Işıklı: “Bilim ve Politika”
Aydınlık dergisinin 25 Kasım 2001 tarihli sayısında, “Prof. Dr. Alpaslan Işıklı” imzalı ve “Anarşizm Üzerine” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Bu makalemizde biz, Alpaslan Işıklı’nın gündeme getirmeye çalıştığı, “anarşizm-sosyalizm” ya da “ulusal devletin temelinde yatan Kemalist ideoloji” tartışmasına girecek değiliz. Işıklı’nın anarşizm üzerine kendi yargılarını da tartışmayacağız. Anarşizmin, “sanayi devrimi sonrası gündemden” düşmemesi ile, “kendilerini anarşist olarak tanımlayan” gençlerin, Işıklı’nın konferansına “olağanüstü ilgi” göstermiş olmaları arasında nasıl bir mantıki bağlantı kurulabildiği gibi noktalar üzerinde de durmayacağız. Ya da her türlü ideolojiyi gerçeğin çarpıtılması olarak tanımlayan Marx’ın takipçisi olduğunu söyleyen Işıklı’dan, “ideolojik sığlık”ın veya “derinlik”in nasıl bir şey olduğunu tanımlamasını da istemeyeceğiz. Amacımız sadece, Işıklı’nın yazısında yer alan, anarşizm konusundaki bilgi yanlışlarının ve üzülerek belirtmek zorundayız ki, bilinçli çarpıtmaların hiç değilse bir kısmına dikkat çekmek.
Proudhon
Alpaslan Işıklı, Proudhon hakkında şöyle diyor:
“Proudhon işçi sınıfı için hiçbir kurtuluş yolu tanımaz. ‘Sefaletin Felsefesi’ isimli kitabında, bu yöndeki iddialarını grevci işçilerin kurşunlanmalarının meşru olduğu yolunda ideolojik fetva vermeye kadar vardırır.”
Daha sonraki satırlarından “ciddi… bilim adam”larına özel bir saygısı olduğu ve isminin başındaki akademik ünvanlardan kendisinin de bir bilimci olduğu anlaşılan Alpaslan Işıklı’dan, en azından bu “adam”lığa uygun bir ciddiyet ve bu ciddiyete uygun bir kanıt, yani sözünü ettiği kitaptan kısa da olsa bir alıntı vermesi beklenirdi. Hele söz konusu olan, “siz ve biz dediğimde, kendimi proletaryayla, sizi de burjuva sınıfıyla özdeşleştirdiğim açıktır” ve “Fransız işçileri iş istiyorlar, siz sadaka öneriyorsunuz ve asiler size ateş ediyor… Ben onursuzluğun el süremediği bu gururlu ırkın bir üyesi olmaktan gurur duyuyorum” diyen ve işçi sınıfına bağlılığını tüm ömrüyle ve mücadelesiyle kanıtlamış Proudhon’sa.
Bakunin
Işıklı, mekân, zaman ve kanıttan azade iddialarını Bakunin konusunda da ileri sürüyor:
“Bakunin 1876’da öldü. Rus çarına hitaben yazdığı ve ‘muhterem pederim’ diye başlayan mektupları, hakkında çeşitli yorumların yapılmasına yol açtı.”
Bakunin bu “mektupları” ne zaman yazmış, nerede yazmış, hangi koşullarda yazmış? Profesör Işıklı hiçbir bilgi verme gereğini duymamış. Öte yandan Bakunin hakkında yapılan “çeşitli yorumların” ne olduğunu da belirtmemiş. Artık o kadarını da okuyucusunun “anlayışına” bırakmış. Bu durumda, Profesör Işıklı’nın boşlukta bıraktığı soruları cevaplamak bize düşüyor.
Bakunin, 1848 devrimine katıldığı sırada anarşist değil, Slav milliyetçiliğinin etkisi altında bir devrimciydi. Avusturya devleti tarafından tutuklanıp Rusya’ya teslim edildiğinde ve Peter ve Paul Kalebendi’ndeki bir hücrede çürümeye terkedildiğinde böyle bir düşünsel yapıya sahipti. İşte, Işıklı’nın sözünü etmeye çalıştığı “olay” burada başladı. Bir kere, Bakunin, burada, “muhterem peder”ine mektuplar yazmadı, 30.000 kelimelik bir Confession metni kaleme aldı. Böyle bir metin yazması talebi, Bakunin’e Çar I. Nikola’nın yardımcısı Kont Orlov tarafından ulaştırılmıştı. Bakunin, Confession’unda, Çar’a o zamanki Slav milliyetçisi fikirlerini anlattı, onu Slav milliyetçiliğinin lideri olmaya ikna etmeye çalıştı, geçmişte “Rusya’ya ihanet”inden dolayı nedamet getirerek kendini aşağıladı, ama mücadele arkadaşlarını asla ele vermedi ve bunu da Confession’da açık açık belirtti. Metnin sonunda ise talebi, affedilmek değil, hücreden çıkarılıp, diğer mahkumlar gibi Sibirya’ya sürgüne ve zorunlu çalışmaya gönderilmekti. Ne var ki Çar, Bakunin’in Slav milliyetçisi fikirlerini beğenmekle ve nedamet getirmesinden hoşlanmakla birlikte onu asla affetmedi ve Bakunin, Rus zindanlarında, çok ağır koşullarda oniki yıl kaldıktan sonra, Sibirya’dan Avrupa’ya kaçtı. Çar’ın, Bakunin’i “diri diri gömmeye” karar verişini, tarihçi E. H. Carr şöyle anlatmaktadır:
“İş, Bakunin’in ricaları konusunda karar vermeye gelmişti. Nikola, Confession’un kenarına, fetva verir bir havada ‘her günahkâr'” diye yazdı, ‘nedamet getirerek kurtulabilir, eğer samimiyse.’ Fakat ilkelerle bunların yürürlüğe konması arasında büyük uzaklık vardı; ve Bakunin’in arkadaşlarını ele vermeyi küstahça reddetmesi, nedametin samimiyeti konusunda kuşku yaratacak nitelikteydi. Nikola’nın acele etmek için hiçbir nedeni yoktu. Mahkum, bulunduğu yerde ‘çürümeye’ devam edebilirdi.”
Bu satırları yazar ve bu alıntıları yaparken, elbette amacımız, Bakunin’in, anarşist olmadan önce de olsa, böyle bir Cnofession’da bulunmasını mazur göstermek değil. Zaten Bakunin de ömrünün daha sonraki yıllarında bu eylemini ne savunmuş, ne de mazur göstermeye çalışmıştır. Bizim burada yapmaya çalıştığımız, Işıklı’nın, yarım yamalak, eksik ve yanlış bilgilerle, bir cümle içinde geçiştirdiği ve “çeşitli yorumlara yol açtı” türü imalarına dayanak yapmaya çalıştığı önemli bir tarihi olayın iç yüzünü ortaya koymaktır.
Kropotkin ve Louise Michel
Işıklı’nın şu satırları da tam bir baştan savmacılık örneğidir:
“1892’de Londra’da grup oluşturan Kropotkin ve Louise Michel gibi ünlü anarşistler, yandaşlarına sendikalarda örgütlenmelerini öğütleyen bildiri yayınladılar. Özellikle Fransa’da etkili olan anarko-sendikalizmin doğuşu bu gelişmenin ardından geldi.”
Birincisi, anarşizm tarihine ilişkin kitapların hiçbirinde, Louise Michel ve Peter Kropotkin’in, sözü geçen tarihte İngiltere’de bulunmalarının ve arkadaş olmalarının ötesinde, “anarşist grup” oluşturduklarına ilişkin bir bilgi yoktur. The Red Virgin- Memoirs Louise Michel (The University of Alabama Press, 1981) başlığıyla basılan anılarında L. Michel, Kropotkin’den sadece iki yerde söz etmektedir. Birincisi, Kropotkin ve arkadaşlarının yayınladıkları ve mahkûmiyetleriyle sonuçlanan, “Anarşistlerin Manifestosu” başlıklı bildiriyle ilgili olarak (ki bu manifestoda anarko-sendikalizme ilişkin hiçbir şey yoktur); ikincisi de, L. Michel’in annesinin ölümüyle ilgili yazılı metinlerin aktarılması sırasında.
Daha önemlisi, ne L. Michel, ne de P. Kropotkin anarko-sendikalist değildirler. Işıklı’nın iddia ettiği gibi, yandaşlarına, “sendikalarda örgütlenmelerini öğütleyen” bir bildiri yayınlamış olsalar bile, bu onların “anarko-sendikalist” ya da bu hareketin başlatıcısı olmalarına yeterli bir kanıt değildir. Çünkü, hangi eğilimde olurlarsa olsunlar, anarşistlerin, sendikalarda örgütlenmeyi önermeleri gayet doğaldır ve bu, “anarko-sendikalist” olmak için yeterli değildir.
L. Michel, “sıfatsız” anarşisttir. P. Kropotkin ise, anarko-komünizmin kurucusudur ve daha sonraki yıllarda anarko-komünistlerle anarko-sendikalistler arasında, dostluk hudutlarını aşmamakla birlikte anarşist saflarda bir rekabet yaşanmıştır. Anarko-sendikalizmin özellikle Fransa’da etkili olduğu doğrudur, hatta, 20. yüzyılın başında, öncelikle bu ülkede, CGT sendika konfederasyonunun saflarından doğduğu söylenebilir. Ama, genelde anarşizmi savunmanın dışında, ne L. Michel’in, ne de P. Kropotkin’in, anarko-sendikalizmin doğuşuna özel bir katkıları olmuştur.
Cohn-Bendit ve Friedman
Işıklı, okuyucu ve dinleyicisine aşağıdaki şu “bilgi”leri de aktarmaktadır:
“1968 olaylarında anarşizmin öncülüğünü Fransa’da Daniel Cohn-Bendit yapmaktaydı.”
“Milton Friedman’ın devlet karşıtlığı, ‘liberal anarşist’ olarak nitelendirilmesine varacak kadar açık bir biçimde anarşizme paraleldir. Dün, grevci işçilerin kurşunlanmasına ideolojik gerekçe uyduran Proudhon’un rolünü, Pinoche’lere akıl hocalığı yapan Freidman devralmış gibidir.”
Özellikle son cümle oldukça demagojik bir ton taşıdığından ve Proudhon’a yukarda değindiğimizden bu konuyu yeniden ele almayacağız. Ne var ki, Cohn-Bendit ve Friedman’ın “anarşist” oldukları iddiasının tipik bir saptırma olduğunu belirtmek zorundayız.
Cohn-Bendit, gençlik hareketinde önemli roller oynadığı en devrimci döneminde de anarşist değildi. 1968’in devrimci fırtınası içinde özgürlükçü bir yönelim içinde olmakla, doğrudan doğruya anarşist olmak arasında fark olduğunu sanırız Prof. Işıklı da takdir edecektir. Friedman’ın “anarşistliği” ise, bir yakıştırmadan başka bir şey değildir. Kaldı ki, Friedman’ın kendisi bile kalkıp “anarşist” olduğunu söyleseydi durum değişmezdi. Hitler, kendisine “sosyalist” yaftasını yapıştırdı diye, kimsenin aklına, Hitler’i “sosyalist” ya da “nasyonal sosyalizm”i sosyalizmin bir türü olarak nitelemek (her ne kadar günümüzdeki bazı sosyalist akımlar milliyetçi vurgularıyla nasyonal sosyalizmi andırır olmuşsalar da) gelmemiştir.
Kamusallık
Prof. Işıklı, yazısına; “kamusal iktidara ve kamusal her şeye karşı olan anarşist mantık…” diye girmekte ve aynı fikri şöyle genişletmektedir: “Marks özgürlükçüdür; ancak, insanın örgütlü toplum içinde yaşama gereksinimini yadsımaz.”
Işıklı, her iki alıntıda da gördüğümüz gibi, anarşistlerin, “insanın örgütlü toplum içinde yaşama gereksinimini” yadsıdıklarını ima etmeye çalışmaktadır. Oysa, anarşizm üzerine ciddi ve dikkatli bir inceleme yapan herkesin görebileceği gibi, anarşizm, ana mecra olarak, insanın örgütlü toplum içinde yaşamasının gerekli olduğunu ileri sürer, hatta toplumsal devrim, karşılıklı yardımlaşma, kolektivizm, anarko-komünizm vb. önerileriyle, böylesi uyumlu bir yaşamın ancak özgürlükçü ilkelerin titizlikle hayata geçirilmesiyle gerçekleşeceğini belirtir. Kropotkin’in “mutual aid” konusunu ele alan kitabının, bu konuda şimdiye kadar aşılamamış son derece akılcı ve somut önerileri içerdiğini, Prof. Işıklı’nın da bilmesi gerekirdi. Anarşizmin karşı olduğu “örgütlenme”, Işıklı’nın fazlasıyla yakınlık duyduğu anlaşılan, tahakkümcü, baskıcı devlet ve kamu örgütlenmeleridir.
Işıklı eğer, aşağı yukarı bütün toplumsal örgütlerin kaçınılmaz olarak tahakküm içerdiğini ileri süren Stirner gibi anarşist düşünürleri kastetmek istiyorsa, bunu özel olarak belirtmesi gerekirdi. Kaldı ki Stirner, bireyin hayali toplumun karşısında sıfıra indirilmesine getirdiği son derece önemli eleştirilerle, gerçekten “biricik”tir.
Profesörün, muhatabını anlamaya bile zahmet etmeden yaptığı eleştiriler, sorumsuzlukta, “bilgi iktidarının” da siyasal iktidardan geri kalmadığını göstermektedir. Örneğin şu, “kamusal her şeye karşı olma” iddiası ya da suçlaması… Bir kere, anarşizm, yalnız kamusal değil, insanın insan üzerindeki tahakkümünün ifadesi olan her türlü iktidar biçimine karşıdır. Öte yandan anarşizm, tahakküm içeren tüm kamusal kurumların elbette karşısındadır ve bunların yıkılmasından yanadır. Ama anarşizm, kamusal her şeye karşı değildir. Anarşizmin, örneğin kamu sağlığına karşı olması için hiçbir neden yoktur. Anarşizm, bu tür kamu hizmetlerinin kâr güdüsüyle ve hiyerarşik ilişkilere dayanarak yürütülmesine karşı çıkar ve bu tür kamusal ya da toplumsal hizmetlerin, gerçekten toplumun yararına, özgürlükçü bir tarzda örgütlenmesini savunur.
Devlet
Prof. Işıklı, yazısında, “Anarşistler, devletin egemen sınıfın bir baskı aracı olduğu yolundaki şablondan yola çıkarak…” gibi, bir “Marksist” için oldukça tuhaf kaçan bir saptama yaptıktan sonra, Marx’a atfettiği bazı görüşler ileri sürmektedir: “Oysa Marks, kapitalist toplumda da devletin daha sosyal ve daha demokratik olması yolundaki mücadelenin önemini görmüş ve bu çabalara bizzat önayak olmuş ve katılmıştır.”
Alpaslan Işıklı, bir kere daha iddiada bulunmakta, ancak Marx’ın bu yöndeki “çaba”larına ilişkin en ufak bir örnek vermek gereğini bile duymamaktadır.
Bir kere, “devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğu” “şablonu” yalnız anarşistlere değil, aynı zamanda Marx’a ve Marksistlere aittir. Anarşistlerle Marksistler arasında bu noktada bir ayrılık yoktur. Ayrılık, egemen sınıfın baskı aracı olan devletin nasıl ortadan kaldırılacağı noktasında ortaya çıkmıştır. Anarşistler, bu baskı aracının, toplumsal devrimle derhal ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürerken, Marksistler, bunun ancak, politik iktidarın ele geçirilmesinden sonra, kapitalist ilişkilerin sona erdirilmesiyle mümkün olacağını savunmaktadırlar. Marksistlere göre, kapitalist toplumun ortadan kaldırılması, devrimden sonra da uzun erimli bir mücadeleyi gerektirir, bunun için de, bu geçiş döneminde, kapitalist ilişkileri ortadan kaldıracak bir proletarya diktatörlüğü gereklidir. Anarşistler ise böyle bir geçiş evresini, dolayısıyla “proletarya diktatörlüğünü” ya da “devlet”ini reddederler, kapitalist ilişkilerin de, kapitalist devletin de, doğrudan toplumsal devrim yoluyla ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürerler.
Belki üzerimize vazife değil ama, devletin egemen sınıfın baskı aracı olduğu görüşünü “şablon” olarak nitelemenin Marksizmden kesin bir ayrılma olduğunu belirtmek durumundayız. Hele hele, kapitalist devletin daha sosyal, daha demokratik olması için mücadele etmenin, Marksizmden çok, reformcu sosyalistlere ya da Lassalcılar gibi devletçi sosyalistlere yakıştığını belirtmeden geçmemiz, otoriter eğilimlerini ve “proletarya diktatörlüğü” teorisini eleştirsek de, devrimciliğinden ve işçi sınıfına bağlılığından hiçbir zaman kuşku duymadığımız Marx’a büyük haksızlık olacaktır. Evet Marx, kapitalist toplumda da “demokratik haklar” için savaşmanın önemini vurgulamış ve hatta bu, böyle bir çabayı reformculuk olarak gören anarşistlerle arasının açılmasında ek bir neden olmuştur. Ama demokratik haklar için mücadeleyi savunmakla, “kapitalist devleti demokratikleştirmek” için çalışmak arasında kıyaslanmayacak bir fark vardır. Birincisi, yönetici sınıfların baskı aracı devleti yıkmak için mevzi kazanmayı, ikincisi ise, yönetici sınıfların baskı aracına eklemlenmeyi savunmak anlamına gelir.
Diğer noktalar
Aslında bu yazı daha da uzayabilirdi. Ama başta da belirttiğimiz gibi, kendimizi, Prof. Işıklı’nın bilgi hatalarıyla, kanıt eksikliklerinden doğan boşluklarıyla ve disinformasyonlarıyla kısıtladık. Bunun ötesindeki, anarşizmin, “yeni liberalizmin ‘daha az devlet daha çok pazar’ sloganıyla başlattığı tırmanışıyla tam bir uyum içinde” olduğuna; anarşizmin “özelleştirmelere taraftar” olduğuna; İspanya’da anarşistlerin, 1933 seçimlerini boykot ederek, “katolik faşist partinin iktidarına yol” açtıklarına; sosyalistlerle işbirliğine gitmeyerek ya da bunda gecikerek, Franko’nun zaferine neden olduklarına; “Seattle’dan bu yana süre gelen kapitalist küreselleşme karşıtı tepkilerin beyin kadrosunu Samir Amin, Susan George gibi ciddi sosyalist düşünür” ve “bilim adamları”nın oluşturduğuna, anarşistlerin ise bu hareket içinde bozguncu bir rol oynadıklarına ilişkin, kesinlikle katılmadığımız, Profesörün kendine özgü ve kendinden menkul yargılarından ibaret değerlendirmelerin üzerinde durmayacağız.
Bir Profesörün, hasım gördüğü bir düşünceyi hedef almasını anlamak mümkündür. Ancak bu yapılırken, asgari bir objektifliği ve doğru bilgi verme kaygısını bir yana bırakmamak gerekirdi. Profesör Işıklı adına üzüldük.
*George Woodcock, Anarşizm, çev: Alev Türker, Kaos Yayınları, s.135, 133.**E.H. Carr, Bakunin, Viuntage Books, 1961, s. 227.
2 Aralık 2001