Çin Devriminde Anarşistler*
Ortaya çıktığı 1905 yılından, bir hareket olarak ortadan kalktığı 1930 yılına kadar (1920’lerde giderek zayıflamasına ve 1920’lerin sonlarında ideolojik ve pratik hakimiyeti komünistlere kaptırmasına rağmen) süren 25 yıllık dönemde, Çin anarşizmi, Çin radikal ve devrimci hareketinde ana akım oldu. 1919-1925 arasında, bazıları kısa ömürlü de olsa, Çin’de doksan iki anarşist örgüt kuruldu ve faaliyet gösterdi. 1920-21 yıllarına kadar, Çin’de “Marksist sol”un varlığı söz konusu bile değildi. 1920’ye kadar Çin aydınları (Çen Tu-siyu gibi daha sonra Komünist Partisi’nin kurucusu olanları da dahil) komünizmden anarko-komünizmi anlıyorlardı. 20. Yüzyılın başında, Çin’in modern dünyaya gözlerini açmasıyla birlikte ortaya çıkan, Sun Yat-sen’in önderliğini yaptığı milliyetçi-cumhuriyetçi akım (aynı zamanda kendini sosyalist olarak tanımlıyordu) ise, 1920’lerin sonlarında, kurduğu ulusal devlet için bir tehdit olarak görmeye başlayıncaya kadar anarşist akımla arasını açmamaya, hatta onun Çin entelijensiyasını sürükleyen fırtınasının ürünlerini kendi hesabına toplamaya çalıştı.
Çin’de anarşizmin ortaya çıkış koşulları
Anarşizm, Çin’de, bir ulusal kriz döneminde ortaya çıktı. 1906-1907 yıllarında, Çin entellektüelleri, birbirini izleyen birkaç ay içinde, biri Paris’te, öbürü ise Tokyo’da olmak üzere, anarşizmin propagandasını yapmaya yönelik iki topluluk kurdular. (Dirlik, s.47)
Benzeri başka ülkelerde (örneğin Osmanlı İmparatorluğunda) ortaya çıkan modernist akımların içinde anarşizm bir varlık gösteremezken, nasıl olmuştur da, Çin’de, anarşizm, yirmibeş yıl boyunca entelijensiyanın beynini ve ruhunu kazanan ve ideolojik hegemonya kurabilen bir akım olarak ortaya çıkabilmiştir?
Büyük krizler, büyük idealler dönemini açar. Çin gibi devasa bir ülkenin krizi de, 20. yüzyılın başlarında, o oranda büyüktü. Dağılmakta ve parçalanmakta olan kadim Çin, çöken pederşahi monarşisiyle birlikte, modern dünyayla yüzyüze gelmişti. Artık dünya, bölgesel coğrafi algılamaların ötesine geçmiş ve modernizasyonun demir pençesiyle şekillenmeye başlamıştı. Çin’in eski pederşahi ve despotik monarşisi, modern dünyaya yanıt veremiyordu. Bu koşullarda, modernizasyonun ulusal sözcülerinin ortaya çıkması kaçınılmazdı. İşte, “Çin’in Atatürk’ü Sun Yat-sen” ve onun başlattığı milliyetçi-cumhuriyetçi akım bu koşullarda ortaya çıktı.
Ancak, milliyetçi-cumhuriyetçilerin, hem pederşahi-despotizmin, hem de modernizasyonun acısını etinde kemiğinde duyan Çin entelijensiyasını tatmin edecek ölçüde güçlü bir ideolojik hegemonyası ve batının ulus-devletlerini taklit edecek bir politik “devrim”in ötesinde, genç aydınların ruhunu tutuşturacak bir albenisi yoktu. Modern dünyanın baskısından kurtulmak için o dünyadaki “liberation” ideolojilerine büyük bir açlıkla yönelen Çin aydınları, yüzyıllardır acısı çekilen pederşahi-despotizmin bir benzerini, ama modern bir benzerini kurmanın ötesinde bir şey sunmayan cumhuriyetçi politik devrimle tatmin olacak gibi görünmüyorlardı. Onlar, politik devrimin ötesine gitmek, yani tam bir toplumsal kurtuluşa ulaşmak istiyorlardı. Yani toplumsal devrim! İşte bu ihtiyaca anarşizmin toplumsal devrim fikri yanıt verdi. Bu toplumsal devrim talebi öylesine tutmuş ve güç kazanmıştı ki, Sun Yat-sen’in önderliğindeki Devrimci İttifak (Guomindang’ın önceli), programına, politik iktidarı elinde tutanlara ve ekonomik ayrıcalıklara karşı çoğunluğun çıkarlarını garanti altına alan toplumsal devrimi koymuştu. (Dirlik, s.58)
Anarşizm, 20. Yüzyılın başlarında, Çin radikal düşünce ve davranışı üzerinde önemli bir etki yapan Avrupa sosyalizmindeki alternatif radikal akımların başında geliyordu. 1906-7’ye kadar, belirgin bir anarşist toplumsal devrim programı ilan edilmemiş olmasına rağmen, Paris ve Tokyo’daki grupların kurulmasıyla birlikte, diğer devrimcilerden ayırt etmek için, bazı devrimciler kendilerini açıkça anarşist olarak ilan ettiler, 1903’den sonra filizlenmeye başlayan devrimci hareket, anarşizmde zaten, radikal kaygılarını ifade eden bir sözcük dağarcığı ve kendine benzer yanlar bulmuştu. Ancak ilk yıllarda anarşizme ilişkin önemli bir karışıklık söz konusuydu; Çinliler, anarşizmi doğrudan ana kaynaklarından değil, Avrupa kaynaklarını tartışan Japonlardan ya da anarşizmi, genellikle Rus nihilizmi ya da popülizmi ile karıştıran ve sosyalizm içinde “aşırı” bir akım (“aşırı devrimcilik”) olarak tanıtan genel sosyalizm tarihinin Japonca çevirilerinden öğrenmişlerdi. (Dirlik, s.63)
Ancak, Çin’deki anarşist kaynakların azlığına rağmen, anarşizmi Rus nihilizmine indirgemeyen yazılar da mevcuttu. Örneğin, anarşizmin Avrupa sosyalizmindeki köklerini araştıran Zhang Ji, bu kökleri, Fransız Devriminde buluyordu. Çin entellektüelleri de, anarşizmin salt despotizmin eleştirisinden ibaret olmayıp, devleti ve onun bütün kurumlarını ortadan kaldırmak anlamına geldiğinin bilincindeydiler. Keza Ma Xulun, anarşizmin anti-nasyonalist yönelimine işaret ediyordu. Bir sosyal dönüşüm felsefesi olarak geniş ölçüde tartışılan anarşizmin, “zenginle fakir, asille asil olmayan, yaşlıyla genç ve kadınla erkek” arasındaki eşitsizliğe son verme hedefi giderek belirginleşiyordu. Zhang Ji, anarşizmin, Avrupa’da, sermayeye karşı emeğin verdiği mücadelede önemli bir rol oynadığını vurguluyordu.
Modernizm ve anti-modernizm arasında
Çin anarşizminin temelinde, iki farklı eğilimi temsil eden, Paris ve Tokyo gruplarının farklı yaklaşımları vardır. 1906’da, Paris’te, Yeni Dünya Topluluğu örgütlendi. Bu grubun üç yıl süren ve yüz sayı yayınlanan yayın organının adı Yeni Çağ’dı. Bu grubun lideri durumunda olan Li Shizeng, ünlü Fransız anarşisti Elisée Reclus’un yakın arkadaşıydı. Grubun diğer lideri ve Yeni Çağ’ın sorumlularından olan Wu Zhihui ise, 1900’lerin başlarında, Japonya ve Çin’de radikal yurtsever faaliyetlere katılmıştı.
Paris anarşistleri, Çin sosyalist düşüncesine, Batı devrimci düşüncesindeki su katılmamış bir radikal akımı tanıtan devrimci fütürist anarşizmi savunuyorlardı. Yeni Çağ, Kropotkin, Bakunin, Malatesta ve Reclus gibi Avrupa anarşistlerinden çeviriler yayınlıyordu.
Tokyo’daki anarşistler ise, Yeni Çağ’la aynı zamanda çıkmaya başlayan iki yayın organı kurdular: Doğal Adalet ve Denge. Tokyo anarşistlerinin başında, öğretim üyesi Liu Shipei ve Tokyo anarşistlerinin içinde daha radikal bir eğilimi temsil eden, karısı He Zhen bulunuyordu. Yeni Çağ’ın entellektüalizmine karşılık, bu iki yayın organı, Çin alt sınıflarının ve kadınların sorunlarına daha büyük önem veriyordu. Anti-modernist eğilimi temsil eden ve kırsal toplumun değerlerine sahip çıkan Tokyo anarşistleri, ulusal modern devletin, kadim devletten daha baskıcı olduğunu ileri sürerken, Paris anarşistleri daha ilerlemeci ve modernist bir çizginin temsilcisi olarak ortaya çıkıyorlardı. Onlara göre esas olan, durmaksızın gelişme ve evrimdi. Devrim, ilerlemenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildi. Yeni Çağ, en büyük ağırlığı Kropotkin’in görüşlerine verirken, Tokya anarşistleri Tolstoy’u ön plana çıkarıyorlardı.
Doğal Adalet’in yayını bir yıl sürdü. Liu, Çin’e döndükten sonra monarşinin ajanlığını yapmaya başladı ve 1911’den sonra, Çin’in önde gelen muhafazakârlarından biri oldu. Doğal Adalet, Yeni Çağ kadar uzun süreli bir etki yaratamasa da, döneminde, Japonya’daki Çin’li öğrenciler üzerinde çok etkili oldu. Ayrıca Liu’nun anti-modernist anarşizmi, Çin toplumunun çok önemli sorunlarına ilişkin getirdiği yanıtlarla, daha sonraki yıllarda Çin radikal düşüncesinde etkisini sürdürdü.
Bir bütün olarak anarşistleri, Devrimci İttifak’tan (Sun Yat-sen’in Milliyetçi Cumhuriyetçileri) ayırt eden en önemli nokta, toplumsal devrim hedefi ve buna ilişkin yöntem sorunuydu. Devrimci İttifak, sosyalizmi ve “toplumsal devrimi”, toplumu uyumlu ve istikrarlı hale getirmenin bir aracı olarak görüyordu. Oysa anarşistlerin toplumsal devrimden anladığı, toplumu “istikrara” kavuşturmak değil, otoriteyi ortadan kaldırmak ve yerine toplumun kendi kendisini yönetmesini sağlamak, yasayı ortadan kaldırmak ve özgürlüğü kurmak, her türlü sınıf ayrılığını ortadan kaldırmak ve eşitliği kurmak, özel mülkiyeti ve sermayeyi kaldırmak ve komünizmi kurmaktı. Anarşistlere göre toplumsal devrim, politik devrimden, yalnızca temelden farklı hedefleri dolayısıyla değil, ayrıca araçları dolayısıyla da farklıydı. Politik devrim azınlığın devrimiydi, toplumsal devrim ise çoğunluğun, sıradan halkın devrimi. Ve bu hedefe varmak için devrimin özel yöntemler geliştirmesi gerekiyordu: Propaganda, kitle örgütleri, kitle ayaklanmaları, halk direnişleri (vergilere ve askere almaya karşı muhalefet, grevler ve boykotlar) ve suikastlar (eylem yoluyla propaganda).
Açık bir moral ve sosyal duyarlılıktan yoksun olan şiddetin kör bir terörizme dönüşüp yozlaşacağını düşünen anarşistler, eğitimsiz bir devrimin bilinçsiz bir ayaklanmadan öteye gidemeyeceğini savunuyorlardı. Şiddet, yıkımı gerçekleştirebilirdi, ama kurmak eğitimi gerektirirdi. Anarşistlere göre eğitim, devrimin basit bir aleti değil, devrimin ta kendisiydi. “Anarşist devrim… eğitimden başka bir şey” değildi. Militarizmi, düzene uymayı, dini, otoriteye boyun eğmeyi öğreten devlet destekli eğitimin tersine anarşist eğitim, gerçeği, toplum için çalışmayı, özgürlüğü, eşitliği ve öz-yönetim yeteneğinin geliştirilmesini öğretecekti. Devrim ve eğitim bir madalyonun iki yüzüydü. Ve ahlak da, öğrenmekten başka bir şey değildi. Eğitim, insan psikolojisini değiştirecek ve davranış ve ahlaktaki değişmeye de yol gösterecekti. Bu anlamda sosyal devrim, aynı zamanda bir kültürel devrimdi.
Ancak, anarşistlerin, cumhuriyetçilerle aralarındaki bu genel ayrılığa rağmen, Paris anarşistleri, cumhuriyetçi devrimi desteklemek konusunda nispeten daha gönüllüydüler. Li Shizeng ve Chu Mingi, “politik devrim başlangıç noktasıdır, toplumsal devrim ise nihai hedef,” diyorlardı. Paris anarşistleri, cumhuriyetçi devrimin desteklenmesi gerektiğine inanıyorlardı, çünkü bu, toplumu, sosyalizme bir adım daha yaklaştıracaktı. Cumhuriyetçileri desteklemelerinde, kendi milliyetçilikleri de önemli bir rol oynamış olmakla birlikte, Fransa’da cumhuriyetçileri destekleyen entellektüel kılavuzları Reclus’tan da etkilendikleri tahmin edilebilir. Paris anarşistleri, devlete tarihi bir olgu olarak bakıyor ve monarşiye göre ileri bir adım olan cumhuriyetin, iktidarı, en azından bazı halk kesimleriyle paylaşacağına inanıyorlardı. Bu görüşte bazı bulanıklıklar olduğu açıktır. Chu Minyi’nin gözlemlediği gibi, cumhuriyet hükümeti, vatandaşlarda iktidarı paylaştıkları illüzyonunu yaratarak, despotizmdeki aileye bağlılığı, devlete bağlılığa aktaracaktı ve bu da vatandaşların devleti savunmakta daha istekli olmalarına yol açacaktı. Böylece cumhuriyet hükümetinin kurulması, anarşistlerin devleti yıkma görevini daha zor bir hale getirecekti. Cumhuriyeti desteklemeye yönelik görüşleri, göreceğimiz gibi, daha sonradan anarşist kimliklerini saklamadan Guomintang’a üye olan Paris anarşistlerinin önde gelenlerinin Guomintang işbirlikçileri haline dönüşmesine yol açmıştır.
Modernist anarşizmin temsilcisi Paris anarşistleri, Çin toplumunda otoritenin temel iki dayanağı olan Konfüçyüsçülüğü ve aile ideolojisini de hedef aldılar. Paris anarşistleri, Konfüçyüsçü öğretiyi, kadınları ve gençleri baskı altına alan Çin toplumundaki önyargıların ve iktidarın kaynağı olarak görüyorlardı. Onlar, önyargıların ve batıl inançların otoritenin temeli olduğuna ve bunları yıkmanın otoritenin kendisini yıkmaktan daha zor olduğuna inanıyorlardı.
Konfüçyüsçülüğe saldırıları, yüzyıllarca Çin sosyal düşüncesinin temel taşı olan akrabalık ya da sahte akrabalık ilişkilerine saldırıyla elele gidiyordu. Onlara göre aile, toplumdaki bencilliğin ana kaynağıydı. İnsanlar toplumda doğdukları halde, aile onları toplumdan kopartıp kendi özel alanı içine hapsediyordu. Evlilik ve aile de sınıflı toplumun temeliydi. Anarşistler bütün bu yanlış inanışları ve önyargıları ortadan kaldırmak için bir “düşünce devrimi”nin yanısıra, bireyi aileden bağımsız hale getirecek bir ekonomik devrimi de savunuyorlardı.
Tokyo anarşistleri temel noktalarda Paris anarşistleriyle hemfikirdiler. Toplumsal devrim, onun moral temeli, evrensel hedefler ve anarşizmi başarmada eğitimin önemi gibi noktalarda onlar da benzer şeyleri düşünüyorlardı. Ancak Paris anarşistlerinin aşağılayarak baktıkları yerli kaynaklar, Doğal Adalet’in sayfalarında önemli bir yer tutuyordu. Tokyo anarşistleri, yerli ideolojik kaynaklarla anarşizm arasında bağlantı kuruyorlardı.
Tokyo anarşistleri, premodern Çin ideolojisinin, sınıflar ve cinsler arasındaki hiyerarşiye göz yumduğu görüşünü reddediyorlardı. Tersine, onlara göre, premodern Çin ideolojisi, anarşist toplumsal ideallere, başka herhangi bir yerdeki benzerlerinden daha yakın düşüyordu. Liu’ya göre, Çin politik sistemi, despotik görünmekle birlikte, halkın yaşamından çok uzakta olduğundan kitlelere görece bir özgürlük de sağlamış oluyordu. Ayrıca, ona göre, başta gelen Çin ideolojileri olan Konfüçyüsçülük ve Taoizm, laisssez-faire hükümeti, hükümetin topluma müdahalesini kısıtlayan bir etki yapıyorlardı. Bu yüzden, sonuç olarak, Çin, anarşizme, diğer toplumlardan daha yakındı.
Liu, Batı anarşistleri içinde, yerli kaynakların önemini ilk farkeden Tolstoy’a daha büyük bir vurgu yapıyordu. Tolstoy gibi o da, kır yaşamını ve el emeğini idealize ediyor ve ekonominin ticarileştirilmesine karşı çıkıyordu. Hıristiyan çağının başlamasıyla birlikte para ekonomisinin ortaya çıkması, Çin toplumunun yozlaşmasının da başlangıcıydı. Para ekonomisi, despotizmin güçlenmesine yol açmıştı. Para ekonomisi çoğunluğu fakirleştirmiş, hükümetin toprakları denetimi altına almasını getirmişti. Liu, Devrimci İttifak’ın “toprakların eşitlenmesi” politikasının devlet despotizmini arttıracağından emindi. Ticari ekonomiye duyduğu kuşku, Çin’de son zamanlarda meydana gelen değişikliklere düşmanca bakmasına yol açıyordu. Batının baskısıyla kırsal ekonominin ticarileştirilmesinin yıkımı getireceğini ve köylülüğü krize sürükleyeceğini vurguluyordu. Son zamanlardaki ekonomik değişikliklerin yol açtığı şehirleşmeye karşı olan hoşnutsuzluğunu da açıkça ifade ediyordu. Hırsızlığın yaygınlaştığı ve kadınların fahişeliğe sürüklendiği, Çin modern ekonomisini sembolize eden Şanghay, insanlığın yozlaşmasının açık göstergesiydi. Cumhuriyet hükümetini ilerleme olarak gören Yeni Çağ anarşistlerinin tersine, Liu, bu gelişmeyi, anarşizmden bir uzaklaşma olarak değerlendiriyordu. Eski eğitim sistemi, zengini kayıran yeni sistemden üstündü. Önerilen parlamenter sistem, seçkinlerin iktidarını getiriyor ve eşitsizliği körüklüyordu. Sermayenin iktidarının artması, halkı yoksullaştırırken zenginin hakimiyetini pekiştiriyordu. Gelişme, toplumdaki eşitsizliği arttırıyordu.
Tokyo anarşistleri, Çin halkının kötü durumuna, Paris anarşistlerinden daha büyük bir vurgu yapıyorlardı. Entellektüalizmin büyük ağırlık taşıdığı Yeni Çağ’da, o yıllarda Fransa’da önemli bir sendikalist hareket gelişmesine rağmen, emeğin sorunlarına ilişkin sadece bir kaç makale yer almıştı. Doğal Adalet ise tersine, Çin’deki köylülerin ve kadınların durumuna büyük önem veriyordu. Tokyo anarşistleri, modern bilime ve teknolojiye karşı çıkmayıp, yalnızca modernizasyonunun yarattığı kurumlaşmaya muhalefet ediyorlardı. Aynı gerekçeyle, en büyük muhalefeti, Çin ve benzeri ülkeleri baskısı altına alan emperyalizme karşı gösteriyorlardı.
Cumhuriyet Çin’inde Anarşistlerle sosyalistler karşı karşıya
Yurtdışında çıkan anarşist yayınlar, 1911’den önce Çin entellektüelleri arasında gözle görülür bir hareket yaratmıştı, ancak 1911 cumhuriyet devriminden sonraki görece özgürlük ortamında anarşizm, Çin toprağında, fiili bir hareket olarak faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bundan sonraki on yıl içinde anarşizm, entellektüel radikal hareketin ayrılmaz bir parçası haline geldi ve 1919’daki 4 Mayıs Hareketiyle birlikte çiçek açan radikal kültürü besleyen başlıca kaynak oldu.
Paris anarşistleri, ilk Cumhuriyet yıllarında anarşizmin yayılmasında önemli bir rol oynadılar. Cumhuriyet devriminden kısa süre sonra ülkeye dönerek çeşitli örgütler oluşturdular. Ancak, bu dönemde meydana gelen daha önemli bir gelişme, anarşist harekette uzun süre etkili olacak olan Guangzhou anarşizminin ortaya çıkmasıydı. Sonuçta radikal olmalarına rağmen Paris anarşistleri, Çin’deki ve Fransa’daki hükümet otoriteleriyle işbirliğine yönelen ılımlı bir eğilimi temsil ediyorlardı. Öte yandan Liu Sifu (Shifu, 1884-1915)’nun karizmatik önderliğindeki Guangzhou anarşistleri, anarşist faaliyette yeni ve önemli gelişmelerin sorumluluğunu üstlenen ve bizzat kendilerinin de yer aldığı, 1920’lerin Çin radikalizminin habercisi olan radikal bir anarşizmi oluşturdular. (Dirlik, s.117)
Bu gelişmelerden en önemlisi, anarşistlerin öncülüğünde, 1910’un sonlarına doğru, entellektüellerle işçiler arasında kurulan ittifaktı. Gerek Paris, gerekse Tokyo anarşistlerinin, entellektüellerin, emekçilerin önemini kavramasında ve onlarla bağ kurmasında önemli bir payı vardı. Fakat bu konuda, eskilere uzanan farklılıklar da söz konusuydu. Paris anarşistleri bütün dikkatlerini eğitime ve anarşizmi soyut sosyal felsefi tartışmalara yöneltmişlerdi. Belki de pratikten uzak soyut felsefeye olan eğilimleri, onların 1920’li yıllarda Guomintang’ın Sağ Kanadıyla işbirliğine girmelerine yol açan esas nedendir. Öte yandan Guangzhou anarşistleri, kültürel ve eğitsel sorunlara olan ilgilerini bir yana atmamakla birlikte, emekçi hareketine daha büyük önem vermiş ve devrimci saflıklarını korumuşlardı. Ayrıca onlar, bu dönemde yürüttükleri bazı önemli tartışmalar yoluyla, anarşizmle diğer sosyalizmler arasındaki kimlik ve çizgi farklılığının netleşmesinde belirleyici bir rol oynamışlardır.
1912 yılında, Paris anarşistleri, faaliyetlerini ülkeye taşıdılar. Bir kaç yıl içinde, eğitsel ve moral temelde, Ahlak Derneği adlı bir örgüt kurdular. Bu örgütün gayri-resmi liderleri arasında, Li Shizeng, Wu Zhihui ve Zhang Ji’nin yanısıra, Devrimci İttifak’ın (daha sonra Guomintang) lideri Wang Jingwei de bulunuyordu. Bu dernek, üyelerine, fahişelerle ilişki kurmayı, kumar oynamayı, odalık kullanmayı, memurluğu, bir meclis üyesi olmayı, sigara ve içki içmeyi ve et yemeyi yasaklıyordu. Gerçi bu yasaklara rağmen, derneğin kurucularından Zhang Ji, kısa bir süre sonra parlamento üyesi olmuş ve Guangzhou anarşistlerinin lideri Shifu tarafından eleştirilmişti.
Guangzhou anarşistleri, 1912’den sonra, Shifu’nun ve “devrimci rahip” Taixu tarafından liderlik edilen “pür” sosyalistlerin çevresinde toplandılar. “Pür” sosyalistler de, Cumhuriyetin ilk yıllarında anarşizmin yayılmasında ve 4 Mayıs dönemindeki anarşist faaliyetlerde önemli rol oynamışlardır. Önceleri, eklektik ve devletçi sosyalist Jiang Kanghu’nun (1883-1945) liderliğinde, 1911 sonunda kurulan Çin Sosyalist Partisi’nde yer alan “pür” sosyalistler, 1912 yılında bu partiden ayrılarak Sosyal Parti’yi kurdular. Bu ayrılışın nedeni, ÇSP’nin devlet sosyalizmini savunmasıydı. Sosyal Parti, kendini ÇSP’den şu belirlemeyle ayırıyordu: “Sosyalistler ulusal sınırları tanımazken, Çin Sosyalist Partisi tanımaktadır, sosyalistler devlete karşıyken, Çin Sosyalist Partisi ona taraftardır.” (s.123) Sosyal Parti’nin bütün ayrımları ortadan kaldırmaya yönelik bir program benimsemesinde, başta rahip Taixu olmak üzere, Budist unsurların önemli bir rolü olduğu belirtilmelidir.
Guangzhou anarşistlerinin lideri Shifu, Çin anarşistlerinin içinde en tipik olanıdır. 1915 yılında, genç yaşta ölmesine rağmen, düşünceleri, 1920’li yıllarda Shifuizm olarak yaygınlık kazanmıştır. Anarşizmin gerçekleşmesi için üç bin yıl geçmesi gerektiğini ileri süren Wu Zhihui, “bütün Çin anarşistleri Shifu gibi olsaydı, bu süre beş yüz yıla inerdi” demiştir. 1884 yılında doğan Shifu, 1904-1906 yıllarında radikalize oldu. Yeni kurulan Devrimci İttifak’a katılan Shifu, suikast faaliyetlerine karıştı. Dinamitin elinde patlaması sonucu bir elini kaybeden Shifu, bu olaydan sonra iki yıl hapiste kaldı. Tahliye olduktan sonra, 1911 devriminde önemli bir rol oynayan Çin Suikast Müfrezesi’ne katıldı. Bu arada, Paris ve Tokyo kaynaklı anarşist ve sosyalist yayınları okumaya başladı ve bir yandan da Budizmle ilgilendi. 1912 yılında Şanghay ve Yangzi bölgesine giderek, Çin’in yeni güçlü adamlarından Yuan Shikai’ye suikast olanaklarını araştırtı. Bu sırada artık bir anarşist olmuştu.
Guangzhou’ya döndükten sonra, anarşizmin propagandasını yapma hedefiyle, taraftarlarıyla birlikte Şafak derneği’ni kurdu. 1913 yılında dernek, Halkın Sesi adlı yayın organını çıkartmaya başladı. Şafak derneği başlangıçta, Shifu’nun aile üyelerinden (dört kızkardeş ve iki erkek kardeş) oluşuyordu. Topluluk büyük bir komün evinde yaşıyordu. Burada yardımlaşmacı ve demokratik de olsa, Shifu’nun ataerkil bir liderliği olduğu anlaşılmaktadır. Bir anarşist faaliyet merkezi olarak çalışan Shifu’nun grubu, iki yıl içinde çok sayıda genç anarşisti çevresinde toplamayı başardı.
Grubun üç alanda yürüttüğü faaliyet, Çin’de anarşizmin yayılmasında özel bir rol oynadı. Başta yayın faaliyeti geliyordu. Halkın Sesi, 1913’den 1922’ye kadar devam ederek ((Shifu’nun ölümünden sonra düzensiz çıksa da) Çin’deki en uzun ömürlü anarşist yayın oldu. Bu yayın faaliyetleri sayesinde, 4 Mayıs hareketi sırasında, anarşist literatür, diğer Avrupa kaynaklı radikal akımların yayınlarına göre büyük ağırlık kazanmıştı. Ayrıca Shifu’nun kendi yazıları, takipçileri tarafından geniş ölçüde dağıtılarak bütün bir kuşağın anarşizm anlayışının şekillenmesine büyük bir katkıda bulundu.
İkinci faaliyet alanı Esperanto dilinin öğretilmesiydi. Guangzhou’da Shifu’nun yönettiği okulda, Esperanto dili öğretildi ve bu dil, daha sonraki yıllarda Çin’in diğer bölgelerine de yayıldı.
Diğer bir faaliyet alanı ise, emek hareketinin örgütlenmesiydi. Bu faaliyetin sonucunda, Çin’de, modern anlamda ilk işçi sendikaları örgütlendi. Shifu anarşizminin işçi hareketindeki liderliği, komünistler karşısında güç kaybettiği 1920’lerin ortalarına kadar devam etti. Shifu grubunun üyeleri (özellikle erkek kardeşi Liu Shixin), 1920’lerin başlarına kadar Guangzhou’da yaklaşık kırk işçi sendikası örgütlediler. Bu sendikalar yalnızca sanayi işçileri arasından değil, duvar ustaları, ayakkabı yapımcıları, berberler ve lokanta işçileri arasından da üyelere sahipti.
1913 yılının sonlarında politik baskının yeniden canlanması üzerine, Shifu’nun grubu, Guangzhou’yu terkederek, önce Macao’ya, 1914 yılında da Şanghay’a göç etti. 1915 Mart’ında veremden ölmeden kısa bir süre önce Shifu, Şanghay’da Anarko-Komünist Yoldaşlar Topluluğu’nu kurdu. Kardeşi Liu Shixin, Guangzhou’da, bu topluluğun aynı adla bir benzerini örgütledi. Bu topluluklar, 4 Mayıs Hareketi sırasında, anarşist örgütlenmenin temelini oluşturdular.
Shifu, bir anarşist-komünistti. Onun anarşist fikirleri, Yeni Çağ anarşistlerinden bazı farklılıklar gösteriyordu. O da Çin’de bir toplumsal devrim çağrısında bulunuyordu. Kendinden önceki anarşistler gibi o da sosyal ve politik arasında kesin bir ayrım yapıyordu. Ona göre, politika, topluma dışardan dayatılmıştı. Bu yüzden her türlü politik çalışmaya karşıydı. Yeni Çağ anarşistleri de politik çalışmaya karşıydılar ve gerçek devrimci eylemin sosyal eylem olmasında ısrar ediyorlardı. Ancak Shifu, Yeni Çağ’cıların tersine, her türlü uzlaşmaya da karşıydı. Zhang Ji’ye yönelttiği eleştiriler, onu, Çin anarşizminin eskilerinden biri olan Wu Zhiui ile karşı karşıya getirmişti. Cumhuriyetin ilk yıllarında politik eyleme muhalefet eden ve sosyal devrimi savunan Shifu, “politik devrim kahramanların, azınlığın devrimidir, sosyal devrim ise sıradan halkın, geniş kitlelerin devrimidir” diyordu. (s.129)
Yeni Çağ anarşistleri gibi o da, Çin geleneksel ideoloji ve kurumlarında, bencillik ve yozlaşmadan başka bir şey görmüyordu. Anarşizmle, Taoizm gibi geleneksel ideolojiler arasında ortaklıklar bulmaya şiddetle karşı çıkıyordu.
Shifu’nun ideolojik pürizmi, kaçınılmaz olarak, sosyalist ideallerdeki herhangi bir çarpıtmaya hoşgörü göstermeyi önlüyordu. Nitekim, 1914 yılında, Halkın Sesi’nde, diğer sosyalistlere karşı bir ideolojik saldırı başlattı. Bu saldırı esas olarak, Çin Sosyalist Partisi lideri Jiang Kangfu’yu hedef almakla birlikte, Sun Yat-sen ve ÇSP’den bölünen “pür” sosyalist Sosyal Parti de eleştirilerden kendilerine düşen payı alıyorlardı.
Shifu, tartışmaya, Sun Yat-sen ve Jiang’ın gerçekten sosyalist olup olmadıkları sorusuyla giriyordu. Ona göre Sun, sosyalist değil, bir tek-vergiciydi. Sun ve Jiang, sosyalizmin vazgeçilmez şartı olan özel mülkiyetin kaldırılmasına karşıydılar. Her ikisi de devlet “sosyalizmi”nin savunucusuydu. Sosyalizm ile kapitalizmi net bir şekilde ayıran görüşlere sahip değillerdi. Yalnızca anarşistler, mülkiyetin doğrudan halkın kendisi tarafından kontrol edildiği komünizmin savunucusuydular. Keza “pür” sosyalistler de, bütün anarşist eğilimlerine rağmen milliyetçi yönelimlerden arınamamışlardı. Eğer gerçek anarşist olsalardı, kendilerini sosyalist değil, anarşist olarak nitelerlerdi. Sosyalizm ve anarşizm başından itibaren iki farklı akımı temsil ediyorlardı. Marks da, Saint-Simon’un kolektivist görüşlerinden hareket eden bir devlet sosyalistiydi. Anarşizm, sosyalizmi de içerirken, devleti savunan sosyalizm anarşizmi içermiyordu. Sun ve Jiang, sosyalizmdeki farklı akımları ayırt edemedikleri gibi, sosyalizmle kapitalizmi de ayırt edemiyorlardı. Onlar sadece tekelci kapitalizme karşıydılar.
4 Mayıs Hareketinde Anarşizm
4 Mayıs 1919 günü öğleden sonra, Pekin Üniversitesinden üç bin öğrenci, Versay Barış Konferansı’nın, Shandong sorununda, Japonya’dan yana karar almasını protesto etmek üzere Tiananmen Meydanında toplandı. Öğrenciler, Dışişleri temsilciliğine yürüdüler. Ancak burasının polis tarafından kordon altına alındığını görünce, Japon taraftarı bir Dışişleri görevlisi olan Cao Rulin’in evine yöneldiler. Evi kordon altında tutan polisin karşısında bir an duraklayan öğrenciler tahta kapılara yüklendiler. Pekin Kolejinden, Hunan’lı bir öğrenci olan Kuang Husheng, polis engelini aşıp kalın tahta kapıları kırarak içeri girdi ve diğer öğrencilere kapıları açtı. Kuang bir anarşistti.
Bu olay, Çin tarihinde yeni bir dönemi açan 4 Mayıs Hareketinin başlangıcıdır ve Kuang’ın eylemi, sanki 4 Mayıs döneminin Çin entellektüelleri üzerindeki anarşist etkiyi sembolize etmektedir. Ancak, 4 Mayıs hareketi aynı zamanda, anarşizmi Çin radikal düşüncesinde giderek marjinalize edecek partiyotizm dalgasının yükselişinin de habercisiydi. Fakat bu gelişme yıllar alacaktı ve 4 Mayıs hareketinden hemen sonra anarşizm, Çin radikal düşüncesinde zirve noktasına tırmandı. 4 Mayıs hareketi, radikal tahayyülü alevlendirdi ve bütün bir kuşağın ütopik umutlarını canlandırdı. Bu gelişme, anarşizmi, devrimci söylemin merkezi yaptı.
İroniktir ki, başlangıçta bu gelişmeye, 1917 Rus Ekim devriminin de katkısı oldu. Anarşizmin ideolojik hakimiyeti ve aynı zamanda anarşistlerin Ekim devrimini anarko-komünist bir devrim olarak algılamaları ve böyle tanıtmaları sonucunda, Ekim devriminin prestiji, anarşistlerin artan prestijine katıkda bulundu. Öte yandan bunda, reaksiyoner güçlerin, anarşizmle Rusya’daki komünizmi birbirine karıştırmalarının da payı oldu. Resmi görevliler ve gizli polis, yalnız Rus devrimini “anarşist” diye nitelemekle kalmıyor, özellikle 1911 Cumhuriyet devriminden önce, Devrimci İttifak taraftarları da dahil olmak üzere bütün radikalleri “anarşist” olarak adlandırıyordu. 1920’lerin başlarında anarşistlerin popülaritesi o kadar büyüktü ki, 1922 yılında Sovyet hükümeti, kendi davalarına kazanmak umuduyla, Çin’li anarşistleri, Sovyetler Birliği’ne davet etmişti.
Bütün abartmalar bir yana, Çin anarşistlerinin bu yıllardaki gerçek gücü ve yaygınlığı küçümsenecek gibi değildir. 4 Mayıs Hareketinden sonraki yıllarda Pekin, Şanghay, Nanjing, Tianjin, Guangzhou, Fujian’da Zhangzhou, Hankou, Chengdu ve Changsha’da anarşist topluluklar faaliyet gösteriyordu. Ülke dışında, Fransa, Singapur, Filipinler, San Francisco ve Vancouver’de de Çin anarşistleri örgütlenmişlerdi. Bu topluluklar ve örgütler, kendi yayın organlarını çıkarıyor, kitle hareketlerini teşvik ediyorlardı. 1922 ve 1923 yıllarında, yurt içinde ve dışında yetmişden fazla anarşist yayın organı vardı. Gerçi bunların önemli bir kısmı kısa ömürlüydü ve yayınlandıkları mahallin dışına çıkamamışlardı, ama bu rakkam yine de anarşizmin bu dönemde kazandığı popülaritenin göstergesidir. Anarşizm, merkezden periferiye doğru yayılıyordu.
Çin devrimci hareketinin, 1915’de geliştirdiği Yeni Kültür Hareketi, 1919’daki 4 Mayıs hareketiyle karışarak “yeni kültür” mesajını küçük entellektüel grupların ötesine taşıdı. Tarihsel kabule göre, bu hareket, önde gelen entellüktüellerden Çen Du-siyu’nun (Pekin Üniversitesinde dekanlık yapmış ve Komünist Partisi’nin ilk sekreteri olmuştur) insiyatifiyle başlatılmıştır. Çen, 1915 yılı sonlarında Yeni Gençlik dergisini kurmuş ve Çin için yeni bir kültürün savunuculuğunu yapmaya başlamıştır. Bundan sonraki bir kaç yıl içinde Çen, Çin’in önde gelen entellektüellerinin çoğunu çevresinde toplamıştır. Bu kültürel hareketin tutmasında, Çin aydınlarının, 1911 cumhuriyet devriminden sonraki hayal kırıklıklarının ve politik yöntemlere duydukları güvensizliğin önemli bir rolü olduğunu da belirtmek gerekir. Ayrıca, bu hareketin salt entellektüellerden oluşan bir hareket olmayıp, geniş kitleleri de etkilediğini saptamak yanlış olmayacaktır.
Hareketin liderleri, Çin’de yeni bir kültürün ve yeni bir kuşağın yaratılmasında en temel unsurlar olarak, bilimsel düşünce ve demokrasi alışkanlığının yer etmesini görüyorlardı. (Dirlik, s.158) Bu, modernizmin “aydınlanma”sına karşı, geriliği ve ön yargıları temsil eden hegemonik yerli kültürün, Konfüçyüsçülüğün toptan reddini ve modern Avrupa-Amerikan kültürünün benimsenmesini gerektiriyordu. Yeni Kültür Hareketinin taraftarları, bunu Çin “Rönesansı” olarak görüyorlardı.
Liberal tarihçiler bu hareketi liberalizm olarak adlandırırlar. Komünist tarihçiler de, Çin’de zorunlu bir aşama olan burjuva demokratik devriminin bir parçası olarak taktim ederler. Oysa, Yeni Kültür Hareketini tek bir ideolojiyle açıklamak mümkün değildir. Bu hareket, bilinci dönüştürmek isteyen farklı ideallerden oluşan heterojen bir harekettir. Bu ideallerden biri de anarşizmdir.
Anarşizmin 4 Mayıs hareketi döneminde serpilmesi, bir Aydınlanma hareketi olan 4 Mayıs Hareketinin yönelimleriyle çelişmediğini gösterir. Anarşizmin, 18. yüzyıl Aydınlanma Hareketinde derin kökleri vardır. Kropotkin’in, Aydınlanmanın ideallerinden vazgeçen liberallere karşı, onun vaatlerine sahip çıktığı söylenebilir. Ancak anarşizmin, 4 Mayıs hareketi içindeki etkisi bundan çok, 1911 devriminden sonra yaygınlaşan devrimci harekete ve Çin radikallerine, Çin’in çözülmeyen sorunlarına somut çözümler sunmasından ileri gelir. Bir Çin’li tarihçinin belirttiği gibi, son derece sabırsız olan Çin’li aydınlara, bilimsel sosyalizmin boş ve ulaşılmaz ütopyalarından çok, var olan geleneklere meydan okuyan anarşizm hitap etmiştir.
Anarşistler, sürekli olarak, geleneğe, dine ve batıl inançlara karşı “bilim”in savunuculuğunu yaptılar. Konfüçyüsçülüğü alaşağı etme yönünde ilk çağrı yapan onlardı. Bireysel özgürlük, özellikle kadın özgürlüğü konusundaki ısrarları, kaçınılmaz olarak onları aile ve Konfüçyüsçü değerleri redde götürmüştü. Onların, kültürel devrim yönündeki çabaları, bunu, kısmen bireyi ve toplumu dönüştürmenin anahtarı olarak görmelerinden, kısmen de özgürlüğün baş düşmanı olan politikayı defedecek toplumsal devrimin yolunu açacağını düşünmelerinden ileri gelmiştir.
Yeni Kültürel Harekette, Paris anarşistlerinin katkısı daha belirgindir. Bunun nedeni, elbette, Paris anarşistlerinin eğitimi birinci planda tutmuş olmalarıdır. Paris anarşistleri, 1911’den sonra başlattıkları iş-eğitim programı çerçevesinde anarşist fikirlerin propagandasını yapan eğitim grupları kurdular. 1912 yılında, Sadelik Öğretimi Topluluğu’nu oluşturdular. Onlara göre sadelik, yeni bir ahlakın inşasında çok önemli bir noktaydı. Bu topluluk, Fransa’ya çok sayıda öğrenci gönderdi. Ancak I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bu faaliyet duraladı. 1914’de, başlıca amacı, Fransa’daki Çin işçilerini eğitmek olan, Dikkatli çalışmayı ve Sadeliği öğrenme Topluluğu kuruldu. Savaş sırasında, Çinli işçilerin Fransa’ya gönderilmesinde anarşistler çok önemli bir rol oynadılar. 1916’da, Fransız işadamları ve akademi liderleriyle işbirliği yaparak Çin-Fransız Eğitim Birliği’ni oluşturdular. Birliğin esas faaliyeti Çin’li işçileri Fransa’ya göndermekti. Dikkatli çalışmayı ve Sadeliği öğrenme Topluluğu, savaştan sonra yeniden öğrencilere ağırlık vermeye başladı. Öğrencilere Fransa’da iş bulmak ve öğrenimlerini finansa etmekte yardımcı oldu. 1919’da, Çin’de, öğrencileri Fransa’ya hazırlayan yaklaşık on okul vardı. 1920’de, bu program çerçevesinde, Fransa’da binden çok öğrenci öğrenim görüyordu. Elbette, anarşistlerin himayesinde Fransa’ya giden bütün öğrenciler anarşist olmadılar. Bunların arasından, patriyotik Çin Gençlik Partisi’nin ve kurulacak olan Komünist Partisi’nin bir çok lideri çıktı.
Bu dönemde Shifu’nun anarşistleri de, daha az göre çarpan, ama eşit önemde çalışmalar yürüttüler. İşçi kitleleri içindeki sendikal faaliyetlerinden ve Esperanto eğitiminden yukarda söz etmiştik. Bazı Guangzhou anarşisleri, 1918 yılında, anarşizme sempati besleyen bir militarist şef olan Chen Jiongming’in himayesinde, Fujian’da propaganda faaliyetleri sürdürdüler. Onun liderliğinde, Zhangzhou, anarşistlerin özgürce faaliyet gösterdikleri “örnek” bir kent olmuştu. Bu dönemde, gerek Paris anarşistlerinin, gerekse Guangzhou anarşistlerinin, devirmeyi amaçladıkları otoritelerle bazı karışık ilişkilere girdiklerini gözlüyoruz. Paris anarşistleri, Çin’deki ve yurtdışındaki politik ve ekonomik seçkinlerle, açıkça sıkıfıkı bir ilişki içine girmişlerdi. Shifu’nun takipçileri ise, zaman zaman bazı yerel otoritelerin himayesine girmelerine rağmen, anarşist kimliklerini ve saflıklarını korumakta çok daha nettiler. Himaye kabul etmekteki bu zaafa, anarşistlerin, bütün otoritelerin ve reaksiyon güçlerin en sert baskısına uğrayan bir kesim olmalarının yol açtığı bir soluk alma gereksiniminin neden olduğu düşünülebilir. Her ne hal ise, otoritelerin davalarına yardımcı olacağını düşünmeleri, anarşistlerde bazı aldatıcı umutlara neden olmuştur. Anarşistler bunu, flört ettikleri Çan Kay-Şek’in Guomintang’ı tarafından trajik bir ihanete uğradıkları 1928 yılında, büyük bir pişmanlıkla farketmişlerdir.
Ekim Devrimi ve Anarşizm
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Çin radikalleri, Rusya’daki Ekim Devrimini, Marksistten çok, anarşist bir devrim olarak görmüşlerdir. Bir Çin’li tarihçinin yazdığı gibi, “bu sırada (4 Mayıs 1919’dan önce) bir çok radikal, Rusya’daki devrimin anarko-komünizmin zaferi olduğunu düşünüyor ve Çin’deki olumsuz durumun da benzeri bir anarşist devrimle ortadan kalkacağına inanıyordu.” Aslında Çin’deki bu karışıklık, dünya çapında da söz konusuydu. Çin anarşistleri arasında özellikle büyük prestiji olan ve yazıları sürekli çevrilen Emma Goldman ve Kropotkin gibi önde gelen anarşistler de Devrimin ilk yıllarında, anarşist olmasa da, bu devrimin, anarşist sosyal devrim potansiyeli taşıdığına inanıyorlardı. Bu durumda, sosyal devrimin ülkedeki tek savunucusu olan Çin anarşistlerinin Ekim devrimini tarihteki ilk sosyal devrim olarak selamlamaları normaldi. Devrim karşıtlarının da Bolşevikleri kabaca “anarşist” diye topa tutmaları bu izlenimi güçlendirmiş olabilir. Emma Goldman ve Alexander Berkman gibi Sovyetler Birliği’nde doğrudan gözlem yapma şansına sahip anarşistler bile, 1919 başlarından itibaren kuvvetli kuşkular beslemelerine rağmen, 1922’ye kadar, Bolşeviklere tavır almamışlardı. Çin anarşistlerinin de Rus devriminden umut kesmeleri, Rusya’daki yoldaşlarından kötü haberlerin ulaştığı 1922 yılında olmuştur.
Bu yıl, aynı zamanda, Çin anarşistlerinin, ülke içinde, Bolşeviklerin gerçek takipçileri olan Komünistlerle karşı karşıya geldikleri yıldır. Anarşist söylemin radikal harekete kazandırdığı radikal aktivistler arasından, 1920’li yıllarda Komünist Partisi’nin liderleri çıkmıştır. Bunların arasında, Li Dazhao, Çen Du-siyu, Mao Zedung (Halkın Sesi topluluğuyla bağlantı halindeydi), Yun Daiying, Zheng Peigang, Çu En-lay, Deng Siao-ping’i sayabiliriz.
Anarşistlerle Komünistler Karşı Karşıya
Marksist Komünizmin 1920’li yıllarda ortaya çıkıp radikal harekette hızla egemenlik kurmasında, anarşizmin, yüzyılın başından beri işlediği toplumsal devrim ve kültür devrimi fikrinin oluşturduğu zemin kadar, Komünist Partisi’nin lider kadrolarının yetişmesine yaptığı katkının da rolü büyüktür. Anarşistlerin komünistler karşısında zemin kaybetmesinde, anarşizmin, bireyin mutlak bağımsızlığında ve sıkı-merkezi örgütsel disiplini kabul etmemekte direnmesinin de payı olduğunu kabul etmek gerekir. Anarşist grupların 4 Mayıs Hareketinden sonra iyice serpilmeleri, ironiktir ki, anarşist hareketin dağınıklığını daha da arttıran bir etki yapmıştır. Anarşistleri birleştiren tek şey, radikal hareket içindeki diğer akımlara, özellikle Komünist Partisi’ne muhalefetleri olmuştur. (Dirlik, s.198)
Özel devrimci taktiklerin geliştirilmesinde, özellikle mahalli düzeyde son derece yaratıcı olan anarşistler, kitlelerin harekete geçirilmesinde büyük başarılar elde etmelerine rağmen, bu hareketleri son tahlilde ellerinden kaçırmış ve merkeziyetçi taktikleri başarıyla uygulayan Komünist Partisi’nin bu hareketleri manuple etmelerini önleyememişlerdir. Ne gariptir ki, Çin’nin koşullarında, devrimci başarılar, devrimci ideallerin bir kenara atılması pahasına sağlanabiliyordu. Bu yüzden, dünya çapında olduğu gibi, Çin’de, anarşistler, Ekim Devriminden sonraki on yıl içinde, radikal hareket içinde önemli bir güç olmaktan çıktılar. Anarşistlerin etkilerini kaybetmelerinin, bugün tarihe dönüp baktığımızda, yalnız anarşizmin değil, 1920’lere kadar radikal düşüncenin temel taşı haline gelmiş olan toplumsal devrim fikrinin de etkisini kaybetmesi anlamına geldiğini görüyoruz.
Bazı anarşistler, Bolşevik rejime daha 1919 başlarında karşı çıkmalarına ve 1921 başlarında, Komünist Partisi’nin Sekreteri Çen Du-siyu ile anarşist Ou Shengbai arasında son derece belirleyici önemde teorik tartışmalar meydana gelmesine rağmen, 1922 yılına kadar bu iki akım arasında kesin bir bölünme meydana gelmedi. 4 Mayıs hareketini takip eden iki yıl boyunca anarşistler ve komünistler devrimci faaliyetlerde işbirliği yaptılar ve 1922’ye kadar, bu iki akımın benzerliği yada farklılığına ilişkin büyük bir karışıklık devam etti. Belirtilmesi gerekir ki, 1920 Kasım’ında ilk komünist embriyon ortaya çıkıncaya kadar net bir Marksist politik kimlikten söz etmek mümkün değildir. Komünist Partisi, 1921’de, 4 Mayıs döneminde belli başlı şehir merkezlerinde oluşan öğrenim topluluklarından türeyen Marksist öğrenim toplulukları temelinde kuruldu. Bilindiği gibi, bu öğrenim toplulukları fikrinin ortaya atılmasında ve fiilen oluşturulup yayılmasında, anarşistler başlıca rolü oynamışlardı. Öğrenim topluluklarının komünistlere hizmet etmeye başlamasından sonra da anarşistler bu toplulukların örgütlenmesine ve faaliyetlerine katkıda bulunmaya devam ettiler. Örneğin, Pekin ve Guangzhou’da, bu öğrenim topluluklarının insiyatifinde çıkan emekçi gazetelerinin basım ve dağıtımında anarşistler sorumluluk almışlardı.
Kasım 1920’de, embriyonik komünist örgütlenmenin, bölgesel bir Marksist topluluktan ülke çapında bir örgüte dönüşmesiyle ve taslak programda “proletarya diktatörlüğü”nün yanısıra merkezi ve disiplinli bir örgütün gerekliliğinin açıklanmasıyla birlikte, o zamana kadar bu örgüte dahil olmakta bir sakınca görmeyen anarşistler, örgütten çekildiler. Buna, komünistlerle anarşistler arasındaki ilk büyük polemik eşlik etti. Komünist Partisi’nin, Temmuz 1922’deki 2. Kongresinde Guomintang’la ittifak kararı alması da, komünistlerin anarşistlerle ittifak yapma ihtiyacını geri plana atan bir etki yaptı. 1922’den itibaren anarşistler, yurtdışındaki yoldaşlarından gelen, Sovyetler Birliği’nin olumsuz gidişine ilişkin haber ve yazıların da etkisiyle, komünistlerle karşı karşıya geldiler.
Çen Du-siyu’nun anarşistlere karşı yürüttüğü polemik, esas olarak, devletin devrimdeki rolü, gücün ve zorlamanın önemi, proletarya diktatörlüğünün gerekliliği noktalarında toplanıyordu. Devrimin gerçekleşmesi ve özel mülkiyetin ilgasıyla bütün kötülüklerin bir anda ortadan kalkmayacağını ileri süren Çen, anarşistleri insan doğasının iyiliği konusunda fazla iyimser buluyor ve gerek eski toplumun kötülüklerini ortadan kaldırmak ve devrilen sınıfların direnişini bastırmak, gerekse de halkın tembellik ve kaytarmacılığını yenip kitleleri yeni toplumun kurulmasına seferber etmek için bir devlet gücünün, bir süre gerekli olacağını belirtiyordu. Anarşistlerin bütün bu argümanlara verdikleri cevabın özeti, özgürlüğün diktatörlük yoluyla gerçekleştirilemeyeceği idi. Özgürlükçü hedeflere ancak özgürlükçü araçlar hizmet edebilirdi.
Emma Goldman ve Alexander Berkman, 1921 yılında büyük bir hayal kırıklığıyla Sovyetler Birliği’ni terkettiler. Onların Avrupa’ya gittikten sonra Sovyetler Birliği’ne yönelttikleri saldırılar, Çin’li anarşistler üzerinde büyük bir etki yaptı. Özellikle Emma Goldman’ın bu konuya ilişkin çevrilen ve Çin’de yaygın bir şekilde dağıtılan yazıları ve onun Çin’li anarşistlerle olan kişisel bağlantıları, Çin’li anarşistlerin komünistlere karşı tavır almasında belirleyici oldu. Keza Rus anarşistlerin tanıklıkları da önemlidir. Kropotkin’in arkadaşı, Gürcü anarşisti Varlaam Cherkezov’un, Bolşeviklerin başarısızlığıyla Marksist teorinin bağlantısını kuran yazıları ise, Bolşevizmin teorik eleştirisinde, Çin’li anarşistlere önemli bir perspektif kazandırdı. Öte yandan, Çin’li anarşistlerin doğrudan deney ve gözlemleri de kaydedilmelidir. 1922 başlarında Doğu emekçileri Kongresine katılan Huang Lingshuang, orada Madam Kropotkin de dahil olmak üzere Rus anarşistleriyle yaptığı görüşmelerden sonra Bolşeviklerin iflasına ikna oldu. 1920-23 yıllarında Sovyetler Birliği’nde öğrenci olarak bulunan Qin Baupo, oradayken, Goldman, Madam Kropotkin ve diğer Rus anarşistleriyle bağlantı kurmuştu. Çin’e döndükten sonra Goldman’ın Bolşevizmi eleştiren yazılarını Çin’de basıp yaydı. O, aynı zamanda Bajin’i (Bajin’in adı Bakunin ve Kropotkin’in adlarının farklı hecelerinin birleştirilmesinden oluşmuştur) Goldman’la tanıştırdı. Goldman’la mektuplaşmalarını, onun ölümüne kadar sürdüren Bajin, 1920’lerin ortalarında, Goldman ve Berkman da dahil olmak üzere, ülke dışındaki anarşistlerin çalışmalarını çeviren verimli bir çevirmen oldu. Keza kendisi de Bolşevizme keskin eleştiriler yönelten yazılar yazdı.
Çin anarşistleri, esas saldırılarını “proletarya diktatörlüğü”ne yönelttiler. Bajin, “proletarya diktatörlüğü”nün, bırakın daha iyi bir dünya yaratmayı, yeni çatışmaları doğuracağını belirtti. Eğer işçiler yeni diktatörler olacaklarsa, başkaları da onları devirmek için mücadeleye girişecekler demekti. Üstelik nasıl oluyordu da, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçiler, azınlığın üzerinde diktatörlük kuruyorlardı. Dünyanın hiçbir yerinde çoğunluğa dayanan bir diktatörlük görülmemişti. Halkın Sesi, politik iktidara tırmanan proletaryanın artık proletarya olarak adlandırılamayacağını söylüyordu. Huang ise, Sovyetler Birliği’ndeki gözlemlerine dayanarak, “proletarya diktatörlüğü”nün, Komünist Partisi’ndeki entellektüellerin diktatörlüğünün maskesi olmaktan başka bir şey olmadığını yazıyordu. Sanbo (Bi Xiushio?), Fransa’da Çu Enlay ile giriştiği polemikte, diktatörlüğün, tek parti diktatörlüğünün ta kendisi olduğunu belirtiyor, bunun da parti içindeki küçük bir lider grubunun diktatörlüğü demek olduğunu ekliyordu. Sovyetler, artık bürokratik sosyalistlerin eline geçmişti. Sovyet rejimi, sadece diğer devrimcileri ezmekle kalmamış, Kronstadt’da olduğu gibi, silahlarını halkın üzerine doğrultmuştu. Çin komünistlerinin Guomintand ile girdikleri ittifak ise, Marksist komünizmin “kapitalist” karakterininin diğer bir göstergesiydi.
Sonun başlangıcı: Guomintang’la ittifak
Komünistlere karşı yaptıkları bütün bu kahramanca eleştirilere rağmen anarşistler, 20’lerin ortalarında, komünistler karşısında güç kaybettiklerinin farkındaydılar. Komünistlerin 1924’de Guomintang’la ittifaka girmeleri, onlara kitle hareketine sızma yollarını iyice açmıştı.
Bunun üzerine bir kısım anarşist, Guomintang şemsiyesi altına girme yolunu seçti. Sun Yat-sen’in Üç Halk ilkesini kendi ideolojisi olarak benimsediği halde Guomintang, komünistlerin tersine, gevşek bir örgüttü ve kendi ideolojik şemsiyesi altında farklı ideolojileri uzlaştırabiliyordu. (Dirlik, s.230) Öte yandan, Li Shizeng ve Wu Zhihui gibi Çin anarşistlerinin kıdemlileri Guomintang’ın önemli üyeleri arasında bulunuyorlardı. Onlar, genç taraftarlarına, komünistlerle rekabet etmek için Guomintang’a katılmaları yolunda baskı yapıyorlardı. Ancak, 1920’lerin başlarında, özellikle Guangzhou ve Sichuan anarşistleriyle bağlantılı olan çok sayıda anarşist aktivist böyle bir ittifaka girilmesine karşı çıkıyordu. Öte yandan Shifu, daha 1912 gibi erken bir tarihte, Li Shizeng ve Wu Zhihu’yu, Guomintang’a katıldıkları için eleştirmişti.
Radikal anarşistler, Guomintang-Komünist ittifakı tarafından yönlendirilen devrimci hareketin milliyetçi hedeflerine karşı çıkıyorlardı. Çin’deki milliyetçi hareketin yükseldiği koşullarda anarşistler, kökleri “bencillikte ve böbürlenmede” olan, “insanlığın ilerlemesinin önünde engel oluşturan” milliyetçiliği ve patriyotizmi eleştiriyorlardı. 4 Mayıs Hareketinden bu yana gelişen patriyotik duygulardan rahatsızlardı, çünkü milliyetçiliğin kaçınılmaz olarak devleti güçlendireceğini ve insanlar ve halklar arasına yeni duvarlar öreceğini düşünüyorlardı. Bunun ötesinde anarşistler, Guomintang’a, karşı-devrimci bir doğaya sahip bir burjuva örgütü olduğu için de karşı çıkıyorlardı. Aslında, anarşistler, komünistlerin Guomintang ile ittifakından, Bolşevizmin özünde burjuva eğilimli bir hareket olduğu sonucunu da çıkartmışlardı. Mao Yibo, Guomintang-komünist işbirliğini eleştirdiği bir makalesinde, sözde devrimci Guomintang’ın bütün çabasının gerçek devrimcileri ezmek olduğunu belirtmişti.
Guomintang’ın 1927 yılında komünistlerle ittifakı bozup anti-komünist bastırma hareketine girişmesi üzerine bazı anarşistler bunu, Guomintang’dan davaları için yararlanmak yönünde bir fırsat olarak gördüler. Diğer bir kısım anarşist ise (Ou Shengbai ve Sichuan anarşisti Bajin ve Lu Jianbo) böyle bir yönelime kararlılıkla karşı çıktılar. İşbirliği taraftarları (Paris anarşitlerinden etkilenen Shen Zhongjiu, Bi Xiushao ve Hunan anarşistleri) Guomintang’ın himayesi altında Emek Üniversitesini kurdular. Shifu’nun kardeşi Liu Shixin de dahil diğer bazı anarşistler, Guomintang’ın himayesi altında Guangzhou’da emek hareketi içindeki çalışmalarını sürdürdüler. 1928 yılından sonra, Çan Kay-Şek, Guomintang’la ittifak yapan anarşistlerin faaliyetlerini de önledi ve emek hareketiyle birlikte radikal anarşistleri de ezdi. Emek Üniversitesi, 1932 yılına kadar faaliyetini sürdürmesine rağmen devrimci misyonunu tamamen kaybetti.
Guomintang’ın 1929 yılında anarşist hareketi ezmesi, Çin’de anarşizmi bir hareket olarak ortadan kaldırmasına rağmen, anarşistlerin faaliyetinin bütünüyle sona ermesi anlamına gelmez. Japon işgaline karşı savaş yıllarında, Lu Jianbo ve diğer Sichuan anarşistleri, Guomintang’ın, Japonlar karşısında terkettiği alanlarda, yeraltında da olsa yayın faaliyetlerin sürdürdüler ve Japon işgaline karşı halk savaşı için çağrı yaptılar. Çin’de anarşist hareket sona ermişti ama anarşist idealler yaşamaya devam ediyordu.
1850’den 1950’ye kadarki yüz yıllık dönemde, insanlığın dünyayı değiştirme tutkusunun toplumsal ifadesi olan radikalizmin sürükleyici ana akımı olan anarşizm, gerisinde, gerçekleşebilirlikleri oranında, hayalkırıklıklarının da temsilcisi olan modernizmin, liberalizmin, sosyalizmin, komünizmin ve hatta kendi taraftarlarının fosillerini bırakarak, bugünün ve geleceğin ufuklarında, insanlığın özgürlük ideallerini tutuşturarak esmeye devam ediyor.
Gün Zileli
Yeni Zamanlar,
Ocak-Şubat-Mart 1999