Günümüze Uzanan bir “Mata Hari” Öyküsü

Marita Lorenz-Wilfried Huismann, Sevgili Fidel,
Çeviren: Cemal Ener, İletişim Yayınları, 2004

 

 

Polisiye roman okumayı ve “James Bond” filmleri seyretmeyi sevmem. Casusluk öykülerine de pek meraklı değilimdir. Ama, bu roman, öykü ve filmleri hiç de aratmayacak maceralarla dolu gerçek bir yaşam öyküsünü okuyunca insan, gerçeküstü masalların gerçeklerden esinlendiklerini düşünmekle kalmıyor, gerçek öykülerin bazen yaratımlarından bile daha soluk kesici olabileceğini hayretle görüyor. İşte, Wilfred Huismann’ın araya giren açıklayıcı metinleriyle desteklenen, Fidel Castro’nun sevgilisi, CIA ajanı Marita Lorenz’in özyaşamı, böylesi gerçek ve heyecan verici bir “Mata Hari” öyküsüdür. Üstelik, Marita’nın Fidel Castro’yla yaşadığı ve hayatı boyunca unutamadığı romansla, Küba üzerine yorumları ve gözlemleriyle, Fidel’in, hem bir başkan ve diktatör olarak, hem de tüm çocuksuluğu ve çapkınlığıyla, yani tüm karmaşıklığıyla resmedilmesiyle, CIA ile Mafyanın, iç içe geçmiş, insanın kanını donduran entrikaları, cinayetleri ve suikastlarının vb. anlatımı ile beslenince, kitap daha da akıcı ve ilgi çekici oluyor. Yani, eski Türk filmlerinin reklamlarındaki gibi: aşk, kin, intikam, macera, hüzün, hepsi bu “filmde”…

 

Anasına Bak, Kızını Al!

 

Bana sorarsanız, Marita Lorenz’in annesi Alice June Lorenz, kızından daha çok benziyor Mata Hari’ye, onun gibi bir kabare sanatçısı ve resimler bölümünde gördüğümüz, 1920’lerde Broadway dansçısıyken çekilmiş fotoğrafı, Mata Hari’yi olağanüstü andırıyor. Oynadığı rol de öyle. Marita Lorenz’in annesi Alice ile, bir Alman gemisinin kaptanı olan Heinrich Lorenz, bir gemi yolculuğunda tanışıp evleniyorlar. İnsan, 1932 yılındaki bu tanışmanın bir tesadüf olmayıp, Amerikan casus teşkilatının bir düzeni olabileceğini bile düşünüyor ister istemez. Alice Lorenz, 2. Dünya savaşı’nda, Almanya’da, Amerika Birleşik Devletleri adına casusluk faaliyetleri yürütüyor, batıya telsizle şifreli haberler gönderiyor, defalarca Gestapo’nun soruşturmasına uğruyor ve her seferinde onların elinden kurtulmayı başarıyor. Batılıların zaferinden sonra da, 1946 yılında Amerikan ordusunda binbaşı göreviyle ortaya çıkıveriyor. Alice Lorenz, bundan sonraki ömrünü, çeşitli ülkelerde ve Amerika’da sıkı bir CİA ajanı olarak geçiriyor. Kızı Marita’nın, casusluk mesleğini annesinden tevarüs ettiğini düşünmek için çok neden var.

Marita Lorenz, tam bir deniz aşığı ve babasının gemisine gizlice binip, gemi açık denizlerde epeyce yol aldıktan sonra ortaya çıkıyor. Böylesi yolculuklardan birinde (ama bu sefer gemiye gizlice binmemiştir), babasının kaptanı olduğu Berlin gemisinin yolu Havana kıyılarına düşüyor. Yıl 1959’dur ve Küba’da yeni devrim olmuştur. Gemi demirlemişken, içi Küba’lı barbudo’larla dolu iki tekne yanaşıyor. Sakallı ve tüfekli barbudo’lar geri murettebatının muhalefetine rağmen gemiye tırmanıyor. Başlarında genç Fidel Castro bulunmaktadır. Babası öğle uykusunda olduğundan, onları babasının adına Marita karşılıyor, böylece Marita ile Fidel tanışmış oluyorlar. Çapkın Fidel’le ondokuz yaşındaki Marita arasında kısa sürede bir aşk başlıyor. Burada insanın aklına, belki de kitabın insanı içine soktuğu biraz da paranoyakça bir ruh haliyle, bu karşılaşma ve tanışmanın da CIA’nın bir senaryosu olup olmadığı (nitekim, Castro’nun eski gerilla arkadaşı, CIA ajanı Hemming, Marita’nın, daha Berlin gemisinde, İsrail istihbarat örgütü Mossad’a bağlanmış olduğunu iddia ediyor) bile geliyor. Hele sonradan, bu aşk hikayesine bağlı olarak gelişen olayları okudukça.
Bu tanışmanın ve gizlice öpüşmelerinin ardından Marita Amerika’ya dönüyor, ama bir kere Fidel’in büyüsüne kapılmıştır. Onu unutamıyor. Fidel de onu unutamamış olacak ki, telefonla Marita’yı arıyor ve onu bir haftalığına kalmak üzere Havana’ya davet ediyor. Bunun için, bir uçak ve yardımcılarını bile yolluyor.

Buluşma bir haftayla kısıtlı kalmıyor. Marita Küba’da aylarca kalıyor. Marita, bu kalışı, “bir aşk mahkûmuydum” diye ifade ediyor (s.49). O sırada Fidel henüz komünizmi benimsememiş bir idealisttir. İktidarı nasıl kullanacağını, ne yapacağını bilememektedir. Üstelik binlerce hekim, öğretmen ve iktisatçı Miami’ye kaçmıştır. “Tüm üst tabaka Küba’ya sırtını dönmüştü.” (s.53) O kadar ki, Fidel, ne yapması gerektiğini bilemediğini Marita’ya da söylüyor. Marita ona şu aklı veriyor: “Sanıyorum, babamın sana tavsiye ettiği şeyi yapman gerek: Amerikan hükümetiyle konuş.” (s.53) “Sonuçta ABD onun iktidar mücadelesine destek vermişti.” (s.60). Böylesi bir akıldanelik, ondokuz yaşında bir kız için oldukça düşündürücü.

 

“Amerikalıları Karşına Alma”

 

21 Nisan 1959’da, Marita, Fidel ve onun mali uzmanlarıyla birlikte New York’a uçuyor. Ne var ki, bu yolculuk hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Başkan Eisenhower, Castro’yu kabul etmiyor. Yardımcısı Nixon onunla görüşüyor, ama soğuk ve mesafeli davranıyor, hatta biraz da itici. Marita, Nixon’un bu tavrının, Castro’nun çevresindeki Raul Castro ve Che Guevara gibi komünistlerin konumunu güçlendirdiği kanısında (s.61). Bundan sonra ABD, Castro’yu devirme hazırlıklarına girişiyor. “Filorida’da Castro’ya karşı yürütülecek ‘Kutsal Savaş’ın hazırlıklarına yönelik çok kollu ve güçlü gizli bir ordu oluştu; ajanlar, paralı askerler, ve mafya üyelerinden müteşekkil bir gizli ordu.” (Huismann, s.64)

On dokuz yaşındaki Marita, Fidel’in yanına, daha o zamandan CIA tarafından gönderildiğini düşündürecek kadar becerikli ve inisyatif sahibidir. Fidel’in masasından çaldığı, onun imzası bulunan boş kağıtlara, Küba hapishanelerinde tutuklu bulunan iki önemli mafya liderinin serbest bırakılması talimatı yazıp, bunların tahliye edilmesini sağlıyor. Fidel bunu öğrenince kızıyor, ama iş işten geçmiştir. Marita’nın, kızgın sevgilisine verdiği cevap oldukça ilginçtir: ‘Babamın sözlerini düşün: Amerikalıları karşına alma.’ Güldü ve bana hak verdi. Bu insanların içeriye atılmış olduklarından bile haberi yoktu zaten.” (s.68)

 

Devrim-CIA Kırması Bir Bebek

 

Marita ile Fidel’in beraberliği, Marita’nın hamile kalmasına yol açıyor. Bundan sonrası çok karmaşık. Marita, önüne getirilen kahvaltısındaki süte uyuştucu bir ilaç karıştırıldığı kanısında. Baygın bir halde hastaneye kaldırılan Marita’nın bebeği, bilinmeyen bir şekilde, ya kürtajla ya da erken doğumlu alınıyor. Castro, bunu öğrenince, “hayır, deme, kim yaptı bunu?” (s.70) diye haykırıyor. Ne var ki, olaydan Castro’nun haberi olduğu yönündeki kuşkular da oldukça güçlüdür. Fidel’in söylediğine göre, çocuk yaşıyordu (nitekim yıllar sonra Küba’yı ziyaret eden Marita’nın karşısına , “işte oğlun” diyerek yirmi yaşındaki bir genci çıkarır Castro) ve erken doğumu yapan doktoru kurşuna dizdirmişti. Olaydan birkaç gün sonra, Fidel’in devrim döneminde yakın arkadaşı olan ünlü CIA ajanı Sturgis ülkeden kaçıyor. Bir iddiaya göre, doktorun şakağına silahını dayayarak bu eyleme zorlayan, Castro’nun o zamanki yakın mücadele arkadaşlarından, daha sonra insan hakları savunucusu bir muhalif haline gelip, rejim tarafından tecrit hayatı yaşamaya mahkum edilen Jesús Pelletier’di. Kürtajı tertipleyen, bu olayı sonradan, Marita’nın annelik duygularını istismar ederek kendi ajanı yapan CIA mıydı, yoksa, CIA ajanı olduğundan kuşkulanılan bir kadından Fidel’in çocuğu olmasını önlemek isteyen Küba İstihbarat örgütü müydü, bu, muamma olarak kalıyor. Marita’nın anlatımlarından çıkan sonuç, bunun, Castro’nun da iradesi dışında, Küba istihbarat örgütünün marifeti olduğudur.

Her ne hal ise, sonuçta, CIA, bu olayı, hem Castro’nun genç bir kızın “ırzına geçtiği” propagandası, hem de Marita’yı tamamen avucunun içine almak ve onu Castro’yu öldürmeye seferber etmek için kullanıyor.

 

Suikast Girişimi

 

Castro, 1960 Nisan’ında Sovyetler Birliği ile ittifaka karar veriyor. Devrimde yer alan Castro’nun bir çok eski yoldaşı tutuklanıyor. Pettier de bunların arasındadır. “Fidel’in dostları ve mücadele arkadaşları, onun kişiliğindeki değişimi fark ettiklerinde, artık çok geçmiş. Devrim giyotinleri bütün hızıyla çalışıyormuş ve ülkenin hapishaneleri devrimin eski savaşçılarıyla doluymuş.” (Huismann, s.80)

Marita, çocuğunu kaybetmenin yarattığı travma ve bunu kullanan CIA’nın beyin yıkama faaliyetleri sonucu, CIA ajanı olmayı kabul ediyor. Miami’ye götürülüp sıkı bir askeri eğitimden geçiriliyor. CIA ve Küba’daki muazzam kumar gelirlerini kaybeden mafya şefleri Castro’ya suikast yapmakta anlaşıyorlar. Suikastı yapacak olan Marita’dır ve CIA, suikastın başarıyla yapılması halinde onun hesabına iki milyon dolar yatıracağını vadetmiştir.

Marita’nın yanına, Castro’nun yemeğine katmak üzere iki zehirli hap verilir ve Havana’ya yolculuk başlar. Marita daha uçaktayken tereddüte düşer. Hapları gizli bulundukları yerden çıkarır ve tuvalet kağıdına sarıp yüz kreminin bulunduğu mahfazanın içine bastırır. Castro onu kaldığı otelde ziyaret eder. İlk sorusu, “beni öldürmeye mi geldin” olur (s.89). Anlaşılan Küba isitihbaratının girişimden haberi vardır. Fidel gayet soğukkanlı, silahını Marita’ya verir ve “hadi öyleyse, vur bakalım beni” der (s.90). Marita bunu yapamadığı gibi, makyaj mahfasına bastırıldığı için zaten bozulup hamur haline gelmiş zehirli hapları tuvalete atar. Castro’yu öldürmek yerine, onunla bir kere daha sevişir.

Marita Amerika’ya döndüğünde, CIA tarafından sorgulanır, hatta tokatlanır. Başarısızlık nedeniyle CIA içinde itibar kaybına uğramış, ama sonuç olarak dışlanmamıştır. Onlarla çalışmaya devam eder. “Bana görev verenler bende bir şeylerin bozuk olduğu sonucuna vardılar; zira beyin yıkama faaliyetleri etkisiz kalmıştı. Fidel’i hâlâ sevdiğim için, hayatta kalmasına izin verdiğim akıllarına gelmedi.” (s.92)
Burada bence Marita rolünü abartıyor. Anlatımı oldukça çelişkili. Bütün bu anlatımların amacının, Castro’nun hâlâ yaşamasının kendi himmetine bağlı olduğunu kanıtlamak olduğu anlaşılıyor. Uçakta tereddüte düştüyse, hapları neden hemen orada tuvalete atmadı da mahfazanın içine koydu. Muhtemelen gerçekten tereddüt içindeydi, ama haplar mahfazanın içinde bozulup hamur haline gelince planı uygulamasının koşulları zaten kalmamıştı. Fidel’in uzattığı silahı sıkıp öldürmek kendi yaşamı açısından da büyük bir riskti, Küba istihbaratı tarafından anında yakalanıp temizlenirdi. Kaldı ki, Castro’nun kendisine verdiği silahın boş olduğunu bilecek ölçüde eğitilmiş bir CIA ajanıydı.

 

Karmaşık Bataklık İlişkileri

 

Marita, CIA’nın, Mafya’nın, FBI’ın ve Mossad’ın mide bulandırıcı karmaşık işlerine boğazına kadar batmıştır. Muhtemelen CIA’nın verdiği görevle, Venezüella’nın devrik diktatörü General Marcos Pérez Jiménez’le ilişkiye geçer. Jimenez, korkunç diktatörlüğü sırasında muazzam bir servet edinmiştir ve devrilmesine rağmen hâlâ bu servetin üzerinde oturmaktadır. Marita, Marcos’un metresi olur. CIA’nın düşük dolayısıyla kısır kaldığı yolundaki iddialarına rağmen, ondan bir çocuk dünyaya getirir. Venezüela’nın yeni başkanı Betancourt ise, Marcos’un ülkeye iade edilip yargılanmasını istemektedir. Sonunda, Birleşik Devletler’in onayıyla bunu başarır da. Marita bir kere daha ortada kalmıştır.

Bundan sonra Kennedy suikastı gelir gündeme. Bu noktada ilişkiler iyice arap saçına döner. Marita’nın anlatımına göre, Kennedy’nin öldürülmesinden üç gün önce, Kennedy’nin katili Oswald’ın da içinde bulunduğu bir CIA grubuyla Dallas’a bir yolculuk yapmıştır. Ancak bu grubun ne yapmak istediğinden haberi yoktur. Daha sonra bu ifadenin, Kennedy soruşturmasını saptırmak için CIA’nın bir kesimi ya da Küba istihbaratı tarafından ortaya sürüldüğü iddia edilecektir. Ne olursa olsun, Fidel’e ve Küba’ya yönelik romantik değerlendirmelerinin dışında, Marita’nın CIA ve mafya içi ilişkilere dair anlattıklarının neredeyse tamamı kuşkuyla okunması gereken beyanlardır.

Zaten, kitabın sonundaki, 2000 yılında Küba’ya yaptığı son yolculuğu anlatan duygulu ve ilginç iki bölüm hariç, kitabın ikinci yarısı, bu tür bataklık ilişkilerinin, bir “James Bond” filmi düzeyindeki anlatımlarıyla geçmektedir.

 

“Benim Yoksul Havana’m”

 

Bataklıkta da güzel çiçekler açar. Ne kadarı yanılsamadır, ne kadarı gerçektir, belki de o çiçeği ancak kopartıp elimize alabildiğimizde anlayabiliriz bunu. Marita da, bataklıkta açan bir çiçektir. Ona yakından baktığımız zaman, bulaştığı bütün pisliklere rağmen, hâlâ bir insan yüreği taşıdığını ve Kübalı yoksullar için yüreğinin titrediğini görebiliyoruz. Bizi de bu ilgilendiriyor daha çok. Aynı zamanda, kitabın yazarları Marita ve Huismann ile, kitapta yer aldığı kadarıyla hiç de yabana atılmayacak bir Castro muhalifi olan Pelletier’in ve Sierra Maestra dağlarında, aynı CIA ajanı Sturgis gibi Castro’nun yanında mücadele etmiş bir CIA ajanı olan Gerry Patrick Hemming’in Castro ve Küba değerlendirmeleri.

Önce Huismann’ın kaleminden Pelletier’i tanımaya çalışalım:
“27 Şubat 1959’da Fidel’le birlikte Berlin gemisine çıkan adamların neredeyse hepsi bugüne dek ölmüş. Ya ecelleriyle ölmüşler ya da devrim ana tarafından yenmişler.
“Ancak 1999 yazında, ben Havana’da Berlin gemisindeki olaylarla ilgili tanık ararken, birisi hâlâ yaşıyordu: 1959 yılında, devrimin zaferinden sonra Fidel Castro’nun özel danışmanı ve sırdaşı olan Jesús Yanez Pelletier.
“Onunla buluşmak bugünlerde cesaret isteyen bir girişim. Zira bir zamanların sırdaşı, şimdi bir devlet düşmanı olmuş. Bir muhalif ve Küba’daki küçük ‘İnsan Hakları Hareketi’nin başkan yardımcısı olarak Havana’da -aforoz edilmiş ve yalıtılmış bir biçimde- yaşıyor.
” ‘Suçu’ Fidel’in Küba Komünist Partisi’yle kurduğu ittifakı reddetmiş olmak. Bu yüzden 1960’da otuz yıl hapis cezasına mahkûm edilmiş. Batista diktatörlüğü döneminde, Çam Adası’ndaki hapishanenin denetçisi olarak, Fidel Castro’nun hayatını kurtarmış olduğu için, Commandante onun cezasını on beş yıla indirmiş.” (s.50)
Pelletier, Huismann’a 1959 yılını şöyle tanımlıyor:
“Devrimin romantik evresiydi o zaman. Dünya ayaklarımızın altındaydı.” (s.51)

Ya 1959’daki Fidel:

“O Küba’ydı. Halkın yüzde doksanı onun arkasındaydı, ona karşı olan sadece yüzde onluk bir kesimdi.

“Ya bugün?

” ‘Bugün tam tersi.’ ” (s.51)

Ve Pelletier, “Comandante”nin karakteri konusunda önemli ipuçları veriyor:
“Fidel’in yanlışı daima buydu… Konuşan tek kişi odur ve kimseyi dinlemez. Bu yüzden de kendisinin ne düşündüğünü bilir hep, ama başkalarının ne düşündüğünü bilmez.” (s.62)

Huismann’ın aktardığına göre, CIA ajanı Hemming’in, Castro’nun siyasi fikirleri ve “Sovyetlerin kucağına itilmesi” ile ilgili değerlendirmeleri ise şöyle:

” ‘Savaş tamamen gereksizdi. Bunun sorumlusu Eisenhower hükümetiydi; özellikle de Richard Nixon. Nixon Castro’yu Sovyetler’in kucağına itti. İsyancılar ordusundaki ortak günlerimizden çok iyi tanıdığım Fidel, Rusları beceriksiz bulur ve pek de zeki saymazdı.’ ” (s.105)

Huismann, Hemming’in ağzından devam ediyor:

“Ayrıca Fidel asla bir komünist olmamış; daima bir ‘Nazi’ imiş o. Hemming bunu Almanca söylüyor ve benim afallamış bakışlarımı görünce ekliyor: ‘Dağlarda Hitler’in kitabı Kavgam’ı daima yanında taşırdı; sapına kadar milliyetçiydi o.’ ” (s.105)

Marita Lorez ise, ikisiyle de aşk ilişkisi yaşadığı Castro ve Venezüela’nın devrik diktatörü Marcos’u şöyle karşılaştırıyor:

“Fidel hiçbir çocuğa zarar veremez ve bütün hayvanları severdi. Oysa Marcos çok gaddar olabiliyordu… İkisinde de beni her seferinde şaşırtan şey, Alman olan her şeye ve Adolf Hitler’e karşı duydukları hayranlıktı… Fidel… Kavgam’ı okuduğunu itiraf etmişti bana. Hitler gibi görünebilmesi için, kendisine yardım etmemi istiyordu.” (s.118-119)

Marita’nın, 2000 yılında, artık yaşlı ve sağlıksız bir kadın olarak Havana’ya yaptığı yolculukla ilgili gözlemleri ise hüzün dolu:

“Romans bitmiş. İnsanlar coşkusuzlar ve kasvetli bir ifadeyle ayaklarını sürüyerek geçiyorlar caddelerden. Eskiden sokaklar müzik ve dansla doluydu. Bu, benim tanıdığım Küba değil artık.

“Havana yaşlanmış, tıpkı Fidel gibi. Onun hakkında kimse kötü bir şey söylemiyor. Ama yalnızca ağızlarını açmaya korktukları için” (s.255)

“Her şeyin yokluğu çekiliyor: Sıvı yağ, et, meyve, sabun, tuvalet kağıdı, aspirin. Eğer insan dolar sahibi olma şansına sahip değilse, hemen hiçbir şey bulamıyor. Eğer dolarınız varsa, turistler ve diplomatlar için dövizli satış yapan mağazalarda gönlünüzden geçen her şeyi alabiliyorsunuz.” (s.255)

“Kanadalı işadamlarıyla otele giren, neredeyse çocuk yaşta, küçük kızlar ve yiyecek bir şeyler alabilmek için turistlere dilenen insanlar.” (s.256)

Marita, otelin önünde gördüğü cılız, çökmüş, yaşlı bir kadına acır, oğlunu yollayıp onu içeri çağırır, bir şeyler ikram etmek için:

“Neredeyse içeri girmişti ki, ansızın sivil giyimli bir güvenlik görevlisi belirdi, kadını kolundan yakaladı ve dışarıya doğru çekti; tek kelime etmeksizin ve inanılmaz bir profesyonellikle… Bu ne biçim bir ülke ki, yaşlı ve yoksul bir kadına bir hamburger ısmarlamanıza bile izin verilmiyor?” (s.256)

“Astım spreyi bulunmadığı için, sokaklarda ölüyor insanlar; sağlam yabancı para karşılığında turist eczanelerinden alışveriş edenler hariç… Her yer polis kaynıyor. Her yerde insanı izleyen gözler var.” (s.257)
“Fidel dünyanın en yalnız insanı. Eski kavga arkadaşlarının neredeyse hepsi öldü ve o, devrimin o parlak ve masum ilk yıllarını özlüyor. Ülkenin yarısını bir devrim müzesine çevirmiş.” (s.258)

“Yolsuzluk, fuhuş, yoksulluk ve polis geri döndü. Batista’nın polislerinden nasıl nefret ederdi! Oysa şimdi, tıpkı eski can düşmanı gibi bir polis devleti yarattı.” (s.264)

Birikim, sayı: 182, Haziran 2004

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

4 Comments

  1. “Yolsuzluk, fuhuş, yoksulluk ve polis…” nerede yok ki? Küba’da fuhuş var mı, evet. Peki Avrupa’da, ABD’de yok mu? Avrupa’nın o ışıltılı şehirlerindeki “red light” bölgeleri nedir, kütüphane falan mı? Örneğin şu sırada ABD için bir pizzagate söylentisi dolaşıp duruyor. ABD’nin karanlık dehlizlerinde neler oluyor, ne kadarını biliyoruz? O ışıltılı Las Vegas şehrinin altındaki tünellerde yaşamaya çalışan binlerce evsize ne demeli? “Unreported missing” kavramını hiç duymuş muydunuz? ABD’de, kayıp olduğu ihbar edilmemiş, ailesi olmayan veya ailesinin umursamadığı o kadar çok kayıp vakası var ki, ıssız bölgelerde tesadüfen bulunan çürümüş cesetler, cinayete, özellikle seri cinayete kurban gidenlerin sayısının resmi rakamların kat ve kat üzerinde olduğu düşünülüyor. Chicago’da 2016 yılında şu ana kadar 701 kişi ateşli silahlarla öldürüldü, ve bu Chicago için tüm zamanların rekoru oldu. Küba zengin bir ülke değil, ama emin olun ABD’nin kumarhane ve fuhuş adasıyken Küba’nın durumu şimdikinden çok ama çok daha kötüydü.

  2. Tamam da onlar bunları inkâr etmiyorlar ki. Bu işler, “tencere dibin kara” mantığıyla” çözümlenmez. Gençliğimizde bize Castro’nun tüm fahişeleri devrim neferi yaptığı söylenirdi. Bunun bir masal olduğu ortaya çıktı. Ortaya konan bundan ibarettir. Kapitalizmin malum kötülüklerini sıralayarak bu işlerden sıyrılmak mümkün değil.

  3. Onların inkar etmedikleri veya mızrak çuvala sığmadığı için inkar edemedikleri kısım buz dağının görünen kısmı. Örneğin şu sıralar gündemde olan pizzagate iddialarını takip ettiniz mi bilmiyorum, eğer onda biri doğruysa (ki doğru olma olasılığı çok yüksek) saklanan şeylerin vahameti dehşet verici. Var olan hiçbir düzeni idealize etmek doğru değil, Küba’da birçok sorun vardır elbette, ancak SSCB ve Doğu bloku dağılırken, ABD’nin burnunun dibindeki Küba’nın acımasız ambargolara rağmen bunca yıl sistemiyle ayakta kalması bir tiranın baskıcı yönetimiyle izah edilemez.

  4. Zileli’nin dediği, ‘az zararlı diktatör’ ve ‘çok zararlı diktatör’ gibi kof ayrımlara sığınarak, birbirimize köstek olma yarışına girmeyelim.

    ABD & Avrupa emperyalizmini, insan bedeni üzerinden para kazanma hırsını, insan bedenini mutlak haz merkezi hâline getirmesini eleştirelim, ama, Fidel Castro ve diğer pek çok ‘diktatörü’ de sırf solda diye kısık sesle eleştiriyor duruma düşmeyelim, diyor Zileli.

    Son yıllarda meşhur olan bir söz var, ‘acılarımızı yarıştırmayalım’ diye, Zileli’nin demek istediğinin özü de budur.

    *

    ‘Pizzagate’ iddialarının doğruluğu pek kanıtlanacak gibi de gözükmüyor. (Ki kanıtlanırsa, durum vahim.)

    Şunu da düşünmenizi öneririm:
    Sağcı veya sağa eğilim gösteren partiler (ve liderler) iktidara geldiğinde, solcularla (ve birçok liberalle) ilgili çeşit çeşit komplo teorileri ortaya atarlar. ABD medyasını geçmişe doğru şöyle bir tararsanız, yüzlerce örneğini bulursunuz.

    Alex Jones’un ‘InfoWars’ından başlayın, David Vaughan Icke’ın kitaplarıyla devam edin, taaa Alexander Hamilton, Andrew Jackson döneminde bile konuşulan ‘Rothschild’ ve ‘Rockefeller’a kadar gidin. (Dahası da var.)

    Hattâ Karl Marx bile yaşadığı bir olayı, ‘şimdi bankacıların devri başladı’ diye dile getirir. (Muhtemelen, Fransa’da 1800’lü yıllarda yaşanmış ‘devrim’lerden birinde, bir ünlü bankacının sözünü hatırlamıştır. İnternetten, hangi ‘devrim’ sonrası bu sözü kimin söylediğini öğrenebilirsiniz.)

    Bir örnek daha vereyim:
    Avusturya-Macaristan çevresinde, 1899-1900’da, Anežka Hrůzová adlı 19 yaşında katolik bir Çek kız boğazı kesilmiş şekilde, kan havuzu ortasında ölü bulunur. O tarihlerde de, Yahudilere karşı önyargıların yükselişe geçtiği olaylar vardır, herkes birbirine doğruluğu şüpheli çeşit çeşit hikaye anlatır.

    23 yaşında (Yahudi) Leopold Hilsner adlı, muhtemelen akıldan sorunlu ve cinayet işlemesi olası gözükmeyen bir adam adeta günah keçisi yerine konur. Toplum genelinde Yahudilere beslenen öfke Hilsner’e akmaya başlar ve yıllar boyunca Hilsner bu (ve diğer birçok) cinayetle suçlanır, mahkemeden mahkemeye sürülür.

    1918’de İmparator Karl tarafından affedilir.

    1928’de Viyana’da eceliyle ölür. Cinayeti işlemediğini ispatlayamamıştır, ve ölümünden sonra hakkındaki iddialar erimeye başlar.

    Yahudilere atfedilen bu ‘cinayet türü’, özellikle buluğ çağına gelen kızların (bazen erkek de olabilir), ritüel hâlinde kurban edilerek, akıtılan ‘bakire kanı’nın şeytanın planlarını engelleyeceği veya Yahudilik tarihindeki birçok menkıbenın işaret ettiği tehlikelerin gerçekleşmeyeceği şeklindedir.

    Yukarıda anlattığım olayın aynısı, benzerleri, diğer dinlere ait (veya din dışı olan) daha yüzlercesi tarihte var.

    ‘Pizzagate’in fiyasko çıkma ihtimalini de unutmayın. (Olayı küçümseyin demiyorum, ama lapin gibi de atlamayın.)

    Stalin’in ‘goril-insan karışımı askerlerden oluşan ordu projesi’ de anlatılagelir. Bu ‘proje’ gerçek mi, rivayet mi, meçhul…

    (Bkz. Ilya Ivanovich Ivanov)

Comments are closed.