Arada kalmışlık genelde olumsuz bir durum gibi algılanır. Hiçbir yere ait olamamayı, derinlemesine ilişkilere girememeyi, kök salamamayı, buz üstünde bir yürüyüşü çağrıştırır. Ama arada kalmışlık hali, insanın kendini tanıması, çözümlemesi, yeniden tanımlaması ve üretmesi için de önemli bir fırsattır. Çünkü bazen yalnızlıktan ve ıssızlıktan daha iyi bir ayna yoktur, her ne kadar kırık bir ayna olsa da. Bunun için kişinin içinde olduğu ve evi bellediği yerlerden uzaklaşması gerekir, koşulların zorlamasıyla gerçekleşse de.
Öte yandan, arada kalan ve hiçbir yerde olmayan aslında bilincinde her iki yerde de bulunmaktadır. Bu yüzden daha geniş bir bakış açısına sahiptir. Eğer algıların önü inançlarla, alışkanlıklarla ya da benzeri duygularla tıkanmamışsa gelişmemek mümkün değildir. Her iki dili de bilen bir çevirmen gibidir arada kalan. Çoğunlukla simetrik bir duruşu olmasa da yaşadıklarıyla etkileşim içinde oldukça, dünyanın yuvarlaklığını daha somut biçimde kavramak olasıdır.
Siyaset ve edebiyat dünyamızın özgün isimlerinden Gün Zileli’nin uzun otobiyografisinin son ve beşinci kitabı ‘’ Sığınmacılar ‘’, gurbet yaşamının yürek burkan yanlarına rağmen arada kalmışlığın insanda önemli dönüşümlere de neden olabileceğini gösterdi bana. Evet, ülkende altüst oluşlar yaşanırken, sen oyundan çıkarılmış bir çocuk üzüntüsüyle kenarda beklesen dahi. Bir solukta okuduğum bu son cilt, Zileli’nin 1990 yılında gitmek zorunda kaldığı Londra’ da geçen on yılını konu ediniyor. Kendi hikâyesine başka sığınmacıların hikâyesini de ekleyerek göçmenlik gerçeğine, yaşanan mekân ve zamana ilişkin çarpıcı saptamalara tanık oluyoruz.
LONDRA’ DA BİR RONİN
Kendisi ve hayat üzerine ezberleri tekrarlamadan, sahiden düşünen birinin elinden çıkmış bu kitapta en çok etkilendiğim husus yapmacıksız samimiyeti oldu. Adeta kendisiyle konuşurcasına alabildiğine şeffaf bir yaklaşımla kurulmuş dili ve su gibi duru, su gibi akan anlatım tarzı anında teslim alıyor insanı. Okuyucusunu bir tanıktan çok adil bir yargıç yerine korken anlatmaktan ziyade anlamak için yazılmış bir metin izlenimi veriyor. Serinin diğer halkalarında olduğu gibi yine ironik ve eleştirel. Aslında eleştiriden çok tanımlamalar da diyebiliriz buna. Ama öyle karalayıcı veya intikamcı bir üslubu yok. Aksine okurunu düşüncelice gülümseten bir humora sahip. En çok da kendine karşı. Yani eleştiriyi öyle hemen kendi bedeninin dışından başlatanlara hiç benzemiyor. Yüzeysel ve beylik olandan uzak, tüm insani yanlarıyla kendisiyle barışık olduğu kadar da kavgalı biri var karşımızda. Geçmişlerini kutsaliyet derecesinde yücelterek peygamberleşmeye çalışan, üstenci tavırlarla liderlik taslayan, egosu şişkin şahsiyetlerle hiç alakası yok. Anlatıcımızın başkalarının günahlarıyla aziz olmaya çalışmadığı da çok açık. O, Japon samuray kültüründeki efendisini terk etmiş, bağımsız savaşçı nitelindeki bir ronine benziyor daha çok.
Bu durum, geçmişinde aydınlık hareketinin kurucularından ve önderlerinden olan biri olduğu için daha fazla önem arz ediyor. Ancak Zileli, kendisinden başlayarak geçmişin muhasebesini bir vicdan meselesi haline getiriyor. Bu yanıyla Ortodoks soldan epey farklı. Önce düşünmeyi, sonra kalıplarla düşünmeyi, en sonunda da kalıpları kırmayı başarıyor. Bu yüzden sürüden ayrılmayı bedelleriyle birlikte göze alabiliyor. Sığınmacı olarak gittiği Londra’da ilk günden itibaren kendi olanakları dışında sığınağı da yok belki de bu nedenle. Ama hiç pes etmeyen, alabildiğine çocuksu ve arayış dolu bir yüreğe, müthiş coşkulu ve müthiş aksiyoner bir duruşa sahip. Zaman zaman kırılmalar yaşasa da. Bir yandan da hayat mücadelesi vermek zorunda kalıyor. Temizlikçilik, bakıcılık, ırgatlık, gazete dağıtımcılığı yapıyor. Ama öte yandan da kitap yazıyor. Bu yanıyla kitabın omurgalarından biri de yaşamın ta kendisi. Bunun içinde aşk da var, yabancı bir ülkede kurulan dostluklar da ve anlatı boyunca bize eşlik eden sadık bir dost: Şermin. Ayrıca adı bilinen kimileriyle karşılaşmalar.
BAKUNİN HAKLIYDI
Zileli, kişisel deneyimlerinden yola çıkarak, çarpıcı yanlarıyla sığınmacıların resmini çizerken biyografi boyunca asıl olarak sol ideolojinin tarihinden bugüne kritiğini yapıyor. Adım adım bir dönüşümün serüvenini takip ediyoruz. Sanki her bölüm bir evrenin fotoğrafı gibi. Sol ideolojinin hayatla, hayatın sol ideolojisiyle kıyaslaması yapılıyor. Ama bu, ağır ve teorik bir dille bir çırpıda yazılmış, soyut bir manifesto değil de; hazmedilerek, gündelik yaşamın içine serpiştirilmiş saptamalarla, damla damla bir imbikten süzülerek gerçekleşiyor. Her şey, bir gün yol arkadaşı Emine’ ye ( Özkaya) ‘’ Aslında Bakunin haklıydı ‘’ demesiyle başlar gibi görünse de, bu söz sadece kovayı taşıran son damladır. Zileli Londra’ya geldiğinde halen Marksist- Leninist olsa da kendisini dönüştürecek tecrübeye sahiptir. Kanımca, Marksist- Leninist kalmak için örgütünü terk etmişti. Sonunda da devrimci kalabilmek için onu da terk etti. Oysa o, Nietzsche‘ nin de belirttiği gibi, insanların tek melodilik laternalara benzediğini gördüğünden beri bir anarşistti. Sadece adını koymamıştı. İnsanlar değişmez, daha çok kendine benzer, sözünü doğrularcasına. Yoksa insanın ufkunu onu özgürleştiren, kendine ve gördüklerine güvenini sağlayan anarşist bakışın gücü olmasaydı. Beş halkadan oluşan bu kapsamlı muhasebatı okuma şansımız olmazdı. Çünkü hesabı temiz olmayanlar, muhasebeden veba gibi korkmaya devam edecekti. Bazen yeniden doğmak için içinde bulunduğumuz dünyayı son tuğlasına kadar hakkıyla yıkmak gerekiyor oysa. Yazısız bir kuraldır bu ve gerçekten en önemli kurallar, her daim yazılı olmayanlardır. Sonuç olarak, Zileli’ nin geldiği son nokta, hem Türkiye hem de dünya solu açısından ders çıkarılması gereken bir kıssadır. Ne yazık ki memleketimizde artık tehlike olmaktan epeyce uzaklaşmış bu ütopyanın kaç hisse sahibi olduğu malumumuz olsa da! Yine de Lefebvre’nin dediği gibi ‘’Aşina olunan her zaman bilinen değildir’’
Ayrıca Zileli, endüstri devriminin başkenti Londra’ da gündelik hayat üzerinden kapitalizmi ve insanın yeniden yeniden üretimini liflerine kadar çözerek görünür kılıyor, yeraltında yaşayanlarla birlikte sistemin negatiflerini sunuyor bize. Onunla birlikte, bireysel gerçekliğin toplumsal gerçeklikle harmanladığı bir atmosferde, tıpkı ölmüş sevgilisini arayan orpheo gibi, adı bu sefer Londra olan o büyük hadesin arka sokaklarında, kendi içimizde, yani insanın içinde dolaşır gibi dolaşıyoruz. Ve anlıyoruz ki çevremizi kuşatan ıssızlığa anlam katabilecek tek kişi yine kendimiziz. Son bir not daha eklemeliyim ki. Sığınmacılar bir anı kitabı olmasına karşı yaşanmışlıklar öyle doğal ve akıcılıkla birbirine bağlanıyor ki, okurda bilinç akımı tekniğiyle yazılmış bir roman izlenimi bırakıyor. Üstelik politik yoğunluğuna rağmen esprili bir dili olması da cabası.
YALÇIN HAFÇI