Gün Zileli: ‘Avrupa insanı artık uçurumun kenarında’

(Mahsus Mahal’in  -Ekim – 17. sayısında yayınlanmıştır)


Ceren Cevahir Gündoğan, Gün Zileli’yle son kitabı üzerinden söyleşti…

Gün Zileli’nin son kitabı “Sığınmacılar” üzerine başlayıp İngiltere’deki sokak isyanlarına, Kemal Burkay’ın dönüşünden, Gazi olaylarına, Arap Baharı’ndan Ulucanlar Cezaevi’ne ve toplu mezarlara uzanan bir söyleşi…

Gün Zileli’nin 1946-2000 yıllarını kapsayan uzun soluklu otobiyografisinin beşinci ve sonuncu kitabı olan Sığınmacılar (1990-2000, Londra) İletişim yayınlarından Haziran ayında yayımlandı. Önceki dört ciltte, çocukluk ve gençlik yıllarını, 1960, 1970 ve 1980’lerdeki siyasal mücadelesini anlatan Zileli, bu ciltte 1990 yılında gidip yaklaşık on beş yılını geçirdiği Londra’daki “sığınmacı” yaşamının on yılını konu ediyor. Yalnızca kişisel anılarını aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda “göçmenlik” gerçeklerine Türkiyeli bir sığınmacının gözünden tanıklık etme fırsatı sunuyor okuyucuya. ‘90’lı yılların Londrası’na ait bir panorama ortaya koyması da cabası.

Ceren Cevahir Gündoğan, Gün Zileli’nin otobiyografi dizisinin sonuncu ve beşincisi olan Sığınmacılar (1990-2000, Londra) kitabından hareketle kendisiyle bir söyleşi yaptı:

Ceren Cevahir Gündoğan: Sondan başlayalım, Sığınmacılar’ın finalinde -okurken kendimi sinemada hissettiğim için “final” diyorum- “Radikal olmak da bir kültürdü ve diğer kültürler gibi o da yabancı gördüğü kültürlere kapalıydı…” diyorsun. Kitaplarını ve yazılarını okuduğumda insani duyarlılıklarının enternasyonal oluşunu görüyorum. Yine, Sığınmacılar’ın finaline ek olan kısa öyküde, aynı duyarlılık ve “kaybedenlerin o kısacık göz göze gelişi” var. Nedir seni bir giyim mağazasından parasını ödemeden elbise “alırken” yakalanan ve polis otosuna bindirilen Maraşlı genç kadınla aynı duyguda birleştiren?

Gün Zileli: Sosyal statülerin insanı kendine ve çevresine yabancılaştırdığını düşünürüm. Sığınmacı yaşamında bu statüler önemli ölçüde çöker. Artık yetiştiğiniz sosyal çevrenin ve dolayısıyla statülerin dışına çıkmışsınızdır. Bu çok eğitici bir şeydir. İnsan kendini yeniden bulur, keşfeder adeta. Ve en önemlisi de sosyal statülerin bir yaldızdan ibaret olduğunu görür. Kitabın sonunda yer alan o öykü biraz kurmaca, esas olarak da gerçeğin ta kendisiydi. Gerçek olan, Maraş’ın köyünden gelmiş genç kadınla benim aramda bir kader ortaklığı olmasıydı. İkimiz de göçmendik. İkimiz de yoksulduk. İkimiz de dışlanmıştık. İngiliz polisinin eline düşmüş o genç kadının yerinde ben de olabilirdim pekalâ. Elbette yoksunlukta eşitlik mi diye sorulabilir. Evet ama böylesi bir eşitliğin de insanı geliştiren, insanlığını hatırlatan bir yanı yok mu? Eğitimin, sosyal çevrenin, ailevi ünvanların, sınıfsal konumların sıfıra irca olduğu o anda sadece insan yüreği vardır ve bu büyük bir kardeşlik duygusunu getirir. Yukarda andığın diğer cümlede de aslında buna benzer bir noktaya değinmek istemiştim. Radikal ya da devrimci olmak böylesi bir insani kardeşliği getiremedi bugüne kadar insanlığa. Çünkü her kapalı çevre kendi özel kültürünü yarattı ve ötekini dışladı. Bu cümleyi, küçük bir radikal çevrenin kendisine yabancı gördüğü bir diğer genç kadına karşı aldığı dışlayıcı tutumla ilgili olarak yazmıştım. Sosyal statülerle birlikte her türlü dışlama kültürünü de yıkan bir devrim, gerçek bir devrimdir bence.

Bize yansıyan hep parlak bir Avrupa tablosudur. Kitabında bundan farklı bir tablo var. Nedir gerçek?

Avrupa’ya ilişkin anlattıklarımın “biz bize benzerizci” ve fazlasıyla Türkiyeci, milliyetçi bir bakış açısına omuz vermesini istemem. Herkes kendi “evinin” temizliğinden sorumlu olmalıdır. Bak bak, oralar da hiç parlak değilmiş, öyleyse niye bizim sorunlarımızı abartalım ki, türü bir bakış açısı hiç de sağlıklı değildir. Öte yandan, Avrupa’yı “üstben” olarak alan, bir yandan modernist, bir yandan da aşağılık kompleksiyle malül bir bakış açısı da sakattır. Avrupa, özel olarak da İngiltere hiç de iç açıcı bir yer değil. Sosyal sorunlar orada da diz boyu. Üstüne üstlük, kalabalık göçmen ve sığınmacı nüfusu dolayısıyla ırkçılık ya da gizli ırkçılık diz boyunu bile aşmış durumda. Avrupa’nın parlatılması biraz da bir turist bakış açısının ürünüdür. Bir yandan bu ülkelere geçici olarak giden insanlar, Avrupa kendilerine neyi göstermek istiyorsa onu görüyorlar, bir yandan da orada yaşayan insanlar, kendi durumlarını burada parlak göstermek için Avrupa’yı parlattıkça parlatıyorlar. Orada yaşayanlar gerçeği biliyorlar elbette ama bunu burada anlatmak işlerine gelmiyor. Çünkü o zaman buradaki akraba, eş ve dostlarının yanında acınacak bir duruma düşeceklerini düşünüyorlar. Gerçek şudur: Avrupa varabileceği en son noktaya varmıştır. “İlerleme” denen illüzyon Avrupa insanı nezdinde sona ermiştir. Artık ilerlenecek bir yer yoktur. Yani ilerlene ilerlene uçurumun kenarına gelinmiştir. Avrupa insanı uçurumu görüyor ve korkuyla irkiliyor. İntihar oranlarının yüksekliği bunun göstergesidir. Türkiye’deki insanlar ise, henüz uçurumun kenarına gelmediklerinden Avrupa’da, “ilerleme”de hâlâ bir umut olduğunu düşünüyorlar. Değirmene bağlı gözü kapalı bir at da durmadan aynı yerde dönerken ilerlediğini sanır.

Türkiye’de mevki sahibi bir doktor, İngiltere’de temizlikçi… Nedir bu?

Toplumsal hiyerarşi gibi dünya çapında bir de uluslar hiyerarşisi var. Sosyal hiyerarşinin dışına çıkıp sığınmacı ya da göçmen olan bir insan bu sefer uluslar hiyerarşisine tabi olmak zorunda. Türkiye’de ne kadar üst bir sosyal statüde olursa olsun, İngiltere’ye gittiği zaman uluslar hiyerarşisinin gereği olarak en alttan başlamak zorunda. Yani onun Türkiye’deki mesleki durumunun hiçbir kıymeti yoktur. Sadece sermaye sahibiyse yarabilir bu makus talihi. Bunda da eğitimin falan hiçbir önemi yoktur. Türkiye’de eğitim sosyal statüde hâlâ önemlidir ama Avrupa’da her şeyi sermaye belirler. İsterseniz hiçbir eğitiminiz olmasın, orada sermaye sahibiyseniz uluslar hiyerarşisini de yarıp en üstlere tırmanabilirsiniz. Elbette bu durum, oralarda şansını deneyen eğitimli sığınmacılarda büyük bir değer şokuna yol açmakta, kendini değersiz, hiçbir statüsü olmayan bir konumda bulan insanlar büyük bunalımlara kapılabilmektedir.

Anlatımlarından, oradaki sığınmacı kitlesiyle ağırlıklı olarak politik olan sığınmacı örgütleri arasında hayli gerilimli bir ilişki olduğu izlenimi edindim. Bana mı öyle geldi yoksa…

Doğru, böyle bir durum var. Politik sığınmacı örgütleri, Türkiye’deki popülist yönelimlerini bir kenara bırakıp biraz da gerçek yüzleriyle çıkıyorlar sığınmacı kitlesinin karşısına. Yani gerçek ve çirkin yüzleriyle. Nedir bu? Bu örgütler, sığınmacı kitlesini sağılacak inek olarak gördüklerini neredeyse saklamazlar bile. Türkiye’deki mücadelenin paraya ihtiyacı vardır. Bu sığınmacılar mücadele kaçaklarıdır (sanki o derneklerin yöneticileri sığınmacı değillermiş gibi). Dolayısıyla bu kaçaklıklarının diyetini ödemeli, gelirlerinden bir kısmını örgütlere aktarmalıdırlar. Nasıl? Bağış yoluyla, düzenlenen o tekdüze ve ruhsuz saz gecelerinin biletlerini satın alma (gelmesi önemli değil) yoluyla. Bunun ötesinde, sığınmacının “yolunması” için başka olanaklar ve silahlar da vardır bu tür derneklerin elinde. En önemlisi, tercüman ve avukat olanaklarıdır. Dernekler avukatlık firmalarıyla anlaşmışlardır ve sığınmacıların oturum almak için bu avukatlara ihtiyaçları vardır. Dahası, sığınmacı, bir örgüte bağlı olarak iltica ettiğini kanıtlamak zorundadır. Eğer o derneğin bağlı olduğu sol örgütün onayını alamazsa ilticası reddedilebilir. Bunun ötesinde, hastane, yardım vb. işleri için sığınmacının tercümana ihtiyacı vardır. Tercüman da derneklerin hizmetindedir büyük çoğunlukla. Bu yüzden sığınmacı kitlesi özellikle başlangıçta derneklere boyun eğer, boyun eğer gibi yapar. Dernekler ne kadar ikiyüzlüyse onlar da o kadar ikiyüzlü davranmak zorunda hisseder kendini. Bağış verir, gecelerin biletini, gelmeyecek olsa bile satın alır. Ama bir kere ilticası kabul edilince artık “ayıya dayı” demeyecektir. Hele bir de çocukları yetişip o ülkenin dilini okullarda falan öğrenince tercümana olan ihtiyaçları da sona eder. O zaman ortada ayıdan başka bir şey göremezsiniz.

Türkiye’de de sığınmacılar var, belki siyasi sığınmacı değil ama ekonomik sebeplerden ötürü, “daha iyi bir yaşam için” Türkiye’ye sığınan insanlar. Rusya, Moldovya, Gürcistan, Türkmenistan, Özbekistan ve daha aşağıda Afganistan’a kadar uzayan bir yol bu. Ne hallerde, hangi vaatlerle Türkiye’ye geldikleri biliniyor. Onlar için ne düşünüyorsun?

Onların durumu daha da trajik. Çoğu eski “reel sosyalist” denen ülkelerin yıkımının bir sonucu olarak geliyor. Bu insanlar, o zaman da köle gibi yaşıyorlardı, hiçbir özgürlükleri yoktu ama karınları doyuyordu hiç değilse. Bir uçurumun dibine düşüp parçalanacakları duygusu içinde değillerdi. Efendilerine başkaldırmadıkları sürece karınları tok, sırtları pekti. Yoksul da olsa, geçim derdi olmayan bir hayatları vardı. Rejimler çöküp batı kapitalizmi türü bir vahşet cangılının içine düştüklerinde geçimlerini sağlayabilmek için emeklerini en ucuzundan ve en güvencesiz bir biçimde satacakları Türkiye vb. gibi ülkelere akın ettiler. Çoğu hizmetçilik, bakıcılık gibi ağır bir sömürü çarkının döndüğü iş alanlarında çalışmaktadır. Halleri gerçekten çok acıklıdır. Dil bilmez, iz bilmezler. Ortaçağın Slave driverlarına (köle güdücülerine) benzeyen emek satıcı kurumlar onları hizmet sektörünün her türlü güvenceden yoksun alanlarına sürmektedir. 1960-70’lerde aşırı sağcıların en önemli propaganda konularından biri, Rusya’daki “Türk kardeşlerini” esaretten kurtarmaktı. Şimdi Türkiye’deki zengin evlerinde, muhtemelen aşırı sağcıların zenginleşmiş olanlarının da evlerinde bu “Türk kardeşleri” köle gibi çalıştırılmaktadır. Esaretten kurtarmak dedikleri bu muydu acaba, merak ediyorum. “Rusların kölesi olmasınlar, bizim kölemiz olsunlar.”

Günümüzde köle ticareti, umutsuz yolculuklara çıkmak zorunda kalmış yoksul ülkelerin insanlarının sırtından yapılıyor. Bu, çağımızın en büyük trajedisidir. Gün geçmiyor ki, terk edilmiş bir geminin ambarlarından genç kaçakların cesetleri çıkmasın ya da bir kaçak köle gemisi batıp insanlar sulara gömülmesin. Kapitalizmin yaldızları falan bu insanlık trajedisini gizleyemeyecek ölçüde dökülmüştür artık.

– Tottenham’daki son olayları, isyan edenleri ellerinde satır-sopalarla bekleyen dükkân sahibi Türkiyelileri, onları birer fatih gibi sunan Türk medyasını nasıl yorumluyorsun?

Bunlar, oralara “altın arayıcısı” olarak gidip zenginleşenlerdir. Bir kısmının altın dükkânları vardır. Erbiller vb… Bu dükkânları Haringey’de sıram sıram görebilirsiniz. Bizim oradaki sığınmacıların altın kültürüne hitap ederler. Eline iki üç kuruş geçiren sığınmacılar bu dükkânlara koşup altın yüzük, bilezik falan alırlar. Düğünlerde altın hediye etme geleneği dolayısıyla yaygın bir talebe cevap verirler ve tabii büyük paralar kazanarak zenginleşmişlerdir. Diğerleri de kebapçı ve manavlardır. Bunlar da 24 saat açık tuttukları dükkânlarında kaçak getirttikleri akrabalarını vardiya usulü çalıştırarak servet yaparlar. Londra’da işçilerine en düşük ücreti ödeyenler bunlardır. Yakın akrabaları başta olmak üzere diğer Türkleri, Kürtleri ve Polonyalıları insafsızca sömürürler. Bunların da isyancılara karşı kebap bıçaklarıyla silahlanmaları doğaldır. Ama büyük hata ediyorlar. Londra’nın ayaklanan işsiz gençleri onları orada yaşatmayacaktır. O insanlar asla unutmazlar kendilerine yapılan bu tür davranışları.

Esas kızdığım ise, bu alçakça davranışa “Osmanlı ruhu yaşıyor” diye övgüler düzen Türk medyasıdır.Taraf başta olmak üzere medya bu grev kırıcıları ve gönüllü bodyguardları teşvik etmiştir. Birgün vb. gibi sol basın bu yalakalığı teşhir etti neyse ki. Bu son olay bile “vesayet rejimine karşı mücadele” palavrasını ortaya çıkartmaya yeter. Her türlü vesayetin varisleridirler.

Bu konuda eklemem gereken son bir nokta var. TKP’nin yayın organı SoL dergisinde biri bir yazı yazmış. Partinin olmadığı yerdeki kitlesel ayaklanmaların bir değeri yokmuş. Artık yıkılıp gitmiş ve mezarına gömülmüş parti tapıncının ardından okunmuş zavallıca bir ağıt mı desek buna, bilemiyorum. Daha da komiği, aynı yazarın Yunanistan Komünist Partisi’ne övgüler düzmesi. Bu partinin Yunanistan’daki sokak isyanlarında en reaksiyoner pozisyonu aldığından ve polise “serserileri neden yakalamıyorsunuz” diye serzenişte bulunduğundan haberi yok herhalde. Haberi olmaması, onun için en iyi niyetli yorum tabii ki.

Kemal Burkay da bir siyasi sığınmacı, bugünlerde Türkiye’de çeşitli görüşmeler yapıyor. Kendisine karşı soldan yoğun eleştiriler gelmeye başladı. Kemal Burkay sence ne yapmak istiyor, herhangi bir varsayımın var mı?

Eleştirilerin Kemal Burkay’a yararı olabilir. Örneğin, Yıldırım Türker’in Radikal’de bayrakla ilgili yaptığı eleştiri gibi… Ne var ki, bazı eleştirileri aşırı ve insafsız buluyorum. Kemal Burkay’ın geçmişini ve uzun yıllar süren onurlu mücadelesini dikkate almayan, hesaba katmayan sorumsuz eleştiriler bunlar. Bir anarşist sitede böyle bir eleştiriye rastladım örneğin. Kemal Burkay’ı “devletin ajanı” olmakla suçluyordu sorumsuz biri. Kemal Burkay’a her türlü eleştiri yapılabilir ama böyle bir suçlama yapmak ayıptır, günahtır. Kolay yoldan insan harcamaktır.

Kemal Burkay, sosyalist bir politikacı. Öyle sanıyorum ki, Kürtlerle Türk devleti arasında bir barış ortamı yaratılmasına katkıda bulunmayı ve bu arada, PKK ile Türk devleti arasında sıkışmış bir kısım Kürt aydını içinde belli bir güç oluşturmayı planlıyor. Türk devletinin, aracı Kürt aydınlarına ihtiyaç duyduğunun da farkında. Bu yüzden, uzlaşmacı, barışçı bir figür olarak rolünü oynamak istiyor. Çok da olumsuz bir rol değil bu aslında ama bunu yaparken, özellikle gelişi sırasında ve sonrasındaki kısa dönemde Türk devletinin ve medyasının vermek istediği görüntülere fazlasıyla tavizkâr davrandığı kanısındayım. Örneğin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la görüşürken bu görüşmenin toplumda nasıl algılanacağını hesap etmesi gerekirdi. Nitekim görüşme sırasında arka tarafa Türk bayrağı asılması falan gibi şeylere gereken direnci gösteremedi. Ben bu tür yakın temasların her zaman egemenler tarafından kullanılacağı kanısındayım. Ben olsam hiçbir yakın temasa girmez, hiçbir devlet yetkilisiyle görüşmez, söyleyeceklerimi uzaktan söylerdim. Tabii bir de ne söylediğin önemli, orada da bazı falsolar göze çarpıyor.

“TAMAM KONUŞALIM DA FAZLA YAKLAŞMA”

Hükümetin “Kürt Açılımı” sonrası bir röportajında “İyi şeyler olacak söylemi bir denge politikasıdır” demiştin. Bu söylemin üçüncü yılında ne düşünüyorsun?

Bir uyutma politikası deseymişim daha iyi olurmuş. Benim çocukluğumda, Ankara’da, Yeni Doğanlı bir Aydoğan abi vardı. O zamanın ünlü kabadayılarındandı. Rakibini bir kafada yere sermesiyle ün salmıştı. Yöntemi, hiç de kavgaya niyetli değilmiş, hatta bir uzlaşma, dostça bir konuşma yapmak istiyormuş gibi rakibine yaklaşmak ve aniden kafayı suratının ortasına indirmekti. Kavgada rakibine fazla yaklaşmak en büyük hatadır. Uzlaşacaksan bile uzaktan uzlaşman gerekir. Biri sana, “yahu gel şöyle güzel güzel konuşalım” diye yaklaşmaya çalışıyorsa, “tamam konuşalım da fazla yaklaşma demek” en iyisidir. Yoksa tepene binerler ya da suratına kafayı yiyip yere serildiğinin resmidir.

– Kitapta söz konusu olan başka bir konuya geçmek istiyorum. Radikal İslam konusundaki yorumun (s.346) bana ilginç geldi. Radikal İslam’ın kapitalizme karşı bir reaksiyon olduğunu düşünüyor musun gerçekten?

Nazizm de bir anlamda kapitalizme karşı reaksiyondan ortaya çıkmıştır. Kapitalizme karşı her reaksiyonun otomatikman anti-kapitalist bir hareket olduğunu düşünmemek gerekir. Radikal İslam bir anti-kapitalist tepkidir ama hiç de anti-kapitalist değildir. Hatta Arap kapitalizminden güç alır. Bu radikal İslamın içinde gerçekten anti-kapitalist öğeler de yok değildir ama bu sadece bir alt akım olarak var olabilmektedir. Dolayısıyla radikal İslamın kapitalizme tepkisi sadece batı kapitalizmine, özelde de ABD kapitalizmine bir tepki olarak görülmelidir. 2000’li yılların başlarında yükselen anti-global hareket ise bundan farklı bir şekilde bütünsel olarak kapitalizme karşıdır.

Sığınmacılar’da, Gazi olaylarını tv’den izlerken nasıl keder ve isyanla dolduğunu gördük. (Sığınmacılar, sf: 237) Gazi olaylarını gerçekleştiren gizli polis timlerinden bahsediyorsun. Bugün de, polislerin daha ‘donanımlı’ silahlar kullanmasına yönelik profesyonel polislikten bahsediliyor. Daha profesyonel kıyımlar mı demek bu?

Londra’da siyasi göçmen örgütlerini dolaşır, tartışmalar açardım. Etrafıma toplanır, sorular sorarlardı. Onlara, kazara iktidara gelirseniz polis kuvveti kuracak mısınız diye sorardım. Yarım ağız cevap verirlerdi. Bazıları, milis kuracağız derdi. Yani polisin adını milis yapacaksınız derdim. Bazıları, karşıdevrimcileri takip etmek için polis şart derdi. Peki, en büyük karşıdevrimci güç olan polisi kim takip edecek derdim alaycı bir tarzda. Bunu, solun dahi polis konusunda kafasının karışık olduğunu belirtmek için anlattım.

Polis, ordudan bile beter halk düşmanı bir güçtür. Çünkü tamamen profesyoneldir. Bu mesleği seçmiş ve geçimini polislikten sağlayan unsurlardan oluşur. Böyle bir teşkilatın devrim yararına bir şey yapamayacağı zaten tartışma konusu bile değildir artık. Bu sistemde ise hükümetler bu profesyonel teşkilatı devamlı güçlendirmek gereğini duymaktadırlar. Bu durum, polisin fonksiyonlarının gün be gün güçlendirilmesi ve genişletilmesi anlamına geliyor. Öyle ki, bu durum giderek orduyu büyük ölçüde fonksiyonsuz bir duruma bile getirebilir. Son tasarılarda bu var zaten. Gerilla ile mücadele görevini de polise devretmek istiyorlar. Yani böylece polisin kendisi profesyonel bir orduya dönüşüyor. Ayrıca ordunun da profesyonelleşmesi projesi var zaten. İlerde polisle ordunun iç içe geçtiği tam profesyonel bir modern vurucu güç oluşturulabilir. Bu da rejimin polis karakterinin net bir şekilde oturtulması demektir.

İster polis ordulaştırılsın, ister ordu polisleştirilsin, ister her ikisi birden yapılsın, sonuç olarak halkın karşısına acımasız bir profesyonel şiddet örgütü çıkartılmaktadır. Durum çok nettir. Bir tarafta zırhlı araçlarıyla ve robokoplarıyla sistemin güçleri, diğer tarafta ezilen emekçiler, Kürtler, kadınlar vb.

Gazi olayları sırasında nasıl ajite olduğunu, hatta devrim başlıyor havasına girdiğini söylüyorsun. Yazılarını takip edenler bilir, Mısır Devrimi hakkındaki yazılarında da benzer bir duygu vardı. Mısır Devrimi’ne ne oldu?

Bazı arkadaşlardan bu yönde eleştiriler aldım. Yorumlarımı aceleci bulduklarını, Ortadoğu’da bir hareketlenme olmakla birlikte bunun bir devrim düzlemine çıkmadığını belirttiler. Belki de haklıdırlar. Acelecilik yapmış olabilirim. Biraz çabuk heyecanlanan, ajite olan bir karakterim vardır. Bununla birlikte, daha uzaktan ve daha uzun vadeli bakacak olursak Kuzey Afrika, Güney Avrupa, Ortadoğu “fay hattında” önemli bir hareketlenmenin devam ettiğini ve durulmadığını söyleyebiliriz. NATO’nun ısrarlı müdahaleleri de bunu gösteriyor. Halk hareketlerinin tehlikeli boyutlara ulaştığını gördüler ve müdahale etme gereği duydular. Müdahalelerinin amacı Kaddafi’yi ya da Esad’ı devirmekten önce, halk hareketini denetim altına almaktır. Onlar Esad’ın veya Kaddafi’nin yıkılmasından sonraki durumu şimdiden denetimleri altına almaya çabalıyorlar. Ben bu sarsıntıların temelinde anti-kapitalist bir enerji olduğunu düşünüyorum. Çelişkilerin kapitalist ya da liberalleşmiş bir rejim çerçevesinde sönümlendirilmesi mümkün değildir. Bu halk hareketleri mutlaka kapitalist zincirin, onun sınırlarının dışına taşacaktır. Çünkü temelinde ağır kapitalist sömürünün yarattığı rahatsızlıklar vardır. Gördüğümüz gibi Mısır da durulmuş değil. Evet, belki süreç, 1917 Şubat’ıyla Ekim’i arasındaki kadar hızlı işlemiyor ama emekçi halk güçleriyle rejimin sahibi ordu arasındaki saflaşma ve zıtlaşma sürecinin de ilerlediği bir gerçek. Bu bakımdan, bazı solcu arkadaşların, emperyalist müdahale dolayısıyla, örneğin Suriye’deki isyana karşı olumsuz bir bakış geliştirmelerini çok çok hatalı buluyorum. Suriye halkının isyanı haklıdır ve desteklenmelidir.

Mısır’dan Türkiye’ye bir geçiş yapalım. ‘’Herkese havuzlu villa!’ Son dönem el değiştiren, yükselen sermayeye mensup bir müteahhidin rezidanslarını tanıttığı reklamda söylediği bir slogan… Korkutucu derecede komik gelmişti bana…  Kriz olacak, harcamalara dikkat dendikten kısa süre sonra kriz yok, harcamaya devam dendi. Senin adlandırdığın Anadolu sağcılığına dayanan sermaye büyüyor mu? Bu son dönem, muhafazâkar dalganın yükselişi nereye gidiyor?

Eğer ısrarla “kriz yok” deniyorsa kriz var demektir. “Kriz var” deniyorsa yine kriz var demektir. Yani Süleyman Demirel’ce bir deyiş kullanacak olursak, “kriz varsa var demektir”. Kriz biraz da kapitalizmi yaşatan bir şeydir. Kapitalizm daima krizlerle ilerler. Bu bakımdan kapitalizm karşıtlarının kriz var diye sevinmeleri biraz naifçedir. Yani “armut piş, ağzıma düş”.

Anadolu sağcılığına dayanan iktidardan beslenen sermaye kesimi elbette büyüyor. Ne var ki, bu büyüme de bir başka kriz nedenidir. Hem de bu sefer ağırlıklı olarak kültürel bir kriz de kapıdadır. Zenginleşen muhafazakâr kesimler ister istemez İslami yaşam tarzıyla burjuva yaşam tarzı arasında bölünecek ve İslami yeni zenginlerle İslami yoksullar arasına kara kedi girecektir. Bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlamıştır. İslami kesimlerde artık sınıf mücadelesinden söz eden yeni radikaller ortaya çıkmaktadır. Sınıf mücadelesi genellikle hayırlı sonuçlar verir. Bu sefer de öyle olacaktır.

Yükselişleri nereye mi gidiyor? Yükselen her şey gibi düşüşe…

Bazı metinler klasik okumadan fazlasına çağırır sizi…

Komün’ü okumaya başladığımda sinemada üç boyutlu bir filmi izlerken buldum kendimi… Her sayfada filmin sahneleri de değişiyor. Toplantılarda tartışılanlarla da, yasak bölgeye girmek isteyenlerle de yan yana buluyorsunuz kendinizi. 2046’da teknoloji dijital atılımlarına devam etmiştir. Dilenci çocuklar, ‘ağabey kredi kartını versene’ diyerek dilenmektedir… Kredi kartı/teknoloji vardır ama dilenmek de vardır. Cezaevleri özelleştirilmiş, adları Düzeltimevi olmuştur. Mahkûmlar internet kullanma, telefonla konuşma gibi haklardan yararlanmaktadır ama gerektiğinde internet erişimi gizlice yasaklanmakta, mahkûm avukatıyla konuşmak istediğinde ‘görteli cevap vermiyor’ denilebilmektedir. Federatif sisteme de geçse, 2046’da devlet yine devlettir…İki güvenlik görevlisini öldürdüğü iddia edilen suçsuz bir genç, Deniz, idama mahkûm edilmiştir. Avrupa Birliği’ne giriş hayali, Avrupa Birleşik Devletleri’ne kabul edilmeyle sonuçlanmıştır. Tarih, 29 Ekim 2046’dır. Aynı dakikalarda Deniz, elektrikli sandalyeye oturtulur. Bazı filmlerin sonunu izleyemezsiniz, yüreğiniz el vermez. Komün’ün son sahnesinde hayali üç boyutlu gözlüğü gözümden çıkartmak için geç kalmıştım…”

Senin yazdığın Komün için demiştim bunları. Cezaevlerinde tedavisi yapılmayan, “ölüme mahkûm” edilmiş birçok mahkûm var. Senin de 1980 öncesi bir süre kaldığın cezaevleri hakkında ne düşünüyorsun?

O anlatıda teknolojik ilerlemenin hiç de insanlığın ilerlemesi anlamına gelmediğini anlatmaya çalışmıştım. Teknolojiye tapınmakla kapitalizme tapınmak eşdeğerdedir. Bu modanın en beliğ ve vulgar örneği, ne yazık ki bir zamanlar çok sevdiğim, zevkle okuduğum, dinlediğim Çetin Altan olmuştur, özellikle 1980’den sonra. Şu anda oğulları da bu fikriyatı hararetle sürdürmektedirler.

İleriye doğru gidildiği tam bir illüzyondur. İnsanlığın her bakımdan gerileme içinde olduğunu düşünüyorum. 20. Yüzyılda öldürülen insan sayısı tüm yüzyılların toplamından daha fazladır. Zaten cezaevi de modern çağın bir icadıdır. Cezaevlerinden önce zindan vardı. Monarkın çatıştığı, hoşuna gitmeyen kişiler bu zindanlara atılırdı. Süresi belirlenmiş ceza sistemleri son yüzyıllarda icat edildi, dolayısıyla modern cezaevleri de öyle. Üstelik bu cezaevlerinin durumu gün be gün kötüye gitmektedir. Örneğin benim 1971-1974 arasında yattığım Mamak Cezaevi’yle sonrakinin arasında dağlar kadar fark vardır. Bizden öncekinin koşulları daha iyiymiş, bir cezaevinde ne kadar iyi olabilirse. 1974’te tahliye olurken Mamak’ta yeni bir cezaevinin temelleri atılıyordu. Gardiyanlar, “bir dahaki sefere sizi burada ağırlayacağız” diye takılıyorlardı bize. Dedikleri doğru çıktı. Örneğin bizim zamanımızda Mamak’ta, yeni gelenlerin atıldığı “kafes” diye bir yer yoktu. Yine benim 1966, 1969 ve 1974 yıllarında kısa sürelerle yattığım, o zamanki adıyla Ankara Merkez Cezaevi, daha sonra Ulucanlar Cezaevi oldu ve benim yattığım dönemde hayal bile edemeyeceğim ölçüde zulüm yapılan ve devlet cinayetlerinin işlendiği, “hayata dönüş” operasyonlarının ön provalarının yapıldığı bir yer olarak ün saldı.

Bütün bunları görüp yaşadıktan sonra “ilerleme” denen şeyin bir palavradan ibaret olduğunu düşünmem gayet doğaldır. Son yüzyılda insan ömrü uzamış da falan da filan da. Bu istatistiki kapitalist palavralara da karnım tok açıkçası.

“CUMHURİYETİN ELİNİN DEĞDİĞİ YERDE TOPLU MEZARLAR BİTİYOR”

Dersim’de toplu mezarlar açılacak. Hüsnü Yıldız, açlık grevini ölüm orucuna dönüştürdü. Haklarımızı hep büyük bedeller sonucunda almamızın başka yolu yok mu sence?

Elbette ölüm orucuna yatan arkadaşlara saygım büyük ama bunun doğru bir mücadele yöntemi olduğunu sanmıyorum. Dersim, ulusalcıların olumlu bir şey söylediklerini sanarak kullandıkları deyimle “Cumhuriyetin elinin değdiği” bir yer. Cumhuriyetin elinin değdiği yerde gül bitmiyor. Toplu mezarlar bitiyor, ne yazık ki. Ben bireysel ölüm oruçları yerine kitlesel sivil itaatsizlikten yanayım. Bunun, devleti, sömürücüleri, kolonyalistleri dize getirmek açısından çok daha etkili bir yöntem olduğu kanısındayım.

Hapiste yatmış arkadaşlarda gözlemlediğim bir şey var. Sizler, dışarı çıkmış da olsanız orada kazandı(rıldı)ğınız özdisiplini yitirmiyorsunuz… Konuk olduğun yerlerde masada şeker yoksa, çayını şekersiz içtiğini gördüm. İkram edilmezse kimseden bir şey istemediğini. Bu talepsizlik-terbiye zor koşulların, yokluğun terbiyesi sanırım… Neden kimseden şeker istemiyorsun Gün?

Sanırım bu “terbiye” bizim kuşağın bir özelliği daha çok. Belki cezaevlerinin de buna katkısı olmuş olabilir. Bunun pek iyi bir şey olduğunu da sanmıyorum. Devrimcilik adına fazla disipline edilmiş bir karakterin dışavurumu bence. Yeni kuşaklar eğer daha talepkârsa bu iyi bir şey. Bu talepkârlık, eğer bir lüks düşkünlüğü değilse, kapitalizmin aleyhinde bir gelişme olarak görülebilir.

Fikirlerini önemsediğim bir arkadaşım seninle röportaj yaptığımı söylediğimde, lütfen sor, neden Sığınmacılar sonrasını yazmayacakmış dedi… Sormuş oldum sanıyorum…

Bunu soran, hatta eleştiren birçok arkadaş oldu, oluyor. Sebebi şudur: Zaman yakına geldikçe yeterince objektif olamayacağımdan endişeleniyorum. Yani otobiyografi yazımında zaman olarak biraz mesafe olmalı diye düşünüyorum. Yaşananlardan biraz uzaklaşmak objektif olabilmek açısından bu çok önemli. Ancak, bana yazan bir arkadaşın ısrarı üzerine, kendisine, 2015 yılına geldiğimizde bu konuyu yeniden düşüneceğime söz verdim.

Uzun yıllar ülkeye dönemedin. Bu nasıl bir duygu sığınmacı açısından?

Her zorunluluk yıpratıcı bir duyguyu besler. Yakınlarınız orada, anılarınız orada ve siz zorunlu olarak onlardan uzakta tutuluyorsunuz. Bu yüzden, ülkeye gidemeyen her sığınmacının yüreğinde kocaman bir yara vardır. Ülkeye girebilme koşulları oluştuktan sonra, bu sefer de ülkeye temelli dönme mücadelesi başlar. Ama bu sanıldığı kadar kolay değildir. Ekonomik koşullarla bağımlı hale getirilmişsinizdir. Yaşadığınız ülkede de bazı sosyal ilişkiler içine girmişsinizdir. Hatta giderek biraz da oralı olmuşsunuzdur. Artık o ülkede de, yıllar içinde, özleyeceğiniz yerler, kokular, ilişkiler oluşmuştur. Böylece sığınmacı iki arada bir derede kalır. Yani mesele sırf ekonomik koşulları sağlamak da değildir. Hele bir de çoluk çocuğunuz varsa… Çocuklar orada okula başlamıştır, oranın kültürünü benimsemiştir. Ülkeye tatile gelmek hoştur da oraları bırakıp dönmek istemezler. Dönerlerse bu sefer aynı sığınmacı ebeveynleri gibi onlar da birer sığınmacı benzeri bir şey olacaklardır. Yani kısacası zordur sığınmacılık. Çok zor.

Anlıyorum. Bir ağacı, zorla, köküyle söküp başka bir yere dikmeye çalışmamak en iyisi galiba.

Evet, zorlamak kırıcıdır. Yoksa ne güzeldir insanın kendi isteğiyle bambaşka yerlere yolculuğa çıkması.

– Teşekkür ederim Gün.

Ben de teşekkür ederim Ceren.


Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

7 Comments

  1. Aynadaki yüze bakıp kendini kendine ötekileştirmek gibi otobiyografi…
    Bir yerlerden düğmeye basılmış gibi abdullah öcalandan zizek e avrupa kültürünün alaşağı edilmesi ve alternatif olarak doğunun sunulması moda- bu kitap satar.

  2. sıgınmacıları okudugum için çok mutluyum be abi iyi ki varsın

  3. avrupadakiler uçurumun kenarındaysa da hiç değilse bunun farkına varma gayretleri de var.
    ya burdaki faşist zihniyetliler?
    birine değineyim de
    amedliyem, wanlıyam,
    Yalova il olalı
    manlıyı kullanıyam…

  4. OTANTİK DERSİMLİ VE MODERN BİREY
    Bu makalede Avrupa’da yaşayan özgür bir birey olarak neden otantik Dersim toplumuna büyük bir özlem duyduğumu anlatmaya çalışacağım. Bu özlemim yalnızca çok değer verdiğim Dersim etnik kimliğinin etnik bir kimlik olarak yaşatılması isteğine dayanmıyor. Bunun ötesinde, dervişlerin ve keşişlerin toplumu olan otantik Dersim’i özellikle yaşam felsefesi ve insan ilişkileri bakımından modern topluma bir alternatif olarak görüyorum.
    Modern toplumun yarattığı maddi refahın çok yüksek düzeyde olması aynı oranda insanların mutlu olmasını sağlamadı. Materyalizm insan ruhunun derinliğini ve eğitimini bir tema olmaktan çıkardı. İnsan, insanca tüketen veya yaşayan bir yaratık olmaktan çıkarak kontrolsüz ve tatminsiz bir tüketim makinasına dönüştü. İnsan yedikçe acıkan bir mahlukat veya evini yiyen bir haşere oldu. İnsanoğlunun bu şuursuz tüketiciliği insan ile doğa arasındaki ilişkileri bozmakla kalmadı, aynı zamanda insanların birbiriyle olan ilişkilerini de ağır bir biçimde tahrip etti.
    Mutluluğun ölçüsü modern sanayi toplumlarında kalitatif değil kantitatiftir. Her şey sayısıyla ölçülüyor. Her şey sayısı veya hacmi kadar değerlidir. Her şeyin sayı ile ölçülmesi toplumu hasta yaptı. Modern toplum bana göre bütün kurumlarınca inkar edilen veya gizlenen bir çeşit “obesity” (aşırı bir biçimde yeme hastalığı) yahut “Obsessive-Compulsive Disorder” (OCD ) olarak görülebilecek olan ruhsal bir hastalıktan muzdariptir. Kısacası insan doğanın ve insanın kurdu haline geldi. Ancak en çok refah sahibi olan ve en çok insan yiyen insan en mutlu insan değildir.
    Otantik Dersim toplumunun insanları ise dengeli, huzurlu, sadık, güvenilir, stabil, kendisiyle ve çevresiyle barışık, sevecen, doğaya ve insana saygılıydılar. Dolayısıyla otantik Dersimli ile modern birey arasında yapılacak bir kıyaslamanın bu çerçevede çok öğretici olabileceğine inanıyorum.
    İnsanı soyut bir kavram olarak tartışmak yerine onu sürekli olarak belirli sosyal koşullar içine yerleştirerek incelemek daha doğrudur. İnsanı soyut yahut tarihüstü bir yaratık olarak incelemek yararsızdır. Soyut bir insan kavramı aracılığıyla somut insana ulaşmak yerine, hayatını idame etmeye çalışan insanı günlük koşulları içinde inceleyerek insan hakkında bir karara varmak gerekiyor. Gerçekten de somut sosyal koşullardan koparılmış insanın iyiliği veya kötülüğü üzerine yapılan tartışmalardan bugüne kadar pratik açıdan pek bir yarar sağlanmadı. Ancak tarihsel materyalizmin kusuru insanı üretim ve tüketim modellerinin yaratıcısı değil, adeta kölesi yapmaktır. Tarihsel materyalizmin iddiasının aksine ahlak her zaman egemen üretim sisteminin bir ürünü değildir. Toplumun ahlak anlayışı hayatın maddi idamesinde belirleyici faktör de olabilir.
    İnsan yaşamının amacının “mutluluk aramak” olduğunu söyleyen çok sayıda düşünür vardır. Bence insan yaşamının amacının ne olduğu sorusuna tatmin edici bir cevap vermek olanaksızdır. İnsanların yaşamdaki temel amaçlarının mutluluk olup olmadığını bilmiyorum, ancak insanların mutluluğu her zaman mutsuzluğa tercih ettikleri gözlemlenen bir olgudur. Irkları ve kültürleri ne olursa olsun bütün insanlar mutluluğu ve acı çekmemeyi mutsuzluğa ve acı çekmeye tercih ediyorlar.
    Modern Batı toplumlarında mutluluk, sana mutluluk vereceğini düşündüğün her şeyden azami derecede yararlanmaktır. Pazar ekonomisinin insanları öncelikle para için yaşayan insanlardır. Paranın en önemli hedef haline gelmesi sayısız implikasyonları birlikte doğuruyor. Eğer mutluluk kantitatif bir kavram ise o zaman aşağıdaki mutluluk kaynaklarından ideal yararlanma biçimini şöyle ifade edebiliriz:
    o Para: Çok miktarda para sahibi olmak gerekir.o Tatil: Çok sayıda tatil beldesini çok kere ziyaret etmek gerekir.o Kıyafet: Çok çeşitli ve sayıda kıyafete sahip olmak gerekir.o Yiyecek: Çok miktarda yemek gerekir.o Sevgi: Çok sayıda kişi tarafından çok sevilmek gerekir.o Sevgi sözleri: Çok sayıda kişiden çok sık biçimde duymak gerekir.o Saygı: Çok sayıda kişiden çok sık biçimde duymak gerekir.o Arzulanır olmak: Çok sayıda kişi tarafından çok hararetli bir biçimde arzulanıyor olmak gerekir.o Seks: Çok sayıda kişi ile çok sık biçimde yapmak gerekir.
    Bütün insanların yukarıdaki profile uyduklarını ileri sürmüyorum. Ancak dominant patronun bu olduğunu söyleyebilirim. Nitekim bir Harvard psikiyatrı olan Howard Cutler ile Budist lider Dalai Lama Batı toplumlarındaki insanların açgözlü ve hırslı oluşlarının onları nasıl mutsuz ettiği konusunda tamamen hemfikirdirler. Diğer bir deyişle, modern sanayi toplumlarındaki kantitatif mutluluk paradigmasının insan ruhunda yarattığı tahribat modern psikiyatrinin ve asırlık Budizmin ortak saptamasıdır (Bkz, Cutler, Howard The Art of Happiness: A handbook for living).
    Mutsuz olan yalnızca insanlar değil aynı zamanda yerküredir. Hava kirliliği, su kaynaklarının kirlenmesi ve toprağın zehirlenmesi insanoğlunun yaşamının fiziksel koşullarını tehdit ediyor. Bu gerçek çoktandır biliniyor olmasına rağmen üreticiler, hükümetler ve tüketiciler tutumlarını değiştirmiyorlar.
    Çılgın tüketim toplumları yerküreyi yerken dünya nüfusunun önemli bir kısmı açlıktan ve susuzluktan ölüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından hazırlanan 2006 Küresel İnsani Gelişme Raporu’na göre bir milyar yüz milyon insan temiz içme suyundan yoksundur. Her yıl yaklaşık olarak 2 milyon çocuk evinde temiz su ve tuvalet olmadığı için ölüyor. Kirli su en büyük katildir.
    Demek ki kantitatif mutluluk paradigmasının dünyaya egemen olması herkesi tüketici yapmaya yetmedi. Gecekondu okyanusları arasında korumalı, duvarlarla çevrili ve köpekli villalar yükseldi yalnızca. Lağım okyanusları içinde seyrek cennet bahçecikleri kuruldu.
    Otantik Dersim ise bir çiçek bahçesiydi. Dersim’de açgözlülük ve gösteriş her zaman ayıplandı. Ağaca, taşa, mağaraya, dereye, çeşmeye, toprağa, geyiğe, ayıya, kurda, kuşa ve en önemlisi de insana saygı vardı. Komşuya kayıtsız kalmak ise ağır bir suçtu. Dersimli karnını doyurunca bile kendini etrafa mutluluk saçmak mecburiyeti altında hissediyordu. İnsanın insanla ilgilenmesi için çok zaman vardı. Ama bu bolluk içinde edilen bir çift güzel sözün bile değeri bir ömür boyu sürüyordu.
    En uzun ömürlü olan Dersimlinin toplam tüketim hacmi belki modern bireyin birkaç yıllık tüketim hacminin çok gerisinde kalır. Dersimli kadınların bir entariyi ortalama olarak kaç yıl giydiklerine dair istatistiki bir bilgi yoktur. Aynı şey erkeklerin giydikleri ceketler için de geçerlidir. Ancak Dersimlilerin mutlu, dengeli, huzurlu, sadık, güvenilir, stabil, kendisiyle ve çevresiyle barışık, sevecen, doğaya ve insana saygılı olduklarını gözlerimle gördüm. Onun için onlara acımıyorum, aksine imreniyorum. Dersim içinde iyi insanların dolaştığı güzel bir çiçek bahçesiydi…
    Mehmet Yıldız
    http://mamikiye.blogspot.com/2006/12/otantik-dersimli-ve-modern-birey.html

  5. Yaşayan Filozoflar Batı’nin Batışını İlan Ediyorlar

    Alaine Touraıne. Asırlık çınar olarak takdim ediliyor. 85 yaşında. Tecrübeli bir sosyolog. Şu anki görevi; “Sosyal Bilimler Yüksek Eğitim Okulu araştırma direktörlüğü. Hocaların hocası olarak tanınıyor.

    Newsweek Türkiye Dergisi’nden Kürşat Oğuz kendisiyle bir röportaj yapmış. 7 Kasım 2010 tarihli dergide yayınlanmış röportaj’dan anekdotlar yaparak mevzuya temas edelim.

    Kısa soruya, net cevabla başlamış röportaj:

    ―Avrupa’da durum nasıl?

    ―Krizden bir çıkış göremiyorum. Dünyanın diğer bütün bölgeleri büyüme içindeyken Batı’da büyük durgunluk var.

    Touraıne kıvırmadan net cevablamış; ÇIKIŞ GÖREMİYORUM… Bu durum karşısında, hâlâ batı taklitçiliği noktasında duran ve kuyruğu etrafında dönen kedi misali bir arpa boyu yol alamayanlara ne demeli?

    Batı’nın ahlâksızlığı babında şöyle diyor Touraıne;

    “Pornografi müthiş bir gelişim içinde. Bugün Batı dünyasında gençlerin büyük çoğunluğunun cinsel eğilimlerini esas itibarıyla porno filimlerden aldıklarını düşünebilirsiniz. Evli çiftlerin ekmek alır gibi porno film aldıklarını görebiliyorsunuz ve evde de genellikle çocuklarla birlikte izliyorlar.”

    Evet…

    Batı’nın durumu bu. Akılları bellerine düşmüş, ruhî olgunluktan yana hiçbir nasibleri kalmamış bu toplumların, hayat hakları da kalmamış demektir.

    Kürşad Oğuz Touraıne’in; Batı’da büyük durgunluk var, sözü üzerine soruyor:

    ―Neden müdahale edilemedi?

    Cevab şöyle: “Her şey neredeyse tam bir siyasi boşluğun hüküm sürdüğü bir ortamda gerçekleşti. Sorunlara ilişkin bir tartışma, bir karşı proje bile yok. İşçilerden bile tepki yok. Çünkü insanlar tepki vermelerine olanak sağlayacak araçlara sahib değil.”

    SİYASİ BOŞLUK… Bu boşluğa sebebiyet veren şey, batı’nın HAZCI dünya görüşüne göre şekillenmiş olmasıdır. Hazcılığın ilerlemiş safhasında zuhur eden tek şey zulümdür, batı da bu zulmü insanlığa yaşatmıştır… Sonucu da bugünkü çöküşü yaşıyor olmalarıdır.

    Devam ediyor:

    “Sosyolojik açıdan, ekonomik küreselleşme sonucu ekonomi etki edilebilir olmaktan çıktı. Ekonomi artık bütün devletlerin, hatta ABD gibi en güçlülerin bile üzerinde bir dünya. Ekonominin toplumdan ayrıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Ama politika toplumla yürür. Tarih boyunca “iyi”nin ve “kötü”nün bir tanımı; toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çalışması gibi- vardı. Bu ortadan kalktı.”

    İnanacak bir şeyi kalmadı batı’nın diyor. Boşlukta mekân işgal etmekten başka bir misyonu yok diyor. İdealsiz toplumların yaşama şansları bitmiştir demek istiyor… Tabiî olarak bu sonuç doğdu batı’nın idealsizliğinden, bu sebeple hiçbir şeyi gizleyebilecek durumda değiller. Filozofları da bu çaresizliği gizlemiyorlar, gizleyemezler.

    Soru:

    ―Yani inanılacak bir şeyler vardı…

    Cevab:

    ―Evet. Sadece din değil tabii millet-din çoğu zaman birlikteydi.

    Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı.

    Touraıne batı’nın mutlak değer yargılarının yıkıldığını, bu sebeble bu krizden çıkışın görünmediğini söylüyor ki, bunun aksini düşünmek mümkün değil. Propagandanın gücüyle belki intıkaları biraz uzatabilirler, ama gerçek o ki, batı için yolun sonu göründü, tabelada ÇIKMAZ SOKAK yazıyor.

    APTAL BATILI

    Touraıne böyle tarif ediyor batılıları. Hocaların hocası aynen şu ifadeleri kullanmış: “AVRUPA’NIN BİR İRADESİ OLMASINI İSTİYORUZ AMA YOK. AVRUPALILAR AVRUPALI OLMAKTAN BIKMIŞ DURUMDA. APTAL YÖNETİCİLER İSTİYORLAR.”

    Bu kadar olur. Avrupa insanı o kadar aptallaşmış ki, yöneticilerinin de aptal olmasını istiyorlar. Evet, bunu söyleyen batılı bir filozof, hocaların hocası kabul edilen bir entelektüel. Bunun üzerine söz söyleyecek var mı?

    Hoş söylense de ne ifade eder, adama insanını, memleketini, sistemini anlatacak halimiz yok ya.

    ZAMANIN SONU. Herkes her şeye hazır olmalı. Bir dünya yıkılıyor. Zarûrî olarak yeni bir dünya kurulacak. Gidenin kim olduğu belli, gelenin de kim olduğu ayak seslerinden belli.

    http://www.furkandergisi.com/index.php/ar/yeni-furkan-yorum/1167-yasayan-filozoflar-batinin-batisini-ilan-ediyorlar

  6. Postmodernizm ve Cinsiyet / Cinsellik Merkezli Kimlik Kaosu
    Bünyamin Sevim

    Geçtiğimiz günlerde Danimarka’da 59.su düzenlenen Eurovision şarkı yarışmasında birinci(1) olarak ‘başarısından’ ziyade ilginç görüntüsüyle tüm dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi başaran şarkıcının ‘görüntüsü’(2) ile ilgili tartışmalar kısa sürdü. Özellikle Türkiye’nin yarışmaya katılmaması ve ülke gündeminin de hararetli olması nedeniyle magazinsel boyut dışında bu konuyu insanın tabiicinsel kimliğiyle ilgili yaşanan kriz bağlamında ele alacak derinlikli bir tartışmanın gerçekleşmediği gözlendi. Bu olayı dikkat çekici kılan ise tekil bir olgu olmaması kadar, insan doğasında açılan gediğin normalleştirilmesine katkısıdır aynı zamanda.

    Modernizmin insan nesli üzerinde şekil ve içerik boyutuyla oluşturduğu toplumsal ve ahlaki tahribatın boyutu ve sonuçlarının anlaşılmaya çalışıldığı hatta henüz karşı cevap üretilemediği bir dönemde postmodern dalganın taarruzu ve etkilerine maruz kalındı. Bu durum, modern problemlerin neden olduğu değer krizinin üstesinden gelinmeden daha büyük problemlerle karşılaşan toplumun, bu kaotik kimlik ve yaşam tarzı dönüşümünü normal görmeye başlamasını kolaylaştırmaktadır. Cinsellikte ve cinsiyetteki garip kimliksel yönelimler tam da belirsizliği ve göreceliliği merkeze alan postmodern çağın tabiatıyla uyum arz edecek şekilde “görece doğrular” olarak sunulup, normal görülmesi gerektiğine toplum inandırılmaktadır.

    Çağdaş batı toplumlarının tüketim merkezli yaşam tarzı, insan neslini tabiatıyla kavgalı, “olağandışı” cinsiyet ve cinsel kimliklere yönelen kaotik bir ruh haline sürüklemektedir. Yaratıcı irade ile insanoğlunun irtibatını koparan ve bunun neticesinde de “tüketim köleliğini”, Allah’a kulluğunyerine koyan cari sistem insanı amaçsızlığın kucağına mahkûm etmiştir. İnsan nesli fiziki-manevi birçok konuda ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalmakta. Gelişen tıp endüstrisi, “survey=sağkalım” süresini uzatırken geliştirdiği birçok teknikle de neslin ifsadına kapı aralamakta. Cinsel-cinsiyet kimliğinde yaşanan kaotik değişim taleplerine de kendini zemin kılan “tıp endüstrisi” geleneğindeki “hikmeti” yitireli çok oldu. Tıp bilimi insan neslini daha uzun ömürlü kılmaya ve “özgür tercihlerini/hayallerini” gerçekleştirmiş bireyleri mutlu kılmaya adayan bir endüstriye dönüştü. Cinsiyet dönüşüm ameliyatları, klonlama, nereye varacağı düşünülmeden girişilen icatlar ile tıp bilimleri çağdaş kaos haline tam olarak su taşıma görevi görmektedir. Bu endüstri küresel kapitalizme de eklemlenerek kapitalizme yeni ve doyumsuz bir alan açmaktadır. Bireylerin mutluluğu için geliştirdiği tekniklerin sonuçlarıyla ahlak sınırlarını ortadan kaldıran tıp endüstrisi 2000 yılında insan genotip haritasını tam olarak keşfettikten sonra ahlaki alanı iyice tahrip edecek gelişmelere kapı araladı.

    Artık ahlaktan söz etmenin “muhafazakar olmakla” itham edildiği, postmodern zamanda bireyin tercihini mutlaklaştıran ve bu konuyu “demokrasi miti” ile özgürlükler kapsamında değerlendirerek her türlü olağandışılığı, sapmayı, bozgunu normalleştiren bir süreçten geçmekteyiz. Söz konusu ettiğimiz “kadın görünümlü sakallı” şarkıcının hali insanlığın içine düştüğü kimliksel krizi iyi resmetmektedir. Diğer yarışmacılardan bir kısmının şarkıcının bu haline dair eleştirel ifadeler kullanmaları o kadar tepki topladı ki sözlerinin yanlış anlaşıldığını ifade edip, özür dilemek durumunda kaldılar. Postmodern kimliklerin ve yönelimlerin tabu kılındığı, en ufak eleştirilerin dahi homofobik olmakla ilişkilendirildiği böylesi bir atmosferde bu tür nesli bozguna uğratan yönelimlerin anormal sapmalar olduğunu ithamlara bakmadan ve bıkmadan ifade etmek gerekmektedir.

    Siyonizmi küresel anlamda muhafaza eden taşeron medya ve iktidarlarda gördüğümüz korumacı ve itham edici refleksler ile bireyin hedonist yönelim ve davranışlarını koruyan bu mantık akraba bir mantıktır. Bu hedonist yönelimlerin bir “kültür” olmasını kolaylaştırarak normalleştiren ve küresel boyutta pazarlayan kitle iletişim araçlarının etkisi göz ardı edilemez. Siyonizmin hukuk dışı politikalarına yöneltilen en küçük ve makul eleştirinin dahi Antisemitik olmakla (Yahudi-karşıtlığıyla) itham edilerek eleştirilerin önünün kesilmesini sağlayan zihniyet neyse bu tür “özgür yönelimleri” koruyan refleks de aynı mantıkla işleyerek en makul eleştiriyi dahi homofobik olmakla itham ederek eleştirilerin önünü kesmektedir. Bu mantığın en görünür ve baskın olduğu alan ise medya/kitle iletişim araçları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle medya, azınlık bir grubun elinde olmasına rağmen çoğunluğun bakışını yansıtıyormuş gibi bir rahatlıkla yaptığı yayınlarla, bu tür tabii olmayan tercihleri olağanlaştırmakta önemli rol oynamaktadır.

    Dipnotlar:

    1- Conchita Wurst: Asıl adı Thomas Neuwirth olan travesti görünümlü, Avusturya adına katıldığı Eurovision (2014) şarkı yarışmasında birinci olan şarkıcı.

    2-Travesti, genellikle cinsel haz aldığı iddiası ve amacıyla karşı cinsin kıyafetlerini giymek şeklinde tanımlanır. Transseksüellik ise belirli bir cinsin fiziksel karakteristikleri ile doğduğu halde duygusal ve psikolojik anlamda kendisini diğer cinse ait hissettiği iddia edilen kimse için kullanılır. Travestiler genellikle sadece kıyafet (crossdressing) ile değişimi bazen de ilave olarak hormonal tedaviyi yeterli bulurken transseksüellik ise cinsiyet değişiminin son halini ifade eder. Yani kıyafet, hormonal tedavi ve cinsiyet dönüştürücü ameliyatlarlacinsiyetin tam dönüştürülmeye çalışıldığı hali ifade eder. Transseksüelliğe bilinen en iyi örnek şarkıcı Bülent Ersoy’dur.

    İnsan tabiatına yabancılaşarak gelişen bu cinsel yönelimleri, anlaşılması açısından “cinsel dönüşüm” spektrumunda tanımlayacak olursak travestilik öz-cinsiyetten ilk uzaklaşmayı, transeksüellik ise spektrumda öz-cinsiyetten en uzak uçta olmayı ifade etmektedir. (Özcinsiyet ->Travestilik -> Transseksüellik)

    http://www.islahhaber.com/author_article_detail.php?id=3956

Comments are closed.