWKİNS YORUMLARI TAMAMEN SAÇMA VE YANLIŞTIR. Neden?

    Öncelikle Aklın isyanı (A.Woods,T.Grant) kitabındaki R.Dawkins hakkındaki yorumları incelemek istiyorum. Yazarların kitaptaki alıntılarını birebir açıp okudum, yorumlarını ona göre yorumladım. Şimdi söyleyeceklerimi temellendireyim.

    Dawkins, doğal seleksiyonun bireyler ya da popülasyonlar düzeyinde değil genler düzeyinde işlediğini savunur. (Gen bencildir adı da buradan gelir.)Evrim teorisinde, doğal seleksiyonun işlerliğinin ölçeğiyle ilgili (grup, birey, ya da gen) çeşitli tezler vardır, onunki de bunlardan biridir. Dawkins, genlerin birer sağkalım makinası olduğunu, yarışın esasen genler arasında olduğunu, bu yarışmada bulunduğu bedeni canlı tutmakta en başarılı olan genlerin bir sonraki kuşağa aktarıldığını söyler. Bu cümleyi “gen” yerine, “birey”, “grup” olarak yeniden yazabilirsiniz, onlar da diğer tezler olur.
    Doğal seleksiyonun ölçeğiyle ilgili bir tartışma evrimsel biyolojide vardır ve TEKNİK bir tartışmadır, Dawkins de bu konudaki aday önermelerden birinin sahibidir.
    Savunduğu şey, esasen teknik bir konudur, buradan “genetik değiştirilemezliği” ya da “eşitsizliği biyolojik olarak meşrulaştırdığı” yorumu tamamen zorlama bir yorumdur.
    1.
    “Bu nedenle bazı moleküler biyologlar ve sosyobiyologlar, tüm doğal seleksiyonun sonuçta DNA düzeyinde iş gördüğünü iddia ettiler.”
    Evet Dawkins’in tezi budur.
    “”Bir bireyin fiziksel, zihinsel ve ahlâki özelliklerinin genlerle sabit ve değiştirilemez özellikler olarak devredildiği düşüncesi şüphesiz genetik biliminin gerçeklerince desteklenmez.””
    Dawkins hiçbir yerde böyle birşeyi savunmaz. Buradan böyle bir yorum çıkarılamaz.
    2.
    “Dawkins’e göre bir hayvan, DNA’nın daha fazla DNA oluşturma biçiminden başka bir şey değildir.”
    Evet, Dawkins, savunusunu böyle özetler.
    “ Dawkins genlere özünde teleolojik olan mistik nitelikler atfetmektedir.”
    Hayır, bu yalnız zorlama bir yorum değil Dawkins’in savunduğunun tam tersidir. Dawkins’in onlarca metnini gösterebilirim ki o bunun tersini savunur, koca bir “kör saatçi” kitabını bu “teleoloji” yi çürütmeye ayırmıştır.

    3.
    Kitaptaki “evlat edinme” ve “gebelikten korunma” başlıklı alıntılar, sanki Dawkins açıkladığı şeyi tavsiye ediyor ve savunuyormuş gibi bir izlenim veriyor. Oysa orada doğadaki bir olguyu açıklamak için bir tahmin var, “böyle olmalıdır ya da doğrusu budur” gibi bir savunu yok. Kısacası Dawkins “evlat edinmeyin” gibi birşey söylemiyor, alıntının olduğu yerde konu bu değil zaten.

    4.
    Çocukların hile yapması konusundaki alıntı ise iyice absurd ve tamamen yanlış bir bağlama oturtulmuş. Orada Dawkins ,RD.Alexander’in nesil savaşları ile ilgili bir makalesini tartışır. Teknik detayına girmeyeyim. Bencillik ya da fedakarlık seçenekleriyle ilgili çeşitli olasılıkları ele alır; bu alıntı o seçeneklerin yalnızca birisidir.
    Diğer olasılıkları ele aldıktan sonra şöyle tamamlar:
    “demekki nesil savaşını kimin kazanacağı sorusunun genel bir yanıtı yok. En sonunda çocuğun istediği ve ana babasının arzuladığı ideal durumlar arasında bir uzlaşma sağlanacaktır” (gen bencildir 9. Baskı 231) .
    İsteyen bunu verdiğim kaynakta kendi gözleri ile görebilir.
    Kısacası oradaki alıntı, önerdiği olasılıkların sadece biri olup tamamen yanlış bir yorum çıkarmaktadır. Sonra da bu yanlış çıkarmanın altına “sömürü” “burjuva” vs diye döşer de döşer.
    5.
    Dawkins’in “Mem” terimi ise kitapta bütünüyle yanlış ele alınmış, yanlış tanımlayınca karşı çıkışları da havada kalmış (istenirse detaya girebiliriz)
    6.
    Başta Steven Rose, Stephen Jay Gould ve Richard Dawkins olmak üzere biyoloji bilimininin yıllardır tartıştığı “son derece teknik” bir konuyu yazarların:
    “”Doğal seleksiyon beden üzerinde iş görür, çünkü bir şekilde “daha uygun olan”, yani daha güçlü, daha azgın, daha hararetli vs. olan odur.””
    Diyerek “çözmüş” olması bence bir haddini bilmemek olmuş. Bu yıllardır son derece teknik biyolojik detaylarla tartışılan ve hala karara varılamayan tartışmayı hangi bulgularla karara bağlıyorlar? Bu yargıya varacak teknik bilgiye sahip olduklarını zannetmiyorum.

    Dawkins’in gen seleksiyonu tezi, birçok açıdan eleştirilebilir. Dawkins bir çok şey olabilir ama asla Aklın isyanındaki “şey” değildir.
    R.Dawkins’in biyoloji ve evrim ile ilgili önermelerinden asla böyle yorumlar çıkarılamaz.

  62. Anonim

    Darwin kardeş, iş yerinde patron bizi çok kötü sömürüyor?
    Bizim patronun fenotipini değiştirsek genotipi değişip bizi sömürmekten vazgeçer mi?

  63. O.Gürsel

    Sevgili Kaan, senin belki bir ya da ikisi hariç tüm kitaplarını okudum. Andığın kitabı da…
    Ben burada bir alıntı yaptım… Bir kaç çekince de koyarak… Bu nedenle eleştirileri üstlenmem…
    Ama “mem” mevzusu ve “genetik inanç” meselesine ait okuduklarım var elbette… Alıntıladığım yazı ile amacım “mem” konusunun tartışma götürür olduğunu göstermekti… En başında yazdığım “Tinselliği atlayan bir “pozitivist-bilimsel” objektif-bilimsel makale” ve ara notlar gözden kaçmış olmalı…
    “mem” konusu, “inanç geni” iddiası üzerine bir yazı hazırlamaya çalışıyorum…
    Elbette bu konu da “Marksizm’in aşırı pozitivizmiyle” bağlantılı…
    Hayat hep böyledir; mutlak yok; etkileşim, ortak paydalar var. Gen Çevre de böyle… “Gri alanlarda” yolculuk yapıyoruz; daha dün “tümüyle çevre” derken şimdi kolayca karşı uçlara mı savruluyoruz?

    Örneğin şu güzel bir cümle…”Kavramsal bir icat olan memler genlerin kültürel analoğudur…”
    “Mem” kavramsal! Kültürel analog!
    Baskın kültür “geni!”
    Genler gibi kendini kopyalayan bir maddi-protein değil… Kültürel! Ama yüz binlerce yılın kültürü! Yine de maddi değil; maddi kadar etkin…. Yine de maddi değil! ….
    Bence hoş bir konu… Ve bu konular bizim dışımızda! Birer araştırma nesnesi! Şahsen kızmamıza gerek yok… Bilimsel gerçekliğe kimsenin itirazı olamaz; yanılmak kazançtır… Yanlış, doğru ile yer değiştirecek…

  64. darwin

    55 no lu yorumcuya:
    kardeşim taşa mı anlatıyoruz, nerden anlıyorsun bunu.
    “millet aç aç hadi sosyalizme” mi diyelim, ne istiyorsun.
    zaten bunlar gereksiz laflar değil mi. bilim milim ne gerek.
    patron kalleş deyince iş bitiyor zaten…

  65. Anonim

    Darwin kardeş hemen kızma, ortamı biraz neşelendirelim dedik. yoksa senin dediklerinin kulak arkası edilecek meseleler değil.

  66. Anonim

    daniel dennettin videosu, konuyla ilgilenenlerin çok ilgisini çekecektir.
    https://www.youtube.com/watch?v=7O60G5LZiCU

    https://www.youtube.com/watch?v=H6QPnAwegVM

  67. Anonim

    Sosyal Darvinizm hayatın kanunudur. Beslenme öldürmeye, üreme, eş bulamayanların acı çekmesine yol açar. Kimse doğa kanunlarını değiştiremez. Dünyada yaşam devam ettikçe kötülük ve acı bitmeyecektir.

  68. darwin

    kusura bakma anonim arkadaş mazur gör. Ciddiye alınmama işinden gına geldi artık. Oturup günlerce bunları okuyorum, oturup dakikalarca bunları yazıyorum. Sonra 1 dakikasını bile bu işlere ayırmamış zır cahil birisi bu konuyla ilgili saçma sapan ahkam kesince deliye dönüyorum.
    Bir konuda fikir beyan edeceksek o konuda birşeyler okumamız gerekir. Ama türkiye maşallah bir cehalet cenneti: herkes herşeyi biliyor! Bilmiyorum diyeni görmedim daha.
    Eleştirdiği kitabı okumamış ve hatta görmemiş olanları bile gördüm.
    Tepkim bu cehaletedir.
    Senin yaptığın ironiyi anlayamadım.

  69. kaan arslanoğlu

    50 numaralı yorumcu kardeşe cevaptan başlayayım. Kimseye bir şey yasakladığım yok, karşıt görüş zaten her yerde baskın, rahat rahat her yerde fikir beyan ediyorlar. “Okumuyorsunuz” sözü de benim eleştiri hakkımdır. Arkasında duruyorum. çünkü bu tartışmayı 23 yıldır yapıyorum. Ben o arada birçok şey öğrendim, bazı fikirlerimi geliştirdim, bazılarını değiştirdim, karşı tarafın dedikleri neredeyse 23 yıl öncesiyle cümle cümle aynı. Ne diyeyim ben o zaman bu insanlara?
    Genotip fenotip, çevre mi gen mi tartışmasının hiçbir yarar getirmediğini düşünüyorum, çünkü konu teknik bir tartışmaya “indirgeniyor” ve konuşan herkes haklı çıkabiliyor.
    Yeni bir paradigma öneriyorum. Çok basit bir soruyu yineliyorum. Solucanı solucan, tavşanı tavşan yapan hangi güncel çevre koşullarıdır? Güncel çevre koşulları veya üretim ilişkileri veya tavşanın sosyalliği midir tavşanı tavşan yapan, yoksa evrim sonucunda oluşmuş genetik kalıbı mı? Primatlardan insan nasıl türedi? Üretim ilişkileri nedeniyle mi, primat sosyalliğinden ötürü mü mutasyon yaşandı?
    Bu sorulara cevap veremezler. Marksizm mi, Troçkizm mi, Kaba pozitivizm mi, ne şekilde adlandırırsak adlandıralım, karşımızda çevre koşulları nedir bilmeyen bir yobazlık var. Evrime yol açan çevre koşullarından daha önemli ve temel hangi çevre koşulu mevcut? Biz Marksizmin doğrularına saygı gösterdikçe, o bilime karşıt bir dogmaya dönüştü. Tamam, üretim ilişkileri önemlidir çevre koşulu olma anlamında, tamam sosyal ilişkiler önemlidir. Fakat evrime yol açan çevre ilişkileri tüm bunların üstündedir, birisi 1 gücündeyse öbürü 10 gücündedir.
    Asıl idealizmin bataklığında olan Dawkins falan değil, Marksizmin bu halidir. İnsanlık tarihi açısından baktığımızda kıytırık değişimlere yol açan kıytırık çevre faktörlerine, ekonomiye ve sosyo-ekonomiye bir tanrı gücü atfedeceksiniz, ama bizim asıl önemli özelliklerimizi oluşturan doğanın ve biyolojinin dünyasına burun kıvıracaksınız. Bundan daha uslanmaz bir idealizm olabilir mi?
    Gürsel’e sorduğumu yineliyorum. Bizi bir tavşan veya solucan yapmayıp insan yapan sosyal ilişkilerimiz mi, üretim ilişkileri mi, yoksa genlerimiz mi?
    Şu kadar basit: Eğer tamamen biyolojik rastlantı sonucu ortalama IQ’muz 110 değil 510 olsaydı. Hiçbir yalanı yutmayan, futbol oynarken roman yazabilen, muhtemelen uzayda başka canlıları bulmuş ve onlarla iletişim kurabilen, şimdi konuştuklarımızın tamamen dışında sorunlar konuşan bir topluluk olacaktık.
    Şimdi bu sorunları konuşup, konuştuğumuz hemen hemen hiçbir temel sorunu çözemeyen canlılarsak, bu ekonomik ilişkilerin çok daha ötesinde evrim zincirinde böyle bir seviyede bulunmamızdan kaynaklıdır. Bunun kısmi çözümlerine ulaşamamak bir yana daha sorunun bu olduğunu kavrayamamak da aynı çevresel-genetik (bu ikisi hep içiçe ayrılmaz bütündür) etmene dayanır. Buradaki çevresel-genetik bütünlüğün Marksistlerin düşündüğünden çok daha öte bir gerçeklik, daha farklı bir şey olduğunu evrimi az çok bilen herkesin kavraması gerekir diye düşünüyorum.
    Biz önce evrim ürünüyüz, evrimsel koşulların maddiyatının ürünüyüz, ondan çok sonra sosyo-ekonomik ilişkilerin ürünüyüz. Tamamen ikincil olan bu ikinciyi reddediyor gibi görünüyorsak bu, sadece birinciyi kabul etmenin ne “materyalizm” ne de “diyalektik” anlamda artık hiçbir şey ifade etmediğini bilmemizdendir. Marksizm artık bu yerleşmiş yorumuyla insanı kavramanın önünde çok ciddi bir engel. Sözde materyalist, sözde “çevre etmenci” bilumum bilimciler de.

  70. Anonim

    http://www.youtube.com/watch?v=-uswy7r9KfA

  71. Anonim

    Felsefeye İhtiyacımız Var mı?

    Biz başlamadan önce, siz şunu sorma isteği duyuyor olabilirsiniz: “Eee, ne olmuş yani?” Bilimin ve felsefenin karmaşık sorunlarını dert etmemiz gerçekten gerekli mi? Böyle bir soruya iki ayrı cevap verilebilir. Eğer kastedilen: gündelik yaşantımızı sürdürmek için böyle şeyleri bilmemizin gerekip gerekmediği ise, yanıt açık olarak hayırdır. Ama eğer içinde yaşadığımız dünyayı ve doğada, toplumda ve kendi düşünce biçimimizde işlemekte olan temel süreçleri akılcı bir şekilde kavramak istiyorsak, o zaman mesele bambaşka bir ışık altında görünür.

    Gariptir ama, herkesin bir “felsefesi” vardır. Bir felsefe dünyaya bir bakış tarzıdır. Hepimiz doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden nasıl ayıracağımızı bildiğimize inanırız. Oysa bu konular tarihin en büyük kafalarını meşgul eden oldukça karmaşık konulardır. Eski Yugoslavya’da kardeşlerin birbirini boğazladığı savaş, kitlesel işsizliğin yeniden peyda olması, Ruanda’daki katliam gibi kötü olaylarla karşı karşıya geldiğinde birçok insan böyle şeyleri anlamadıklarını itiraf ederler ve çoğunlukla “insan doğasına” bulanık göndermeler yapma ihtiyacı duyarlar. Ama, tüm hastalıklarımızın kaynağı olarak görülen ve ebediyen değişmeyeceği varsayılan bu gizemli insan doğası nedir? Bu, dinsel bir kafa yapısına sahip olunmadıkça, ki böyle olanlar Tanrının bilgeliğiyle bizi böyle yarattığını söylerler, pek az insanın cevap vermeye kalkışacağı derin bir felsefi sorudur. Kendi yarattıklarına böyle oyunlar oynayan bir Varlığa neden tapınmak gerektiği ayrı bir sorundur.

    Hiçbir felsefelerinin olmadığını inatla savunanlar yanılmaktadırlar. Doğa boşluktan nefret eder. Tutarlı biçimde işlenmiş felsefi bir bakış açısından yoksun olanlar kaçınılmaz olarak içinde yaşadıkları toplumun ve çevrenin düşünce ve önyargılarını yansıtırlar. Tartıştığımız bağlamda bunun anlamı, onların kafalarının, mevcut toplumun çıkarlarını ve ahlâkını sadakatle yansıtan gazetelerden, televizyondan, okul dersliklerinin kürsülerinden emdikleri düşüncelerle tıka basa dolu olduğudur.

    Birçok insan çoğunlukla takılıp düşmeden hayatı sürdürmeyi başarır, ta ki büyük çaplı bir ani değişim, onları içinde büyüdükleri düşünce ve değerleri yeniden düşünmeye zorlayana kadar. Toplumun krizi onları daha önce emin oldukları birçok şeyi sorgulamaya zorlar. Böyle zamanlarda uzak görünen düşünceler birdenbire çarpıcı biçimde yakın hale gelir. Hayatı anlamsız bir dizi tesadüf olarak ya da düşüncesiz bir rutin olarak anlamak istemeyen herkes, felsefeyle, yani gündelik varoluşun dolaysız sorunlarının üzerine çıkan düşünceyle meşgul olmak zorundadır. Ancak bu yolla kendimizi, kendi kaderini kontrol altına almak isteyen ve alabilen bilinçli insan varlıkları olarak potansiyelimizi gerçekleştirmeye başlayacağımız bir yüksekliğe çıkarırız.

    Hayatta bir değer taşıyan her şeyin çaba gerektirdiğini genel olarak herkes bilir. Felsefeyi incelemek tabiatı gereği bazı zorluklar içerir, çünkü felsefe sıradan deneyimler dünyasından çok uzak meselelerle uğraşır. Kullanılan terminoloji bile zorluklar çıkarır, çünkü kelimeler ortalama kullanımdaki anlamlarına her zaman tekabül etmeyen bir tarzda kullanılırlar. Ama aynı şey her uzmanlık konusu için doğrudur, psikanalizden mühendisliğe kadar.

    İkinci engel daha ciddidir. Marx ve Engels’in diyalektik materyalizm üzerine kendi eserlerini ilk kez yayınladıkları geçen yüzyılda, onlar okurlarının birçoğunun, en azından iş görür bir klasik felsefe –Hegel dahil– bilgileri olduğunu varsayabiliyorlardı. Oysa günümüzde böyle bir varsayımda bulunmak imkânsızdır. Evrenin ve hayatın doğası üzerine spekülasyonun oynadığı rol bilimler tarafından ele geçirildiğinden, felsefe daha önce tuttuğu yeri artık tutmamaktadır. Güçlü radyo teleskopları ve uzay araçlarının elde bulunması güneş sistemimizin doğası ve büyüklüğü ile ilgili sanıları gereksiz hale getirdi. İnsan ruhunun gizemleri bile nörobiyolojinin ve psikolojinin ilerlemesiyle adım adım aydınlığa kavuşuyor.

    Toplumsal bilimler alanında durum çok daha az tatmin edicidir, zira doğru bilgi edinme arzusu, bu alanda, insanların yaşamına hükmeden güçlü maddi çıkarlara sık sık toslar. Marx ve Engels’in toplumsal ve tarihsel analiz ve ekonomi alanlarında kaydettiği büyük ilerlemeler bu çalışmanın kapsamı dışındadır. En başından itibaren sürekli olarak ve sıkça maruz kaldığı şirret saldırılara rağmen Marksizmin toplumsal alandaki teorilerinin modern toplumsal bilimlerin gelişiminde belirleyici faktör olduğuna işaret etmek yeterlidir. Canlılıklarına gelince, bunun kanıtı, saldırıların sürmekle kalmayıp zaman ilerledikçe yoğunluk bakımından da artış eğilimi gösteriyor olmasıdır.

    Geçmiş çağlarda bilimin gelişimi, ki her zaman üretici güçlerin gelişimiyle sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur, insanların içinde yaşadıkları dünyayı anlamalarına izin verecek kadar yüksek bir düzeye ulaşmamıştı. Bilimsel bilginin ya da onun maddi araçlarının mevcut olmadığı devirlerde insanlar, dünyayı anlamalarına ve onun üzerinde egemenlik kurmalarına yardımcı olabilecek ellerindeki tek araca, yani insan zihnine bel bağlamaya zorlandılar. Dünyayı anlama mücadelesi, insanlığın kendisini salt hayvani varoluş düzeyinden koparma, doğanın kör güçleri üzerinde hakimiyet kazanma ve kelimenin hukuki değil gerçek anlamında özgürleşme mücadelesiyle sıkı sıkıya özdeşleşmiştir. Bu mücadele tüm insanlık tarihinin üzerinden kızıl bir şerit gibi geçer.

    Dinin Rolü

    “İnsan pek mecnundur. Bir sinek kurdunu nasıl yaratacağını bilmez, ama gider düzineyle Tanrı yaratır.” (Montaigne)

    “Tüm mitoloji, doğa güçlerine, hayal gücünde ve hayal gücüyle baskın çıkar, hakim olur ve şekil verir; bu bakımdan onlar üzerinde gerçek hakimiyetin çıkıp gelişiyle birlikte kaybolup gider.” (Marx)

    Hayvanların dini yoktur ve geçmişte bunun insanlar ve “yaratıklar” arasındaki asıl farkı oluşturduğu söylenirdi. Ama bu yalnızca insanların kelimenin tam anlamında bilince sahip olduğunu söylemenin başka bir yoludur. Son yıllarda İnsanın özel ve biricik bir Mahlûk olduğu düşüncesine karşı bir tepki oluşmuştur. İnsanın hayvandan gelişmiş olması ve pek çok önemli noktada hayvan niteliğini barındırması anlamında bu şüphesiz doğrudur. Hayvanlarla birçok bedensel işlevi paylaşmak bir yana, insanlar ve şempanzeler arasındaki genetik farkın yüzde ikiden az olması, yaratılışçıların saçmalıklarını paramparça eden bir yanıttır.

    Bonobo şempanzeleriyle yapılan son araştırmalar, insana en yakın primatların bazı bakımlardan insan çocuğununkine benzeyen bir zihinsel aktiviteye yetenekli olduklarını şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır. Bu, yüksek primatlarla insanlar arasındaki akrabalığın çarpıcı bir kanıtı olsa da analoji burada çökmeye başlar. Deneycilerin tüm çabalarına rağmen esir bonobolar konuşamamışlar ya da erken hominidlerce yaratılan en basit aletlere bile bir nebze olsun benzer bir taş alet yapamamışlardır. İnsanlarla şempanzeler arasındaki yüzde ikilik genetik fark, hayvanla insan arasındaki nitel sıçramayı göstermektedir. Bu bir Yaratıcı sayesinde değil, el emeği aracılığıyla beynin gelişmesi sayesinde olmuştur.

    En basit taş aletleri yapma becerisi dahi çok yüksek bir zihinsel beceri ve soyut düşünce düzeyi gerektirir. Doğru türden taşları seçip diğerlerini eleme becerisi, darbeyi indirecek doğru açının seçimi ve tamı tamına doğru miktarda güç uygulama; bunlar yüksek derecede karmaşık zihinsel eylemlerdir. Bunlar en ileri primatlarda bile bulunmayan bir planlama ve öngörü seviyesi anlamına gelir. Ne var ki, taş aletlerin kullanımı ve üretimi bilinçli planlamanın ürünü değil, zorunluluğun insanın uzak atalarına dayattığı bir şeydi. İnsanlığı yaratan bilinç değil, büyük bir beyne, konuşmaya ve din de dahil kültüre yol açan insan varlığının zorunlu koşullarıdır.

    Dünyayı anlama ihtiyacı hayatta kalma ihtiyacına sıkı sıkıya bağlıdır. Kalın derili ölü hayvanları kesip biçerken taş yontucuları keşfeden erken hominidler, bu zengin yağ ve protein kaynağına ulaşma şansından mahrum olanlara karşı büyük bir avantaj sağladılar. Taş aletlerini mükemmelleştiren ve en iyi malzemeleri nerede bulacağını keşfedenlerin hayatta kalma şansı, bunları yapmayanlara göre daha fazla oldu. Tekniğin gelişmesi zihnin genişlemesini sağladı ve kendi yaşamlarına hükmeden doğa olaylarını açıklama ihtiyacını doğurdu. Atalarımız milyonlarca yıl süren deneme ve yanılmayla, olaylar arasında belirli ilişkiler kurmaya başladılar. Soyutlamalar yapmaya, yani deneyim ve pratikten genellemeler çıkarmaya başladılar.

    Düşüncenin varlıkla ilişkisi sorunu yüzyıllardır felsefenin ana sorunu olmuştur. İnsanların çoğu bu sorunun düşüncesini bile akıllarına getirmeksizin yaşamlarını gayet mutlu biçimde sürdürürler. En küçük bir zorluk olmaksızın düşünür ve davranırlar, konuşur ve çalışırlar. Dahası, pratikte kopmaz biçimde birbirine bağlı olan en temel iki insan etkinliğini birbiriyle uyumsuz addetmek akıllarına bile gelmez. Biyolojik olarak belirlenen basit tepkileri bir kenara bırakırsak, en temel davranış bile bir parça düşünmeyi gerektirir. Bu bir dereceye kadar sadece insanlar için değil hayvanlar için de doğrudur, meselâ bir fare için pusuya yatmış kedi gibi. Ama insandaki düşünme ve planlamanın tipi, en ileri insansı maymunların zihinsel faaliyetlerinden bile nitel olarak yüksek bir karakterdedir. Bu olgu, insanlara duyularımızla elde ettiğimizin çok daha ötesine geçme olanağını sağlayan soyut düşünce yeteneğine ayrılmaz biçimde bağlıdır. Sadece geçmişe ilişkin değil (hayvanların da belleği vardır, köpeğin sopa imgesiyle sinmesinde olduğu gibi) geleceğe ilişkin durumları da tasarlayabiliyoruz. Karmaşık durumları öngörebiliyor, planlayabiliyor ve böylece sonucu ve bir ölçüde kendi kaderimizi belirleyebiliyoruz. Normalde bunu aklımıza getirmesek de bu, insanlığı doğanın geri kalanından ayıran dev bir adımı temsil etmektedir. “İnsan muhakemesinin ayırt edici yanı” diyor Profesör Gordon Childe, “başka herhangi bir hayvanın muhakemesine nazaran mevcut fiili durumun muazzam ölçüde uzağına gidebilmesidir.” [1] Bu yetenekten, uygarlığın tüm çok yönlü ürünleri fışkırır; kültür, sanat, müzik, edebiyat, bilim, felesefe, din. Ayrıca bunların gökten inmeyip milyonlarca yıllık gelişmenin ürünü olduğunu varsayıyoruz.

    Yunan filozofu Anaksagoras (İ.Ö. 500-428) parlak bir çıkarsamayla, insanın zihinsel gelişiminin ellerin özgürleşmesine bağlı olduğunu söylemiştir. Önemli makalesi Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde Engels bu geçişin nasıl başarıldığını kesin biçimde gösterir. Elleri emek için özgürleştiren dik duruşun ve başparmağı diğer parmaklarla karşı karşıya konumlandırarak kavramayı olanaklı kılan ellerin biçiminin, sonradan beynin gelişiminin ana uyarıcısı olan alet yapımının fizyolojik önkoşulları olduğunu gösterir. Düşünceden koparılması mümkün olmayan konuşma da bizatihi toplumsal üretimin gereklerinden, işbirliği yoluyla karmaşık fonksiyonların gerçekleştirilmesi ihtiyacından doğar. Engels’in bu teorileri, insansı maymunların daha önceleri düşünüldüğünden çok daha erken bir tarihte Afrika’da ortaya çıktığını ve beyinlerinin modern şempanzelerinkinden hiç de büyük olmadığını gösteren paleontolojinin* en son keşifleriyle çarpıcı biçimde doğrulanmıştır. Demek ki, beynin gelişimi alet üretiminden sonra ve onun bir sonucu olarak gelmektedir. Bu bakımdan “başlangıçta Söz vardı” doğru değildir, aksine Alman şairi Goethe’nin ilân ettiği gibi “başlangıçta Eylem vardı.”

    Soyut düşünce yeteneği dilden ayrı tutulamaz. Ünlü prehistoryacı Gordon Childe şu sonuca varıyor:

    Muhakeme ve şempanzeninki de dahil düşünme dediğimiz her şeyin, psikologların imge dedikleri zihinsel işlemleri içermesi gerekir. Görsel bir imgenin, diyelim bir muzun zihinsel resminin, her zaman belirli bir yerdeki belirli bir muzun resmi olması riski vardır. Bir sözcük ise aksine, açıklandığı gibi, her gerçek muza bireyselliğini veren tam da o arızi özellikleri elediği için daha genel ve soyuttur. Sözcüklerin zihinsel imgeleri (sesin ya da o sesi çıkarırken zorunlu olan kas hareketlerinin resimleri) düşünmeye eşlik eden uygun karşılıklarını oluştururlar. Bunların yardımıyla düşünme zorunlu olarak, tam da hayvan düşünmesinin yoksun göründüğü soyutluk ve genellik niteliğine sahiptir. İnsanlar, “muz” denilen nesneler sınıfı hakkında düşünebilir ve konuşabilirken, şempanzeler “o borunun içindeki o muz”un ötesine asla geçmezler. Böylelikle, dil denen toplumsal araç, tumturaklı biçimde “insanın somuta tutsaklıktan kurtuluşu” diye tanımlanan şeye katkıda bulunmuştur. [2]

    İlk insanlar uzun bir zaman sürecinden sonra, meselâ, bir bitki ya da bir hayvan genel düşüncesini oluşturdular. Bu, çok sayıda bitki ve hayvana dönük somut gözlemlerden doğdu. Ama biz “bitki” genel kavramına vardığımızda, artık önümüzde şu ya da bu çiçeği yahut çalıyı değil, bunların hepsinde ortak olanı görürüz. Bir bitkinin varlığının en derinindeki özünü kavrarız. Bununla karşılaştırıldığında tek tek bitkilerin özel nitelikleri ikincil ve geçici olarak görünür. Kalıcı ve evrensel olan, genel kavramda içerilmektedir. Aslında belirli çiçekler ve çalılar dışında bitki denen şeyi asla göremeyiz. Bu zihnin bir soyutlamasıdır. Yine de bu, tüm ikincil özelliklerinden soyulduğunda bitkinin doğası için temel olanın daha derin ve daha doğru bir ifadesidir.

    Ne var ki ilk insanların soyutlamaları bilimsel bir nitelik taşımaktan uzaktı. Bu açıklamalar yalnızca deneysel arayışlardı, bir çocuğun izlenimleri gibi; kimi zaman yanlış olabilen, ama her zaman cesur ve hayalgücü kuvvetli öngörüler, hipotezler. Uzak atalarımız için güneş zaman zaman onları ısıtan ve zaman zaman da yakan büyük bir varlıktı. Yer uyuyan bir devdi. Ateş, dokunduklarında onları ısıran vahşi bir hayvan. İlk insanlar gök gürültüsü ve şimşeğe tanık oldular. Bu onları korkutmuş olmalıdır, tıpkı bugün hayvanları ve insanları korkuttuğu gibi. Ama hayvanlardan farklı olarak insanlar olayın genel bir açıklamasını aradılar. Herhangi bir bilimsel bilginin yokluğunda açıklama, değişmez biçimde doğaüstü bir açıklama oldu; çekiciyle örsü döven bir tanrı. Bu tür açıklamalar bize, çocukların naif açıklamaları gibi yalnızca gülünç görünür. Ancak, o dönemde bunlar son derece önemli hipotezlerdi; insanların dolaysız deneyimden ayırt ettiği ve ondan tümüyle ayrı bir şey olarak gördüğü olayın akılcı bir nedenini bulma çabası.

    Erken dinin en karakteristik biçimi animizmdir: canlı ya da cansız her şeyin bir ruhu olduğu anlayışı. Kafasını çarptığı masaya tokat atan çocukta da benzer tipte bir tepki görürüz. Aynı şekilde ilk insanlar, ve bugünkü bazı kabileler de, kesmeden önce ağacın ruhundan kendilerini affetmelerini isterler. Animizm, insanlığın kendisini hayvan dünyasından ve genelde doğadan henüz tamamen ayırmadığı bir döneme aittir. İnsanların hayvanların dünyasına olan yakınlıkları­na, atların, geyik ve bizonun modern sanatçılar tarafından bir daha asla yakalanamayacak olan bir doğallıkla resmedildikleri mağara sanatının tazeliği ve güzelliği tanıklık eder. Bu, bir daha geri getirilemeyecek olan insan soyunun çocukluk dönemiydi. Bu uzak atalarımızın psikolojisini yalnızca hayal edebiliriz. Ama paleontolojinin keşiflerini antropolojiyle birleştirerek, içinden çıktığımız dünyayı en azından taslak olarak yeniden kurmamız mümkündür.

    Büyü ve dinin kökenlerini araştıran klasik antropoloji çalışmasında Sir James Frazer şunları yazıyor:

    Bir vahşinin, daha gelişkin insanların doğa ve doğaüstü arasında çizdiği ayrımı anlaması pek zordur. Ona göre dünya büyük ölçüde doğaüstü güçler tarafından, yani kendisininki gibi itkiler ve dürtülerle hareket eden, yine kendisi gibi, kendisine yapılan merhamet, umut ve korku çağrılarına göre davranmaya müsait kişisel varlıklar tarafından işletilmektedir. Böyle tasavvur edilen bir dünyada doğanın gidişini kendi yararına etkileme gücü ona sınırsız görünür. Dualar, vaatler ve tehditler, tanrılardan iyi hava koşulları ve bol mahsul koparmasını sağlayabilir; ve eğer bir tanrı, zaman zaman onun da inandığı gibi, onun kendi kişiliğinde yeniden canlanacak olursa, o zaman daha yüksek hiçbir varlığa başvurma ihtiyacı duymaz; kendisinin ve hemcinslerinin mutluluğunu arttırmak için gerekli tüm güçleri kendisinde toplamıştır. [3]

    Ruhun bedenden ayrı ve bağımsız olduğu anlayışı vahşiliğin en uzak dönemine kadar uzanır. Bunun temeli çok açıktır. Biz uyurken ruh bedeni terk edip rüyalarda gezinir. Genişletme yoluyla, ölüm ve uyku arasındaki benzerlik (Shakespeare “ölümün ikinci beni” diyordu), ruhun ölümden sonra da varolmayı sürdürebildiği fikrine ilham vermiştir. Böylece ilk insanlar kendi içlerinde kendi bedenlerinden ayrı bir şey olduğu sonucuna vardılar. Bu, bedene komuta eden ve her türden inanılmaz şeyi, beden uyurken bile yapabilen ruhtur. Bu insanlar yine bilgece sözlerin yaşlı insanların ağzından çıktığına dikkat ederek, beden ölürken ruhun yaşamaya devam ettiği sonucuna vardılar. Göçme fikrine alışkın insanlar için ölüm, yolculuk için yiyecek ve gereçlere de ihtiyaç duyan ruhun göçü olarak görüldü.

    Önceleri sabit bir mekânı olmayan ruhlar, çoğunlukla bir sıkıntıya yol açarak salt gezinti yapıyor ve yaşayanları onların huzura erdirilmesi için olağanüstü mesafelere gitmeye zorluyorlardı. İşte burada dinsel seremonilerin kökenini görüyoruz. Sonuç olarak bu ruhların yardımı dua aracılığıyla elde edilebilirdi. Bu aşamada din (büyü), sanat ve bilim ayrışmış değillerdi. Kendi çevreleri üzerinde gerçek hakimiyet kurma araçlarından yoksun olan ilk insanlar, amaçlarına doğayla büyüye dayalı bir ilişki kurarak ve böylece onu kendi iradelerine tâbi kılarak ulaşmaya çalıştılar. İlk insanların kendi ruh-tanrılarına ve fetişlerine karşı tavırları son derece pratikti. Duaların niyeti sonuç elde etmekti. Bir insan kendi elleriyle bir put yapar ve onun önünde yere kapanırdı. Ama arzu edilen sonuç gelmezse, yakarış yoluyla almayı beceremediği şeyi şiddet yoluyla çekip çıkarmak için puta lânet okur ve ona vururdu. Rüyalar ve hayaletlerin bu ilginç dünyasında, ya da bu din dünyasında, ilkel akıl, olan biten her şeyi görünmeyen ruhların işi olarak görüyordu. Her çalı ve akıntı, dost ya da düşman bir canlı yaratıktı. Her şanslı olayın, her rüyanın, ağrı ya da duyumun sebebi bir ruhtu. Dinsel açıklamalar, doğa yasalarına dair bilgi eksikliğinin bıraktığı boşluğu doldurdu. Ölüm bile doğal bir olay olarak değil, tanrılara karşı işlenmiş bir suçun sonucu olarak görüldü.

    İnsan soyunun varoluşunun büyük bölümünde insanların zihinleri bu tür şeylerle dolu olmuştur. Üstelik bu yalnızca, insanların ilkel toplumlar olarak görmekten hoşlandığı toplumlarla sınırlı kalmamıştır. Aynı tür batıl inançlar biraz farklı kılıklar altında bugün de varolmayı sürdürüyorlar. Uygarlığın ince cilâsı altında, kökleri, yarı unutulmuş fakat alt edilmemiş uzak geçmişte olan ilkel akıldışı eğilimler ve fikirler gizlenmektedir. İnsanlar kendi varoluş koşulları üzerinde sıkı bir denetim kurmadıkça da, bunların kökü, nihayetinde insan bilincinden kazınmayacaktır.

    İşbölümü

    Frazer ilkel toplumda kol ve kafa emeğinin birbirinden ayrılmasının, şaşmaz biçimde bir rahipler, şamanlar ya da büyücüler kastının oluşumuyla bağlantılı olduğuna işaret etmektedir:

    Toplumsal ilerleme, bildiğimiz gibi, asıl olarak işlevlerin art arda farklılaşmasından, ya da daha basit ifadeyle işbölümünden oluşmaktadır. İlkel toplumda iş, hepsi birbirine benzeyen insanlar tarafından yapılır ve hepsi eş derecede ya da neredeyse eş derecede kusurlu olan insanlar tarafından farklı işçi sınıfları arasında kademeli olarak dağıtılır ve gitgide kusursuz biçimde yerine getirilir; ve onun uzmanlaşmış emeğinin maddi ya da maddi olmayan ürünleri herkesçe bölüşüldüğü ölçüde, bütün topluluk artan uzmanlaşmadan yararlanır. Şimdi büyücüler ya da tıp adamları, toplumun evriminde en eski zanaatkâr ya da mesleki sınıfı oluşturuyor görünüyorlar. Bildiğimiz her vahşi kabilede büyücüler bulunmuştur; ve Avustralya aborijinleri gibi en aşağı vahşiler arasında bunlar varolan yegâne mesleki sınıftırlar. [4]

    Ruhu bedenden, zihni maddeden, düşünmeyi eylemden ayıran düalizm, toplumsal evrimin verili bir aşamasında işbölümünün gelişmesiyle güçlü bir itilim kazandı. Toplumun sınıflara bölünmesiyle çakışan bir olgu olan kafa ve kol emeği arasındaki ayrılma, insanın gelişiminde büyük bir atılımı ifade eder. Toplumda ilk kez bir azınlık, zorunlu ihtiyaç maddelerini temin için çalışma zorunluluğundan kurtulmuştu. Bu en değerli nesneye, serbest zamana sahip olmak, insanların yaşamlarını yıldızların incelenmesine adayabilecekleri anlamına geliyordu. Alman materyalist filozofu Ludwig Feuerbach’ın açıkladığı gibi, gerçek teorik bilim kozmolojiyle başlar:

    Hayvan yalnızca yaşamı doğrudan etkileyen ışını duyumsar; ama insan, onun için fiziksel olarak farksız olan en uzak yıldızın ışınını algılar. Sadece insan katıksız olarak zihinsel, çıkar sağlamaktan uzak zevk ve tutkulara sahiptir; sadece insanın gözü teorik şenlikler yapar. Yıldızlı göklere bakan, o ışığa kilitlenen göz, yerle ve onun zorunluluklarıyla ortak hiçbir noktası olmadığı için, eş derecede yararsız ve zararsızdır. Bu göz o ışıkta kendi doğasını, kendi kökenini görür. Göz doğası gereği gökseldir. O yüzden insan kendisini yalnızca gözle yerden yukarı yükseltir; o yüzden teori gökleri düşünmekle başlar. İlk filozoflar astronomlardı. [5]

    Bu olgu, bu ilk aşamada her ne kadar dinle ve bir rahip kastının istek ve çıkarlarıyla iç içe idiyse de, aynı zamanda insan uygarlığının doğuşu anlamına geliyordu. Bunu anlayan Aristoteles de şunu yazmıştı:

    Dahası bu teorik sanatlar, insanların bol serbest zamana sahip olduğu yerlerde ortaya çıkmıştır: örneğin matematik, zorunlu serbest zamanın nimetlerinden faydalanan Mısır’da ortaya çıkmıştır. [6]

    Bilgi bir iktidar kaynağıdır. Sanatın, bilimin ve devletin bir azınlığın tekelinde olduğu her toplumda, bu azınlık bu iktidarı kendi çıkarları için kullanır ve suiistimal eder. Nil’in yıllık taşkını, mahsulü ona bağlı olan Mısır insanı için bir ölüm kalım sorunuydu. Mısırlı rahiplerin astronomik gözlemler temelinde Nil’in ne zaman kıyılarına taşacağını öngörme yetenekleri, onların toplum üzerindeki prestij ve iktidarlarını büyük ölçüde arttırmış olmalıdır. En güçlü buluş olan yazma sanatı, rahip kastının kıskançlıkla korunan sırrıydı. Ilya Prigogine ve Isabelle Stengers’in yorumladığı gibi:

    Yazıyı Sümerler keşfetmişti; Sümerli rahipler geleceğin şu anda etrafımızda olup biten olaylarda gizlice yazılmış olabileceğini düşünüyorlardı. Hatta bu inancı birtakım büyüsel ve akılcı öğeler de katarak sistematize etmişlerdi. [7]

    İşbölümünün daha da gelişmesi, entelektüel elit ile insanlığın el emeğine mahkûm çoğunluğu arasında, köprü kurulması olanaksız bir yarılmaya yol açtı. Entelektüel, ister Babilli rahip olsun ister modern teorik fizikçi, sadece bir tür emeği, zihinsel emeği bilir. Bu sonuncuların “kaba” el emeğine üstünlüğü binlerce yıldır derinlere işler ve bir önyargı gücüne kavuşur. Dil, sözcükler ve düşünceler, mistik güçlerle donatılır. Kültür, kendi sırlarını kıskançça koruyan ve kendi konumunu kendi çıkarlarına kullanıp suiistimal eden ayrıcalıklı bir elitin tekeli olur.

    Eski devirlerde entelektüel aristokrasi fiziksel emeğe duyduğu küçümsemeyi gizleme gereği duymuyordu. İ.Ö. 2000 dolaylarında yazılmış olan ve Meslekler Üzerine Hiciv adıyla bilinen bir Mısır metninden alınma aşağıdaki parçanın, bir babanın, yazıcı olarak eğitim görmek üzere Yazı Okuluna gönderdiği oğluna yaptığı hararetli tavsiyelerden oluştuğu düşünülmektedir:

    Çalışan adamın nasıl çalıştığını gördüm; sen kalbini yazmaya vermelisin. Ve ben bir insanın kendi yükümlülüklerinden nasıl kurtarılabileceğini de gözledim; unutma, yazmaktan daha üstün hiçbir şey yoktur …

    Metal işçisini fırınının ağzında çalışırken gördüm. Parmakları sanki timsahlar gibiydi; balık yumurtasından daha iğrenç kokuyordu …

    Küçük inşaat işçisi çamur taşır … Çamur çiğnemekten dolayı asmalardan ya da domuzlardan daha pistir. Kıyafetleri kaba ve çamurludur.

    Ok yapıcısı [taş uçları temin etmek için] çöle çıktığında çok sefildir. Yaptığı işin [değerinden] daha fazlasını eşeğine verir …

    Çamaşırcı adam timsahların yanıbaşında nehir kıyısında çamaşır yıkar …

    Sakın aklından çıkarma, patronu olmayan meslek yoktur; yazıcıdan başka: patron odur …

    Sakın aklından çıkarma, Kralın Evi’ndeki yiyecekten –yaşam, zenginlik, sağlık!– mahrum kalan yazıcı yoktur … Onun babası ve annesi, bu hayat yolunda azimli olması için tanrıya şükrederler. Bunları aklından çıkarma, sana ve senin çocuklarının çocukları önüne [bunları koydum.] [8]

    Aynı tavır Yunanlılar arasında da hakimdi. Ksenophon şöyle diyor:

    Mekanik işler denilen işler, toplumsal bir damga taşırlar ve bizim kentlerimizde lekelenmişlerdir, çünkü bu işler onlarla uğraşanların ya da onlara gözetmenlik edenlerin bedenlerini, onları eve kapalı, hareketsiz bir hayata ve bazı durumlarda tüm günü ateşin başında geçirmeye zorlayarak hasara uğratır. Bu fiziksel yozlaşma ruhun da bozulmasına yol açar. Daha da ötesi, bu işlerde çalışan işçilerin arkadaşlık ya da yurttaşlık görevlerini yapmaları için zamanları yoktur. Sonuç olarak onlara, kötü arkadaşlar ve kötü yurtseverler gözüyle bakılır ve bazı kentlerde, özellikle savaş kentlerinde, bir yurttaşın mekanik işler yapması yasal değildir. [9]

    Kafa ve kol emeği arasındaki köklü ayrışma fikirlerin, düşüncelerin ve sözcüklerin bağımsız bir varlığı olduğu yanılsamasını derinleştirir. Tüm dinin ve felsefi idealizmin altında bu yanlış anlayış yatar.

    Kendi suretinde insanı yaratan tanrı değildir, aksine tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yaratan insanlardır. Ludwig Feuerbach, kuşların bir dini olsaydı tanrılarının kanatlı olacağını söylüyordu. “Din, kendi anlayış ve duygularımızın bize bağımsız ve dışımızda varlıklar olarak göründüğü bir rüyadır. Dinsel akıl özne ve nesne arasında ayrım yapmaz, şüpheden muaftır; başka şeyleri kendisinden ayırt etme yetisinden yoksundur, ama kendi tahayyüllerini kendi dışında ayrı varlıklar olarak görme yetisine sahiptir.” [10] Kolophon’lu Ksenophanes de bunu anlamıştı: “Homeros ve Hesiodos, insanlar arasındaki bütün utanç verici ve onursuz işleri tanrılara atfetmiştir: çalıp çırpma, zina ve birbirini kandırma … Etiyopyalılar kendi tanrılarını siyah ve kalkık burunlu yaparlar, ve Trakyalılar da gri gözlü, kızıl saçlı … Eğer hayvanlar da insanlar gibi resim veya başka şeyler yapabilselerdi, atlar ve öküzler de kendi tanrılarını kendi suretlerinde yaparlardı.” [11]

    Neredeyse tüm dinlerde varolan yaratılış efsaneleri, şaşmaz biçimde imgelerini gerçek hayattan alırlar, örneğin, şekilsiz kile şekil veren çömlekçi imgesi. Gordon Childe’ın düşüncesine göre, ilk kitap Tekvin’deki Yaratılış hikâyesi, Mezopotamya’da “Başlangıçta” toprağın gerçekten sulardan ayrılmış olduğu, ama bunun ilâhi müdahaleyle olmadığı olgusunu yansıtıyordu:

    Üzerinde büyük Babil kentlerinin yükseleceği toprak kelimenin tam anlamıyla yaratılmalıydı; Kutsal Kitapta adı geçen Erek’in tarih öncesi habercisi, alüviyal çamur üzerine çaprazlama yatırılan sazlıklardan oluşan bir tür platform üzerine inşa edilmişti. İbranilerin Tekvin kitabı, bizi Sümer’in çok daha eski ve bozulmamış haline ilişkin gelenekler hakkında bilgilendirmiştir: su ve kuru toprak arasındaki sınırın hâlâ akışkan olduğu bir “kaos”. “Yaratılış”taki temel hadiselerden birisi bu unsurların ayrışmasıdır. Oysa toprağı yaratan tanrı değil bizzat proto-Sümerlerdi; tarlaları sulamak ve bataklığı kurutmak için kanallar açtılar; insanları ve hayvanları sulardan korumak için bentler ve yüksek platformlar inşa ettiler; sert sazlıkları ilk kez açarak bunlar arasındaki kanalları keşfettiler. Bu mücadelenin anısının geleneklerde inatla yaşaması, eski Sümerlilerin içine düştükleri zorluğun ölçüsü hakkında bir fikir verir. Elde ettikleri ödül ise, besleyici hurmaların sağlama bağlanmış mahsulü, akaçlanmış tarlalardan bol ürün ve sürüler için sürekli otlaklardı. [12]

    İnsanın dünyayı ve onun içinde kendi yerini açıklama yolundaki en eski çabaları mitolojiyle iç içe geçmiştir. Babilliler tanrı Marduk’un, toprağı sudan, göğü de yerden ayırarak, Kaosun içinden Düzen yarattığına inanıyorlardı. Yahudiler Kutsal Kitabın Yaratılış mitini Babillilerden aldı ve sonra da Hıristiyan kültürüne aktardı. Bilimsel düşüncenin gerçek hikâyesi, erkeklerin ve kadınların mitolojiden vazgeçmesiyle ve tanrıları araya karıştırmadan, doğanın akılcı bir tasarımına varmak için çaba göstermesiyle başlar. O andan itibaren, insanlığın maddi ve manevi esaretten kurtuluş için gerçek mücadelesi başlar.

    Felsefenin ortaya çıkması insan düşüncesinde gerçek bir devrimi temsil eder. Modern uygarlığın büyük bölümü gibi, biz de onu eski Yunanlılara borçluyuz. Hintliler, Çinliler ve daha sonra Araplar tarafından önemli ilerlemeler kaydedilmiş olmasına rağmen, Rönesansa kadar olan dönemde felsefe ve bilimi en yüksek noktasına çıkaranlar Yunanlılardı. İ.Ö. 7. yüzyılın ortalarından itibaren dört yüzyıllık dönemin Yunan düşünce tarihi, insanlık tarihinin en etkileyici sayfalarından birini oluşturur.

    Materyalizm ve İdealizm

    Yunanlılardan ta bugüne kadar tüm felsefe tarihi iki zıt düşünce okulu arasındaki bir mücadeleden ibarettir: materyalizm ve idealizm. Burada, felsefede kullanılan kavramların gündelik dilden nasıl temelli biçimde farklılaştığının mükemmel bir örneği ile karşılaşıyoruz.

    Birisini “idealist” olarak andığımızda normalde aklımızda yüksek idealleri ve kusursuz ahlâkı olan bir insan vardır. Materyalist ise tersine, yiyeceğe ve diğer şeylere karşı azgın bir iştah duyan, ilkesiz, para düşkünü, bencil bir birey olarak –kısacası tamamen sevimsiz bir karakter olarak– görülür.

    Bunun felsefi materyalizm ve idealizmle hiç ilgisi yoktur. Felsefi anlamda idealizm dünyanın yalnızca düşüncelerin, zihnin, ruhun, ya da daha doğrusu, fiziksel dünya varolmadan önce varolan İdeanın bir yansıması olduğu görüşünden hareket eder. Duyularımızla bildiğimiz kaba maddi şeyler, bu okula göre, kusursuz İdeanın kusurlu kopyalarıdır. Antik dönemde bu felsefenin en tutarlı savunucusu Platon’du. Gelgelelim, idealizmi o icat etmedi, onun bir evveliyatı vardı.

    Pisagorcular her şeyin özünün Sayı olduğuna inanıyorlardı (bazı modern matematikçiler tarafından alenen paylaşılan bir görüş). Pisagorcular genelde maddi dünyaya, özelde de, ruhu esir eden bir hapishane olarak gördükleri insan bedenine karşı bir horgörü beslediler. Bu, çarpıcı biçimde ortaçağın keşişlerinin dünyaya bakışını hatırlatıyor. Gerçekte Kilisenin, düşüncelerinin birçoğunu Pisagorculardan, Platonculardan ve yeni-Platonculardan almış olması pek muhtemeldir. Bu şaşırtıcı değil. Tüm dinler zorunlu olarak idealist bir dünya görüşünden hareket ederler. Fark şuradadır ki, din duygulara hitap eder ve dünyanın mistik, sezgisel bir tasarımını (“Vahiy”) sunduğunu iddia ederken, idealist filozofların çoğu kendi teorileri için mantıksal argümanlar sunmaya çalışırlar.

    Ama dibine inildiğinde, idealizmin tüm biçimlerinin kökleri dinsel ve mistiktir. “Kaba maddi dünyayı” hor görme ve “İdeali” yüceltme, doğrudan doğruya, az önce din bakımından üzerinde durduğumuz olgulardan doğar. Platoncu idealizmin, köleci sistemin doruğuna ulaştığı dönemde Atina’da gelişmiş olması bir tesadüf değildir. O günlerde el emeği, kelimenin tam anlamıyla köleliğin damgası olarak görülüyordu. Takdire layık tek emek zihinsel emekti. Esasen felsefi idealizm, yazılı tarihin şafağından günümüze kadar süregelen kafa ve kol emeğinin aşırı bölünmesinin bir ürünüdür.

    Ne var ki, Batı felsefesi tarihi idealizmle değil, tam aksini ileri süren materyalizmle başlar: bildiğimiz ve bilimle keşfettiğimiz maddi dünya gerçektir; tek gerçek dünya maddi olandır; düşünceler, fikirler ve duyular belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin (bir sinir sistemi ve bir beyin) ürünüdürler; düşünce kendi kategorilerini kendi içinden değil, kendisini bize duyularımız aracılığıyla bildiren nesnel dünyadan çıkarır.

    En eski Yunan filozofları “hilozoistler” olarak (Yunancadan, “maddenin canlı olduğuna inananlar” anlamında) biliniyorlardı. Burada, düşüncenin gelişimine öncülük eden uzun bir kahramanlar dizisi ile karşı karşıyayız. Yunanlılar Kolomb’dan çok önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfettiler. Darwin’den çok önce insanların balıklardan evrildiğini açıkladılar. Matematikte, özellikle geometride, bin beş yüz yıl boyunca üzerine önemli bir şey konulmayan olağanüstü buluşlar yaptılar. Mekaniği icat ettiler ve hatta bir buhar makinesi yaptılar. Dünyaya bu bakış tarzında şaşırtıcı biçimde yeni olan şey, onun dinsel olmayışıydı. Çok şey öğrendikleri Mısırlılar ve Babillilerin tam tersine Yunanlı düşünürler, doğa olaylarını açıklamak için tanrılara ve tanrıçalara başvurmadılar. Erkekler ve kadınlar ilk kez doğanın işlemlerini salt doğanın terimleriyle açıklamaya çalışıyorlardı. Bu insan düşüncesinin tarihinde en büyük dönüm noktalarından biriydi. Gerçek bilimin başladığı yer burasıdır.

    Antik filozofların en büyüğü olan Aristoteles, eski hilozoistler kadar tutarlı olmamasına rağmen, bir materyalist olarak görülebilir. Yunan biliminin İskenderiye dönemindeki büyük başarılarının temelini döşeyen bir dizi önemli bilimsel keşif yapmıştır.

    Antik toplumun çöküşünden sonraki Ortaçağ, bilimsel düşünceyi yüzyıllar boyunca cansızlaştıran bir çöldü. Hiç de tesadüf olmayan bir biçimde bu dönem Kilisenin hakim olduğu bir dönemdi. İdealizm, ya Platon’un bir karikatürü ya da Aristoteles’in en kötü tahrifatı biçiminde, izin verilen yegâne felsefeydi.

    Rönesans döneminde muzafferane biçimde yeniden dirilen bilim, dinin etkisine karşı (sırası gelmişken, sadece Katolikliğe karşı değil, Protestanlığa karşı da) sert bir savaş vermek zorunda kaldı. Birçok şehit, bilim özgürlüğünün bedelini kendi yaşamlarıyla ödedi. Giordano Bruno ateşte yakıldı. Galileo iki kez Engizisyon önünde mahkemeye çıkarıldı ve işkence tehdidi altında görüşlerinden vazgeçmeye çağrıldı.

    Rönesansın başat felsefi akımı materyalizmdi. İngiltere’de bu, ampirizm (tüm bilginin duyulardan kaynaklandığını savunan düşünce okulu) biçimini aldı.* Bu okulun öncüleri Francis Bacon (1561-1626), Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) idi. Materyalist okul, İngiltere’den, devrimci bir içerik kazandığı Fransa’ya geçti. Diderot, Rousseau, Holbach ve Helvetius’un ellerinde felsefe tüm mevcut toplumu eleştirmenin bir aracı haline geldi. Bu büyük düşünürler 1789-1793’te feodal monarşinin devrimci yıkılışının yolunu hazırladılar.

    Yeni felsefi görüşler deney ve gözlemi teşvik ederek bilimin gelişimini hızlandırdılar. 18. yüzyıl bilimde büyük bir atılıma tanık oldu, özellikle mekanikte. Ama bu olgunun olumlu olduğu kadar olumsuz bir yanı da vardı. Eski 18. yüzyıl materyalizmi, bilimin bizatihi sınırlı gelişimini yansıtırcasına dar ve katıydı. Newton, ampirizmin sınırlarını ünlü “hiçbir hipotezim yok” sözüyle ifade etmişti. Bu tek yanlı mekanik bakış açısının, nihayetinde eski materyalizm için ölümcül olduğu ortaya çıktı. Paradoksal olarak, felsefede 1700’den sonraki büyük ilerlemeler idealist filozoflar tarafından kaydedilmiştir.

    Fransız devriminin etkisiyle Alman idealisti Immanuel Kant (1724-1804) önceki tüm felsefeyi topyekûn bir eleştiriden geçirdi. Kant sadece felsefe ve mantıkta değil bilimde de önemli keşifler yaptı. Onun güneş sisteminin kökenlerine ilişkin Bulutsu [nebula] hipotezi (daha sonra Laplace tarafından matematiksel bir temele kavuşturuldu) şu anda genel olarak doğru kabul edilmektedir. Felsefe alanında, Kant’ın başyapıtı Saf Aklın Eleştirisi, Aristoteles tarafından ilk geliştirildiği günden bu yana gerçekte değişmeden kalmış olan mantık biçimlerini analiz eden ilk çalışmaydı. Kant felsefenin en temel kabullerinin çoğunda örtük olarak varolan çelişkileri gösterdi. Gelgelelim bu çelişkileri (“çatışkıları”) çözmeyi beceremedi, ve sonunda dünyanın gerçek bilgisinin olanaksız olduğu sonucunu çıkardı. Görünüşleri bilmek mümkünse de, şeylerin “kendinde” nasıl olduklarını bilmemiz asla mümkün değildir.

    Bu fikir yeni değildir. Felsefe tarihinde defalarca tekrarlanmış ve genel olarak öznel idealizm dediğimiz isimle adlandırılmıştır. Aynı fikir Kant’tan önce İrlan­da­lı rahip ve filozof George Berkeley ve klasik İngiliz ampiristlerinin en sonuncusu David Hume tarafından ileri sürülmüştü. Temel argüman şöyle özetlenebilir: “Dünyayı duyumlarım aracılığıyla yorumlarım. Bu nedenle, varolduğunu bildiğim tek şey duyu izlenimlerimdir. Örneğin bu elmanın varolduğunu söyleyebilir miyim? Hayır. Tüm söyleyebileceğim, onu gördüğüm, hissettiğim, kokladığım, tattığımdır. Bu bakımdan, gerçekte bir maddi dünyanın varolduğunu hiçbir surette söyleyemem.” Öznel idealizmin mantığına göre, eğer gözlerimi kaparsam dünya varolmaktan çıkar. Nihayetinde bu solipsizme (Latinceden, “solo ipsus” –“tek ben”), yani sadece ben varım düşüncesine varır.

    Bu fikirler bize saçma görünebilir, ama bunlar tuhaf biçimde kalıcı olmuşlardır. Öznel idealizmin önyargıları, şu ya da bu biçimde, sadece felsefeye sızmakla kalmamış, 20. yüzyılın büyük bir bölümü için bilime de sızmıştır. İleride bu eğilimle daha özel olarak uğraşacağız.

    En büyük atılım 19. yüzyılın ilk onyıllarında George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) ile geldi. Hegel yapıtlarında bütün felsefe tarihini etkili biçimde özetleyen, yüksek zekâya sahip bir Alman idealistiydi.

    Hegel, Kant’ın “Çatışkılarının” üstesinden gelmenin tek yolunun, çelişkilerin sadece düşüncede değil, gerçek dünyada, fiilen varolduğunu kabul etmek olduğunu gösterdi. Bir nesnel idealist olarak Hegel’in, insan aklının gerçek dünyayı bilemeyeceğine dair öznel idealist argümana tahammülü yoktu. Düşünce biçimlerinin nesnel dünyayı mümkün olduğu ölçüde yakından yansıtması gerekir. Bilgi süreci, soyuttan somuta, bilinenden bilinmeyene, özelden evrensele doğru ilerleyerek, bu gerçekliğe gitgide daha derinlemesine girmekten ibarettir.

    Antik dönemde, özellikle Herakleitos’un (İ.Ö. 500) naif, fakat parlak özdeyişlerinde, ama aynı zamanda Aristoteles’te ve diğerlerinde de büyük bir rol oynayan diyalektik düşünme yöntemi, kilisenin Aristoteles’in biçimsel mantığını cansız ve katı bir dogmaya çevirdiği Ortaçağda terk edildi ve Kant’ın ona itibarını iade etmesine kadar tekrar görünmedi. Ne var ki diyalektik Kant’ta yeterli bir gelişme göstermedi. Diyalektik düşünme bilimini en yüksek gelişme noktasına çıkarmak Hegel’e düştü.

    Hakim mekanizm felsefesine tek başına kafa tutması olgusu Hegel’in büyüklüğünü göstermeye yeter. Yalıtık olaylarla değil süreçlerle uğraşan Hegel’in diyalektik felsefesi, şeyleri ölü olarak değil canlı olarak, yalıtık değil karşılıklı etkileri içinde ele alır. Bu felsefe, dünyaya bakmanın şaşırtıcı ölçüde modern ve bilimsel bir yoludur. Gerçekten Hegel birçok bakımdan zamanının çok ötesindeydi. Yine de, birçok parlak sezgilerine rağmen, Hegel’in felsefesi nihai ölçüde tatmin edici değildi. Başlıca kusuru, Hegel’in kesin biçimde idealist olan bakış açısıydı, bu da onu diyalektik düşünme yöntemini gerçek dünyaya bilimsel bir biçimde tutarlılıkla uygulamaktan alıkoyuyordu. Maddi dünya yerine, gerçek şeylerin, süreçlerin ve insanların maddi olmayan gölgelerle yer değiştirdiği Mutlak İdea’nın dünyası söz konusuydu. Friedrich Engels’in sözleriyle, Hegel diyalektiği tüm felsefe tarihinde boşa çıkan en büyük beklentiydi. Burada doğru fikirler başaşağı duruyordu. Diyalektiği sağlam bir temele oturtmak için, Hegel’i başaşağı çevirmek, idealist diyalektiği diyalektik materyalizme dönüştürmek gerekir. Bu Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in büyük başarısıdır. İncelememiz, onlar tarafından geliştirilen materyalist diyalek­tiğin temel yasalarının kısa bir dökümüyle başlamaktadır.

    [1] Gordon Childe, What Happened in History, s.19. [Tarihte Neler Oldu, Alan Y., Ekim 1982, s.15]

    * Paleontoloji: Fosilleri ve diğer çok eski zamanlara ait yaşam kayıtlarını inceleyen bilim dalı.

    [2] Gordon Childe, age, s.19-20. [age, s.15]

    [3]Sir James Frazer, Golden Bough, s.10. [Altın Dal, cilt 1, Payel Y., Aralık 1991, s.10]

    [4]Sir James Frazer, Golden Bough, s.105.

    [5] Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity (Hıristiyanlığın Özü), s.5.

    [6] Aristoteles, Metaphysics, s.53. [Metafizik, Sosyal Y., Kasım 1996, s.79]

    [7] I. Prigogine ve I. Stengers, Order Out of Kaos, Man’s New Dialogue with Nature, s.4. [Kaostan Düzene, İnsanın Tabiatla Yeni Diyaloğu, İz Y., 1996, s.37]

    [8] aktaran: Margaret Donaldson, Children’s Minds (Çocukların Zihinleri), s.84.

    [9] Oeconomicus, iv, 203, aktaran: B. Farrington, Greek Science (Yunan Bilimi), s.28-9.

    [10] Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity, s.204-5.

    [11] aktaran: A. R. Burn, Pelican History of Greece (Pelican Yunan Tarihi), s.132.

    [12] G. Childe, Man Makes Himself, s.107-8. [Kendini Yaratan İnsan, Varlık Y., 1992, s.80-1]

    * Ampirizm: Bilgi teorisinde, duyusal deneyimin bilginin yegâne kaynağı olduğunu savunan ve tüm bilginin deneye dayandırıldığını ve deneyden elde edildiğini onaylayan bir öğreti. Rasyonalizmin karşıtı. Bu öğretinin temel hatası, tek başına deneyimin rolünün metafizik bir abartılışı adına, bir sonuç çıkarma aracı olarak aklın reddedilmesi eğiliminde oluşudur.

    http://marksist.net/diger_yazarlar/2_felsefe_ve_din.htm

  72. Anonim

    okumakta fayda var:

    http://www.odatv.com/n.php?n=bir-yazilik-adamdan-solculuk-dersleri–2609141200

  73. Erdem Caliskan

    Gün bey sen ne isin arkadas? Aynada kendinle konustugun gibi burada konussana sen seni bizim sendei tanidigimizdan daha iyi taniyorsun. Bu zulmü niye yapiyorsun ? Derinin altindaki sen kime kiziyorsun? Herseyin sorumlusu kendinsin. Bize zulum etme kendine gel söyliyeceklerini kendine söyle sen seni kabulleniyorsan bize söyleyecek birsey kalmaz. Özünü dara cek. Sus ve otur bence. Cünkü özünde nihilistsin sen. Kusura bakma kapimin önüne atigin pislikten rahatsiz oluyorum.

  74. Gün Zileli

    şimdi ben de burada yazılanlardan bir şey anlamadım!

  75. Kerem Cankoçak

    İlginç tartışmalardı:-) Hepsini çok detaylı okuyamadım. Ama Kaan’ın anlatmak istedii şeyi anladığımı sanıyorum. Ancak Kaan’ın söylediklerinin anlaşılabilmesi için diğer arkadaşların biraz Marksist literatür dışında kitaplar okuması gerekir. Alıntılara ve kaynakçalara baktığımızda 100-150 yıllık bir litaretür görülüyor. Marx çağının çok ilerisinde biriydi ama sonuçta kendi çağının bilgisiyle sınırlıydı. Zaten o yüzden ‘Ben Marksist değilim’ demiştir…Artık insan hakkında çok daha fazla şey biliyoruz.
    Kaan’a yardım olsun diye Türkçedeki sınırlı sayıdaki evrimsel psikoloji, evrimsel sosyoloji vs alanında kitaplar öneriyorum. Bunları okduktan sonra ancak Kaan’ın dediklerini anlayabilirsiniz:
    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2014/07/tanr-beyni-beyin-neden-inanc-uretir.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/koken-agaci-primat-davrans-insann.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/neden-herkes-ikiyuzludur-evrim-ve.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/empatik-beyin-ayna-noronlarnn-kesfi.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/tuketimin-evrimi-cinsiyet-statu-ve.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/ucuncu-sempanze-insan-turunun-evrimi-ve.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2014/04/kendini-yineleyen-zihin-insan-dilinin.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2014/02/darwinin-tehlikeli-fikri-evrim-ve.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2014/01/beynin-otesi-beyond-brain-louise_11.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/zihin-onde-gelen-bilim-insanlari-beyin.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/kultur-onde-gelen-bilim-insanlari.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/guvenen-beyin-norobilim-ahlak-hakknda.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/kulturun-darwincilesmesi-memetik.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/hazzn-bilimi-sevdigimiz-seyleri-neden.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/inanan-beyin-inanclar-dogru-gibi.html

    http://keremcankocak.blogspot.com.tr/2013/12/mem-makinesi-genetik-evrimin-devam.html

  76. soruYorum

    Konunun belli bir sistematiğe ve bağlama oturması için gerekli hatta elzem gördüğüm soruya yanıt alamadığım için, tartışmayı sürdürmeyi kendi açımdan anlamlı görmediğimden, bırakmıştım.

    Kerem Cankoçak’ın konuyu tekrardan ve temelden başa sarmasından cesaret alarak, tartışmanın yöntemi açısından olmazsa olmaz olan soruyu yineleyerek devam edeceğim, kimse kusura bakmasın:

    “DOĞRU YA DA YANLIŞLIĞI DENEY-GÖZLEMSEL KANITLARA DAYANAN(örneğin doğa bilimleri dediğimiz fizik-kimya-biyoloji ya da arkeoloji, antropoloji gibi )

    VEYA DOĞRULUĞU YA DA BÖYLE DEĞİLSE YANLIŞLANABİLİRLİĞİ MANTIKSAL İSPATA DAYALI İDEAL BİLİMLER (örneğin mantık-aritmetik ve geometri ve diğer matematik bilimleri) KANITLANABİLEN BİLGİLERE “BİLİM” DEMEYİ…..

    DIŞINDA KALAN DİĞER KANITLANAMAZ VE İSPATLANAMAZ DOLAYISIYLA KANITA DAYANMayıp YORUMA dayanan disiplinlere (örneğin sosyoloji ve psikoloji gibi yoruma açık olan ve dinsel ya da ideolojik nitelikli olanlara “BİLİM” DEMEYİ SÜRDÜRECEK MİYİZ?

    bu durumda “bilim” denen fetişin aslında bal gibi yanlı ve yoruma açık bir alan olarak kabullenilmesinin bizatihi bilimi sakatladığı….bilimin (kanıtlanabilirliği ölçüsünde var olan ) evrenselliği ve “nesnelliği” iddialarının zarar görebildiği…eleştirilerine ne yanıt vereceğiz?

  77. O.Gürsel

    Anonim 65… KA’nu uzun yıllardan tanıyan-izleyen biri olarak bu yazıya yanıt yazmam gerekti.. Kuşkusuz KA’nın her insan gibi kusurları, ego’su, değişen süreci vardır… Ama bu tür yazılar en başında “ahlaki” değildir; hiç bir kanıta, fikirsel çürütme çabasına girmeden salt “aşağılamak” için bir aşağılama yazısı yazmak yoksa tipik bir “Aydınlıkçı” yazar yöntemi midir?

    ***
    Yazıdaki 2. paragraf KA’nun iddialarını aşağılayıcı bir dille yineliyor yalnızca; bu mantıkla yeryüzünde aşağılanmayacak hiç bir şey yok; T.Arslan’ın kendi ve tüm hayatı da .. Herkes her değeri ve birbirini değersizleştirebilir… Aslında bu tarz, içki sınırını aşmış ve herkesi-herşeyi kendi kibrinin çamurunda boğmuş olanlara ait olabilir…
    Bu yazı yalnızca entelektüel değil, insani ahlak değerlerine aykırı bir yöntemle yazılmıştır.
    1. kanıt… KA’nun iddiaları tartışılabilir! Yalnızca “Deli Saçması” denilerek geçiştirilecekse bu paragrafı yazmanın gerekçesi ortadan kalkar. Deli saçmalarıyla uğraşan akıllı mıdır ki?
    2. Kanıt.. KA, bizzat Fethi Naci’yi değersizleştiren, “üstüne çarpı atan” bir yazı yazmış mıdır? (Dergide yazan her şey onu bağlayamayacağına göre.) Bu kanıtlamadığında TA “iftira” suçu işler.
    3. Kanıt… En çirkini de bu. Lümpen kültürün standart değersizleştirici bir söylemi ile yanıtı verilemeyecek bir aşağılama cümlesi kurmak …
    ” Fakat Kaan Arslanoğlu’nun mutlulukla yetinmeyip adeta sevinçten deliye döndüğü, havalara uçtuğu, bir yazı sayesinde “hayatı değişen” yazarlar safına katıldığı çok geçmeden anlaşıldı.”
    TA, KA’nu İstanbul semalarında uçarken mi görmüş? “Deliye döndüğüne” ait bir belge mi ele geçirmiş? Önceki hayatını biliyordu da, değişim mi saptamış?
    Şimdi KA bu yazıya karşı öncelikle “sevinçten deliye dönmeye” ait satırlar karşısında kendini nasıl savunabilir? Savunamaz! Sinsice ve hiç bir somutluk içermeyen salt retoriksel, dedikoducu verilerle ağız-dalaşı sever bir ruhun “iddialarına” karşı normal bir insan kendini savunamaz! Size içinde yaşadığı çamur içinden, kalkmış avuç, avuç çamur atan birine ne yapabilirsiniz; en fazlasından onun attığı çamurları toplayıp siz de ona atabilirsiniz ki, bu “rezil” bir durumdur ki, yapılamaz…
    Ben de onun yerine yapayım dedim!
    *
    (Not.. Bu tür bir insanın anlattığı hikayeyi de kuşkuyla karşılıyorum. Önermeseymiş KA’nun o romanını F. Naci bilmeyecekti? İyi bir eleştirmen işini bu tür rastlantılarla mı yürütür mü? )

  78. Anonim

    Kaan Abi, ben sana hak veriyorum ve haklısın. Marksizm soruna çözüm değil. Bir çok şey genlerle ilgili. Mesela “Türkler” ya da Türkiye’de yaşayan “Türkiyeliler”…her şeyi belki de teoriyle açıklıyoruz ama pratikte işler değişiyor. Türkiye’deki Türkiyelilere veya Türklere veya Kürtlere teoride istediğin ideolojiyi getir uygula fark etmez. devrim yap,sosyalizm getir,anarşizm getir fark etmez. Senin yazını okuduktan sonra karar verdim:tek sebep genler. Niye mi? Günlük hayatımıza bir bakalım. Bir insan anarşist,sosyalist,liberal,üniversite mezunu,doktor,profesör olsa da eğer o öküz-pardon-insan Türk ya da Türkiyeli ise araba kullanırken yaya geçidinde durmuyor,ya da o öküz-pardon-birey araba kullanırken cep telefonuyla konuşuyor.burada yorum yazan anarşist ve sosyalistler de muhakkak aynısını yapıyor…örnekler çok aslında…uzatmayayım..velhasıl sorun genlerle ve evrimle ilgili…bazen merak ediyom Türkler ve Türkiyeliler evrimin neresindeler? Abi, sen yaş olarak benden çok öndesin, senin gözlemlerine göre-gündelik hayat-Türkler ve Türkiyeliler evrimin neresindeler?

  79. Anonim

    Pardon!!!
    Türkiye’de yaşayan “Türkler” ve “Türkiyeliler” olacaktı…
    bi de ulusalcılıkla ya da ırkçılıkla suçlanmasın anarşist şopar ruhum…

  80. Ahmet

    Hey yarabbim, buraya dusen bismillah demeden hemen okuyun muhabbetine grisiyor, ama okuyun deyince sanirsin ki konu uzerine kaynaklar verilecek, herkes kendisi birseyler karalamis onlari okumamizi istiyor.

    Turkiye de aydinlara 1980 sonrasi bir haller oldu. Hic okumayan ama surekli yazan, bir de ona buna kendi kitaplarini okumadigi icin cemkiren bir yazar tipi bu. Tabii genelde okumadan, konu uzerine arastirmadan kitap sahibi olduklari icin, tartismayi pek sevmiyorlar. Elestiri aldiklarinda ilk saldirdiklari sey, aslinda cahil oldugumuz:-)

    Cankocak’ta KA ya destek olsun diye yazi asmis ve o da bize okuyun diyor. Iyi okuyalim da neyi? Sayin Cankocak’in yazilarini. Emrin olur!

    Ama madem sen KA yi anladin, gerci KA kendisi aciklayamadi ama belki sen aciklarsin. Iyilik ve kotulugun ya da ahlagin genlerde yazdigini iddia etmenin mesela bu tur ozelliklerin damarlarimizda akan kanda oldugunu iddia eden irkcilarin iddialarindan farki nedir?

    Sayin Cankocak, sunu okuyun bunu okuyun demekle kurtulacaginizi saniyorsunuz, ama bu durum sadece cahilliginizi gosteriyor. KA o kadar okuyun diyor ama bu tur tezlere kaynaklaik eden arastirmacinin ve kitabinin adlarini bile duymamis. Hesapta 20 yildir bu konuda okuyup yazdigini iddia ediyor. Tamam da bu konuda en temel kaynagi bile okumayan bu arkadas neyi okumus o zaman? Dinin genlerimizde oldugunu neye dayanarak okudugu hangi kaynaga vb gore iddia ediyor?

    Biyoloji benim alanim degil, isin dogrusu bu alanla sovyet tarihi dolayisi ile ilgilendim ( Lysenko ve genetic uzerine tartismalar SSCB de onemli bir yer tutar) ama bu konuda 20 yildir yazan KA nin bu olay hakkinda konu hakkinda pek ilgisi olmayan benim kadar bile okumadigi kesin. Marksizmi asma iddiasinda olan KA nin iyilik kotuluk ve tezleri ise 2000 yillik kilise tezleridir.

    Aslinda ne sen ne de KA biliyorsunuz ama genetikteki bu tartismanin kokleri Lamarc ve Mendel’e kadar uzanir. Bu alan sonucta kilisenin tezlerini ilgilendirdigi icin ozellikle Darwinden sonra kilise ideologlari bu alana hizla girerler. Mendel kendisi bir papazdi. Ama olay sadece orada kalmaz, irkcilar milliyetciler Darwin teorisinden kendilerine uygun bir ideoloji cikartmaya kalkarlar. Burada en onemli temsilcierinden birisinin Herbert Spencer oldugu sosyal darwinist tezler dogar.

    Bu tezler aslinda Darwin den cok Malthus’un goruslerinden etkilenmistir ama sonucta kendisini Darwin’in evrim teorisi ile mesrulastirmaya kalkar. Evrimi en guclu olanin ayakta kaldigi bir surec olarak sunar. Tabi buradan irkcilar milliyetciler vb zayif irklarin ortadan kalkmasinin mukadder oldugunu iddia ederek irkciliklarina bir mesruiyet yaratmaya calisirlar.

    Bu noktada Darwin’in evrim teorisi temel olarak iki yaklasimla aciklanmaya calisilir. Birinci yaklasim aslinda Darwin’den yillar once evrimi sezen Lamarc’a dayanan teorilerdir. Kisacasi bu teoriye gore dogadaki canlilar edindikleri karakterleri daha sonraki kusaklara aktardiklari tezine dayanir. Yani mesela bir canli bir uzvunu kullanmiyorsa bu uzuv zamanla zayiflar, bu zayiflik sonraki kusaklara da aktarilir. Tabii buz ayiflama bu uzuv kullanilmadigi surece kusaktan kusaga surer ve sonunda bu uzuv yok olur. Mesela maymundan insana geciste kuyruklarimiz boyle yok olmustur. Keza eger bazi uzuvlarimizi cok kullanirsak bu uzuvlarimiz zamanla guclenir hatta degisikliklere ugrar. Canlilar bu durumu da daha sonraki kusaklara aktarirlar. Buna kazanilmis karakterlerin kalitimi denir. Mesela Engels’in Darwin’in kitabindan sonra yazdigi “Maymundan Insana geciste emegin rolu” makalesi bu yaklasimla yazilmis bir makaledir.

    Ikinci yaklasim ise Mendel’in arastirmalarina dayanan tezlerdir. Bu teze gore evrim genlerimizde olmaktadir ve evrim genlerimiz araciligi ile olmaktadir. Burada cevresel faktorler de etkili olsa da asil belirleyen genlerimiz yolu ilen aktarilan kalitimdir.

    Genelde marksist genetikciler Lanarc’in yorumunu kabullendiler. Genelde diyorum mesela SSCB de o zaman genetik enstitusu baskani Vavilov mendelyen kalitim teorisini savunuyordu. Keza o yillarda Thomas Morgan Darwin’in dogal seleksiyon kuramina karsilik olarak evrimin kromozomlarda olustugunu, ve organizmanin yeniden uretimine ve yasama faydali genetik mutasyonlar yolu ile evrimin gerceklestigini ileri surdu. Bu tezleri ile 1930larda Nobel odulu aldi.

    Diger taraftan genc bir biolog olan Lysenko ise Lanark’in teorisini savundu. Ona gore ( daha o zamanlar gen bilinmiyordu ama varligi varsayiliyordu) canlilar cevresel kosullar ile edindikleri ozellikleri diger kusaklara aktariyorlardi. Yani genlerimizdeki degismenin nedeni cevresel kosullardi.

    Morgan’in tezine dinciler irkcilar vb bir de buyuk ilac sirketleri destek verdiler. Yani kisaca kapitalist dunya. Irkcilar icin olay acikti, eskiden kana atfedilen tum ozellikler Morgan’in tezi sayesinde genlere atfediliyor bu da o donemde hizla buyuyen ojenik ideolojiye destek anlamina geliyordu.

    Eugenics 20 yy in en felaket ideolojilerinden birisidir. Insanin genetik yapisinin degistirilerek yasaminin iyilestirilebilecegine inanan eugenics basta nazizm olmak uzere tum fasist ideolojilerin temelini olusturdu. Ama sadece onlarla sinirli kalmadi. bir cok fasist olmayan ama kapitalizmi savunan kesim de eugenicsi savundu. Mesela sosyal demokrat Isvec te akil hastalarinin kisirlastirilmasini savunan yasalar 1960lara kadar yururlukte kalmisti. Nazilerin gaz odasinda katliam politikalarinin temeli eugenic politikalardir ve ilk gaz odalari akil hastalati ve ileri derecede sakatlar icin uretilmisti.

    KA nin iddialari yani iyilik ve kotulugun dinin ahlak vb nin genlerimizde oldugu tezi eski eugenic iddilarin tekrarindan baska bir sey degildir. Tabii eugenics’i simdi kimse dogrudan savunamiyor, ama bu sefer adini koymadan savunuyorlar.

    Ama tum bu iddialara ragmen burjuva bilim adamlari bu eugenics iddilari ispatlamaktan yoksunlar. Ama yine de surekli bunlari ispatlamaya calisiyorlar. Yukarida verdigim Dean Hammer ornegi bunlardan sadece birisidir.

  81. darwin

    Ahmet rumuzlu yorumcuya: yazdıklarınız gülünç derecede bir evrim dedikodusundan ibaret. “Biyolojiden anlamam ama” diyorsunuz biyoloji konusunda bilmediğiniz birşey yok! Lamarck mı kaldı evrim konusunda Allahaşkına. Nedir bu kadar çok bilmişlik.

    Darwin kuramından köken alan sosyal çıkarımlardan evrim kuramını yargılamak: evrim teorisi bir spekülasyon, bir önkabul değil, biyolojinin en temel dayanağıdır. 3-5 adamın masa başında uydurdukları birşey değil.
    Yaptığınız, proton-elektron var mı diye sorup bunu Hiroşima-Nagazaki, atom bombasıyla çürütmeye-doğrulamaya benziyor.

    Yazdıklarınız evrim tarihi ve evrimden çıkarılan tuhaf çıkarımlar. Başka da birşey değil.
    Şimdi KA ya da Kerem Cankoçak size “okuyun” demesin de ne desin!
    Yazdıklarınız evrim karşıtı yaratılışçıların tartışma yöntemine benziyor: biyolojinin b sinden anlamazlar ama bir makale ismi ezberleyip “Prof. Gish diyor ki evrim yok” hadi bunu açıkla bakalım deyip kenara çekilirler.
    Yazdıklarınız aşılalı birkaç dekad geçti.
    Okuyun okuyun, ne olur bilmediğiniz, böylesine cahil olduğunuz bir konuda bu kadar da ukala olmayın.

  82. darwin

    Ahmetin yazdıkları aklıma yıllar önce izlediğim bir programı getirdi:
    Cevizkabuğu programında ülkemizin yüzaklarından biyolog Prof. Ali Demirsoy vardı. Programa İslamcı yazar İsmail Nacar telefonla bağlanıp şunu sordu:
    madem evrim var, neden maymun 5 metre sıçrıyor, insan 2 metre sıçrıyor?
    maymunlar niye hala var, maymunlar niye insana dönüşmüyor!

    İşte yazdıklarınızın tam karşılığı bu.

  83. Ahmet

    Darwin evrim kuraminin varligini sorguladigimi yazimdaki hangi cumleden cikardiniz Ben evrim kuraminin gecerliligini tartismiyorum yazimda bahsettigim hic kimse ne lamarc Lysenko ne de mendel ya da Morgan bunu iddia ediyor tartisilan bu evrimin nasil oldugudur Simdi de cok bilmis oldugum iddia ediliyor Burada her sey soyleniyor ama sadece tek bir sey soylenmiyor dine egilimimiz ya da ahlakimiz genlerimizde yazili mi? Mutlak iyilik ya da kotuluk diye bir sey olabilir mi? Marksizm ya da liberalizm ya da anardizm bir din mi ? Mesela hristiyanlik ve sosyalizm ya da marksizm hepsi din midir? En azindan bu tur savmaliklars cevap vermeni beklerdik.

  84. darwin

    Ahmet Bey, Lisenko Lamarck falan geçin bunları, Lamarckın evrim anlayışının sadece tarihsel bir önemi vardır o kadar, güncel hiçbir karşılığı yoktur. Lisenko ise evrim kuramında kaydadeğer bir kişi değildir.
    Kerem Beyin verdiği linkleri zahmet edip şöyle bir göz atsaydınız bunların Kerem Beyin kendi yazıları değil kitap linkleri olduğunu anlardınız. Mesela Beyin nasıl inanç üretir kitabı ve diğerleri. Kerem Bey alfa yayınlarının bilim serisinin editörüdür. Bu konuda türkiyede bilim yayıncılığını üstlenen birkaç iyi yayınevinden birisidir. tübitakın yapmadığını bu ve birkaç yayınevi yapmaktadır. kitapları da okuduklarımdaki üç beş çeviri özensizliğini göz ardı edersek iyi kitaplardır.
    burada söylenen insanların genlerinde müslümanlık, hristiyanlık yazar saçmalığı değil. burada söylenen akıldışı bir süreç olan inanma eğiliminin insanda genetik ve sosyal olarak bir karşılığının olduğudur. Organize dinler ya da din, “inanma”nın sadece bir bölümüdür, tek çeşidi değildir. İnsan Marxizme ya da bir felsefeye de inanabilir. Din inanmanın tezahürlerinden sadece birisidir. Kaan A. çok özet geçtiği için karikatür gibi görünüyor olabilir. Çıkarımları, sonuçları algıladığınız gibi değil. Okursanız göreceksiniz.

    Milyonlarca yıllık bir evrimin ürünü olan insanın sağ kalması, bu türden bilincini aşan paket programlara, içgüdülere, hazır modüllere bağlıydı çünkü.Türün devamı, asla bireylerin geçici sık sık yanılan bilincinin kararlarına bırakılmamıştır.
    Detaylarını mesela
    kerem beyin verdiği linklerden inana beyin, beyin niçin inanç üretir kitaplarında bulabilirsiniz.

    Ahlak da ise yine toplu olarak hayatta kalma davranışının yüzbinlerce yıldadamıtılmış paketciğidir: fedakarlık, grubu için kendini feda etme, yiyeceğini arkadaşına verme enset tabusu vsvs bunların hepsinin evrimsel gerekçeleri vardır ve hayatta kalmayı arttırıcı davranışlar olarak doğal seleksiyonda seçilmiş davranışlardır.
    Ahmet Bey, bir yanlış anlamayı düzelteyim.
    Hiçkimse burada “müslümanlık 15. kromozomun p kolunda ….. geninde yazıyor ” vs demiyor. tek bir maddi özellik bile çoğu kez birçok genin ortak çalışması sonucudur. Hele
    davranış gibi çok karmaşık özelliklerin böyle bir tek gene bağlanması mümkün değildir. Ama genler, insanda çevre koşullarıyla şekillenecek bir eğilimi, bir potansiyeli oluştururlar. İş davranış gibi komplike konulara girdiğinde gen değil artık mem kavramını kullanmak daha açıklayıcı olacaktır.
    Sonuç olarak size şunu söyleyeyim:
    insanın ahlaki davranışların ya da inanma eğiliminin ya da diğer eğilimlerinin genetik veya evrimsel temelini bulmak tamamen materyalist bir yaklaşımdır. Bu yazarların çoğunluğu da dine uzak insanlardır. Yaratılışçıların kilisenin bunları alıp kendilerine yontmaları her zaman olan birşeydir, bu çalışmalara halel getirmez.
    Bakın mesela bu anlayışın uç örneklerinden birisi sosyobiyolojinin kurucusu E.Wilsonun doğanın gizli bahçesi kitabını okuyun, incecik birşeydir, kolayca anlaşılır. kültürün genetik temelini tartışır (hemen reddetmeden, okuyun, ilk anda anladığınız şeylerin olmadığını, çok daha cidi şeyler söylediğini anlayacaksınız). Kısacası literatür çok ve cidden çok yol katediliyor bu konuda dünyada.
    Sonuçlar ise hiç de kilisenin ve dincilerin istediği gibi değil.

  85. O.Gürsel

    73 ve 74 no’lu yorumların “bilimsel”, analitik ahlaka sığmadığını yazmak zorunda hissettim kendimi..
    Haksız ithamlar; hatta anlatılmak istenilenleri anlamadan…
    yazdıklarını okumadan
    sanki “Ahmet’tir, saldırayım” gibi bir yaklaşım sezdim….

    Bu konuda bu yazdıkları (Stalin hikayeleri gibi 🙂 ) kolay geçiştirilecek şeyler değil…

    Sonra Kerem Cankoçak’ın okuyun dediği…. İyi bir okur öyle bir çuval kitap önermez… Onları okumuşsa eğer bilemedin 3 ya da 5 kitap önerir ki… bence en fazla 3! Kendi okumuşsa eğer… Bu 30 tane kitap önerme yöntemi, kendinin okumadığını gösterir….
    Sonra okumak var, okuduğunu anlamak var… bir de yanlış anlamak var!
    ***
    Zaten hepimiz burada okuduklarımızı anlamış olsaydık bu denli farklı görüş de olmazdı….
    Evrim meselesinde belli bir gerçeklik elbette var ama hepsi aynı hikaye! Aynı şey anlatılıyor…

    Başa döneceğiz…
    Mem bir kavramsal düşünce… Bu bence fazla orjinallik olsun diye uydurulmuş bir şey… Ama kültürel-düşünsel-inançsal-kabilesel-tikel aktarım…
    Ana-baba-kabileden alınan düşünce-yargı kalıpları…
    bebek-yavru onu kopyalıyor; Mem kendini kopyalamıyor… Bu “züppece” bir anlatım tarzı… Bebek anasının ruhunu kopyalar! Tamam!
    Ana’daki Mem gidip de bebekte kendini kopyalamaz….

    At, arabanın önüne konulur…
    Bu konuda okumam gereken bir kaç kitap daha var… Şimdilik “ön sezilerim bu!”

  86. Artakalan

    Ahmet ne amele adamsın ya. Cankoçak’ın koyduğu kendi yazıları değil, yayınlanmış kitaplar. Gidip bir bakayım neymiş, diye linke tıklama zahmetine bile katlanmadan atıp tutmuşsun. Yararsızsın bu tartışma için, seviyeyi düşürüyorsun.

  87. Anonim

    Elliot Rodger’s Manifesto Analysis
    As previously stated, my determination as to the nature of the Isla Vista shooting is that it was a vengeful hate crime. Elliot Rodger specifically targeted his victims because of their belonging to what he perceived as “enemy” social groups. While Rodger did have a larger specific ideology that raised red flags for potential terrorism, it became increasingly clear to me as I read the text that the crime itself was not about Rodger’s ideology, it was about him, and how he felt that humanity had attacked him specifically. Therefore we cannot accurately classify it as an act of terrorism.
    Click the cut for the rest because it’s very long!
    What follows are passages relevant to Rodger’s – radical right – ideology. His ideology developed intrinsically (through his own research, learning, and experiences) – in other words, he was “self-radicalized” – and increased/decreased in intensity in waves over time, which is 100% normal. It began to develop at the age of 17, which IME is a pretty average age. These passages will give you a better idea of what Rodger believed in, including his beliefs on women and sex. Notice, as you read, that he talks about his ideology but never discusses realistic or focused means as to how to go about implementing or advancing it. Extremism develops as a result of your praxis going into a direction which violates common moral code. In other words, your proposed means to your end become destructive or immoral. You’ll see what I mean later on when I say that Rodger was definitely an extremist (I’ll bold the appropriate passages) but that his potential for terrorism was relatively low because he had no realistic, immediate plans to bring about his ideological goals or to advance his ideology.
    Here we go:

    I concluded that women are flawed. There is something mentally wrong with the way their brains are wired, as if they haven’t evolved from animal-like thinking. They are incapable of reason or thinking rationally. They are like animals, completely controlled by their primal, depraved emotions and impulses. That is why they are attracted to barbaric, wild, beast-like men. They are beasts themselves. Beasts should not be able to have any rights in a civilized society. If their wickedness is not contained, the whole of humanity will be held back from advancement to a more civilized state. Women should not have the right to choose who to mate with. That choice should be made for them by civilized men of intelligence. If women had the freedom to choose which men to mate with, like they do today, they would breed with stupid, degenerate men, which would only produce stupid, degenerate offspring. This in turn would hinder the advancement of humanity. Not only hinder it, but devolve humanity completely. Women are like a plague that must be quarantined. When I came to this brilliant, perfect revelation, I felt like everything was now clear to me, in a bitter, twisted way. I am one of the few people on this world who has the intelligence to see this. I am like a god, and my purpose is to exact ultimate Retribution on all of the impurities I see in the world.

    This next passage is the main segment where Rodger describes his ideology (located near the very end of the text) as well as his “ideal world”. As mentioned, the bolded text is extremist rhetoric.

    In the midst of my suffering, I have been able to see the world much clearer than others. I have vision that other people lack. Through my suffering, I have been able to see just how twisted and wrong this world really is. The current state of humanity is what makes it wrong. I look at the human race and I see only vileness and depravity, all because of an act known as… sexuality…
    Sex is by far the most evil concept in existence. The fact that life itself exists through sex just proves that life is flawed. The act of sex gives human beings a tremendous amount of pleasure. Pleasure they don’t deserve. No one deserves to experience so much pleasure, especially since some humans get to experience it while some are denied it. When a man has sex with a beautiful woman, he probably feels like he is in heaven. But the world is not supposed to be heaven. For some humans to actually be able to feel such heights of heavenly pleasure is selfish and hedonistic.

    The ultimate evil behind sexuality is the human female. They are the main instigators of sex. They control which men get it and which men don’t. Women are flawed creatures, and my mistreatment at their hands has made me realize this sad truth. There is something very twisted and wrong with the way their brains are wired. They think like beasts, and in truth, they are beasts. Women are incapable of having morals or thinking rationally. They are completely controlled by their depraved emotions and vile sexual impulses. Because of this, the men who do get to experience the pleasures of sex and the privilege of breeding are the men who women are sexually attracted to… the stupid, degenerate, obnoxious men. I have observed this all my life. The most beautiful of women choose to mate with the most brutal of men, instead of magnificent gentlemen like myself. Women should not have the right to choose who to mate and breed with. That decision should be made for them by rational men of intelligence. If women continue to have rights, they will only hinder the advancement of the human race by breeding with degenerate men and creating stupid, degenerate offspring. This will cause humanity to become even more depraved with each generation. Women have more power in human society than they deserve, all because of sex. There is no creature more evil and depraved than the human female.
    Women are like a plague. They don’t deserve to have any rights. Their wickedness must be contained in order to prevent future generations from falling to degeneracy. Women are vicious, evil, barbaric animals, and they need to be treated as such. In fully realizing these truths about the world, I have created the ultimate and perfect ideology of how a fair and pure world would work. In an ideal world, sexuality would not exist. It must be outlawed. In a world without sex, humanity will be pure and civilized. Men will grow up healthily, without having to worry about such a barbaric act. All men will grow up fair and equal, because no man will be able to experience the pleasures of sex while others are denied it. The human race will evolve to an entirely new level of civilization, completely devoid of all the impurity and degeneracy that exists today.In order to completely abolish sex, women themselves would have to be abolished. All women must be quarantined like the plague they are, so that they can be used in a manner that actually benefits a civilized society. In order carry this out, there must exist a new and powerful type of government, under the control of one divine ruler, such as myself. The ruler that establishes this new order would have complete control over every aspect of society, in order to direct it towards a good and pure place. At the disposal of this government, there needs to be a highly trained army of fanatically loyal troops, in order to enforce such revolutionary laws. The first strike against women will be to quarantine all of them in concentration camps. At these camps, the vast majority of the female population will be deliberately starved to death. That would bean efficient and fitting way to kill them all off. I would take great pleasure and satisfaction in condemning every single woman on earth to starve to death. I would have an enormous tower built just for myself, where I can oversee the entire concentration camp and gleefully watch them all die. If I can’t have them, no one will,

    I’d imagine thinking to myself as I oversee this. Women represent everything that is unfair with this world, and in order to make the world a fair place, they must all be eradicated. A few women would be spared, however, for the sake of reproduction. These women would be kept and bred in secret labs. There, they will be artificially inseminated with sperm samples in order to produce offspring. Their depraved nature will slowly be bred out of them in time. Future generations of men would be oblivious to these remaining women’s existence, and that is for the best. If a man grows up without knowing of the existence of women, there will be no desire for sex. Sexuality will completely cease to exist. Love will cease to exist. There will no longer be any imprint of such concepts in the human psyche. It is the only way to purify the world.
    In such a pure world, the man’s mind can develop to greater heights than ever before. Future generations will live their lives free of having to worry about the barbarity of sex and women, which will enable them to expand their intelligence and advance the human race to a state of perfect civilization.

    Next up are some of many passages throughout the manifesto that made it clear to me that this was about revenge, and that the eventual shooting was a hate crime:

    It is such a shameful pity that my ideal world cannot be created. I realized long ago that there is noway I could possibly rise to such a level of power in my lifetime, with the way the world is now. Such a thing will never become a reality for me, but it did give me something to fantasize about as I burned with hatred towards all women for rejecting me throughout the years. This whole viewpoint and ideology of abolishing sex stems from being deprived of it all my life. If I cannot have it, I will do everything I can to DESTROY IT.
    My orchestration of the Day of Retribution is my attempt to do everything, in my power, to destroy everything I cannot have. All of those beautiful girls I’ve desired so much in my life, but can never have
    because they despise and loathe me, I will destroy. All of those popular people who live hedonistic lives of pleasure, I will destroy, because they never accepted me as one of them. I will kill them all and make them suffer, just as they have made me suffer. It is only fair.

    All I ever wanted was to love women, and in turn to be loved by them back. Their behavior towards me has only earned my hatred, and rightfully so! I am the true victim in all of this. I am the good guy.
    Humanity struck at me first by condemning me to experience so much suffering. I didn’t ask for this. I didn’t want this. I didn’t start this war… I wasn’t the one who struck first… But I will finish it by striking
    back. I will punish everyone. And it will be beautiful. Finally, at long last, I can show the world my true worth.

    Passage #2:

    I had nothing left to live for but revenge. Women must be punished for their crimes of rejecting such a magnificent gentleman as myself. All of those popular boys must be punished for enjoying heavenly lives and having sex with all the girls while I had to suffer in lonely virginity. It was already June, and I had been living in Santa Barbara for two years. Two whole years. I lived in a college town full of young, attractive students who partied and had sex all the time, and I didn’t get to experience any of it. No one invited me to any parties, and in all the times I went out by myself to Isla Vista, none of the beautiful blonde girls showed any interest in having sex with me. Not one girl. These are crimes than cannot go unpunished. The more I thought about all these injustices that were dealt to me, the more eager I became for revenge. It’s all I had left. I didn’t want to die, but I knew that I had to kill myself after I exacted my revenge to avoid getting captured and imprisoned.

    Passage #3:

    Every single time I’ve seen a guy walk around with his beautiful girlfriend, I’ve always wanted to kill them both in the most painful way possible. They deserve it. They must be punished. The males deserve to be punished for living a better and more pleasurable life than me, and the females deserve to be punished for giving that pleasurable life to those males instead of me. On the Day of Retribution, I will finally be able to punish them ALL.

    Passage #4:

    When I think about the amazing and blissful life I could have lived if only females were sexually attracted to me, my entire being burns with hatred. They denied me a happy life, and in return I will take away all of their lives. It is only fair.

    http://somethingreallyirrelevant.tumblr.com/post/87540353252

  88. hortlak

    Marksizmi istediginiz gibi elestirebilirsiniz ama marksi,marksin görüslerini anlamadan elestirmege kalkarsaniz solucandan insan olmaz ama insandan solucan cikar diyene hak vermek gerekir..

    Marksin görüslerini psikolojik ,ahlaki vs yönden degilde herseyden önce ekonomik acidan ele almali–

    Dünyada pek kimsenin Tr dede kimsenin anladigini sanmadigim marksin maddenin,toplumun bilinc yaratmasi sorunu..

    Marksa göre Insanlar yasamk icin yemek,icmek,giyinmek,barinmak gibi üretmek zorundadir.
    Bu maddi üretimdir.. Tekrar edelim,, Bu maddi üretimdir..
    Bunu sagladiktan sonra toplumun gelismesine göre Askeri,egitim,yöneticisi,dinadami,orospusu,polisi,sanatcisi,doktoru,hokkabazi hukuku,devleti,krali vs,vs yle birlikte toplumun mentaliteti,hukusal düzeni dedigimiz,toplumun bilinci olusturdugu ÜSTYAPI olusur..
    Yani Üstyapi bu Maddi üretimin üstünde zorunlu olusur..
    Bundan Solucan degil bu yapi olusur..

    Marksin felsefi anlamda da heralandada bu görüsünü uygulamaga kalmasi abartidir..

    sonraki sorun..

  89. O.Gürsel

    Roman hikayesiyle de, dili, tekniği ile de bence çok iyi…
    Kişisel bir öykü olması değerini azaltmıyor; çünkü yaşanılanların özgüllüğü ve bilinen kişiliklerin önemi inkar edilemez…

    Her koşulda ebeveynleri suçlayan bir düşünceyi taşırım… ve o 10-16 yaşlardaki Irmak için çok üzüldüm… Bunları hak etmemişti duygusu içindeyim… Tüm insanlara ama öncelikle çocuklara kaldırabilecekleri, altında ezilmeyecekleri kadar bir yük bindirebiliriz diye düşünürüm…
    Sanırım ebeveynler olarak sıkça yaptığımız hata, çocukların-insanların kendi tarihlerine doğduklarını kaçırmak; kendi tarihsel dönemimizin hem de tüm olumlu koşullarının onun için de var olduğunu sanmak… Oysa yoktur; bu bir yanılsamadır. Ve beklentilerimizi büyüten bu temel bakış hatası bizi evlatlarımıza karşı anlayışsız insanlar haline getirir…Ve elbette onların “olgunlaşmamış” duygusallıklarına belki aynı nedenle de empati geliştiremeyiz.. “Ben senin zamanındayken…” Tamam! O senin zamanındı ama!

    Burada kişisel kusur öncelikle ahlaki değildir; değişen tarih-toplumsal süreçler içinde büyüyen insan yavrularının farklı “dünyalarını” görmezden gelmemizdir… İnkar etmemizdir…

    Bu koşullarda ben her zaman “evlatları” haklı bulurum! Deneyimli olan, deneyimin hakkını vermek zorundadır; ortada salt “çocuğa” ait görünen bir ciddi “yanlış-suç-hata” varsa da bence ebeveynler en azından suç ortağıdır… Yakınmaya hakları yoktur… Bu “hatanın” onarımı faaliyetinin de her zaman öncüsü olmak zorundadır..
    *
    Evlilik-çocuk yetiştirme vb. gelenekler “küçük burjuvaca” olabilir… Ama “daha iyisinin” olmadığı koşullarda, çocukların teslim edileceği “kurumlar” yaratılmadığı sürece sorumluluk elbette öncelikle onları dünyaya getirenlere aittir… Hele doğum kontrolünün mümkün olduğu, gerektiğinde son çare olarak gebeliğin sonlandırılabileceği koşullarda bu bana daha “adil” bir değerlendirme olarak görünüyor.

  90. Anonim

    At ,it,keci,koyun, ot tabiat kanunlarina taabidir.
    Fasist at ,it,keci,koyun, ot biyoloji kanunu sanilan sözde irk hiyerarsisine taabidir.
    Komünist at ,it,keci,koyun, ot cemiyet kanunu sanilan sözde tarihsel materyalizme taabidir.
    Liberal at ,it,keci,koyun, ot ekonomi kanunu sayilan sözde piyasa kurallarina taabidir.
    Hörgüçleri ve örgütleri bunlar dogurur.
    Insanoglu kendi hür iradesine tabiidir, iradenin hür olabilmesi için basta biyolojik, sosyal, çevresel ve tarihsel kosullanmalarin yarattigi kisisel zaaflara karsi mücadele (büyük savasim), daha sonra tiranlara, despotlara karsi mücadele (savasim) gerekir.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2013/03/24/tam-bagimsiz-gercekten-demokratik%e2%80%a6/#ixzz3RqhQuk6M

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑