Fikret Başkaya / Samir Amin:   “Büyük İnsanlığın” kurtuluşuna adanmış, harika bir yaşam…

 

 

Samir Amin, ikisi de hekim ve ikisi de ilerici, Mısırlı bir baba ve Fransız bir annenin çocuğu olarak 1931 yılında dünyaya geliyor. İlk, orta ve liseyi Mısırda, bir Fransız okulunda okuyor. Çok erken yaşlarda politikleşiyor, daha 17 yaşındayken kendini ‘komünist’ olarak tanımlıyordu ve Mısır Komünist Partisi’nin en genç üyelerinden biriydi.Bu konuda şöyle diyordu: “Sosyal realitenin Marksist tahliline, çok erken, lise ve üniversite öğrenim yıllarında katıldım ve sosyalizmin kapitalizmin her türlü kötülüklerine, iğrençliklerine karşı yegane kabul edilebilir ve gerekli cevap olduğuna daha o zaman inandım”… [1]

 

Liseyi bitirdikten sonra Fransa’ya gitti ve Fransa’nın “Büyük Okullarına” hazırlayan ünlü Henri IV Lisesi’ne devam etti, oradan da ikinci baccalauréat‘yı kazandı. Aslında fizik ve matematikte çok başarılıydı ve normal olarak hocaları onu fizik okumaya yönlendiriyorlardı ama Samir kararını değiştirdi ve iktisat okumayı seçti… Hocaları anne babasınınonu fizik okumaya ikna etmesini istiyorlar, anne-baba Samir’in tercihine müdahale etmiyor… Yaptığı tercihin politik-entellektüel-militan etkinliğiyle uyumlu olacağını düşünüyor…

 

Samir Amin 1947-1957 yılları arasındaki Paris’teki öğrencilik yılları boyunca, komünist ve anti-kolonyalist çevrelerle sıkı ilişkiler kurmuştu, bu ilişkiler ilerleyen yıllarda ona çok büyük yararlar sağlayacaktı. Zaten Fransız Ulusal Öğrenci Birliği’nin [UNEF], Fransız Komünist Partisi’nin, aynı şekilde anti-kolonyalist öğrenci derneklerinin en aktif militanlarındandı. O dönemde Paris’te Mısır dahil, Arap ülkelerinden, Asya ve Afrika ülkelerinden, aralarında Vietnamlı, Kuzey Afrikalı ve Sahra-altı Afrika ülkelerinden çok sayıda öğrenci bulunuyordu. İşte bu dönemde, bağımsızlık sonrasında Kara Afrika’nın ilk yöneticileri olacak birçok ‘frankofon’ Afrikalıyla, aynı şekilde, aralarında çok sayıda Suriyeli ve Iraklının bulunduğu Ortadoğuluyla tanışma imkânına kavuşmuştu…

 

 

 

Samir, 20 yaşında Kapital’i okuyor ve ondan sonra da her 20 yılda yeniden okuyor. Üstelik işe en zor olandan, Kapital‘i okuyarak başlıyor ve daha sonra daha kolay olanları okuyor. Bu okumalar açlığını gidermiyor ve aklına şu soru takılıyor: Lânet olası kapitalizm neden Çin’de, Müslüman-Arap Orta-Doğu’da değil de Avrupa’da doğdu? Marx’da bu sorunun cevabını bulamadığını söylüyor. Daha sonra Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ni okuyor… Orada da sorusuna cevap bulamıyor. Grundrisse’in ilk baskısı Fransızca’da yayınladığı gün (1960) hemen alıp okuyor ve sorusu cevapsız kalmaya devam ediyor… Samir Amin’in ondan sonraki entellektüel serüveni işte bu sorunun peşine takılmak oluyor.

 

Samir bu sorunla ilgili olarak şöyle diyordu: “İşte ondan sonradır ki, bu benim tüm yaşam programım olacaktı: Öyle bir anlama denemesine girişmeliydim ki, kapitalizmin neden Avrupa’da ortaya çıktığı sorusuna ve bu önemli olayın dünyanın geri kalanındaki sonuçlarına dair tatmin edici bir açıklama sunabilsin… İşte kendime sorduğum sorular bunlardı. Tabii kendime bu soruları, odasına çekilmeye karar veren, kimseyi görmeden, evrensel tarihe dair yazılmış her şeyi okuyan, hep okuyan, kendi kendine düşünen bir üniversite üyesi, bir akademisyen olarak sormuyordum. O soruları kendime bir militan olarak soruyordum. Zira pek öğünmeden söyleyebilirim ki, bende teorik refleksiyon eylemden hiçbir zaman ayrılmış değildir. Bu öyleydi çünkü gerçekte var olan küreselleşmiş kapitalizm bu devasa kutuplaşmayı yaratmıştı ki, tartışmasız insanlığın bir numaralı sorunu haline gelmişti…”

 

Samir, bir Marksolog değil, bir Marksistti. Onu, dönemin birçok teorisyeninden ayıran, onun Marks’tan hareket etme ama Marx’da durmama ilkesiydi… Yaşamının geri kalanını Marksist düşünceyi zenginleştirmeye adadı. Her şeye rağmen Marx’da daha az olsa da, Batı Marksizminin Avrupa-merkezcilikle malûl olduğunu düşünüyordu…

 

Samir, başlığı Dünya Ölçeğinde Birikim olan doktora tezini 1956 yılında tamamlıyor ama Mısır devlet Başkanı Cemal Abdül-Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesine İngilizlerin ve Fransızların Mısır’a savaş açarak cevap vermeleri üzerine, ülkesi Mısır’a dönüyor. Tez savunması 1957’de mümkün oluyor. Aynı anda INSEE [InstitutNationalde la Statistique et desÉtudesÉconomiques] den de mezun oluyor ve ülkesi Mısıra dönüyor…

 

Samir Amin’in daha sonra kitap olarak yayınlanan doktora tezi, Dünya Ölçeğinde Birikim, kapitalizm, emperyalizm, azgelişmişlik ve kalkınma sorunlarına son derece önemli bir müdahale ve katkı demeye geliyordu… [Benim Samir’le ilk tanışmam o kitapla olmuştu]. Aslında Samir Amin kapitalizmi bir dünya sistemi olarak görüyordu… Ulusal ekonomilerin bir toplamı değil… Bu bakımdan Samir, Wallerstein’dan epey önce “dünya sistemi analizini” geliştirmiş bulunuyordu… Oradaki temel tez: “Kapitalizmin eşitsiz gelişmiş ulusal kapitalizmlerin toplamı olarak değil, bir dünya sistemi olarak” anlaşılabileceğidir… Şimdilerde moda olan “küreselleşme”, Samir tarafından yarım yüzyıl önce dillendirilmişti bile…

 

Samir Amin, emperyalizmin kapitalizmin ‘belirli bir gelişme aşamasında’ ortaya çıkmadığını, bidayetten itibaren emperyalist olduğunu ileri sürmüştü… Onun Kopuş, [déconnextion] hurûç tezi de son derece önemlidir. Hurûç, kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan Üçüncü Dünya Ülkelerinin, kapitalizmden kopmadan bir geleceği olmadığı anlamına geliyor. Zira, kapitalizmin kutuplaştırıcı karakteri çevre-merkez eşitsizliğini derinleştirmeden yol alamaz. Entellektüel Yolculuğum adlı eserinde şöyle diyordu: “Gerçek kalkınmanın dış ilişkilerin kontrolünü gerektirdiği mantikî sonucuna varıyordum. Başka türlü ifade edersek, kopuşu gerektiriyordu ve kopuş olmadan girişilecek yapısal reformların başarısızlığı kaçınılmazdı”.

 

İlerleyen dönemde yazdığı, Eşit Olmayan Gelişme, Değer Yasasının Küreselleşmesi, Eşit Olmayan Değişim ve Değer Yasası, Ulus ve Sınıflar, Birikim‘de ele aldığı temaları daha da geliştiren, zenginleştiren kitaplardır. O kitap aslında dönemin revaçta kavramı, olan kalkınma sorununa çok önemli bir itirazdı… Samir o konuda şöyle diyordu: “Çok erken bir tarihte, Dünya Ölçeğinde Birikim’i yazdığımda söyledim ki, kalkınma politik bir kavramdır. Teknik bir kavram değildir. Kalkınma Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) artışının sinonimi [eş anlamlısı] değildir. Kalkınma politik bir kavramdır, yani içe dönük, halk sınıflarının bir futbol maçındaki gibi lafla değil, gerçek bir bilinçli dayanışma projesine sahip bir üretici sistemi gerçekleştirebilmektir. Halk sınıflarının yararına işleyen bir dayanışma projesi.”

 

Samir Amin’in 1988’de yazdığı Avrupa-merkezcilik, Bir İdeolojinin Eleştirisi, sosyal düşüncede deprem yaratan eserlerinden biridir. O eserde Avrupa-merkezciliğin neden olduğu ideolojik-entellektüel tahribata dikkat çekiliyor… Kaos İmparatorluğu başlığını taşıyan eseri de, kapitalizmin 1974-75 de genelleşen “yapısal krizi” sonrası dönemin harika bir tasviridir…

 

Samir Amin’in sorunlara nüfuz etmekteki istisnai yeteneğinin bir nedeninden de söz etmek gerekiyor. Mısır’da, Mali’de bazı başka Afrika ülkelerde kalkınma ve planlama örgütlerinde yaptığı çalışmalar, onun kalkınma sorunuyla reel temasını sağladı. 1973’den itibaren, Üçüncü Dünya Forumu’nun [FTM] başkanıydı, 1999’da Kahire’de kurulan benim de kuruluşuna katıldığım, Dünya Alternatifler Forumu’nun [FMA] da başkanıydı… Afrika’da bir çok başka örgütün de kurucusuydu. Afrika Ekonomik Kalkınma ve Planlama Enstitüsü, [IDEP], ENDA, [Afrika Kalkınma Çevresi…] CODESRIA [Afrika Sosyal Bilimler Araştırmalarını Geliştirme Konseyi]…Son dönemde de eskilerin tekrarı olmayan yeni bir enternasyonalin yaratılmasına odaklanmıştı…

 

Kırktan fazla kitap yazdı ve yazdığı kitaplar onlarca dile çevrildi. Dünya’da ayak basmadığı, bir etkinliğe katılmadığı ülke çok azdır… Sonuncusu 2014’de olmak üzere defalarca Türkiye’ye de geldi, konferanslar verdi. Son gelişinde onunla uzun bir söyleşi de yapmıştım… Ankara Kalesine gidip Oltu Kebabı da yemiştik… İki ciltlik Fikret Başkaya’ya saygı kitabının ikincisi için bir yazı da yazdı…

 

Samir Amin, Marx için kıyısı olmayan, derdi… Aslında Samir’in de kıyısı yoktu… Gerçeğin, [hakikâtin] bütünde olduğunu biliyordu. O bir uzman değildi, bir iktisatçı, tarihçi, sosyolog, antropolog, politolog, filozof… değildi… Aynı Marx gibi bunların üstünde/ötesinde konumlanmıştı… Aksi halde Samir Amin diye müstesna bir figür olmazdı… Verimli yaşamını Marksizmi ve sosyal düşünceyi zenginleştirmeye, ezilen ve sömürülen sınıfların kurtuluşuna [emansipasyonuna] adadı… Dolayısıyla, Büyük İnsanlığın neyi kaybettiğini söylemeye gerek yok…

 

Samir, Kriz Üzerine, yazısında: “Marx, dünyayı anlamak ve onu değiştirmek için hiç bu kadar gerekli, yararlı olmadı, belki bu gün dünden daha da çok.” demişti. Biz de, Samir’in ardından, kapitalist dünya sistemi şimdilerde bir çöküş ve kaos ortamına sürüklenmişken, Samir Amin’i okumanın, yeniden okumanın tam zamanı diyebiliriz…

 

—————————

[1] Bu yazıdaki alıntılar, Demba Moussa Dembelé, Samir Amin, Ezilen Halkların, Sömürülen Sınıfların Organik Aydını, Ceviri: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı, 98’den yapılmıştır…

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

3 Comments

  1. Sizde utanmak kalmamış. Bu kendine bir methiye olmalı.

    Marks herkes sen ve amin gibi evcil orta sınıflı olsun istedi, anarşistler herkes asil olsun isterler.

    Sovyetler ve Çinden sonra hala Marks’dan sözeden yobazlar bütün dinci yobazlardan sonsuz daha yobaz.

    Söyle sevgilin Amin’e “ilerlemeye inanan faşist bile olabilir ama marksist mutlaka ilerlemeye inanır”

    Bu bile anlayana yeter. Bu bile senin ve Amin’in ne kadar evcil, uslu, orta sınıf Marks grpoupiler olduğunuzu fazlasıyla gösterir.

    Eğer sıkıyorsa sana meydan okuyorum: İspat et bakalım Çin’in Transhumanizm aşkının Marksist olmadığını, ispat et bakalım Japonların ve Güney Korelilerin özellikle materylsit dinlerinden dolayı robot olma isteklerinin o salaklar salağı Marksı materyalizmi ile çelişi içinde olduğunu.
    İspat et bakalım, Marks’ın çılgınca sarıldığı bilimciliğin daha sonra aynı doğanı iğfal edilmesi gibi insanı da iğfal etmede kullanılmadığını.
    İspat et bakalım, hava, toprak , su, yiyecek ve hatta sizler gibi insan kirliliğinin Marks’ın kellesindekilerle çelişkiye düştüğünü.

    Ama kaçma her zavallı Batı uşakları Türk “aydınları” gibi işi pişkinliğe vurup kaçma.

    Ben sana meydan okuyorum ve zavallı bir öğretmen olduğunu ispat etmeye hazırım.

    Bir defa Marks orta sınıf yumurtalarını yumurtladığında antroploji daha yeni doşmuştu ve Marks amacası Hegel gibi tek insan Avrupa’lıdır ırkçılığıyla Avruapayı evrenin merkezi etti.

    Siz daha şu ana dünyaya egemen olan “materyalizm insanların afyonudur” gerçeği bile görmek istemeyen zavallı rahiplersiniz.

    Wallerstein eğer kriz 50-60 yıl önce olsaydı, dünyayı elinde tutanlar Marksizmi seçerlerdi dedi.

    8 kişini dünya servetini yarısına sahip olduğu, gen kesi-yapıştırmalarla herkesi sen ve Amin gibi yüksek zekalı, evcil, uslu yapacak Kapital’in mutlak egemen olduğu dünyada böyle bir dünyanın gelmesini hoplayıp zıplayarak bekleyen sapık Marks’ı hâlâ küfür etmeden ağzına alanlar Marks kadar sapık.

    – Bilimsel sosyalizmi kimler buldu?
    – Marks ve Engels.
    – Yahu neden fareler üzerinde denemeden bizim üzerimizde denendi?
    İşte sana siz sapıkların Allah’ının cefasını çekenlerin sorusu.
    Bir ara o salağın sizin gibi takipçileriyle rakipleri tüm dünya canlılarını yok edecek noktaya kadar geldiler.

    Müslümanlar el değmemiş bakire İslam adına, Hıristiyanlar el değmemiş bakire Hıristiyanlık adına, AtıTürkçüler el değmemiş bakire kemalizm adına aynı kırıcı gaddarlıklarına devam ederler.

    Çok çirkinsiniz.

    Allah bütün Marksizm dinini rahiplerinin başına tapınaklarını yıksın.

  2. Modern bilim ve özellikle fizik eylemsizlik yasası veya daha doğrusu ilkesi ile doğdu.
    Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir
    Artık pek duyulmayan ama bir zamanlar hayli yaygın, Necipvari bilgiçlik gibi, bu ilke bir metafor olarak kullanılıp Kapitalizm dürtüsü olmasa insanlar da bulundukları tembellikten çıkmazlardı, Zileli’nin tasvip edeceği, özgür ve kibar, fikri savunulurdu.
    Bu sitede, en fanatik doğa bilimcisinin mutlak olduğunu savunmayacağı doğa yasalarını, yine sayın Zileli gibi, bilimin ne olduğunu bilmeyen ama doğa yasaları metaforlarını pervasızca, Zileli’nin tasvip edeceği, kibar ve özgürce ifade edenleri kaç defa uyardım.
    Tabii çoğu yayınlanmadı veya bir iki ay sonra yayınlandı.
    İşin kötüsü, buna uyanmayanlar eylemsizliğin zıddının en katı savunucusu sağ/sol devrimcileri. Türk solcularının çoğu çocuklarına EYLEM adı taktılar, EYLEM kutsal bir kelime oldu, Marks’ın mezar taşında, eğer alaylı söylersem, dahilere yakışır, yürümezsen İLERLEME olmaz bulundu.
    Sadede geleyim.
    Solzhenitsyn’in 1973 The Gulag Archipelago kitabından sonra Bolşevik darbesiyle adı “Dünyanın en Büyük Devrimi” olan “komünist” Rusya’yı hâlâ Marksizm adına savunan en katı taraftarlar bile aldanmalarının, kuruntularının farkına varıp vazgeçtiler.
    Sorum şu neden hâlâ Başkaya ve Samir Amin gibi hâlâ Allah bilir nedenlerden bakire Marksizm uzun havaları?
    Neden hâlâ “vah o eski günlerimiz” dedikodular ve en son misali “Tanıtma” ve Gözbağcılık! yazılar?
    Belki Kapitalizm savunucuları haklı. Eylemsizliğin diğer adı olan tembellikten. Belki kibar ve özgür fikir sahibi ve Kapitalizm yerel savunucusu araba satıcısı Necip haklı: Eylemsizlik insan fıtratı.
    B,l,yorum bu yazım sansürü geçmeyecek ama olsun. Ben matematikçiyim. Matematikçi dünyanın en tembel en çalışkanıdır, kolay bir yol bulmak için gece gündüz çalışır.

  3. Modern bilim ve özellikle fizik eylemsizlik yasası veya daha doğrusu ilkesi ile doğdu.
    Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir
    Artık pek duyulmayan ama bir zamanlar hayli yaygın olan, Necipvari bilgiçlik gibi, bu ilkenin bir metafor olarak kullanılıp, Kapitalizm dürtüsü olmasa insanlar da bulundukları tembellikten çıkmazlardı, Zileli’nin tasvip edeceği, özgür ve kibar, fikri savunulurdu.
    Bu sitede, en fanatik doğa bilimcisinin mutlak olduğunu savunmayacağı doğa yasalarını, yine sayın Zileli gibi, bilimin ne olduğunu bilmeyen ama doğa yasaları metaforlarını pervasızca, Zileli’nin tasvip edeceği, kibar ve özgürce ifade edenleri kaç defa uyardım.
    Tabii çoğu yayınlanmadı veya bir iki ay sonra yayınlandı.
    İşin kötüsü, buna uyanmayanlar eylemsizliğin zıddının en katı savunucusu sağ/sol devrimcileri. Türk solcularının çoğu çocuklarına EYLEM adı taktılar, EYLEM kutsal bir kelime oldu, Marks’ın mezar taşında, eğer alaylı söylersem, dahilere yakışır, yürümezsen İLERLEME olmaz bulundu.
    Sadede geleyim.
    Solzhenitsyn’in 1973 The Gulag Archipelago kitabından sonra Bolşevik darbesiyle adı “Dünyanın en Büyük Devrimi” olan “komünist” Rusyasını hâlâ Marksizm adına savunan en katı taraftarlar bile aldanmalarının, kuruntularının farkına varıp vazgeçtiler.
    Sorum şu neden hâlâ Başkaya ve Samir Amin gibi hâlâ, tek Allah bilir nedenlerden, bakire Marksizm uzun havaları çağırıyorlar?
    Neden hâlâ “vah o eski günlerimiz” dedikoduları veya günah çıkarmaları? Neden en son misali “Tanıtma” ve Gözbağcılık! yazılar?
    Belki Kapitalizm savunucuları haklı. Eylemsizliğin diğer adı olan tembellikten kurtulamama. Belki kibar ve özgür fikir sahibi ve Kapitalizm yerel savunucusu araba satıcısı Necip haklı: Eylemsizlik insan fıtratı.
    Biliyorum bu yazım sansürü geçmeyecek ama olsun. Ben matematikçiyim. Matematikçi dünyanın en tembel en çalışkanıdır, kolay bir yol bulmak için gece gündüz çalışır.

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir