Galiyev, Roy, Fanon…
Kolonyalizm meselesine layıkınca ilk dikkat çekenin Lenin olduğu söylenir. Doğrudur da. Ne var ki, ilk dikkat çeken olmak, bu konuda en doğru tezleri geliştirmiş olmakla özdeş değil. Lenin de sömürge halkların mücadelesini, dünya işçi sınıfının yedek gücü olarak görüyordu, sonuç olarak. Daha da önemlisi, özellikle sosyalizm bir devlet olarak (Sovyetler Birliği) vücut bulduktan sonra, Lenin, sömürge halkların mücadelesini, Sovyet devletinin çıkarları açısından değerlendirmeye, örneğin Afgan emirini ve Mustafa Kemal’i müttefikleri olarak görmeye başladı.
Lenin’in bakış açısı, kendileri de bizatihi sömürge halkların mensubu olan iki devrimci tarafından eleştiriye uğradı: Rusya Tatarlarından Sultan Galiyev ve Bengal kökenli Hintli M. N. Roy.
Her ikisi de, sömürge halkların mücadelesinin “yedek güç” olarak görülmesine karşı çıktılar. Her ikisi de ezilen sömürge halkların kapitalist-emperyalist dünya egemenliğinin yıkılmasında tayin edici bir öneme sahip olduğunu ileri sürdü. Her ikisi de sömürge halkların dünya devriminin yedek değil, temel gücü olduğunu belirtti. Ek olarak M. N. Roy, sömürgelerdeki “milli burjuvazi”nin tamamen reaksiyoner ve emperyalist işbirlikçisi olduğunu belirterek, III. Enternasyonal’de, Lenin’in “milli burjuvaziyle ittifak” tezlerine karşı koydu. Özet olarak, “Yerli mütegallibeyle, sultanlarla, ‘milli burjuvazi’yle ittifaka girerseniz sömürge ülkelerdeki ezilen işçi ve köylü kitlelerini kaybedersiniz” dedi açık açık. Lenin, sömürge ülkeden gelen bir devrimcinin görüşlerini elinin tersiyle kenara itecek kadar kör değildi. Roy’un eleştirilerini dikkate alarak tezlerinde düzeltmeler yaptı ve bir orta yol bulmaya çalıştı. Fakat düzeltilen tezlerde de “milli burjuvaziyle ittifak” anlayışının izlerini silmek mümkün olmadı. Daha sonra Stalin, bu tezleri iyice Menşevik bir yöne doğru eğerek, Çin’de ve başka sömürge ülkelerde, Komintern’in bilinen sağcı ve teslimiyetçi çizgisini yürürlüğe koydu.
Franz Fanon, sömürgeciliğe karşı savaşların belli başarılar kazandığı ve bu mücadelelerin “bağımsız ulusal devletler”le sonuçlandığı 1940’lı ve 1950’li yılların ardından tezlerini ortaya attı. Kuşku yok ki, bir Martinikli olan ve Cezayir kurtuluş savaşına fiilen katılan Frantz Fanon da Sultan Galiyev ve M.N. Roy’un soyundan geliyordu ve tezleri temelde onlarla uyum içindeydi. Ancak Fanon’un, öncüllerine göre bir avantajı vardı. Çok erken yaşta (34 yaşında) lösemiden ölse de Sömürgeciliğe karşı savaşın doğurduğu “ulusal devlet”lerin sonuçlarını görecek ve değerlendirecek kadar yaşamıştı. Aslında bu sonuçlar, öncülü olan Roy’un öngörülerini doğruluyordu.
Fanon ve Şiddet
Ne var ki, Frantz Fanon, sömürgeciliğe karşı savaşta yücelttiği şiddetin, örneğin bugün vardığı noktaları görecek ve değerlendirecek kadar yaşamamıştı. Sanırım bunun değerlendirilmesi, bugün yaşayanlara düşüyor.
Frantz Fanon’un son derece önemli olan, “ulusal devlet”lerin kurulmasından sonra ortaya çıkan sonuçlara ilişkin değerlendirmelerine geçmeden önce, kısaca da olsa, şiddet konusundaki görüşlerini değerlendirmekte yarar var.
Önce şunu belirteyim. Jean Paul Sartre’ın, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri (çev: Şen Süer, Versus, 2007) adlı temel eserine yazdığı önsözünde, Fanon’un şiddet konusundaki görüşlerini bir hayli aşırıya götürdüğü bir gerçektir ve bunu birçok düşünür belirtmektedir. Öyle sanıyorum ki, J.P. Sartre’ın bu konuda aşırıya gitmesinin nedeni, bir sömürgeci ülke aydını olmanın kendisinde yarattığı suçluluk duygusudur. Sartre, bir sömürgeci ülke aydını olarak sömürgeci şiddetinden öylesine utanç duymuştur ki, Fanon’un şiddet konusundaki görüşlerini iyice abartarak, sömürgecileri öldürmeyi bir fazilet haline getirmiştir. Şu malum, bir taşla iki kuş vurma hikâyesinden söz ediyorum. Sömürgecilere karşı savaşan anti-sömürgeci, bir sömürgeci öldürdüğü zaman hem bir sömürgeci ölmüş oluyor, hem de sömürgeciyi öldüren kişi özgürleşmiş oluyor. Oysa cinayet işlemek hiç de özgürleştirici bir edim değildir. Çünkü, birincisi, sömürgecilik tek tek sömürgecilerin bedenleriyle bağlı bir şey değildir; ikincisi, ve bence daha önemlisi, sömürgeciyi öldüren kişi özgürleşmez, uzun erimde moral bakımdan çöker, özgür bir bireye değil, zorba bir katile dönüşür, giderek aynı silahı kendi halkına da doğrultur, nitekim bunun böyle olduğu sayısız örnekle kanıtlanmıştır; üçüncüsü, öldürmeye ve ölmeye bu kadar kitlenmiş bir savaşçı, giderek silaha tapmaya başlar ve silaha tapmanın en kötü sonucu, daha büyük bir silahlı güç karşısında boyun eğmektir. Bunun da örnekleri az değildir.
Elbette bununla, sömürgeciliğe karşı mücadelede hiç silah kullanılmamalıdır demek istemiyorum. Silah, bağımsızlık için mücadele eden halklar için önemli ve gerekli bir unsurdur. Çünkü silah, bir cinayet ya da öldürme aracı olduğu kadar, bir savunma aracıdır da. Elbette savunma sırasında da silahla karşı taraftan birileri öldürülebilir ama iki öldürme edimi arasında ahlaki bakımdan oldukça büyük bir fark, hatta zıtlık vardır. Birincisinde öldürme, insanı psikolojik olarak yıpratır (çünkü, örneğin bir suikastla öldürdüğünüz sömürgeci o an derhal bir mazluma dönüşmüştür; ya da bastığınız karakoldaki jandarma eri artık bir sömürge muhafızı değil, mazlum bir köylü çocuğudur); ikincisinde ise, sadece üzerinize gelen bir caniyi öldürmek zorunda kaldığınızdan ve belki de çok sayıda masum insanı ölümden kurtardığınızdan, bu öldürme edimi sizde bir moral çöküntüye yol açmayacağı gibi, halkı cesaretlendirdiği ve özsavunma bilincini geliştirdiği için yerindedir de.
Frantz Fanon’un şiddet konusundaki görüşlerine geçecek olursak… Fanon’da şiddetin hangi anlamda onaylandığı tam olarak net değildir. Netleşmemiz açısından şiddetin türleri ve aşamaları noktasında bazı ayrımlar yapmamız gerekmektir:
1. Sömürge halkının sömürgecilere karşı kitlesel ayaklanmasının doğurduğu şiddet: Bu şiddet tamamen spontanedir ve büyük bir haklılık içerir. Taştan ateşli silaha kadar birçok şiddet unsuru içeren bu şiddet türünün bir halkın ayağa kalkmasında ve sömürgecileri geri çekilmeye zorlamasında son derece önemli bir rol oynadığı inkâr edilemez;
2. Sömürgeciliğe karşı mücadelenin bir gerilla savaşı şeklinde örgütlenmesi: Bu da temelde haklı bir mücadeledir ve şiddet, hatta örgütlü şiddet içerdiği için baştan ve toptan reddedilemez. Hatta bu mücadelenin geçmişte ve günümüzde bazı olumlu örnekleri ve sonuçları da vardır. Örneğin Vietnam’da önce Fransız sömürgecilerine ve Amerikan emperyalistlerine karşı verilen gerilla mücadelesi böyle bir olumlu örnek olarak ele alınabilir. Bu şiddet içeren mücadelede sömürgeci ve emperyalistlerin son derece hunharca davrandıkları bilinmektedir ama gerillaların moral ölçüleri zorlayacak bir hunharlık ya da haksızlık yaptıklarına ilişkin pek bir anlatı söz konusu değildir.
Bir diğer olumlu örnek, gerilla gücünü sadece bölge halkının güvenliği ve özsavunması için kullanan, Meksika’daki Zapatista hareketidir. Zapatista gerillaları, hakim oldukları bölgelerde, hükümet güçleri üzerlerine gelip ateş etmedikçe silahlarını ateşlememekte ve bölgeleri dışındaki hükümet güçlerine de silah sıkmamaktadırlar.
3. Silahlı mücadelenin her türlü moral endişeyi askıya aldığı ve böylece, bir anlamda bir misilleme savaşına dönüştüğü durumlar. İşte şiddetin bu türü son derece tehlikelidir ve düşmana verdiği zararın ötesinde, sömürgeciliğe karşı savaşanlara zarar verir bu tür bir savaş. Birincisi, misilleme savaşı, mazlumu zalim, zalimi de mazluma dönüştürdüğü için, halka moral vermek yerine halkın moralini bozar ve sindirir. İkincisi, halkın, sömürgeci güçlerden olduğu kadar, misillemede bulunan gerillalardan da korkmasına ve içine kapanmasına yol açar. O noktadan sonra halk, gerillaya yardım ediyor gözükse bile bu, esasen korkuya dayanan bir yardımdır. O andan itibaren ayağa kalkan bir halktan değil, korkan bir halktan söz etmek gerekir. Üçüncüsü, bu tür bir şiddet, savaşçıyı da mekanik bir savaş aygıtına dönüştürür. Savaşçı, artık sömürgeciliğe karşı savaşan bilinçli bir varlık değil, merkezi disipline boyun eğen bir ölüm makinesidir. Dördüncüsü, silahlar yalnız sömürgeciyi değil, anti-sömürgeci savaşçıyı da sindiren bir rol oynar. Artık itiraz etmek, emirleri eleştirmek, komutanın emirlerinin yanlışlığını söylemek mümkün değildir. Beşincisi, savaşın amansızlığı, anti-sömürgeci bilinci yükseltmek yerine, savaşçının moralini kırar. Savaşın, karşılıklı bir kan banyosuna dönüştüğü gibi bir görünüm, haklılığın doğurduğu yüksek morale zarar verir. Herhangi bir karakol baskınında öldürülen sömürge askeri, gerillanın moralini yükseltmek yerine onda insani bir acıma duygusuna yol açar (eğer bu tür duygular hâlâ tamamen körelmemişse). Eğer bu tür duygular tamamen yok olmuşsa daha da kötüdür. O zaman gerilla ufkunu ve insani güdülerini tamamen yitirmiş demektir ki, bu en kötüsüdür. O zaman sömürgeciliğin yerine gelecek olanın ne olduğu bile tartışılır bir hal almıştır. Altıncısı, her silahlı güç bir iktidardır ve her iktidar yeni bir zulmün bekçisi olmaya adaydır. Bu durumda artık sömürgeciliğe karşı savaşın hayırlı bir sonuca ulaşıp ulaşmayacağı, gerillanın zaferinin bir “kurtuluş” olup olmadığı bile tartışma konusu yapılmalıdır. Kaldı ki, bu tür silahlı güçlerin yeni kurulan “ulusal devlet”te bu sefer yeni egemenlerin bekçisi rolünü oynadıkları bilinmektedir ki, buna, aşağıda değineceğim gibi, Fanon da dikkat çekmektedir.
İşte Frantz Fanon’da bu ayrımlar yoktur. Belki de bunları tahlil etmeye zamanı olmamıştır. O sadece bir başlangıca işaret etmekle yetinmiştir. Evet ama yaşanan bunca deneyden sonra, Fanon’un şiddet övgüsünü tekrarlamak yerine ayrıntılara girip olumluyla olumsuzu ayırt etmeye çalışmak daha doğru olmaz mı?
Şiddet meselesini burada bağlayıp Fanon’un, sömürge sonrasında kurulan “ulusal devlet”lere ilişkin saptamalarına geçmeden önce kısaca bir noktayı daha berraklaştırmak isterim. Bugün şiddete daha eleştirel yaklaşanlara yöneltilen bir eleştiri var. Şiddeti eleştirenlerin, “nereden gelirse gelsin, şiddetin her türlüsüne karşıyız” dedikleri ileri sürülüyor. Bunu gerçekten böyle söyleyenler olabilir. Ama ben kendi adıma net bir şekilde belirteyim. Ben böyle düşünmüyorum. Yani “şiddet nereden gelirse gelsin, şiddetin her türlüsüne karşıyım” demiyorum. Bir halkın şiddet içerebilecek anti-sömürgeci mücadelesini sırf şiddet içerdiği için reddetmeyi doğru bulmuyorum. En iyi ve somut örneği Zapatistalar olan özsavunmaya yönelik şiddeti reddetmiyorum. Hatta Vietnam örneğinde olduğu gibi, en azından iktidara gelmeden önceki anti-sömürgeci gerilla savaşına olumlu bakıyorum. Ama moral ölçüleri bir kenara atmış kör bir şiddeti ve isterse adı gerilla savaşı olsun, bu tür gerilla savaşlarını, her şeyden önce sömürge halkını sindirdiği, korkuttuğu, içine kapanmasına yol açtığı için doğru bulmuyorum.
Fanon’u Okurken
Bu bölümde, Fanon’un son derece önemli bulduğum, sömürgecilik sonrası yozlaşmayla ilgili fikirlerine yer vereceğim. Buradaki saptamalara büyük ölçüde katılmakla birlikte, Fanon’un kullandığı bazı kavramların bugün eskimiş olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim. Kolaylık olsun diye, alıntılarda geçecek olan bu tür katılmadığım kavramların ve bazen saptamaların altını çizmekle yetineceğim.
Fanon, o zamanki Marksist ana akımın ve Maoist üçüncü dünyacılığın tersine, “milli burjuvazi”ye hiç olumlu bakmamaktadır:
“Ulusal burjuvazi, tarihsel misyonunu keşfetmiştir: aracılık. Görmüş olduğumuz gibi burjuvazinin işi ulusu dönüştürmekle hiç ilgili değildir; bugün yeni-sömürgecilik maskesi ardına gizlenmeye zorlanmış kapitalizm için bir iletim hattı işlevi görmekten ibarettir. Ulusal burjuvazi Batı burjuvazisiyle ilişkilerinde bayilik rolünü hiç aldırmadan ve büyük bir gururla oynar.” (s. 153)
“Gelişmiş ülkelerde burjuva diktatörlüğünün burjuvazinin ekonomik gücünün ürünü olduğunu biliyoruz. Oysa az gelişmiş ülkelerde lider moral gücünü temsil eder; bu gücün arkasında da genç ulusun zayıf ve yoksul burjuvazisi zenginleşmeye karar verir.” (s. 165)
Yeni “ulusal devlet”in yeni sömürgeciliğe bağlanması:
“Genç devletin ekonomik kanalları geri dönüşü olmayan bir şekilde yeni-sömürgeci sisteme doğru kayar. Eskiden korunan ulusal ekonomi bugün tam olarak devlet güdümündedir. Bütçe borç ve hibelerle dengelenir, üç dört ayda bir devlet başkanları ya da hükümet heyetleri sermaye arayışı için eski metropolleri arşınlar.” (s. 166)
Lider ve milli burjuvazi. Bu tanım size birilerini hatırlatacak mı bakalım:
“Bağımsızlıktan önce lider, bir kural olarak, halkın arzularının… cisimleşmiş haliydi. Ama bağımsızlık ilan edilir edilmez…lider gizli amacının maskesini çıkarır: yalnızca durumdan en iyi şekilde yararlanmaya niyetli ulusal burjuvaziden ibaret şirketlerin genel başkanı olmak” (s. 165)
“Azgelişmiş ülkelerde burjuva aşama imkânsızdır. Polise dayalı bir diktatörlük ya da rantiye kastı pekâlâ mümkün olabilir ama bir burjuva toplumu başarısız kalmaya mahkûmdur.” (s. 172)
Ve tek parti sistemi:
“Ekonomik bakımdan güçsüz olan, sınıf tahakkümü ilkesine dayanan, tutarlı toplumsal ilişkiler kuramayan burjuvazi en kolay gibi görünen çözümü seçer: tek parti sistemi… Tek parti, burjuva diktatörlüğünün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.” (s. 164)
“Kitlelerin gerçek ihtiyaçlarına dayalı bir ideolojinin gerçek dolaşımını sağlamak üzere tasarlanmış organik parti, bireysel çıkarlar sendikasına dönüşmüştür.” (s.168)
“…en yüzeysel gözlemciler bile, artık iskelete dönüşmüş partinin tek rolünün halkı hareketsizleştirmek olduğunu görebilir.” (s. 170)
“Kitleler açtır ve artık Afrikalı olan polis de özellikle onlara güven vermez. Kitleler araya mesafe koymaya, sırtlarını dönmeye ve kendilerini dışlayan bu ulusa ilgilerini yitirmeye başlar.” (s.168)
Şu tanım size hangi partiyi hatırlatacak bakalım:
“Burjuvazinin elinde gerçek bir iktidar aracı haline gelmiş olan parti, devlet aygıtını güçlendirir ve halkın elini kolunu bağlayarak hareketsiz hale gelmesine yol açar. Parti devletin halk üzerindeki denetimine yardımcı olur. Giderek bir zor aracı haline gelir ve açıkça anti-demokratiktir… kurumsal düzeyde de parlamenter aşamayı es geçer, Nasyonal-Sosyalist türde bir diktatörlüğü seçer.” (s. 170)
“…partiye kitleleri izleme görevi verilir. Parti, yönetim ve polis gücünü iki katına çıkarır ve ülke yönetimine halkın gerçek katılımını sağlamak amacıyla değil, hükümetin onlardan itaat ve disiplin istediğini sürekli hatırlatmak amacıyla kitleleri denetler.” (s. 179)
“Şekilsiz halk yığını, ya gözünü boyayarak ya da polisiye korkuyla sürekli dizginlenmesi gereken kör bir güç olarak görülür. Parti bir barometre, bir istihbarat servisi haline gelir. Militanlar muhbirlere dönüşür. Köyleri cezalandırma görevi militanlara verilir. Henüz baş vermiş muhalefet partileri coplarla ya da taş yağmuruyla tasfiye edilir.” (s. 180)
Ve ordu-polis rejimi:
“Kural olarak muazzam zenginliğin büyük sefaletle yan yana yaşadığı bu yoksul, azgelişmiş ülkelerde ordu ve polis rejimin temel dayanaklarını oluşturur; yine hatırlanması gereken başka bir kurala göre her ikisi de yabancı uzmanların danışmanlığındadır. Bu polis ve ordunun gücü, ulusun geri kalanının yaşadığı korkunç sefaletle doğru orantılıdır. Ulusal burjuvazi büyük yabancı şirketlere kendini gitgide daha pervasızca satar.” (s. 171)
“Vesayet rejimi” yeni-sömürgeci düzenin ayrılmaz parçası:
“Ne var ki böyle bir sömürü düzeyi ve devlete yönelik böyle bir güvensizlik kaçınılmaz olarak halk kitlesi içinde hoşnutsuzluğa yol açacaktır. Rejim bu koşullarda daha da sertleşir. Bu yüzden ordu sistematik baskının vazgeçilmez aracı haline gelir. Parlamento yerine ordu hakemlik rolünü üstlenir. Ama er ya da geç nüfuzunun farkına varır ve sürekli muhtıra tehdidiyle hükümetin gözünü korkutur.” (s. 172)
Fanon’un modasının geçtiğini düşünenler yanılıyor. Fanon bu tespitleriyle bugün de günceldir.
Gün Zileli
1 Mart 2012
…bu ülkelerde Gün Zileli gibi tipler ortaya çikar, 27 Mayi tipindeki ordu darbelerini “devrim” olarak kabul ederler, CHP gibi partilerle ittifak yapilmasini önerirler….
ramazan beyi konuya kattığı etkili katkısı açıklayıcı yorumu nedeniyle kutluyor ve bütünüyle görüşlerine katılıyorum.egemen ulusun asimile edilmiş ana dili lazca olup zihninde egemen ideolojinin zehirlerinden ve karakollarından kurtulup özgürleşmiş bir bireyi olarak işlenen devrimci-şiddet konusunda kirli savaşın yarattığı kaosta bütün eksiklerine rağmen kürt özgürlük hareketine haksızlık yapmadan konuyu egemen ideolojinin eski yeni efendilerinin hegemonyasından etkilenmeden tartışma gereğini bu sitede defalarca savunmaya çalışıp sitede daha özgürleşmiş yorumlar görebilmek umuduyla yorumlar yapmıştım.nihayet ne tanrı ne efendiden bu günümüze özgürlükçü anarşizmin biriktirdiği evrensel özgürlükçü etik değerlerde Ramazan beyin yorumunu görünce çok sevindim umarım bu seviyede tartışmalarla egemen ideolojinin hegomonyasından etkilenmeyen toplumsal muhalefetin geldiği yeri anlayıp dahada özgürleşip alternatif başarı siyaseti üretmesine katkı verecek seviyede tartışmalara katkı verilir umudundayım
aşağıda alıntıladığım tespitler gercek değil ezberdir. Kürt bölgesinde yaşayan biri olarak şunu net soyleyebilirim ki gerilla misilleme bile olsa vurdukça halkın morali yükselmiştir ve gerilla vurdukça halk, gerilladan korkmaktan ziyade onu insanüstü bir mertebeye çıkarmış ve bu durum gerillaya kutsal bağlılıga neden olmuştur…
*”Birincisi, misilleme savaşı, mazlumu zalim, zalimi de mazluma dönüştürdüğü için, halka moral vermek yerine halkın moralini bozar ve sindirir. İkincisi, halkın, sömürgeci güçlerden olduğu kadar, misillemede bulunan gerillalardan da korkmasına ve içine kapanmasına yol açar. O noktadan sonra halk, gerillaya yardım ediyor gözükse bile bu, esasen korkuya dayanan bir yardımdır. O andan itibaren ayağa kalkan bir halktan değil, korkan bir halktan söz etmek gerekir.”
Sevgili Ramazan,
Bravo doğrusu, bu kadar kısa zamanda benim makale uzunluğunda bir yazıyı yetiştirmişsin. Yazdıklarına madde madde kısaca cevap vermeye çalışacağım:
1. Fanon’u yeni okuyor değilim. 1960’larda okumuştum ki, Versus yayınları bu kitabın 1960’lı yıllarda (şimdi hangi yayınevinin bastığını hatırlayamıyorum) da bir baskısının yapıldığını belirtmeyi ihmal etmiş;
2. Yazının son cümlesinde hiçbir kinaye yok. Gerçekten modasının geçmiş olduğu düşüncesini yanlış bulduğum için öyle yazdım;
3. Lenin’den söz ederken “layıkınca” diye eklemiştim. Yani “layıkınca ilk”. Wilson’un burjuva ulus görüşünü biliyorum elbette;
4. Jean Genet, aynı J.P. Sartre gibi, sömürgeci ülke aydını olmanın kefaletini bu tür aşırı savrulmalarla ödemek istemiş olabilir ama şahsen ben “egemen kıyafetlerden soyunmak” gibi bir ihtiyaç içinde değilim. Çünkü kendimi herhangi bir sömürgeci ya da egemen ulusun mensubu olarak görmediğim gibi üstümde herhangi bir “egemen kıyafet” de yok. Benim için önemli olan, hangi milliyetten olursa olsun ezilen sınıfların birliğidir. “Ben kürdüm” demek bazılarına çok ilginç gelse de benim açımdan “ben Türküm” demekten fazla farklı değildir;
5. “Cinayete çağrı” meselesine gelince, bunu ben söylemiyorum, Fanon’un kitabının 2002 baskısına önsöz yazan Alice Cherki söylüyor. Ben konuyu uzatmamak ve başkalarını tanık göstermek hoşuma gitmediği için yazıya almamıştım. Cherki şöyle diyor: “Sartre’ın yazısı zaman zaman suç işlemeye teşvik vurguları taşımaktadır…. gibi cümleler (senin alıntısını yaptığın cümleleri kastediyor. G.Z.) Fanon’un önermelerinin kapsamını daraltmaktadır, çünkü bunlar şiddeti değil, bireysel gerçek cinayeti doğrular gibidir.” (s. 8) Madem alıntı yaptık, aynı baskının son sözünü yazan Muhammed Harbi’nin şu harika saptamasına da burada yer vereyim bari: “Yeryüzünün Lanetlileri’nden yalnızca tartışılabilir lirik temaları, köylü Mesihçiliğini, kefaret ödetici şiddeti, Üçüncü Dünya’nın jeopolitik bloklar halinde yapay oluşumunu öne çıkarmak ve bizi romantizmin tehlikelerine karşı uyanık olmaya davet eden son derece güncel temaları göz ardı etmek hatalı olur. Radikal bir talep büyük umutlarla değil; yönetenler ve icracılar şeklindeki bölünmeyi teşvik eden her şey karşısında, doğal olarak yetersiz ve tabi olmaya mahkûm olarak tanımlanan kitleler üzerinde iktidar ve bilgi talep eden bürokrasi olarak yerleşmek isteyen her şey karşısında eleştirel düşüncenin titiz uyanıklığında yatmaktadır. Sömürenler ile sömürülenler arasındaki tipolojinin sürekliliği ancak buradadır: sömüren değişir ama sömürülenler aynı kalır.” (s. 314)
6. Şiddetin niteliğinin “tabi olunan devletlerin reaksiyonuna bağlı olduğunu” söylüyor ve bir filozoftan alıntıyla “zorunluluğun tercihinden” söz ediyorsun. Bu bana tipik Marksist tanımı hatırlattı: “Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır.” Oysa özgürlük zorunluluğu tanımadığı ölçüde özgürlüktür. Mücadele biçimleri de zorunlu dayatmaları yendiği ve onun dışına çıktığı ölçüde gerçek kurtuluşu sağlar. Yani pratik olarak söyleyecek olursak, devlet ne kadar şiddetçiyse biz de o kadar şiddetçi oluruz diye bir şey yoktur. Bu, o devletle birlikte şiddetin kör kuyusuna düşmek anlamına gelir. Mücadelenin şiddetinin ölçüsü ezenlerin değil, ezilenlerin iradesine tabi olursa başarılı olur.
7. Hindistan’da İngiliz sömürgecileri, şiddet yoluyla değil, şiddetsiz sivil itaatsizlikle ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Keza Vietnam’da da emperyalistleri yenen, şiddetten çok halkın bilinçli eylemi ve birliği olmuştur. Senin dediğin gibi ele alırsak, en şiddetçi devlete en şiddetçi bir biçimde cevap vermek gibi son derece bilinçsiz ve tabi bir noktaya girileceği kesindir ve bunun sonunun hiç de hayırlı olmayacağı açıktır. Formül, ne kadar şiddet, o kadar şiddet değil, ne kadar şiddet o kadar direniş ve bilinç olmalıdır ki, direniş, iradi olarak denetim altında tutulan ve hatta sınırlandırılan şiddetin yanında birçok şiddetsiz biçimi de kapsar.
8. Haklısın, sömürgeciye karşı direnmek bir haktır ve özünde bir özsavunmadır. Ama bu stratejik olarak böyledir. Bir de her somut durumda özsavunma diye bir şey vardır ki, benim sözünü ettiğim budur. Her durumda özsavunmanın kapsamını stratejik özsavunma anlamında geniştirsen, sokakta gördüğün her devlet görevlisini özsavunma adına katletmek gibi saçma bir noktaya savrulman kaçınılmaz olur.
9. Fanon’un sözünü ettiği AKP gibi partiler değildir, doğrudan doğruya kurtuluş savaşlarına öncülük etmiş partilerden ve onların yozlaşmasından söz etmektedir Fanon.
sevgilerimle.
Anonim arkadaşa şunu söylemek isterim Kürdistan’da yaşayan bir Kürt olarak.
Halk savaştan bıkmış durumda çünkü savaşın hiç bir somut hedefi yok. Sürekli hedef değiştiren harekete karşı halkta belli bir güvensizlik duyuyor doğal olarak. Eskiden halk, düşenleri karşılarken bir tepki göstermiyordu ancak şimdi kayıp sayısı arttığı zaman halktan sert tepkiler geliyor. Bunun nedeni hedefsizliktir. Pkk silahı artık devleti yenmek için değil, devleti masaya oturtmak için kullanıyor. E tabi öyle yaparsa arkasındaki destekte gün geçtikçe erir.
Pkk’nin en önemli açmazı şu anda bir çıkış yapamazsa kitlenin sadece savaş mağdurlarıyla sınırlı kalma tehlikesi. Maalesef var böyle bir durum. Bunu engellemenin yolu da halkın öz örgütlenmesinin inşasından geçer. Ama Pkk aynı tas aynı hamam. Demokratik özerklik dedikleri şeyi taktiksel bir hamle olarak tasarlıyorlar. Umut bağlanmamalı oraya bence.
Zileli’nin tespitlerine gelince. Bence doğrudur. Savaş bir misilleme savaşına dönmüştür. Artık somut birşeylerin oluşması gerekirken bir sonuç yok. Bu da Gün abinin dediği durumları ortaya çıkarıyor. Halk, gerillaya yabacılaşıyor yani. Bu durum birçok coğrafyada yaşanıyor ancak en uç örneklerinden biri Pkk’dir. Pkk’nin bir yanı Amed zindanı direnişiyse, Cizre newrozuysa, bir yanı da iç infazlar, köy baskınları ve siyaset yasakçılığıdır.
Bu noktada sözü eski Pkk’li Dursun Ali Küçük’e bırakalım bence:
“Stalin 2 milyon devrimciyi belki daha fazlasını, partinin bütün ileri gelenlerini tasfiye etti. Benzer yöntemleri Ortadoğu “Kemalistleri”, Esad, Saddam, Humeyni vb kullanıyordu. Reel sosyalizmde Stalin’i benimseyince, yine Ortadoğu despotik, otoriter yöenetimleri ve bunu Kürdistan’daki aşiret kavgaları ile birleştirdiğimizde PKK’nin neden iç şiddet ve “tasfiyecileri tasfiye etmek”ten fazgeçmediğini gayet rahat anlayabiliriz.
PKK, ilk çalışmalar itibariyle kadro ve halk mücadelesi ile daha sonra gerilla mücadelesi, halk serhıldanları ve yasal, kitlesel direniş itibariyle bu halka kazandırdırdıkları bulunmaktadır. Bu halkın Kürdistan için gösterdiği fedakarlık, gerillanın mücadelesi bir kalem darbesi ile yoksayılamaz. Bir hiç yerine koyulamaz.”
Sanırım ekleyecek fazla birşey yok. Ne Amed zindanını unutacağız, ne de Apo’nun katlettiği yiğit devrimcileri ve insanları unutacağız.
zilelinin ‘ne kadar şidet o kadar şiddet yerine ne kadar şiddet o kadar direniş ve bilinç’ olmalıdır cümlesine katılıyorum bu cümleden hareketle başka pratiklere değil bizdeki pratikte kürt özgürlük siyaseti başlangıçtan bu güne geldiği yeri ve inkar ve imhaya karşı başarmasını düşünüp devleti-sistemi-siyaseti-bölgeyi-ülkeyi değiştirip dönüştürecek seviyede etkilediğini düşününce yukardaki cümledeki şiddete şiddetle değil direniş ve bilinçle geldiğini söylememiz gerekmezmi?aksi durumda zilelinin yorumuyla kendini tüketmesi gerekmezmi? tam tersine toplumsal muhalefetin ana dinamiği olup sadece kürtlerin değil hepimizin özgürleşmesi fikrini program seviyesine sıçratması (emek demokrası özgürlük bloğu seçim programı) şidet aşığı şiddetten beslenen siyasi organizasyon bu seviyede bu günün değerlerinde en özgürlükçü demokratik politik program üretmesi mümkünmüdür?
cidi ve etik seviyede yapılan tartışmayı işuva nın egemen ideolojinin efendilerinin dili ve sandalyesinden zehirleyerek devlet-iktidar-sistemin hegemonyasının yelkenine rüzgar olmaktan başka bir işlevi olmayan yorumların iç işleri bakanının söylediklerinin sonuç olarak aynısını söyleyip yorum yaptığını sananlar zilelinin bulunduğu yerinde gerisine düşüp sitedeki tartışma düzeyini kısırlaştırmaktan başka bir işlevi olamaz
özgürlükçü Zileli ile Ramazan arkadaşın arasındaki tartışmanın nedeni Kürdistan yaşanan savaştır. Benim söylediklerimde hep bu bağlamda söylenen şeyler. Arkadaşlar tespitlerini yazıyorlar bende pratikte yaşanları aktarıyorum. Fanon tartışmasını kendi çapımda somutlaştırıyorum. Sen ise hiç bir şey yapmayıp Pkk kuyrukçuluğu yapıyorsun. Şaşırmıyorum gerçi sonuçta Türk solusunuz. Bir yerlere yedeklenmeden siyaset yapamıyorsunuz.
Harika bir yazı… Yazının salt “şiddet sorununu” değil, onunla ilintili olarak “ulusal burjuvazi” sorununu da ele alması gayet güzel olmuş.
Ben sadece bir mevzuda birkaç kelam etmek istiyorum. Şiddet meselesi(”Kürdistan’da zorun rolü”) uzun uzun yazılacak bir mesele. benimki şu türk-kürt farksızlığı üzerine…
sayın Zileli Türk İle Kürt arasında bir fark göremediğini söylüyor kimlik mefhumu bağlamında söylenen şey doğrudur. bende esasında öyle düşünüyorum. kimlikler birer kurgudur fakat bu onların hayat içinde kapladığı alanı örtmez. söz konusu fikir reel hayatta sadece basit bir teorik güzellemeden öteye geçmez. Yozgat’ın Sorgun ilçesinde otostopla durdurduğum minibüse bindikten sonra şöför nereli olduğumu sordu sonra Kürtmüsün? diye devam etti evete karşı yediğim bir ton dayak oldu.yani sayın Zileli sizin- benim için kimlik meselesi bir hiç olsa da Yozgatta çok değerli bir şey.yani anlayacağınız kendine Türk demekle Kürt demek arasında baya bir fark var.
anonim rumuzlu olarak işuva’ya cevaben: benim soyledigim kürt hareketinin geldiği nokta, kazanımları, kaybettikleri, halkın savaştan bıkıp bıkmadığı vs. değildir. Zileli bahsedilen tarzda şiddete başvuran gerilla hareketlerine karşı bir süre sonra halkın korkudan bağlandığını söylüyor…sadece şuna eminim ki Kürtlerdeki PKK bağlılığının korkuyla alakası yok. PKK’den korkan örneğin korucular, kimi esnaflar, araplar vs. PKK karşıtıdırlar zaten. korkup ta baglı olma durumları yok.benim gordugum ve soyledigim PKK’nin Zileli’nin soyledigi şiddetin alasını yapmış bir orgut olmuş olmasına ragmen soyledigi korkuyla baglanma değil sevgiyle baglanma vardır. gidip bölgeyi gezse,halkla konuşsa bu tespitinin kitabi bir ezber olduğunu, her yerde böyle gelişmediğini görecektir…şiddet iyidir,kotudur vs. de demiyorum.sadece halkın pkk’ye baglanma durumuna yonelik gordugumu soyluyorum.
”Bir anlamda, bu yersiz tiyatroda oynanan oyun her zaman aynıdır: Tahakküm uygulayanların ve tahakküm altındakilerin sonsuzca tekrarladıkları oyun. İnsanlar başka insanları tahakküm altına aldığında değer farklılıkları doğar; sınıflar başka sınıfları tahakküm altına aldığında özgürlük fikri doğar; insanlar yaşamak için gerek duydukları şeyi ele geçirdiklerinde, bu şeylere ait olmayan bir süreyi onlara dayattıklarında mantık doğar. Tahakkümün işlediği yer ne kadar yerse, tahakküm ilişkisi de o kadar “ilişki”dir. Ve tam bu nedenledir ki, tarihin her anında bir ritüele saplanır kalır; yükümlülükler ve haklar dayatır; titiz prosedürler oluşturur. İşaretler yerleştirir, şeylerin içine anılar kaydeder, bedenlere kadar kaydeder; kendini borçlardan sorumlu kılar. Asla şiddeti yumuşatmaya değil; tersine, şiddeti tatmin etmeye yönelik olan kurallar evreni. Kendi çelişkileri içinde tükenen genel savaşın, sonunda şiddeti yadsımaya vardığı ve iç barış yasalarına uygun olarak kendi kendini ortadan kaldırmayı kabul ettiği geleneksel şemaya inanmak yanılgı olur. Kural, gözü dönmüşlüğün hesaplı zevkidir, vaat edilmiş kandır. Tahakküm oyunu durmaksızın yeniden başlatmayı sağlar; ustalık tekrarlanan bir şiddeti sahneye koyar. Barış arzusu, uzlaşmadaki yumuşaklık, yasanın zımnen kabulü, bunlar, kuralın doğumuna yol açan büyük ahlâki inanç değişimi veya faydacı hesap değil, sadece kuralın sonucu, daha doğrusu, sapmasından ibarettir; “Suç, vicdan, ödevin; zuhur ettiği odak hukuki yükümlülük alanıdır; ve başlangıç, yeryüzündeki her büyük şey gibi, kanla sulanmıştır.” İnsanlık, savaşlardan geçerek, kuralların ebediyen savaşın yerini alacağı evrensel bir mütekabiliyete doğru ağır ağır ilerliyor değildir; insanlık, bu şiddetlerin her birini bir kurallar sistemine dahil ederek tahakkümden tahakküme gider.” [FOUCAULT]
Ramazan kardeşim, bu meseleleri daha çok tartışacağız elbette. ama şu kadarını söyleyeyim ki, Fanon öldüğünde Cezayir’de bağımsızlık mücadelesi devam etmekteydi. Cezayir’de bağımsızlıktan sonra ne olduğunu görmeye ve tahlil etmeye zamanı olmamıştı. ama biz neler olduğunu biliyoruz. FLN 1962’de iktidara gelir gelmez tek parti diktatörlüğünü ilan etti ve komünist partisi de dahil bütün muhalefet partilerini yasakladı. Türkiye’de olduğu gibi, tek parti diktatörlüğüne dayanan bir elit kesim zenginleşti. Bundan sonra tek parti içinde bölünme ve kavgalar yaşandı. Sonuç olarak, Fanon’un kitabında tahlil ettiği, bağımsızlıktan sonraki yozlaşmaya ilişkin her şey Cezayir’de de yaşandı. Biz bunları değerlendirebilecek durumdayız. sevgiler
Öte yandan, ben kürtlerin mücadelesinin meşruluğunu kabul etmiyor değilim, herhalde bu soruyu bana yöneltiyor olamazsın. Benim bütün söylediğim, şiddetin mücadelenin merkezine konmasının hata olacağıdır. Kolonyalizme karşı mücadelede şiddet kullanılabilir ama burada ölçüyü kaçırmamak gerekir. ölçüyü kaçırdığın zaman, halkın aktifleşmesine değil, pasifleşmesine yol açarsın ve halkın tepesinde boza pişirmeye başlayan silahlı bir gücün zorbalığının yolunu açarsın. Bu noktadan sonra yıldırılan, kolonyalistler değil, sömürge halkı olur. işte en berbat durum budur. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Silahla oyun olmaz.
Amaç haykırış olsun dünyamızdan tüm silahları tüm kışlaları bunca biribirimizi öldürdügümüz YETER Tarih yetrince kan kokuyo zaten. Dünaymızda ki bu virüsleri temizlemek için haykırış en önemli etkendir .Biliyorum bizi acımasızca katlettikçilerii ama ERDEMMLİ ÖLMEK BU DÜNYA İÇİN Bİ ŞEREFTİR.Tüm insanlıgın ortaklaşa kuracagımız dünaymız için bir bütün olmamız lazım Dünya yönünü bize çekmiştir bu yön doganın ve insanlıgın kurtulusudur.TÜM KATİL DEVLETLERE İNAT YAŞASIN AŞK YAŞASIN DÜNYA YAŞAIN ANARŞİ
Bir parça şeytanın avukatlığını yapıp Ramazan Kaya’ya bazı sorular yöneltmek istiyorum:
1. Siyasal bir mücadelenin meşruiyetini belirleyen şeylerden biri ”siyasal talep ve projelerin” meşruiyetidir. Anarşist olduğunu düşündüğüm siz Pkk’nin bu durumun ”NERESİNDE” olduğunu düşünmektesiniz? Gerçi A. Öcalan’ın makalelerinde bu konulara zaman zaman temas ettiğini biliyoruz; ancak, bir anarşist PKK’nin siyasal-kurumsal örgüt şeması ve ideaları açısından nerede konumlanmalı?
2. Siyasal bir ”araç”(zorunluluk, gereksinim, ne olarak adlandırısanız) olarak şiddetin varlığı PKK’nin kurumsal ”şeması” ve ”örgüt içi infazları, örgüt içi gündelik yaşam vs” düşünüldüğünde ne denli ”demokratik bir kurumsal inşa” vaad edebilir?
3. İstihbarat kirleri, manipülasyonlar vs bir yana, örgütten ayrılan kişilerin ”örgüt içi gündelik yaşama” ilişkin anılarında gördüğümüz(ki Türkiye devrimci örgütlerinin birçoğunda bu tarz otoriter geleneklerin olduğu biliniyor) bir gerçek de ”ne okuyacağına, nasıl eleştiri yapacağına dahi karar veren” örgüt içi sıkı hiyerarşi kültü ”amaç vuku bulduktan” sonra sizce terkedilecek midir?
4. Öcalan’ın hem kendi yazdıklarında açık saçık görülebilen ”yüksek egosu”(ki bunu Kürdistanlı yurtsever birçok arkadaş da onaylar) hem de örgütün kurumsal olarak KÜLTLEŞTİRDİĞİ ÖCALAN MİTOSU anarşist bir tavır açısından nasıl yorumlanmalı?
Türk Uluslaşma tarihini, taktiklerini ve usullerini yakınen gözlemlemiş birçok demokratın rahatlıkla gözlemleyebileceği bir mevzu şudur: Kürdistan modern uluslaşma tarihi, usul ve yöntemleri(aslında tüm uluslarda olduğu gibi) Kemalist uluslaşmaya oldukça benzer. Bu bağlamda Atatürk’ün daha sağlığında hem kendi yazdıkları hem de çevresi tarafından ”kültleştirilmesi” Öcalan için işleyen süreçle benzemiyor mu? Türk uluslaşmasının ilk işlerinden birinin ”tarih mitleri” yaratmak olması, T. Tarih ve Dil Tezleri ile ”ergeneknon vb” anlatımların derlenip siyasal bir kültüre angaje edilmesiyle ”Medlere kadar uzanan Kürdistan tarihinden Demirci Kawa mitoslarına dek” süreç oldukça paralellik arz eder(burada ”usul” açısından özellikle belirteyim ki yanlış anlaşılmasın)
Zapatistalara değinilmiş… Koşullar belki farklıdır; ancak Zapatistalar dünyanın en ”entelektüel, hatta şiirsel” silahlı direniş hareketlerinden biridir. ”biz yüzlerimizi GÖRÜNMEK İÇİN kapatıyoruz” diyen bir hareketten bahsediyoruz. Dünyanın ”sağcısından solcusuna” tüm entelektüel mirasının okunmasını teşvik eden, konseylerinde her kesimden kitapların tartışıldığı, ”alternatif eğitim pedagojisi” sistemlerini yaratacak denli derinlikli bir felsefi gelenek her şeyden öte. Kürdistan (yahut Türkiye)direnişçilerini küçümsediğim vb bir çaba anlaşılmasın lütfen. Beni en çok lider kültçülüğünün KESİNLİKLE reddedilip sağ-sol tüm felsefeci ve edebiyatçıların okunmasının teşvik edildiği aktif tartışma ortamları etkiledi.
bakunin anarşist devrimci savaşın öç alıcı ama soğuk bir terörizm şeklinde olmayacağını söyler.ayrıca bu öç alıcı dönemin kısa olacağını söyler.kötülerden öç almalıyız ama fikirlerimizi zorla kabul ettirmeye çalışmamalıyız.zorla askere alan kızılordu burjuva ve faşist ordularından farklı değildi ve onlar gibi baskıcı ve hatta en kötüsüydü.anarşizmde kimse anarşizmi savunmaya zorlanamaz.birine karşı yaptırım fikirlerini savunduğunda değil ancak şiddet uygulandığında yapılabilir.zaten akılcı yapılmış tartışmaların en sonunda özgürlüğe ve eşitliğe yani anarşizme gideceğini düşünüyorum.şiddet kullanılabilir ama siyasi bir baskı için değil.baskı için olsa bile siyasi baskı için değil adli suçlar için şiddet cezalandırma olabilir.bence egemen devlet güçleri şiddet uyguladığında öç alıcı bir savaş yürütülebilinir.ama asla görüşlerin açıklanmasını engelleyecek şekilde değil.siyasi baskı kuracak şekilde değil.kötülere karşı tepki ortaya koyacak şekilde.