İdeoloji, bir çarpıtmadan ibaret olduğu için, ideologun en önemli görevi, elindeki sözcük ve kavramlara, bir heykeltraş gibi, o anda istediği biçimi vermektir. Çünkü bunları, rakiplerini köşeye sıkıştırmak, muhataplarını korkutmak ve susturmak, okuyucu ya da dinleyicilerini şaşırtmak ve sindirmek ve taraftarlarını çoğaltmak için kullanması gerekmektedir.
İdeologun her somut durumda kullandığı kilit kavram ve sözcükleri vardır. Bu kilit kavram ve sözcüklerden bazılarının uçları iyice sivriltilmelidir ki, bir mızrak gibi, düşmanı kalbinden vurabilsin ya da bunlardan bazıları iyice yayvanlaştırılmalıdır ki, karşı taraftan gelebilecek oklara karşı bir kalkan görevi yapabilsin. Karşı tarafı vurmak için sivriltilen sözcük ve kavramlar genellikle kötüleyici ve karalayıcı olumsuz anlamlara sahip olmalıdır ya da onlara böyle bir anlam kazandırılmalıdır. Kalkan olarak kullanılacak sözcük ve kavramlar ise, iyice sağlam olmaları için, kutsiyetle sıvanmalıdır. Bunlar öyle kavramlar olmalı ya da öyle kavramlar haline getirilmelidir ki, kimse saldırmaya cesaret edemesin, etse bile, saldıranı yaralasın.
İdeologun savunma ve saldırı aletleri olarak kullandığı sözcük ve kavramlar, genel olarak, kitlelerin etik değerlerine atıfta bulunur, ama ideolog bununla yetinmez. Yine bu genel geçer etik değerlere dayandırılmakla birlikte, içinde bulunulan döneme özgü yeni kavram-sözcük silahları imal edilmek zorundadır. İdeolog, bir silah ekspertizi gibi, hangi silahın modasının geçtiğini, hangisinin eskidiğini ve hurdaya çıktığını, hangisinin geri tepme ihtimali bulunduğunu, hangisinin dönemin icaplarına göre kitlesel imha gücüne sahip olabileceğini ayırt etme becerisi göstermek zorundadır. Bu silahlardan bazıları, döneme göre, genel cephanelikte, bütün ideologların kullanımına açık olabileceği gibi, bazıları da, doğrudan o ideoloğa ya da o ideologlar kümesine ait imalâthanenin ürettiği ürünler olarak piyasaya sürülebilir.
Öte yandan (ideolog açısından en kritik nokta bu gibi görünüyor), ideolog, kullandığı silahın kendisine dönme ihtimalini de hesap ederek, özellikle kendine tam olarak mal edemeyeceğini düşündüğü kavram ve sözcükleri, mümkün olduğu kadar çarpıtmak, bozmak, yozlaştırmak, kullanılamaz hale getirmek göreviyle karşı karşıyadır. En azından ideolojik savaşı izleyenleri, içinden çıkamayacakları bir şaşkınlık içine sokmak ve böylece, yaratılan kafa karışıklığından ve kavramsal terör ortamından yararlanmak için yapılmalıdır bu. İdeolog, böyle bir ortam yaratarak, izleyicilere, hiçbir kavram ve sözcüğü yerli yerine oturtma fırsatı vermemeyi, kazanamadığı yerde, en azından, bir pat durumunun ön koşullarını yaratmayı hedefler.
İdeolog, bütün bu silahlarını kullanabilmek için, her zaman, net bir şekilde belirlenmiş (bir tek bu noktada netlik arayışı içinde olduğu söylenebilir) iki cepheye ihtiyaç duyar. İdeolojinin etkili olabilmesi için, herkesin iki taraftan birinde yer aldığı, ikili bir cepheleşme yaratılmalıdır. İdeologa göre, insanlar basit düşünme alışkanlığına sahiptirler ve bu yüzden onlara basitçe yer alabilecekleri bir cephe gösterilmelidir. Ya oradasın, ya burada. Ya bizim cephedesin, ya da karşı cephede. Tercihini yap. İdeolog (ya da demagog), kitlelere “kolaylık sağlamak” için, bu cepheleşmeyi onlara kavramsal düzeyde sunar. Karatahtayı alelacele ikiye böler ve karşıt kavramları çizginin iki yanına yerleştirir.
İdeolog, bu cepheleşmeyi, elbette temel bir tahlile, bir mantık dizgesine dayandırmalıdır. Yoksa, önerdiği cepheleşme inandırıcı olmaz. Yani, kurduğu cephenin ve bu cephenin karşı cepheye saldırıya geçmesi için, dayandığı bir müstahkem mevki, silahlarını beslediği temel bir cephanelik olmalıdır. Cepheleşme hangi temel tahlile ve mantığa dayandırılacaktır? Bu tahlil de, kolayca kavranabilmeli ve basit bir mantıkla açıklanabilmelidir.
Bu yazıda örnek olarak ele aldığım ideologun yazısındaki , common wise tarafından kutsiyet atfedilen etik değerleri reddettikleri ya da son dönemlerin bir ideolojik kavramsallaştırması olarak, “Yeni Dünya Düzeni”ne, yani emperyalizme alet oldukları farzolunanları vurmak için ucu sivriltilmiş saldırı kavram ve sözcükleri, bir kaç kategoride toplamak mümkün:
a) (suçlama dozunun hafiften ağıra doğru artmasına göre sıralarsak) Kendi toplumuna yabancılık, Batı hayranlığı ve vatan hainliği (ya da satıcılığı) kategorisi: “alafranga züppelik”, “batı hayranlığı”, “kendi toplumuna yabancılık”, “bu topraklara ait ne varsa küçük görmek”, “herşeyin batı’dan geleceğine inanmak”, “halkına yabancı olmak”, “yersiz yurtsuzlaşmak”, “vatansızlık”, “vatansız solculuk”, “vatan satıcılığı”;
b) “Yeni Dünya Düzeni”nin aleti olma kategorisi: “postmodern söylem” (daha önceden yüklenen anlamlar dolayısıyla bu kategoriye giriyor), “neoliberal düşünceye kapılmak”, “Yeni Dünya Düzeninin kültürel operasyonlarının paryası olmak”, “küreselleşmek”, “emperyalizmin oyuncağı olmak”;
c) Yozlaşma kategorisi: “İsrafa düşkünlük”, “küçük çıkarcılık”, “tembellik”, “marihuana kullanmayı savunmak”, “merkez kaç eğilimler sergilemek” (aslında bu, ayrı bir kategori olabilirdi, ama tek başına kalmaması için, en yakın kategori olarak buraya koydum).
Yazarın, çoğunlukla genel geçer değerlerin olumlanması ve iyice yayvanlaştırılmasıyla oluşturduğu savunma kavramları ise aşağıdaki kategorilerde toplanmaktadır:
e) Milliyetçilik kategorisi: “vatan sevgisi”, “bir karış toprak”, “halk”, “aile”, “çevre”, “millet”, “bayrak”, “milli marş”, “milliyetçilik”, “yurt”, “vatan”, “ulusal bağımsızlık”, “ulusal birlik”, “yurttaş”.
f) Fransız devriminin kavramları kategorisi: “Fransız devrimi”, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”, “feodalizme, krallığa, aristokrasiye karşı olmak”;
Yazarın, rakiplerinin de başvurması ihtimalini gözönüne alarak anlamlarını bozduğu, içeriklerini boşaltıp çarpıttığı kavram ve sözcükler de şöyle sınıflandırılabilir:
g) Enternasyonalizm kategorisi: “Enternasyonalizm”, “yerlilik ve evrensellik ilişkisi”, “her türden milliyetçiliğe karşı çıkmak”;
h) Solculuk kategorisi: “sol”, “işçi sınıfı”, “proletarya”, “sosyalizm”, “devrim”.
Görüleceği gibi, kategorileştirdiğim bu kavram ve sözcükler, ideologun yaratmayı arzuladığı ikili cepheleşme çerçevesinde, rahatlıkla şu ya da bu cepheye mal edilebilir. İdeolog, “emperyalizm” ve “karşıtları” gibi çok genel bir cepheleşmeyi, ülke ve dönem koşullarında daha da somut hale getirmeye özen göstermiş ve bunu yaparken, “vatansever” ve “vatan haini” gibi, hem halk tarafından daha kolay anlaşılabileceğini, dolayısıyla kendisine daha kısa yoldan milliyetçi taraftarlar kazandırabileceğini, hem de devletle ve sağ-milliyetçi kesimle kaynaşmasını arttıracağını umduğu, oldukça genel geçer (demodeliği ayrı bir tartışma konusu) bir kavram çiftine baş vurmuştur.
Ancak, bu kavram çiftinin bir ideolojik mantık dizgesine dayandırılması gerektiğini belirtmiştik. Bu mantık dizgesi son derece basittir:
1. Emperyalizm (özellikle ABD), “Yeni Dünya Düzeni” adı altında, küreselleştirmeye (ya da globalleştirmeye) gitmektedir.
2. Küreselleşmenin amacı, bütün dünya devletlerini ve ülkelerini ortadan kaldırıp, emperyalizmin doğrudan sömürgesi haline getirmektir. (Bu mantığa göre, emperyalizm yeniden eski sömürgecilik dönemine geri dönmüştür.)
3. Öyleyse emperyalizmin Yeni Dünya Düzenine karşı devleti ve vatanı savunmak, bugünün anti-emperyalist, dolayısıyla devrimci görevidir. Devrimci (emperyalizmin varlığı nedeniyle), milliyetçi ve vatanperver olmalıdır.
4. Emperyalizmin yıkmak ve ortadan kaldırmak istediği ulus-devlete karşı çıkanlar, yaptıkları bu vatan hainliği ile emperyalizme hizmet etmektedirler. Bu durumda, bir tarafta, emperyalizme hizmet eden vatan satıcıları vardır, öbür tarafta da emperyalizmin Yeni Dünya Düzenine, küreselleşmeye karşı direnen vatansever ve milliyetçiler.
İdeolog, bütün ideolojisini, bu basit ama temel dizgeye dayandırmakta, kavramları, bu dizgeye göre yerleştirmektedir. Bu durumda, ideologun tek tek tutarsızlıklarından ya da demagojilerinden bazılarına değinmeden önce, onun cephaneliğinin temelini oluşturan yukardaki dizgeyi ele almakta yarar var.
Dünya kapitalist sisteminin temel düzenleyici öğelerinden olan ulus-devletlerin, “emperyalizm tarafından ortadan kaldırılmaya” çalışıldığı, ulus-devlet ideologlarının, kerameti kendinden menkul, bugüne kadar hiçbir somut ve mantıki örnekle kanıtlanamamış (tersi ise, günlük hayatımızda bile binlerce örnekle kanıtlanmaktadır) ideolojik varsayımlarından biridir.
Bırakın, dünya kapitalizminin, Türkiye Cumhuriyeti gibi, cüssesiyle, dünya kapitalist sisteminin bölgesel çapta enikonu göze çarpan bir unsurunu ortadan kaldırmayı, sermayenin akışı karşısında dayanamayıp çöken, “sosyalist” devletlerin yıkılışını bile büyük bir endişeyle izlediği hatırlardadır. Çünkü, kapitalizmin, ulus-devletlere, sermayenin düzenlenişinin yanısıra, bölge halklarını zapt-ı rapt altında tutmak için de ihtiyacı vardır. Nitekim, böyle olduğu için, ABD’ye en fazla kafa tutar gibi görünen Saddam’ın devleti, Körfez savaşındaki yenilgisinin ardından ülke içindeki Kürt, Şii vb. ayaklanmaları sonucu yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında, onun yıkılmaması için her türlü önlemi alan ve savaşı derhal bloke eden yine ABD’den başkası olmamıştır. Ulus-devletçiler, ABD’nin, Ortadoğu ve Balkanlar başta olmak üzere, çeşitli ulusal çelişmeleri kışkırtmasını ve zaman zaman da bölgesel milliyetçi kalkışmaları bölge devletlerine karşı kullanmasını, ABD’nin halihazır ulus-devletleri yıkmak istemesinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa ABD’nin işine geldiği zaman bu tür işlere kalkışmasının nedeninin, bölge devletlerini yıkmak isteği olmayıp, sadece zaman zaman kendi emir ve direktiflerine uymama eğilimi gösterebilen bölge devletlerini, bu tür hareketlerle yola getirme arzusundan başka bir şey olmadığı açıktır. Kapitalizmin, var olduğu günden beri uyguladığı bu reelpolitiği, şimdi kalkıp yeni bir olaymış gibi ortaya sürmek ve buna dayanarak, dünya kapitalist sisteminin ayakta durmasında en büyük düzenleyici ve bastırıcı rolü oynayan ulus-devletleri, “anti-emperyalist” olarak göstermeye çalışmak, ideolojinin iyiden iyiye demagojiye dönüştüğü noktaya işaret etmektedir. Tanıl Bora’nın da belirttiği gibi, “Yeni Dünya Düzeni” denen şeyin, var olan ulus-devletlerin ayakta kalması, hatta güçlendirilmesiyle yürürlüğe konduğu açıktır.
Hal böyle olunca, ideologun bütün kavram-sözcük silahlarını yerleştirdiği müstahkem mevki, içindeki genel cephanelikle birlikte toptan berhava olmakta ve geriye, bilinen türde devletçi – milliyetçilik ideolojisinin savunulması uğruna, bu ideolojiye karşı çıkanlara yöneltilmiş karalama ve hatta küfürlerin dışında bir şey kalmamaktadır. Bu bakımdan, yazımın aslında burada bitmesi gerekiyor, ama bitirmeden önce, karalama ve küfürleri, doğrudan kendileri olarak da geçersiz hale getirmek için birkaç şey söylemem gerektiği kanısındayım.
Vatanı kim satar?
Vatan, ulus-devletin, oralarda yaşayan halkları, akrabaları, köyleri, tarlaları, yani insanların gerçek yurtlarını yapay olarak olarak bölüp, üzerlerinden dikenli teller geçirerek sınırlarını çizdiği toprak parçasıdır. Bu sınırlar, devletler arası güç ilişkilerine göre çizildiğinden, o sınırın çizildiği tarihteki en güçlü devletlerin (19. yüzyıldan itibaren emperyalist devletlerin) onayını alarak çizilmiştir. Yani vatan sınırları, “her karış toprak için dövüşenlerin” döktükleri kanla değil, harita başında, o ulus-devlet için en uygun sınırları belirleyen güçlüler tarafından çizilmiştir.
Vatan, ideolojik hegemonya organlarının iddialarının aksine, o sınırlar içinde yaşamak zorunda kalan insanların değil, esasen ulus-devletin, o devletin yöneticilerinin mülküdür. Bir mülkü satmak, ancak o mülkün gerçek sahiplerinin yetkisi dahilindedir. Şimdi herhangi birisi kalkıp, “ben Sabancı’nın Adana’daki topraklarını satacağım” dese, ona kim inanır. Sabancı’nın toprakları ancak Sabancı Holding’in kararıyla satılabilir. Nitekim tarihe baktığımız zaman, bütün vatan toprakları, kendi iktidarlarını ve mülklerinin geri kalanını (yani vatanın geri kalanını) kurtarmak için başka çareleri kalmayan devletlerin başındakiler tarafından satılmıştır. Emin Oktay’ın tarih kitaplarındaki, mütarekelerin ardından gelen barış anlaşmalarının maddelerini ezberlemek zorunda kalmış bütün lise öğrencileri bilir ki, vatan toprakları, padişahlar, vezirler, paşalar, devlet büyükleri tarafından satılmış (ya da yerine göre alınmış)-tır.
Ezenin vatanı ve ezilenin yurdu
Ele aldığımız ideologun yazısında da gördüğümüz gibi, vatan, güçlünün, devleti olanın mülkü olurken, o mülk sahibinin gaspettiği topraklarda yaşayan halkların yurtsuzlaştırılması anlamına gelir. Doğaldır ki, her mülklüleşme, bir diğerinin mülksüzleşmesi demektir. Aynı şekilde, her ulus-devletin sınırlarını belirlediği vatan, ulus-devlet statüsü edinememiş halk ya da halkların yurtsuzlaştırılmasıdır. İdeolog, bu durumu mümkün olduğu kadar gözardı etmeye çalışırken, iş bir noktaya geldiğinde, bu de facto durumu açıkça savunmaktadır. Yani onun vatanseverliği, başkalarının yurtlarından edilmesini onaylamaktan başka bir şey değildir. Nitekim, ona göre, Yugoslav devleti, vatanını savunma hakkına sahipse, Bosnalı yurdundan yoksun edilmelidir, Kosovalı’nın yurtsuzluk durumu ebedileştirilmelir. Türk ulus-devletinin vatan savunma hakkı, Kürdün yurtsuzluğa boyun eğmesi olmalıdır. İdeolog, “vatansızlık düşünsel hastalığı”ndan söz ederken, ezilen halkların yurtsuzlaştırılmasının en kararlı savunucusu durumuna düştüğünü unutmuş gözükmektedir. Keza, yerelliğe pek taraftarmış gibi gözükmeyi tercih eden ideologun, ulus-devletlerin baskısı altındaki yerel halkların karşısında, birdenbire merkezi devletin safında yer alıvermesindeki tutarsızlık üzerinde bir dakika bile durup düşünmediği anlaşılmaktadır.
Kusturica, “her türlü milliyetçiliğe” karşı mı?
Konumuz olan ideolog, Kusturica’ya ait olduğunu ileri sürdüğü bazı sözleri aktardığı bir paragrafta şöyle diyor:
“Emir Kusturica’nın ülkesinde savaş başladıktan sonra Saraybosna’ya dönmeyip ‘Bosna Hersek’li olmayı kabullenemem. Ben Yugoslavya’lıyım. Bir bayrak ve milli marş gerekirse o da Yugoslavya bayrağı ve milli marşıdır’ demesi ve her türden milliyetçiliğe karşı çıktığını ilan etmesi… pek çok ‘evrensel aydın’ı öfkelendirmiştir.” (s.3)
Kusturica, nasıl oluyor da, bir yandan Yugoslav bayrağı ve milli marşına sahip çıkarken, bir yandan da “her türden milliyetçiliğe karşı” oluyor, bunun ideolog tarafından açıklanması gerekmektedir. Kanımca, açık olan tek nokta, ideologun “her türden milliyetçilikten”, yalnızca yurtsuzlaştırılmış ezilen halkların milliyetçiliğini anladığıdır. Bu durumda, Yugoslav bayrağı ve milli marşı da, Sırp milliyetçiliğinin değil, “her türlü milliyetçiliğe karşı savaşmanın” (aslında ezen ulusa karşı başkaldıran halkları ezmenin) sembolleri oluyor.
Fransız Devrimi nerden geldi?
İdeolog, hiçbir konuda tutarlı olma kaygısı taşımıyor. Çünkü onun için önemli olan, o anda ideolojik üstünlük sağlamak için elinde ne var, ne yoksa kullanmaktır. Bu, ideologun politikacıyla en benzer özelliklerinden biridir. Politikacılar da böyledir. O anda politik rakiplerini bastırabilmek için, tutarlılık kaygısı taşımadan, onlar da ellerine ne geçerse kullanırlar. Söz konusu ideolog, batı hayranlığına, batıdan gelen her şeyi benimsemeye çok karşı. Ama Recaizade Ekrem’in Araba Sedası romanından da örnekler vererek süslediği bu tutumunu ortaya koyduktan bir sayfa sonra, “vatan ve “vatanseverlik” kavramlarını aklayabilmek ve her türlü itirazı anında yok etmek için, büyük bir otoriteye sığınma ihtiyacı duyarak, hiç duraksamadan, bu kavramların batıdaki Fransız Devrimi’nden çıkan kavramlar olduğunu ileri sürebiliyor. Yarın öbürsü gün birinin karşısına çıkıp, “bu ne batı hayranlığı yahu, ne yapalım yani bu kavramlar batıdaki Fransız devriminden geldiyse” diyebileceğini düşünmüyor bile.
Birikim, sayı:116,
Aralık 1998