Mesele dergisinin, Ekim 2016 tarihli 118. sayısında yayınlanmıştır.
Gün Zileli, sol siyasal tarihin bilinen kişiliklerinden biri. Onun Aydınlık geleneğiyle başlayan, 12 Mart ve 12 Eylül askeri cuntalarının içinden geçerek değişen politik kimliği, felsefi ve etik olarak da tefekküre imkân sunabilecek özelliklere sahiptir. Nitekim Zileli, düşlerle, ihanetlerle, umutlarla, hayal kırıklıklarıyla yoğrulmuş macerasından otobiyografik anlatılar, romanlar çıkardı. Bunlar, çalkantılı süreçlerin merak ve heyecan uyandırıcı tanıklıkları olmanın ötesinde, edebiyat zevki ve bilgisi gelişkin bir yazarın dilinden süzülen dramatik eserlerdir. Edebiyatçı kimliği daha gençlik yıllarında politik kişiliğiyle iç içe şekillenen, henüz 1960’lı yıllarda Yordam ve Soyut dergilerinde öyküleri yayımlanan Zileli’nin özellikle 90’lı yıllarda beliren siyasi ve edebi çevirileri arasında Erica Wallach’ın Gece Yarısında Aydınlık (2013, Ayrıntı) kitabı da bulunuyor. Fakat yazarın asıl öne çıkan çalışmaları, 2000’lerden itibaren arka arkaya yazdığı anlatılar ve romanlardır. Yarılma (2002, İletişim), Havariler (2002, İletişim), Sapak (2003, İletişim), Ev (2004, İletişim), Sığınmacılar (2011, İletişim), Mevsimler (2014, İletişim), Çanlar (2016, İletişim) gibi eserler arasında özellikle Mevsimler, bana göre, Türkiye edebiyatında yazılmış en etkileyici siyasal romanlardan biridir. Bu sinematografik romanda zaman zaman Kim Ki Duk’un İlkbahar Yaz Sonbahar Kış kurgusunu, zaman zaman Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık atmosferini, zaman zaman Elie Wiesel’in Şafak Vakti burukluğunu, zaman zaman Agota Kristof’un Büyük Defter dehşetini hissediyoruz. Bir romanın hem evrensel ölçekte güçlü eserlerin lezzetini yakalayıp hem de kendi özgün üslubunu, bağlamını kurabilmesi sık rastlanır bir durum değildir. İnsan, Gün Zileli’nin romanlarını okurken, tıpkı Arthur Koestler’in veya JorgeSemprun’un bazı romanlarında olduğu gibi, Latinlerin ünlü sözünü hatırlamadan edemiyor: İktidar, kemana benzer; sol elle tutulur, sağ elle çalınır. Zileli’nin romanı, iktidara karşı savaşırken kendi içinde iktidar üreten insanların hikâyesidir.
Mevsimler, 1950’li yılların bir yazında, Bebek muhitinden kolej çocuklarının buluştuğu bir “gardenparty”le açılır. Romanın ana karakteri, bir bakıma da anlatıcısı olarak düşünebileceğimiz Gediz, bu elit topluluğa dışarıdan katılarak havalı burjuva çocuğu Atok’la dostluk kurar. Memur çocuğu Gediz ile Atok’tan başka, büyükelçi çocuğu Suat ile üst düzey bir politikacının kızı Rü de romanın önemli karakterleridir. Güçlü yan karakterler üzerinden resmedilen toplumsal – sınıfsal temsiller de romanın alt metnini besliyor. Özellikle Sibel karakterinin çağrışım alanının zenginliklerle dolu olduğunu söyleyebiliriz. Hikâye dört mevsime bölünmüş bir kurguyla ilerledikçe, karakterler arasındaki ilişkiler derinleşir, başta Gediz, Atok ve Suat olmak üzere trajik dönüm noktalarından geçerler, yoldaşlık ve yabancılaşma arasındaki çizginin inceldiği olaylar yaşanır. Aşklar ve ayrılıklar, direnme ve çözülme, devrimcilik ve muhbirlik, korku ve cesaret, ihanet ve merhamet birbirine karışır. Fraksiyonlara bölünmüş solun iç çekişmeleri, her an paronayaya dönüşme potansiyeli taşıyan “güvenlik” algısı, insanın insanın kurduna dönüştüğü yanlış anlaşılmalar, ideolojinin önyargıya dönüştüğü misyoner hayatların muhafazakâr ağırlığı, gittikçe romanın atmosferini belirler ve ortaya hazin insan manzaraları çıkar. Bir zamanlar yakın arkadaş olanlar, aynı gezegen üzerinde yaşayan ama farklı dünyalara ait insanlar haline gelirler. Romanın sonunda ana karakterlerin hiçbiri, hikâyenin başında bulundukları yerde değildirler artık. Örneğin klasik müzikle yetişen ve tipik bir siyaset sınıfı çocuğu olan Suat’ın sınıf intiharı gerçekleştirerek halk müziğine yönelmesi, halkçı değerleri ideolojik prensibe dönüştürmesi, illegal örgüt yaşantısını en makbul hayat tarzı olarak benimsemesi, ama bütün bunlara rağmen romanın sonunda yoldaşları tarafından ajan – muhbir olarak sorgulanmaktan kurtulamaması, hüzün dolu bir insanlık hikâyesidir. Böylesine trajik bir olayın sol çevrelerde birebir yaşanıp yaşanmadığı ayrıca tartışılabilir. Ki, benzer dramların yaşandığı bilinmektedir. Fakat burada önemli olan, kurmaca bir eserde karakterin dramatik değişim sürecini kendi içinde tutarlı bir olay örgüsüyle ortaya koyarken, yazarın karakteri üç boyutlu olarak resmedebilme yeteneğidir. Gün Zileli, karakterlerini burjuva semtlerinden yoksul mahallelere, parklardan mezarlıklara, hapishanelerden meyhanelere, meydanlardan genelevlere kadar çok sayıda farklı mekân üzerinden etkileşime sokarken, bu karakterlerin birbiriyle ve kendi kendileriyle yaşadıkları çatışmayı derinleştirmenin, böylece kurmacasını inandırıcı kılmanın yollarını ustalıkla bulabiliyor. Bir başka örnek olarak önce lejyoner, sonra alkolik olan isyancı ve özgürlükçü Atok’un donarak ölmesinin Gediz üzerinde yarattığı etki, romanın en dokunaklı sahneleri arasındadır.
Mevsimler’in olay örgüsünü anlatmak, özetini çıkarmak istemiyorum. Çünkü edebiyat dünyasında ihmal edilmiş bu eser, hikâyesinde taşıdığı sürprizlerle okur tarafından bizzat keşfedilmeyi hak eden bir mücevher kitap. Bu yalın ve akıcı romanda, bir yandan da insana Jorge Semprun’un Büyük Yolculuk (1985, Can) veya Hesaplaşma (2016, Ayrıntı) kitaplarını hatırlatan siyasi ve edebi bir değer var. Kaldı ki, iki yazarın siyasi – felsefi değişim süreçlerini romanlarına konu ediş şekli de bazı açılardan yakınlık sergiliyor. 1939’da Fransız Komünist Partisi’ne katılan ve 1964’de ayrılan Semprun da sol örgütsel kültürün felsefi, etik sorgulamasını politik gerilim kurgusu taşıyan nispeten yüksek tempolu anlatılar üzerinden yapmış bir yazardır. Jorge Semprun, bugün yalnız Fransa ve İspanya’da değil, bütün dünyada çağdaş edebiyatın önemli yazarlarından sayılıyor.