Fikret Başkaya / Referandumun AKPcesi…

Yazının güncel ve tarihi önemi nedeniyle ana sayfada yayınlıyorum. G.Z.

Referandum, yürütme organı (iktidar) tarafından teklif edilen bir kanun veya düzenlemenin yurttaşların tamamının oyuna sunulmasıdır. Referandumun en çok başvurulduğu ülke İsviçre’dir. Orada belirli sayıda yurttaşın talebi üzerine de referandumlar yapılıyor. Fakat herhangi bir örgüt, bir sendika, bir şirket, vb. de üyelerine bir sorunu oylatma yoluna gidebilir. Oylama evet-hayır veya onaylama-reddetme şeklinde tezahür ediyor. Yüzde elliden bir fazla oy alan taraf kazanıyor ve diğer taraf sonucu kabulleniyor…

Fakat, AKP’nin son referandum hamlesinde durum farklı. Hayır yasak… Dolayısıyla yapılan şey referanduma benzemiyor… Lâkin çelişik bir durum var: sandık kurulacağına göre hayırı engellemek mümkün değil. O zaman hayır oylarını olabildiğince küçültmek için sorunun tartışılmasını, anlaşılmasını engellemeyi bir çare olarak görüyorlar… Ayıbın üstünü örterek durumu kurtarmak istiyorlar, zira “ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır” denmiştir… Aslında AKP’nin işi zor, zira referandum konusu problemli. Sorulan soru şu: “Bir dikta rejimi, bir tek adam rejimi istiyor musunuz?”. Böyle bir soruya insanların evet demesi pek mümkün olmadığına göre, geriye neyin oylandığını gizlemek, görünmez kılmak kalıyor. Boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir… İşte, hayır cephesine yönelik baskıların, yasakların, yalanların, hakaretlerin, telaşın nedeni bu… Eğer tek adam rejimi [dikta rejimi] kurulursa, bunun istikrar ve güçlü devlet demek olacağı, refahın artacağı, terörün önleneceği, Türkiye’nin uçacağı söyleniyor. Tabii insanlar da haklı olarak, “iyi de 15 yıldır neden uçurmadın?” diyeceklerdir…Buna AKP’nin cevabı şöyle: “Uçmak için tek adam rejimi şart, biz bunu 15 yıl sonra anladık!”… Aslında dinci iktidarın asıl amacı başka: TC’yi bir İslam devletine dönüştürmek istiyorlar, bunu da mümkünse 2023’den önce kotarmak istiyorlar. 1923-2023 aralığını bir sapma olarak görüyorlar ve güya “parantezi” kapatmak istiyorlar.Gönüllerinde Hilafeti ihya etmek yatıyor. Hilafeti/Saltanatı ihya edip, ilelebet iktidar olmayı amaçlıyorlar… Elbette aç tavuğun kendini darı ambarında görmesine bir mani yoktur…

AKP, merkez-sağ partilerin iflası üzerine iktidar oldu. Bağnaz neoliberal ama aynı zamanda politik İslamcı bir parti. Başlarda İslamcı yüzünü gizledi, diğerleri gibi bir merkez-sağ parti olduğu izlenimi yaratmayı başardı. Gücünü artırdıkça, iktidarını sağlamlaştırdıkça, devlet aygına daha çok hâkim oldukça, rejimi bir “parti- devlet” rejimine dönüştürdükçe, gerçek niyetini gizlemeye artık gerek duymadı. Başlardaki sloganı güya, yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadeleydi. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik ve yasaklar AKP dönemindeki boyutlara çıkmadı. Hukuk hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı, zaten her zaman sınırlı olan özgürlükler de bu kadar budanmadı, etik değerler böylesine aşınmadı…

Bu referandumun bir meşruiyeti yok

Bu ülke,içeride ve dışarıda acil çözüm bekleyen onca sorunla cebelleşirken, AKP neden referandumda ısrarcı? Bu sorunun iki cevabı olabilir: Birincisi artık yönetemiyorlar; ikincisi, yolsuzluğa, kanunsuzluğa, kuralsızlığı, ahlâksızlığa öylesine bulaşmış durumdalar ki, iktidardan düştükleri anda mutlaka yargılanacaklarını biliyorlar. O zaman ne yapıp edip iktidarda kalmaktan başka çareleri yok! İşte 18 Maddelik (aslında nerdeyse anayasanın tamamını angaje eden) anayasa değişikliğini dayatmalarının asıl nedenlerinden biri bu ama çok önemli bir neden daha var: Geride kalan 15 yılda yağma ve talanın tadına öylesine vardılar, bütçeyi ve hazineyi öylesine yağmaladılar ki, ballı börekten ellerini çekmek istemiyorlar. Nitekim, geride kalan 15 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Bu referandum meşru değil. Birincisi, açık-serbest tartışma gerektiren anayasa değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında yapılması uygun değildir; ikincisi, anayasa değişikliği ilgili tüm tarafların sürece aktif ve yaygın katılımını ve tartışmayı varsayar. Bu ülkenin üçüncü büyük partisinin eş-başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri, üyeleri, sempatizanları… hapisteyken, gerçek anlamdaki gazeteciler hapisteyken, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatılmışken,medya medya olmaktan çıkmış, AKP’nin borazanı haline gelmişken, hayır diyenlere saldırılar aralıksız sürerken yapılan bir referandum gerçekten referandum adını hak eder mi?

Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla geliyor: Bunca olumsuzluğa rağmen, ekonomiden, dış politikaya tüm alanlarda tam bir iflas tablosu ortaya çıkmışken, bütün gösterge ışıkları kırmızıda veya kırmızıya dönmekteyken,neden hâlâ AKP’nin izini süren oldukça geniş bir kitle var? AKP, kelimenin pejoratif anlamında popülist bir parti. Kimlik siyasetini bir iktidar yöntemi olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Toplumu kutuplaştırmayı, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman etmeyi marifet sayıyor ve bir iktidar tarzı olarak benimsemiş durumda. Başlarda “Beyaz Türkler- Zenciler” karşıtlığını kullandılar. Şimdilerde de “Yerli-Milli ve Gayri Milli” ikiliğini dillerine doladılar. Aslında bu tür ayrımlar İslam devletlerindeki Dar-ül İslam- Dar-ül Harp ikiliğini çağrıştırıyor… Bir toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman eden bir hükümet, bir devlet yönetimi olabilir mi? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?

AKP, 15 yıllık iktidarında bir tek parti iktidarı gibi görünse de, aslında şimdilerde Fetocu terör örgütü deyip lânetledikleriyle bir koalisyon söz konusuydu. Ve Üstelik koalisyonun “belirleyici” ortağı da Fetocu kanattı. AKP 2001 de kuruldu ama Fetocu dediklerinin epey zamandır iktidara hazırlandığı anlaşılıyor… Neyi nasıl yapacağını ortağından daha iyi biliyordu… Koalisyon 17-25 Aralık yolsuzluk skandalıyla çatırdadı ve 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle de sona erdi. Şimdilerde ondan boşalan yer başka cemaatler tarafından dolduruluyor. Devlet aygıtında çürüme kaldığı yerden devam ediyor. Oysa, liyakatin sıfırlandığı, hukukun by-pass edildiği bir devlet mümkün değildir. Bu iktidar gününü doldurdu. Hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Hiçbir sorun çözme yeteneği yok. AKP rejiminin umut yaratma yeteneği veya aynı anlama gelmek üzere kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındı. Bir rejim değişikliği demek olan anayasa değişikliğini dayatmak istemelerinin nedeni çaresizlik, yönetememe krizi… Ancak baskı, şiddet ve terör ortamında yönetebileceklerini, iktidarlarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar. Fakat bu kadarı iktidarı sürdürmek için yeterli olmaz. Her iktidar doğası gereği şiddeti varsayar ama sadece şiddete dayanarak da yönetmek mümkün değildir. İnsanlara başka şeyler de önermesi, bir ideolojik hegemonya veya aynı anlama gelmek üzere, kitleler katında bir gönüllü kabullenme üretebilmesi de gerekir…

16 Nisan, toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu anayasa değişikliği anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki anayasa değişikliklerinden farklı…Dolayısıyla, 16 Nisan, toplumun geleceğini angaje eden kritik bir kavşak… Fakat kesin olan bir şey var: Bu toplumun yaklaşık iki yüz yıllık birikimi bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Ve o potansiyelin heba olmaması için insanların sorumlu yurttaşlar olarak davranmaları, ikirciksiz bir şekilde sandığa gitmeleri ve hayır demeleri gerekiyor. Zira orada söz konusu olan senin kaderin, senin geleceğindir denecektir… Unutmamak gerekir ki, sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzileringerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanmaları zorlaşır… Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak…

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

62 Comments

  1. f. baskaya’nin akp’nin ekonomi politikalarina yönelik yazdiklari aydinlatici olmaktan cok, “akp hakkinda nasil olumsuz bir tablo cizebilirim” kaygisiyla yazilmis seyler. yazinin amaci neden “hayir” demeliyiz olunca, f. baskaya’nin bir marxist olarak yapmaya calistigi elestiri ve argümanlarinin muhalefet partisi chp’ninkinden fazla bir farki kalmiyor.

    akp’nin gerek ekonomi politiklarini gerekse de siyasi politikalari “pragmatizm/faydacilik/islevsellik” denilen ekole dahil etmek yanlis olmaz.
    ekonomi ve siyasette “pragmatist” ekolün en bilinen “basarili” örnegi A.B.D.’dir. “amerikan kültürü”nün ana icerigi/karakteri pragmatizmdir.

    akp’nin güncel ekonomi politikalari nasildir, bunu anlamak icin basindan uzun bir alinti yapmak zorundayim:

    “Ekonomide meydana gelebilecek kırılganlıkları engellemek ve piyasaları canlandırmak için çok sayıda tedbir alan hükümet, reel sektöre nefes aldıracak birçok vergi indirimi ve istisnasından yeniden yapılandırmaya, Varlık Barışı’ndan Kredi Garanti Fonu ile yeni kredi hacmi oluşturulmasına kadar oldukça önemli adımlar attı.

    Bu kapsamda KOBİ ve ihracatçıların piyasada nakit ihtiyaçlarını gidermek, işlerini genişletmelerini sağlamak ve istihdamı artırmak için Kredi Garanti Fonu’nun kefaletiyle 250 milyar liraya kadar kredi hacmi oluşturulurken, krediye erişimi kolaylaştırıp hızlandıracak Portföy Garanti Sistemi devreye sokuldu.

    Reel kesime verilen destekler bu yıl geçen seneye kıyasla yüzde 16 artışla 32,4 milyar lira seviyesine çıkarılırken, işletmelerin nakit ihtiyaçlarını karşılamak için SGK primleri ertelendi, BAĞ-KUR’lu vatandaşların ve esnafın ödediği primlerde indirimlere gidildi. Sektörün özel sektör yatırımlarının artırılması amacıyla başta Kurumlar Vergisi indirimi olmak üzere çeşitli vergi indirimleri ve istisnaları sağlandı.

    İşletmelerin süratli bir şekilde kredi imkanınından yararlanması amacıyla tüketici kredileri için uygulanan genel karşılık oranı düşürüldü, vergi ve prim borçları başta olmak üzere bazı alacakların yeniden yapılandırılması amacıyla kanun çıkarıldı, sicil affına dönük çalışma tamamlanarak yürürlüğe girdi.

    Talebin canlandırılması için tüketici kredilerinin vadeleri 36 aydan 48 aya, kredi kartı taksit sayısı 9 aydan 12 aya çıkarılırken, kredi kartı ve kredi borçlarının 72 aya kadar yapılandırılması imkanı da getirildi.

    Reel sektör destekleri içerisinde ihracatın desteklenmesine yönelik ayrılan kaynak artırılırken, imalat sektöründe yapılacak yatırım harcamalarına sağlanacak teşvik oranları yukarıya çekildi.

    KOSGEB destekleri kapsamında kendi işini kurmak isteyen gençlere proje karşılığı 50 bin liraya kadar karşılıksız nakdi destek imkanı, kendi işini kurmak veya geliştirmek isteyen gençlere ayrıca 100 bin liraya kadar faizsiz kredi imkanı sağlandı.

    Taşınır Rehni Kanunu ile KOBİ’lerin sahip oldukları taşınır üzerinden kredi almalarına imkan sağlandı.

    Vatandaşa ÖTV ve KDV müjdesi

    Klima, buzdolabı, çamaşır makinesi, su ısıtıcısı, bulaşık yıkama makinesinin de aralarında bulunduğu beyaz eşya ile bazı küçük ev aletlerinden alınan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) 30 Nisan’a kadar sıfıra çekilirken, binde 9,48 olarak uygulanan resmi şekilde düzenlenen gayrimenkul satış vaadi sözleşmeleri ile ön ödemeli konut satış sözleşmelerine ait damga vergisi oranının sıfır olarak uygulanmasına karar verildi.

    Yapı ruhsatı 1 Ocak’tan sonra alınan konut inşaatı projeleri ile kamu tarafından ihalesi 1 Ocak’tan itibaren yapılacak konut inşaatı projelerinde de metrekare vergi değeri bin lira ile 2 bin lira arasındaki konutların tesliminde yüzde 8,2 bin liranın üzerindeki konutların tesliminde de yüzde 18 KDV uygulanması kararlaştırılırken, mobilyaların KDV’si de 30 Nisan’a kadar yüzde 8 olarak belirlendi. Yatlar, kotralar, tekneler ve gezinti gemilerinde uygulanacak ÖTV oranı da sıfır olarak tespit edildi.

    TBMM’de kabul edilen ve Katma Değer Vergisi (KDV) Kanunu’nda değişiklik yapan düzenlemeyle de indirimli oranda mal ve hizmet tesliminde bulunan mükelleflerin KDV’sine ilişkin nakden iadelerini ertesi yılı beklemeden alabilmeleri için Maliye Bakanlığına yetki verildi. Söz konusu yetkiyle mükelleflerin alışları sırasında ödedikleri ancak mahsup yoluyla alamadıkları katma değer vergisini yıl içinde nakit olarak alabilmeleri, finansman ihtiyacı içinde olan işletmelerin hem finansman imkanı elde edebilmesi hem de finansman maliyetinden kurtulması amaçlandı.

    “Süper teşvik” devreye sokuldu

    Diğer taraftan yatırımların artırılması için de önemli hamleler yapıldı. “Süper Teşvik” olarak nitelendirilen asgari sabit yatırım tutarı 100 milyon dolar olan projeler için firmalara, vergi muafiyeti ve indirimi, sermaye katkısı, yatırım yeri tahsisi ve kamu alım garantisi gibi proje bazlı devlet yardımı verilmesini öngören Bakanlar Kurulu kararı yürürlüğe girdi.

    23 ili kapsayan “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi Cazibe Merkezleri Programı, Yatırım ve Destek Hamlesi” açıklandı, yaklaşık 20 milyar lira tutarında müracaat alındı, öngörülen istihdam da 112 bini aştı.

    Varlık Fonu “dev” kuruluşlarla büyüdü

    Başbakanlığa bağlı, ana faaliyet konusu fonların kurulması ve yönetimi olan Türkiye Varlık Fonu Yönetimi AŞ, sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için Türkiye Varlık Fonu ve bu fona bağlı alt fonları kurmak ve yönetmek üzere kuruldu.”

    ben bir marxist olarak akp’nin bu ekonomi politiklarini türkiye kapitalizmini anlamak ve analiz etmek maksadiyla okurken, fikret hoca “akp’nin alehinde olumsuz bir tablo cizmek icin malzeme bulabilir miyim” maksadiyla okuyor ve dogal olarak söyle sonuclara variyor: gördünüz mü, akp hazineyi ve memleketi nasil yagmalamis.”

    böyle bir elestiriyi kilicdaroglu yapsa anlarim fakat f. baskaya gibi marxist birisinin elestiri ve argümanlarinin ana muhalefet partisininkinden farkli olmasi lazim. sonra mesele bu kadar basit de degil.

    f. baskaya da dahil, akp’ye muhalefet edenlerin “yagma, talan” dedikleri seyler kapitalist ekonominin olagan gelisim yasalarindan baska birsey degil. sadece türkiyede degil, dünyanin her tarafinda kapitalist ekonomi üc asagi bes yukari bu politikalarla tesvik edilir. ve akp’nin ekonomi politikalarini akp’nin kendi basari kriterleriyle -ki bunlar kapitalist dünya ekonomisin genel basari kriterlerinden baska birsey degil- degerlendirdigimizde akp gercekten de “basarilidir.” akp’nin kapitalist ekonominin “basari” kriterlerine göre basarili oldugunu nerden anliyoruz?

    cevap: akp hükümeti, global kapitalizme entegre türkiye ekonomisini gercektende düze cikarmistir. bunu, türkiyenin IMF’ye borcunu sifirlamasindan, türkiyenin akp hükümeti döneminde yakaladigi ekonomik büyüme hizindan vs. anliyoruz. (15 temmuz darbesinden sonra ki ekonomik “kötülesmeyi” ayri bir sürec olarak degerlendirmek lazim)

    yani türkiye ekonomisini kapitalist kriterlere vurdugumuzda, akp gercekten “basarili.” ve bu durumu insanlar günlük hayatinda hisediyorlar, görüyorlar, yasiyorlar. nasil?

    örnek, reel ücretlerde ki ve tüketimde ki artistan; göreceli artan refah düzeyinden vs.
    ve bu ekonomik basari akp’ye oy olarak geri dönüyor. iste f. baskaya gibi marxistlerin görmedikleri ya da görmek istemedikleri gercek budur.

    “akp hazineyi yagmaladi talan etti, su kadar özellestirme yapti” seklinde ki elestirinin marxist politik ekonomi elestirisiyle alakasi yok. ve f. baskaya gibi marxistlerin bu durumu “real politika yapiyoruz” seklinde gerekcelendirdiklerini biliyorum.

    “real politika yapiyoruz” denilen durum, kapitalist ekonomiyi ve demokrasiyi yine kendi basari kriterleriyle elestirmekten ibaret. bundan dolayidir ki, akp real politikada rakiplerini sürekli mat ediyor. nasil?

    cevap: kendi hükümeti döneminde ki ekonomik büyümeyi “real” sayilarla ortaya koyarak; secimlerde elde ettigi olaganüstü halk/secmen destegiyle vs.

    kilicdaroglu’nun yenilgi üstüne yenilgi alan pehlivan olarak gürese devam etmesinden baska secenegi de yok, baska bir hedefide zaten yok.
    fakat f. baskaya gibi marxistlerin kapitalizmin ve demokrasinin minderinden bir türlü inmemelerini dogru bulmak mümkün degil.

    yorum cok uzadi, kapitalizmin marxist elestirisi nasil olmali, o’na bir örnekle bitireyim: devleti yöneten siyasetcilerin bir devletin en önemli hedeflerinden biri olarak lanse ettikleri “ekonomik büyüme” ne demektir, bir ekonomi neden sürekli, durmadan büyümek zorunda, öyle birsey gercekten mümkün mü, bu ekonomik büyüme orani nasil hesaplaniyor, bu kapitalist hesabin kazanani ve kaybedeni kimlerdir, “ekonomik büyüme” hedefi dogrultusunda calisanlar, siradan insanlara bicilen rol nedir, isverenlere/kapitalistlere bicilen rol nedir vs.

    marxistlik iddiasi olanlarin insanlari aydinlatmalari gereken konular bunlardir. bunun yerine akp ile sidik yarisina giren marxistler, sosyalistler, anarsistler kendilerini gülünc duruma düsürmekten kurtulamazlar.

  2. akp’nin pragmatist/islevsel politikalari ve baskanlik sistemi

    akp baskanlik sistemini nasil gerekcelendiriyor?

    1. devletin “cift basli” (basbakan-cumhurbaskani) yönetimden dolayi iyi yönetilemedigini, arada celiskiler ciktigini, gereksiz kavgalar, krizler ile devletin bosa zaman kaybettigi vs. baska?

    2. baskanlik sistemi ile “vesayeti” tamamiyla tarihe gömmek istediklerini söylüyorlar. (bununla kemalist ordunun hakimiyetini kastediyorlar)

    birinci gerekceye baktigimizda akp’nin gercektende devleti ve toplumu en hizli/verimli/islevsel yönden nasil yönetiriz, seklinde hesap yaptigi, buna göre yasal düzenleme yaptiklarini görüyoruz. yani mantik su: “amac devleti/toplumu en “iyi/verimli” bir sekilde yönetmek degil midir, siyaset sinifinin misyonu bu degil midir, e öyleyse lüzumsuz birtakim demokratik prosedürlerle, formalitelerle, uygulamalarla vakit/enerji kaybetmeye ne gerek var; demokrasiyi memleketimize uyarlayip millilestirelim, milli demokrasimiz olsun.”

    ben demokrasiyi zileli ve f. baskaya gibi insanligin eristigi en yüksek mertebe olarak idealize etmedigim icin, akp’yi ve mantigini anlayabiliyorum.
    demokratik siyasal yönetim modern ulus devletlerin siyasal yönetim bicimi degil midir? yani demokrasiyi bir ideal olarak görme yanlisini bir kenara biraktigimizda, geriye ne kaliyor: siyasi bir yönetim bicimi.

    devleti ve toplumu yöneten siyasetciler idealist degil, gercekci ve pragmatistirler. bundan dolayi siyaset sinifi icin demokrasi bir ideal degil, devleti ve toplumu yönetmek icin bir aractir. akp’nin yaptigi da bu araci mümkün mertebe islevsel/verimli hale getirmeye calismak.

    bunun insanlara olumlu/olumsuz yansimasi nasil olur, o da ayri bir konu.

    f. baskaya yukarda “ben bu halka kefilim, bu halki tanirim, 200 yillik birikimi var, baskanlik sistemine evet demez” gibi seyler yazmis.

    nerden baksan konuya yanlis bir yaklasim: türkiyede ki secmenin yüzde ellisini olusturan akp taraftarlarinin söyle düsündügünü ve hareket ettigini anlamak cok mu zor:
    “akp benim partim, benim iradem, tayyip benim baskanim, önderim, reisim. benim partim ve reisim baskanlik sistemini uygun bulmussa, dogrudur, ben devlet islerini/siyaseti tayyip’ten daha mi iyi bilecem; reisim tayyip ve partim akp benden “evet” oyu istiyor, bende seve seve veririm. benim icin siradan bir insan olarak isim, asim, ekmegim, ailem, e birde dindar bir insan oldugum icin dinim, ibadetim önemli. partim akp ve tayyip reis bana bu imkani sagliyor mu, sagliyor, ben onlardan bir “evet” oy’umu mu esirgeyecem vs. vs.”

  3. sağcı; dinci-ırkçı-faşist-düzenbaz-menfaatçi- olmayan/olamayan insanlar ile yepyeni bir dönem başlatılabiliyor mu? moral değerler; insanseverlik-yiğitlik-erdem-bilinç- bırakıldı mı? yaşayabilme; geçim-mutluluk-sağlık esenlik düşman işgalinde. herkes zombileştiriliyor. sayı ve yüzde arta arta insanlıktan da çıkılmasa!

  4. neden referandum?

    baskanlik sistemi mecliste oy cogunuguyla kabul edilmedi mi? edildi. bu sistem referanduma sunulmadan hayata gecirilemez miydi? gecirilebilirdi.
    peki referandum neden?

    dikkat edilirse, referandum muhalefetin talebi üzerine yapilmiyor, mecliste kabul edilmis olmasina ragmen, baskanlik sistemini referanduma sunma iktidar tarafindan taleb ediliyor. neden?

    fikret hoca yukarda bu soruyu sormuyor ve cevabini vermiyor. oysa meseleyi anlamak acisindan kritik önemde.

    iktidarin böyle hayati bir konuda meclisin onayi ile yetinmeyip meseleyi birde halka/vatandasa onaylatmak istemesi gösteriyor ki:

    birincisi, akp iktidari sandiktan yüzde elliden fazla oy cikacagina inaniyor, hatta bundan emin dersek yanlis olmaz sanirim, yoksa böyle bir rizikoya girermiydiler?

    ikincisi, baskanlik sistemine hem icerde hem disarda tartisilmaz bir (kalici/ebedi) mesruluk kazandirmak. öyle ya, hem mecliste hem de secmenin/vatandasin/halkin yarisindan fazlasinin oyu ile kabul edilmis bir sistemin mesrulugunu ve demokratik karakterini kim sorgulayabilir. yani akp iktidari oyunu kurallarina göre oynuyor.

    f. baskaya da dahil, bu sisteme itiraz edenler, itirazlarini nasil grekcelendiriyorlar: bu tek adam diktatörlügü anlamina gelir.

    akp’nin buna cevabi nedir: bizden önce demokrasi mi vardi, ordu diktasi/vesayet sistemi yok muydu?

    burda görüldügü meseleye demokrasi kriterleri acisindan bakildiginda isin icinden cikmak mümkün degil.

    bundan dolayi ben, demokrasiyi devleti/halki yönetmek/gütmek icin bir arac, bir yönetim bicimi olarak görmeyip idealize edenleri, demokrasiyi bir ideal olarak görenleri elestiriyorum.

    marxizm/sosyalizm/anarsizm adina sözkonusu bu demokrasi tiyatrosunda taraf olanlar, sandiga gidip oy kullananlar neticede kemalist ordu diktasi ile islamci dikta arasinda tercih yapmis oluyorlar. kemalist ordu diktasini islamci diktaya tercih ederim diyenlerin kendilerini “laiklik” ile teselli ettiklerini biliyorum.

    simdi gelelim baskanlik sisteminin t.c. devlet programinda/reson’nunda yaptigi degisiklige.

    t.c. devletinin ekonomi programinda bir degisiklik var mi? yok. yani kemalistler ve islamcilar özel mülkiyet ve paraya endeksli rekabetci piyasa ekonomisinde (kapitalist ekonomi) hemfikirler.

    iktidar fraksiyonlarindan birinin biraz daha devletci digerinin biraz daha liberal ekonomi politikalarini benimsemelerini , sanki iki farkli iktisadi sistemmis gibi sunmak yanilticidir, yanlistir. (bkz. fikret hocanin yazisi: “bunlar bagnaz neoliberal”)

    peki akp’nin t.c. devlet programinda yaptigi köklü degisiklik nedir?

    cevap: devletin laik karakteri. laikligi batidan, disardan ithal yabanci bir “element” olarak gören islamcilar, bu konuda yaptiklari degisiklik ile türk devleti ve milletinin tekrar “özüne” döndügüne inaniyorlar.

  5. sen şu sıra bu fikirlerini Sabah’a da yollasana. Orada da yayınlarlar. 🙂

  6. “Yazının güncel ve tarihi önemi” oldugu kesin. Ayrica, uzerinde iyi dusunulerek yazildigi da asikar.

    Mesela, “Fakat, AKP’nin son referandum hamlesinde durum farklı. Hayır yasak…” diyor ki, elhak dogrudur.

    O yuzden, etrafta bir tane bile ‘hayir’ yazisi goremiyoruz.

    CHP’nin ve MHP’den ihrac edilmislerin ve digerlerinin ‘hayir’ amacli mitingi filan olamiyor.

    Dahasi, ‘hayir’ diyecek olanlar –‘Komünistleri nefes alıp verişlerinden tanırım!’ diyen Faruk Sukan’in o bilinen teknigi ile– daha agizlarini bile acmadan iceri tikiyorlar; muhtemelen ‘hayir’ diyecek olan milyonlarla doldu tasti hapishaneler..

    Nerede AB, nerede Bati?.. Nerede Beyaz Atli prensler, nerede NATO ve dahi CENTO?..

    Yetisin, ulke (Avrupa Ortacaginda yasandigi bilinen) karanliklara gidiyor.

    Dahasi, sayin ve dahi muhterem Fikret Başkaya ustadimiz, fetva ehliyeti kendinden menkul, buyuruyor: “Bu referandumun bir meşruiyeti yok”.

    Bunu demis olmasi kafidir. Ayrica delillendirmesine gerek filan yoktur.

    ‘Yoktur’ diyorum ve itiraz beklemiyorum. Ama, olmaya ki, birileri itiraz edecek olsaydi; belki se soyle bir delillendirme bekleyebilirdi:

    80 milyonluk ulkede, referandum kisvesi ile, hepi topu birkac yuzbin (ya da bir iki milyon) kisi sandiga gidecek –digerleri engellenecek– ve (Misir’da oldugu uzere) Bati’daki dostlarimiz da bunu muteber sayacak.

    Hayir, cok sukur, sayin ve dahi muhterem Fikret Başkaya ustadimiz, boyle bir sey demiyor –zahmet bile etmiyor.

    Sadece fetva buyuruyor. Yeterlidir. “[T]arihi önemi”ni de unutmamak lazim.

    Neyse.

    Daha sonra, son paragrafta, sunlari da diyor:

    “16 Nisan, toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu anayasa değişikliği anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki anayasa değişikliklerinden farklı…”

    Yanlis mi okudum. ‘Referandum’ olmadigini, mesru olmadigini, soyledigi sey aslinda bir ‘referandum’mus galiba.

    Hemi de onemli imis. Dahasi, oncekilerden daha farkli imis de..

    [Sanki, bu ulkede, daha once duzinelerce anayasa degisikligi referandumu olabilmis gibi..]

    “Bu toplumun yaklaşık iki yüz yıllık birikimi bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Ve o potansiyelin heba olmaması için insanların sorumlu yurttaşlar olarak davranmaları, ikirciksiz bir şekilde sandığa gitmeleri ve hayır demeleri gerekiyor.”

    Ulkenin Avrupa’ya cipalanmis olmasindan baska ne imis acaba bu “iki yüz yıllık birikim”?

    Sonsuza kadar surmek zorunda midir?

    AB, kendi icinde, sanziman misali, ‘cok viteslilik’ dilan gibi ayrismalari konusurken, orada bizim yerimizin ne olacagini (olmasi gerekip gerekmeyecegini) dusunmemiz ‘sefil bir oyun mu olarak goruluyor?

    “Unutmamak gerekir ki, sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanmaları zorlaşır…”

    Hmmm.. “bulundukları mavziler” ne ola ki acaba?

    Yoksa, 1960’taki ‘devrimci’ anayasanin hemen akabinde (1962’de) kurulup, ancak 2004’te farkina varilarak kaldirilabilmis olan ‘Azinliklar Tali Komisyonu’ gibi, secimle gelen iktidarlarin haberi bile olmayan, memur vesayeti yapilardan mi bahsediyor?

    “Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak…”

    Burasi cok da acik degil.

    ‘Hayir diyerek mi, ‘evet’ diyerek mi?

    Yoksa, sonuc ne cikarsa ciksin farketmez mi?

  7. Meraklisina not:

    ‘Azinliklar Tali Komisyonu’nun 1962’de gizli bir kararname ile kuruldugunu biliyoruz; ama, kimin ya da hangi partinin o tarihte iktidarda oldugunu soyleyen pek yok.

    1962’de 26nci Hukumet devam ederken, 25 Haziran’da gorevi 27nci Hukumet’e devretmis.

    https://tr.wikipedia.org/wiki/26._T%C3%BCrkiye_H%C3%BCk%C3%BBmeti
    https://tr.wikipedia.org/wiki/27._T%C3%BCrkiye_H%C3%BCk%C3%BBmeti

    Her ikisi de Ismet Inonu baskanliginda kurulmus CHP hukumetleridir.

  8. “bulundukları mavziler” ne ola ki acaba?

    Yoksa, 1960’taki ‘devrimci’ anayasanin hemen akabinde (1962’de) kurulup, ancak 2004’te farkina varilarak kaldirilabilmis olan ‘Azinliklar Tali Komisyonu’ gibi, secimle gelen iktidarlarin haberi bile olmayan, memur vesayeti yapilardan mi bahsediyor?

    Senin olmazsa olmaz kabul ettiğin “bürokrasi”den bahsediyor.

    “‘Roma Imparatorlugunun Gerilemesi ve Cokusu’ isimli kitabinda, Gibbons, Roma’da o kadar cok dinin gelisip serpilmesine neden izin verildigini sorar. Ve, soruyu kendisi cevaplar: Yonetici sinifa (elitlere) gore, butun dinler palavra/fasafiso/bos idi; siradan halka gore, her bir din hakikati temsil ediyordu; burokrasiye gore de, her biri kullanisli idi.”

    [Suradan da teyid edilebilir: https://en.wikiquote.org/wiki/Edward_Gibbon ]

    Burada bahsi gecen dinlerin birer pagan/putperest dini oldugunu akilda tutmak gerekir –sirf tarihsel baglami dogru oturtmak acisindan; yoksa genellenemez oldugu anlamina gelmez.

    Yukaridaki bu pasajda, ben, ‘burokrasi’nin pozisyonunu benimserim:

    Butun inanc ve ideolojiler ‘kullanisli’dir.

    Yani, herhangi birinin dominant olmasina izin verilmemek kaydiyla, hepsinin (ve herhangi birinin) ortadan kaldirilmasi dogru degildir.

    Gun ola harman ola.. belki ise yarar.

    Ayrica, birbileri ile mucadele etmeleri de, toplumun yonetilmesi, genel huzuru vs vb icin ‘kullanisli’dirlar.

    Bundan nasi, ben, ne komunizmin, ne Nazizmin, ne Kemalizmin ne de diger ‘izm’lerin (ya da ‘din’lerin) tamamen yer ile yeksan edilmesine sicak bakmam. Herhangi biri dominant olmasinlar yeter.

    “Kemalist-memur” vesayeti = “AKP-memur” vesayeti

    Peki Necip’in istediği ne:
    Bana dokunmayan yılan (bürokrasi, […]vesayetler, vs.), ötede beride ne yaparsa yapsın umrumda değil.

  9. “‘Kemalist-memur’ vesayeti = ‘AKP-memur’ vesayeti”

    Zahmet etmis, yazdigim pasaji aynen aktarmissiniz. Eyi.

    Ama, en sondaki (“Herhangi biri dominant olmasinlar yeter.”) cumleyi okumamissiniz anlasilan.

  10. M. Argüman.. Necip.. yazıp duruyor.. Herşey ortada. Elbette bu referandum faşizan baskı koşullarında yapılıyor. Kanıt mı yazılsın. Gülünç olma arzusu bu.
    Elbette faşizm demokratik oyla getirilmez mi denilecek… Olan da bu…
    Siyaset artık sandık tiyatrosundan da vazgeçti…
    “Hayır” sonucu da kısa vadede siyasi kaosu değiştirmeyecek ama çetenin iniş ivmesini büyütecek. Ve HAYIR cephesi ne kadar yamalı da olsa yazık ki rezil bir Burjuva Demokrasisi için bile bir başlangıç noktası.. Malzeme bu… Şikayet, hayıflanma yerine bu gerçeklik üzerinden siyaset üretimi kaçınılmaz.
    “Evet” çıktığında bu sonucun gayr-ı meşru olmadığını söyleyenler Demokrasiden nasip alamayanlar olacak. Ancak
    Seçim hileleri olmadan yüzde 55 i geçen bir “evet” RTE nin zaferi olabilir.. Ve elbette bir Pirus zaferi …

  11. ogürsel’in 9 nolu yorumundan alinti:

    “Ve HAYIR cephesi ne kadar yamalı da olsa yazık ki rezil bir Burjuva Demokrasisi için bile bir başlangıç noktası.. Malzeme bu… Şikayet, hayıflanma yerine bu gerçeklik üzerinden siyaset üretimi kaçınılmaz.”

    ogürsel, ben, bati tipi bir burjuva demokrasisinin türkiyede olusma ihtimalini sundan dolayi gercekci bulmuyorum:

    senin de bildigin gibi avrupada kilisenin/din’in siyaset/devlet islerinden dislanip, sadece özel alan ile sinirlandirilmasi uzun iktidar/güc/hakimiyet mücadeleleri sonucu olmus; kilise/din, burjuva devleti/modern ulus devleti bir üst otorite olarak tanimak zorunda kalmistir.

    türkiyede ki kemalist devlette bati modeli laik, modern ulus devleti öngörmüs, t.c.’nin devlet programini/raison d’etat buna göre olusturmustur.

    gelgelelim, islamin türk ulus devletinin/devlet programinin belirleyici karakteri olduguna inanan islamci devlet fraksiyonu kemalistlerden rövansi aldi.

    türkiyede ki kemalist-islamci iktidar mücadelesinin kanli ve siddetli gectigi göz önünde bulundurulursa, gelecekte de hangi fraksiyonun baskin cikacagini sandik/secim degil, siddetin belirleyecegini tahmin etmek zor olmaz.

    sonuc: senin, referandumdan “hayir” cikarsa türkiyenin bati tipi bir demokrasiye dogru yol alacagi iddiani gercekci bulmuyorum.

  12. fikret hocanin yazisindan alinti:

    “Devlet aygıtında çürüme kaldığı yerden devam ediyor. Oysa, liyakatin sıfırlandığı, hukukun by-pass edildiği bir devlet mümkün değildir.”

    burda fikret hocanin “devlet”i nasil idealize ettigini, “devlet” kavramina nasil olumlu meziyetler atfettigini anliyoruz.

    “Bir toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman eden bir hükümet, bir devlet yönetimi olabilir mi? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?”

    yine burda fikret hocanin devleti ve yönetimi idealize ettigini, devlet’in bir “baba” olarak “evlatlari/vatandaslari” arasinda ayirim yapmamasi gerektigini savundugunu görüyoruz.

    “bu sürdürülebilir bir durum mudur?”

    fikret hocaya sormak lazim: devletin/düzenin yikilacagindan mi kaygilaniyorsunuz?
    marxistlerin isi/yapmasi gereken, mevcut devletin/düzenin bekaasina dair kafa yormak midir?

  13. necip’in 5 nolu yorumundan alinti:

    “Hmmm.. “bulundukları mevziler” ne ola ki acaba?”

    necip, anladin da isi safliga mi vuruyorsun, anlamadim ama ben gercekten anlamadigini düsünerek cevaplandirayim.

    f. baskaya’nin “bulunduklari mevziler” ile kastettigi, özel olarak sol’un, genel olarakta muhalefetin “bulunduklari mevziler”i oluyor. biraz daha acayim:

    f. baskaya, kendi deyimiyle 200 yillik batililasma/cagdaslasma hareketini, bunun laiklik gibi “kazanimlarini”, cok partili parlamenter rejimi, burjuva demokrasisinin gücler ayriligi uygulamasini vs. savunulmasi gereken mevzular olarak görüyor.

    neye karsi: akp’nin islamci rejimine; devleti/toplumu islamilestirme siyasetine karsi; tayyip reis’in devlet gücünü tek elde toplama tesebbüsüne karsi.

    yani senin anlayacagin, bildik hikaye; yine basa döndük; osmanlinin son dönemlerinde ki gücler dengesine: devlet gücü padisahlik+hilafet yanlilarinin elinde, buna karsilik batililasma/cagdaslasma yanlisi muhalefet

    günzileli.com sitesi de, bu batililasma/cagdaslasma hareketinin mevzilerinden biri oluyor; sen bu mevzide karsi cepheyi/islami cepheyi temsilen bulunuyorsun, yani “düsman unsurusun”, ben deniz de her iki cepheye muhalefet ücüncü cephenin, marxist cephenin temsilcisiyim.

  14. “ben deniz” değil, “bendeniz” olacak. Yani Köleniz!

  15. Once uzunca bir alinti:

    “f. baskaya’nin ‘bulunduklari mevziler’ ile kastettigi, özel olarak sol’un, genel olarakta muhalefetin ‘bulunduklari mevziler’i oluyor. biraz daha acayim:

    f. baskaya, kendi deyimiyle 200 yillik batililasma/cagdaslasma hareketini, bunun laiklik gibi ‘kazanimlarini’, cok partili parlamenter rejimi, burjuva demokrasisinin gücler ayriligi uygulamasini vs. savunulmasi gereken mevzular olarak görüyor.”

    Simdi de uzunca bir cevap:

    Once sunu hemen aradan cikaralaim:

    “[C]ok partili parlamenter rejimi, burjuva demokrasisinin gücler ayriligi uygulamasi” filan gibi seyleri o 200 yillik kazanimlar icinde saymak dogru degil.

    Hatta.. bilakis, ‘kazanim’lardan geri adimlarin, ‘kaybedis’lerin baslangici da sayilabilir bu safha.

    Ortaya cikis sekli de, hepimizin bildigi uzere, Ikinci Dunya Savasi sonrasinda, Birlesik Krallik [BK], gucunun artik Turkiye’nin (ve bolgedeki bazi diger devletlerin) patronajini yapmak icin yeterli olmayacagini gordugunde, bu patronaji ABD’ye devredisi ile olur.

    ABD de, Birlesik Krallik’in patronajindayken mutlu-mesut yasayip giden ‘Milli Sef’ Ismet Inonu pasa hazretlerine (yani, o kadroya) son derece nazikce fakat ‘reddemeyecegi bir teklif’ seklinde ‘cok partili parlamenter rejimi’ tavsiye etmistir (dayatmistir).

    Yani, Cumhuriyetin kurulusunu da sayarsak, ikinci rejim ihracini yemisiz ama erkeklige bok surmemek icin biz bunu kutlariz filan.

    Bu gecis hem ABD icin hem de Turkiye sosyo-siyasasi icin onemliydi.

    Su acidan: Basta BK olmak uzere, Fransa ve Almanya’nin da mutabik oldugu (destekledigi), kadrolari ‘laik’ adi altinda etiketlenen dar bir zumrenin (agirlikli olarak Balkan oligarsisinden bahsediyoruz) yavas yavas bu gucunu kaybetmesine yol acacakti. Nitekim, zaman icinde, oyle de oldu.

    Dolayisi ile, Baskaya’nin ‘kazanimlar’ diyerek sahip ciktigi surec, aslinda, cok ciddi bir kirilma ile coktan sona ermistir

    Fakat, Baskaya, uyaniklik yaparak, kaybedis surecine de sahip cikar gibi gorunmektedir. Bunu yemiyoruz.

    Simdi de, butunluk acisindan, ‘cok partili parlamenter rejim’e gecis oncesine bakalim.

    O donemde dillerden dusmeyen anahtar kelime ‘laiklik’ degildir; ‘irtica’dir.

    ‘Irtica’ taraftari sayilana da ‘murteci’ denmektedir ve herhangi birinin/toplulugun ‘murteci’ etiketi yemesi hic de zor degildir.

    ‘Murteci’ sayildigi anda da, baska hic bir gerekceye ihtiyac duymaksizin, tasfiye edilmistir –bazan da ‘kellesi lazim olmaksizin’…

    Ben, bu ‘murteci’ kelimesi ile yapilani cok ilginc buluyorum; cunku Birinci Dunya Savasindan Ikinci Dunya Savasina kadar Turkiye’de yurutulen bu surecin ziyadesiyle benzeri bir surec, Ikinci Dunya Savasinda maglup olan Almanya’da, ‘Nazi’ etiketi ile yurutuldu. Yani, ilk uygulmamasi bizde oldu –farkli bir etiket altinda.

    ‘Murteci avi’ni surdurulebilir kilmak aslinda kolay degildi; cunku, ozellikle sehirli nufusun cogunlugu bu tasnife giriyordu; dolayisi ile, ‘insan stogu’ cinsinden bir muttefik kitleye ihtiyac vardi. Balkan Oligarsisi, bunu, Aleviler uzerinden saglamaga calisti.

    El altindan ya da alenen, Alevilere surekli ‘bunlar sizi kesecek’ propogandasi yapildikca –ve arada sirada bunu destekleyecek eylemler peydahladikca–, Alevilerin onemli bir kismina bu gorevi icsellestirdiler.

    Bir cesit Baasci bir rejim idi; fakat, surdurulebilir olmasi icin –Aevilerin tamamini ve ‘yerel ahali’den yeterince taraftar kazanmak– icin zaman gerekiyordu.

    Fakat, Avrupa cikarlarina gore formatlanmis bu yapi, yeni patronumuz ABD’nin cikar ve vizyonuna cok da uymadigi icin, ‘cok partili parlamenter rejim’ ihraci yedi ve, bu, sonun baslangici oldu.

    Bugun geriye donup baktigim zaman, ‘sol’umuzun neden ABD’ye dis biledigini anlayabiliyorum.

    Artik, bugun, gelinen noktada, ne ‘irtica’ ne de ‘laiklik’ birer sihirli kelime degil; tekrar olabilmesi de mumkun degil.

    Baskaya’nin bir ‘asr-i saadet’ ozlemiyle ‘lament’ler, agitlar yaktigi o donemde mumkundu cunku sehirli nufus orani yuzde 15’ler filan idi.

    Jandarma zoruyla koyluyu –gozlerden irak– bastirmak/susturmak kolaydi.

    Bugun, sehirli nufus yuzde 80-85’lere cikti ve Jandarma da artik Icisleri Bakanligina bagli siradan bir Genel Mudurluk oldu.

    Yani, o mevzi de kaybedildi.

    Baskaya’nin geriye yonelik cok da oykundugu ‘gücler ayriligi uygulamasi’na gelirsek..

    Bunun aslinda ne anlama geldigini cok iyi biliyoruz:

    Halk ne isterse istesin, hangi kanunu cikarmaga yeltenirse yeltensin, birileri –hukuk adami kisvesiyle– ‘Yuksek Mahkeme’ karariyla istemedigi herseyi ya da herhangi bir seyi durdurabilsin.

    Bunun ne kadar buyuk bir rahatlik oldugunu anlayabiliyorum:

    Halkin genis kitleleri ile siyaset uzerinden muhatap olmak, onlarin isteklerinin neden yanlis (ya da dogru) oldugunu onlarla muzakere etmek, dolayisi ile de, zaman zaman, odun vermek zorunda kalmak –kisacasi, siyaset yapmak– gerekmiyordu.

    Kim ozlemez boyle bir rahatligi..

    “sen bu mevzide karsi cepheyi/islami cepheyi temsilen bulunuyorsun, yani ‘düsman unsurusun’, bendeniz de her iki cepheye muhalefet ücüncü cephenin, marxist cephenin temsilcisiyim.”

    Bunlar, tabii ki, ‘bakan goz’un (‘the eye of the beholder’) kendi degerlendirmeleridir ve durduklari yeri gosterir.

  16. Alevilere surekli ‘bunlar sizi kesecek’ propogandasi yapildikca –ve arada sirada bunu destekleyecek eylemler peydahladikca–

    Attığın yalan bari kurbağanın yanından geçsin.

    Utanmasan, “Sivas Katliamı”nı yapanları da “Baasçı” diye nitelediklerine ihale edeceksin: “Baasçılar (ama özellikle de Kemalist hizip) gücünü kaybetmemek için, birkaç İslamcı ile anlaştı ve ‘Sivas Katliamı’ ile hem Alevileri (daha da) korkuttu, hem İslamcıların kendi aralarında kavga etmesini hızlandırdı, hem kendi iktidarını perçinledi. Baasçılar (ama özellikle de Kemalist hizip) kendi iktidarını perçinlemek için, ‘arada sirada eylemleri’ kendisi yapmadı ama başkalarına yaptırttı.”

    “Mustafa Armağan” adlı bir tarihçi var; olmayan şeyler yaratarak, zaten yeterince şüphe içeren olanı da yok etmeye uğraşır. Senin yaptığının Mustafa Armağan’ın yaptığından geri kalır yanı yok Necip.

    Naziler, Yahudileri fırınlarda yakmadı Necip. Yahudiler, sevine sevine fırınların içine atlayıp kendilerini yok ettiler, sırf Nazileri suçlu göstermek için. Yahudiler kabahatli, Naziler ise sütten çıkmış ak kaşık.

    Mahir Çayan’ın MİT ajanı olduğunu söyleyenler de var; inananı, bu yalanın müşterisi vardır elbette.

    Mustafa Kemal’in, elini ceketinin içine sokarak çekilmiş birkaç fotoğrafı dolaşır internette. Bu fotoğrafı temcit pilavı gibi gündeme getirerek, Mustafa Kemal’in aslında bir mason olduğunu söylemeye uğraşırlar sonra unutulur, birkaç hafta sonra bilnemne yıl dönümü vesilesiyle yeniden gündeme, dolaşıma sokulur bu fotoğraf:

    http://belgelerletarih.com/wp-content/uploads/2014/08/hqdefault.jpg

    http://galeri7.uludagsozluk.com/228/wikipedia-nin-ataturk-u-mason-olarak-ilan-etmesi_331612.jpg

    http://4.bp.blogspot.com/-A0_IOYBHRCg/TeorycDzOjI/AAAAAAAAAew/Oj9Z6T9zIDY/s1600/31.jpg

    http://3.bp.blogspot.com/-a-AIdg0p1V4/Uhta8drZLTI/AAAAAAAAAFg/yggJ4P2nO-8/s1600/ataturk-mason-mu-sacmaligi_411696_m.jpg

    Ve hattâ geçen yılın başında Yalçın Küçük, Gün Zileli’nin kayınvalidesinin “Yahudi asıllı” olduğunu söylemişti, Zileli cevap vermek zorunda kalmıştı:

    1. http://odatv.com/yalcin-kucuk-mossad-operasyonlarina-alet-oluyor-0402161200.html

    2. http://odatv.com/perincekin-mossad-suclamasina-ne-yanit-verdi-0902161200.html

    “Gün Zileli, Ümit Zileli’nin amcası, Irmak’ın babası, Lebibe Hanım’ın damadıydı, kitaplarında, ‘kayınvalidem Yahudi asıllılıdır’ yazıyordu ve bence hiçbir sakıncası yoktur.”

    3. http://odatv.com/mossad-ve-sabetayizm-tartismasi-buyuyor-1202161200.html

    Küçük’ün açıklamalarında adı geçen Gün Zileli sosyal medya hesabından Küçük’ün iddialarını yalanladı. Zileli sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
    “Yalçın Küçük, Odatv’de, kitaplarımda, Doğu’nun annesi Lebibe hanım için ‘Yahudi asıllıdır’ diye yazdığımı söylemiş. Yalan ve yanlış bilgi. İnsanların milliyetleriyle uğraşmak ulusalcı paranoyakların işidir. Kendim de dahil hiç kimsenin milliyetini merak etmem. Böyle tek bir satırım gösterilemez. Buradan yalanlamış olayım.”

    Zileli, Yalçın Küçük’ün “Tekeliyet” kitabı üzerine daha önce yazdığı bir yazıyı da paylaştı. Zileli’nin yazısında “Türkiye’nin büyük kısmının ‘Sabetayist’ olduğunu ve bunların ‘gizli’ bir ‘Sabetayist komplo’nun bilinçli unsurları olduklarını ‘öğrenince’, açıkça belirtmeliyim ki, kitabın geriye kalan üçte birini okuyamadım artık. Yine de, eğlenmek ve gülmek, daha acısı, iktidar tutkusuyla oradan oraya savrulan bir yazarın, sonunda nasıl aklını kaçırabileceğini somut olarak görmek isteyenlere kitabı salık verebilirim.” ifadeleri dikkat çekti.

    Zileli’nin iddialarını yalanladığı Küçük’e konu üzerine ne diyeceğini sorduk. Küçük, konu üzerine Odatv’ye yaptığı açıklamada şunları söyledi:
    “Beni yalanlamasına üzülmedim, şaşırdım. Anı-roman dizisi Yarılma, Gün Zileli ile Doğu Perinçek arasında çok sert tartışmalara neden olmuştu. Perinçek, kız kardeşinin eşi Zileli’yi yerle bir etmişti ve ben savunmuştum. Gün Zileli’nin hapisane anılarını yararlı bulmuştum. Bu kitapta Gün Zileli, ‘kayınvalidem İbrani asıllı’ diyordu ve ben daha önce bu kitaptan aktarma yaptım. Bu aktarmayı bulan bulur, yayınlanmıştır, ben tekrar arayıp bulmaya gerek görmüyorum.”

    Sende hiç utanma yok Necip, hiç.

  17. Zorbalık her zaman özgürlükten daha örgütlüdür. (Charles Pierre Péguy)

    DİKTATÖRLÜĞE #HAYIR

  18. http://amerikabulteni.com/2017/03/30/venezuela-nasil-intihar-etti/

    Okuyup üzerinde tartışılmalı. O Chavez rüzgarı!
    Ve bizim gittiğimiz yol mu bu?
    2. si de İran’la savaştırılmak… İkisinden biri mi?
    **
    HAYIR çıkarsa kaderimiz değişir mi? ….
    Cehennemden önce son kaçış sapağına mı geldik?

  19. “Attığın yalan bari kurbağanın yanından geçsin.”

    Bence yalani yanlis yerde ariyorsunuz.

    Cumhuriyetten oceki uzun donemde, Osmanli doneminde, Alevi-Sunni catismasinin olduguna dair bir karine ile karsilasmadim ben.

    Kuyucu Murat pasa efsanesini bir yana birakalim –cunku, o Alevilere degil, isyanci Kizilbaslara (Turkmenlere, yoruklere) yonelik bir kovusturmaydi ve ufurulen rakamlarin gercekle bir alakasi yoktur.

    [Daha gecen gun, anket sirketi sahibi olan birisi (ismini hatirlamiyorum), kendisinin tarihci oldugunu ve Yavuz zamaninda Alevilerin ‘kimine gore 300 bin, kimine gore 600 bin’ kurban verdigini soyluyordu. Tabii, beyimiz ne kadar tarihciyse artik, o donemde butun Osmanli nufusunun ne oldugunu dahi bilmedigi asikardi. Ama, olsun, sallamak serbest.]

    Isin dogrusu, Aleviler ile Sunnilerin yollari cok da kesismiyordu zaten.

    ‘Sunni’ dedigimiz tipler sehirlere yerlesmis, zaman icinde de organize dine intisap etmis insanlar (arti, daha onceki dinlerden olup da donenler, belki). Aleviler ise, tasrada (ya da koylerde) yerlesik, olabildigince geldiklerinde beraberlerinde getirdikleri inanclari muhafaza edenler (arti, yerlesik benzer inanclardan katilanlar).

    Yani, oyle –Cumhuriyetle beraber ufuruldugu uzere– kimse kimseyi bagdan kovmus, savaslarla dag baslarina filan atmis degil.

    Bunun boyle olmadigina beni ikna etmek icin, Sivas, Maras filan gibi –kimin tezgahladigi konusunda cok yogun suphelerin oldugu– bir iki olaydan degil; tarihsel kayitlar gostermelisiniz.

    [Not: Gun Zileli’nin ya da baska birisinin soy-sop detaylari beni ilgilendirmiyor.]

  20. Ekşi Sözlük’te yazan biri “madem diktatörlük var neden ekşi sözlük kapatılmıyor?” diye bir başlık açmış. Bu sitede yazan biri de aynı mantıkla “madem diktatörlük var neden bu site kapatılmıyor?” diye sorabilir.

    Bu görüşe kimin ne cevap vereceği az çok tahmin edilebilir.

    Necip buna katılarak diktatörlüğün olmadığının kanıtlarından sayacak.

    Gün Zileli diktatörlüklerin kadir-i mutlak olmadığını ya da şu an buna ihtiyaç duymadıklarını veyahutta böyle yapmalarının iktidarlarını tehlikeye düşüreceğini söyleyecek.

    Marxist Argüman kapitalist düzenin zaten özünde sınıf diktatörlüğü olmasından hareketle diktatörlükten bahsedenlerin burjuva demokrasisini idealize ettiğini söyleyecek.

  21. Bunun boyle olmadigina beni ikna etmek icin, Sivas, Maras filan gibi –kimin tezgahladigi konusunda cok yogun suphelerin oldugu– bir iki olaydan degil; tarihsel kayitlar gostermelisiniz.

    Senin maksadın ‘kayitlar’ aramak, bulmak, incelemek değil Necip.

    Bu siteye parmaklarınla s*çmayı bırak artık, yaydığın kokunun kaynağı sana ait olduğundan belki sana tesir etmiyor olabilir ama buradaki pek çok kişiye tesir ediyordur.

    Sana göre:
    Naziler, Yahudileri fırınlarda yakmadı Necip. Yahudiler, sevine sevine fırınların içine atlayıp kendilerini yok ettiler, sırf Nazileri suçlu göstermek için. Yahudiler kabahatli, Naziler ise sütten çıkmış ak kaşık.

    Sana göre:

    Sivas, Maraş olayları, üzerinde durulmayacak kadar önemsiz olaylar.

    Maraş’taki olayı da tezgâhlayan senin ‘(Önemli bir kısmını Kemalist hizbin oluşturduğu) Baasçı’ diye nitelediklerindi.

    Bu ‘(Önemli bir kısmını Kemalist hizbin oluşturduğu) Baasçılar’ (‘üst akıl’ gibi bir şey bu ‘(Önemli bir kısmını Kemalist hizbin oluşturduğu) Baasçı’lar) tetikçi olmaya hevesli birkaç İslamcıyla el sıkıştı, ‘gidin Maraş’ta katliam yapın’ emrini verdi, ölümler böyle başladı.

    12 Eylül’ün diktatörü Kenan Evren de çok iyi insandı, ne güzel darbe yaptı, hâlâ üzerimizden atamadık.

    ‘Sivas-Madımak Oteli’ yangınını başlatansa bizzat Aziz Nesin’di. Aldı eline kibriti, önce otelin perdelerini tutuşturdu, sonra otelin mutfağındaki tüpleri patlatıp yangını kontrol edilemez hâle getirdi. Asıl kabahatli olanlar Madımak Oteli’nde yananlardır; otelin önünde ‘cezbe’ transına giren İslamcı güruh ise sütten çıkmış ak kaşık.

    Eh Aziz Nesin bu yangından kurtulduğuna göre, vardır bu olayda bir hinlik: ‘(Önemli bir kısmını Kemalist hizbin oluşturduğu) Baasçılar’ otele gizli gizli girip, Aziz Nesin’i tereyağından kıl çeker gibi kurtarıp penceredeki itfaiye merdivenine kadar taşımış, kalanları da ölüme terk etmiş olabilirler.

    Necip, ya bu siteye parmaklarınla pislik saçmaktan vazgeç, ya da sulandırılMAmış verilere ulaştığın anda rasyonel analizlerini yap sonra ne yazacaksan yaz.

  22. anonim 18,

    sen simdi bu yorumu neden yazdin?
    belli ki, sirf “corbada benim de tuzum olsun, bende birseyler ciziktireyim” diye yazdin.

    ayrica, “Bu sitede yazan biri de aynı mantıkla “madem diktatörlük var neden bu site kapatılmıyor?” diye sorabilir.” diye yazmissin ya, bu soruyu soran sen olmayasin?
    belli ki soru’nu direkt sormak istemiyorsun, dolayli soruyorsun; sag elinle sol kulagini gösteriyorsun.

    beni, real sosyalistlerle karistiriyorsun. yukarda yazdim:
    1. ben iki diktatörlük arasinda -kemalist genarellerin laik diktasiyla islamci dikta- tercih yapmayi akillica bulmuyorum.

    2. “diktatörlük varsa eksi sözlük ya da günzileli.com sitesi neden kapatilmiyor, dersen: benim cevabim: neden kapatilmis gazete, radyo, tv’lere bakmiyorsun da, (henüz) kapatilmamis olanlara bakiyorsun?

    neden iceri atilan milletvekillerine, kayyum atanan/el konulan/kamulastirilan belediyelere, kurumlara vs. bakmiyorsun da, henüz kayyum atanmamis ya da henüz tutuklanmamis milletvekillerine bakiyorsun?
    resmen hile yapiyorsun.

    ayrica birsey daha: bu diktatörlük-demokrasi tartismalari ve karsilastirmalarini o kadar yüzeysel ve siradan buluyorum ki, sirf hatrin kalmasin diye cevap yazdim, senden ricam, soru soracaksan söyle biraz “kaliteli” bir soru sor.
    hem ben zihnimi yorayim, hem de sen zihnini yoruver, emi?

  23. necip’in 13 nolu yorumuna bakilirsa kafasi biraz karisik. ve yazdiklarinin bir kisminda komplo teorisi mantigi siritiyor.

    osmanlinin gerileme ve cöküs süreciyle baslayan batililasma/cagdaslasma tartismalari, sistem ihraci ve dolar & euro emperyalizmi:

    batililasma tartismalari neden gerileme ve cöküs sürecinde baslamasi bir tesadüf müdür? hayir.

    gerileme/inis göreceli bir durumdur; osmanli kimin karsisinda geriliyor? batili devletlerin ve rusyanin karsisinda.

    gerilemenin kriteri/ölcüsü nedir? toprak kaybi ve rakiplere oranla ekonomik ve askeri zayiflik.

    osmanlinin gerileme ve cöküsünü durduracak alternatifin adinin, yönünün bati olmasi bir tesadüf müdür? mesela neden “dogululasma” degilde “batililasma.”

    cevap: osmanli devleti uzun süre samar attigi, tokatladigi batili devletlerden samar/tokat yemeye baslayinca, osmanli devlet adamlari: “yahu daha düne kadar farkli yendigimiz devletlerden gol yemeye basladik; bunlar mi güclendiler biz mi zayifladik” seklinde muhasebe yapmaya basladilar.

    kapitalist para ekonomisinin proletarya denilen yoksullari iliklerine kadar sömürmesi sonucu ve sömürgecilik ile iyice semirip zenginlesmis batili devletler, osmanli devletini ekonomik olarak kendilerine iyiden iyiye bagimli hale getirdiler.

    batinin kapitalist ekonomisi ve demokrasisinin basarilarindan gözleri kamasan osmanli devlet adamlari, ama özellikle de jöntürkler/kemalistler, basarili bir devlet modeli olarak batinin siyasi ve ekonomik sistemini transfer/ithal etmeye karar verdiler.

    kapitalist para ekonomisinin ithali sorun degildi, fakat adina demokrasi denilen cok partili parlamenter rejimin ithali demek, monarsi/padisahlik ve halifeligin sonu demekti.

    iste osmanlida mesrutiyet ile baslayan -parlamenter rejim mi, dini monarsi mi-, güc/yetki/yönetim kavgasina kemalistler, laik bir ulusal devlet olan t.c. ile son noktayi koymuslardi, daha dogrusu koyduklarini düsünüyorlardi.

    necip, yazdiklarinda su yönden hakli: osmanli gibi batmis ve ekonomik olarak batiya bagimli hale gelmis bir devlet, batinin kapitalist ekonomisini ve demokrasisini ithal etmekle, batilli devletler gibi güclenemez. tayyip reis, devleti yöneten biri olarak bu gercegi bilmiyor mu? biliyor.

    bugün basta bas emperyalist A.B.D. olmak üzere, batili emperyalistlerin demokrasi ve kapitalizm ihrac ettikleri devletler icin öngördükleri durum, bu devletlerin IMF ve dünya bankasinin borc batagina batip, batiya bagimli hale gelmeleridir. asya’dan afrikaya, latin amerikaya kadar, bütün devletlerin durumu üc asagi bes yukari budur.

    yani dünyaya demokrasi & kapitalizm (pazar ekonomisi) ihrac eden batili emperyalistler, sistem ihrac ettikleri devletlerin ayni zamanda kaderini cizmis oluyorlar: IMF ve dünya bankasi araciligiyla bogazina kadar borclanma; dolar & euro emperyalizmine sürekli bir bagimlilik.

    kapitalist ekonomi tabiati geregi iki taraftan birisinin kazanci digerinin zarari üzerine kurgulanmis; ayni anda iki tarafinda kazanmasinin mümkün olmadigi bir ekonomidir.

    batidan kapitalizm (pazar ekonomisi) ihrac edip, gercektende bati gibi kalkinmis tek bir istisna devlet var: cin

    cin devletinin bu istisna hali, bu ülkenin kalabalik nüfusunu iyi bir koz olarak kullanmasi sonucudur. merak edenler icin daha ayrintili da yazabilirim.

    sonuc: günümüz türkiyesinde, batililasma/cagdaslasma yanlilari ile islamcilar/osmanlicilar arasinda ki tartisma su argümanlarla/motivasyonla yürütülüyor:

    bir tarafta, batinin demokrasi ve pazar ekonomisine bakan ve gözleri kamasan; bu sistemi ithal etmekle, tipki batililar gibi kalkinma hayalleri kuran batililasma yanlilari.

    diger yanda, osmanlinin son dönemlerinden beri batili emperyalistlerle yaptiklari tecrübeler sonucu, batinin sistemini taklit etmekle/ithal etmekle bati gibi olunamayacagini; bu sistemin, ithal edeni bagimli hale getirmeye programli oldugunu tecrübe etmis, anlamis islamcilar/osmanlicilar.

    tayyip reis’in bugün batiya olan tepkisi tamda bunu yansitiyor.
    tayyip’in batiya tepkili oldugu noktalar nelerdir:

    türkiye’nin AB’ye alinmayacaginin belli olmasi.

    “biraz daha gayret edersek bizi AB’ye alirlar diyen kemalistler, liberaller hayal kuruyorlar. alman basinini takip eden biri olarak biliyorum, t.c.’nin AB’ye alinmayacagina, avrupali politikacilar coktan karar vermis durumdalar.
    (zileli simdi üzülecek ama aci gercegi de artik örgenmesinin vakti geldi)
    kaldi ki AB’nin yoluna nasil devam edecegi bile belli degil.
    bunu farkinda olan tayyip reis de, sangay beslisi gibi alternatif arayislar pesinde.

    tayyip’in “dünya besten büyüktür” söylemi, “soguk savas dönemi bitti, ortak düsman real sosyalizm artik yok, kartlari yeniden karmak lazim, bizde artik büyük devletiz, birlesmis milletlerde, dünya politikasinda bizim de söz hakkimiz olsun” anlamina geliyor.

    tayyip’in baskanlik sistemi ile t.c.’ye cag atlatmak istiyor; t.c.’yi kisa bir sürede güclü bir devlet haline getirip, batiya olan bagimliligini azaltmak.

    latin amerikada ki chavez türü ulusal solcularin alternatif model/rejim arayislari da temelde tayyip’inkinden farkli degil.

    sonuc: islamci/osmanlici akp hükümeti, kemalistlerin batici kalkinma modelinin t.c.’ye bir arpa boyu yol aldirmadigini en son 2001 ekonomi krizinde yasayarak gördü.

    kemalistlerin “basarisiz” batici kalkinma modeline karsilik akp, milli/yerli bir kalkinma modeli ve bu modele uygun bir yönetim modelini -türk tipi baskanlik- alternatif olarak yasallastirmak istiyor.

    son bir noktaya dikkat cekeyim: yukarda ilk yorumumda akp’nin ekonomi politikalariyla ilgili genis bir alinti yaptim.
    akp’nin kapitalizm disi bir iktisadi model arayisi yok; tam tersine kapitalizmi basarili bir sekilde hayata gecirmek istiyor.

    türkiyenin IMF’ye borcu kalmadigi icin, akp’nin ekonomi politikalarida IMF’nin direktiflerini yerine göre takmama gibi bir serbestligi elde ettigini söylemek yanlis olmaz.

    akp’nin ekonomiyi tesvik poltikalarina baktigimizda su soruyu sormadan edemiyoruz: o’na tesvik, buna tesvik, vergide indirim vs. bu degirmenin suyu nerden akiyor?

    benim aklima tek bir secenek geliyor: tüm bu tesvikleri devletin borclanmasi ile finanse etmek istiyorlar.
    burda kritik soru: t.c.’nin su anda devlet olarak finans piyasalarinda kredi durumu nedir, ne kadar kredi temin edebilir?

    akp’nin ekonomi politikalarinin basarisi bir nevi kredi teminine ve lira’nin degerine bagli.

  24. HDP’li Adil Zozani “Kemalizm, bir parça Hitler bir parça Mussolini’dir” demişti;
    http://www.nerinaazad.net/news/life/politics/kemalizm-bir-parca-hitler-bir-parca-mussolinidir

    Bu kişinin şu görüşleri de onun Kemalizm karşıtlığıyla bağlantılı olsa gerek;

    Adil Zozani: HDP hata yaptı
    20/12/2015 11:13
    Demirtaş’ın “İçimizde Erdoğan seviciler vardı” sözleriyle işaret ettiği iddia edilen Adil Zozani, bu sözlere üzüldüğünü söyledi. Kendisinin başkanlık sistemini savunduğunu söyleyen Zozani, HDP’nin 7 Haziran’dan sonra da hata yaptığını belirtti.

    RADİKAL – HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “İçimizde gizli Erdoğan seviciler vardı. Onlar da şimdi eski vekil” açıklamasıyla kastettiği isim olduğu söyleyen Adil Zozani konuştu. Zozani, HDP’nin 7 Haziran sonrasında hata yaptığını, AKP ile kesinlikle koalisyon kurmama tavrının yanlış olduğunu söyledi.
    Habertürk’ten Kübra Par’a konuşan Zozani şu açıklamaları yaptı:
    “Ülkemde her gün sokakta insanlar ölüyorken, her yer yakılıp yıkılıyorken; meseleleri kişiselleştirmem doğru olmaz. Bu ortamın içinden çıkalım, Kürt halkı kendi haklarını özgürce savunabildiği bir konuma gelsin; kaybeden Adil Zozani olsun. Dolayısıyla böyle bir tartışmaya hiç girmeyeceğim ama Demirtaş’ın sözlerine tabii ki üzüldüm.
    HDP içinden bazı arkadaşlarımızın ısrarla statükocu düzenin devamını savunmalarını doğru bulmadım. Ben başkanlık sistemini destekliyorum.
    HDP 7 Haziran seçiminden itibaren siyaset sahnesinden bir adım geri çekildi. ‘Ben oynamıyorum’ moduna girdi. HDP’nin ‘AK Parti’ye kesinlikle koalisyon kurmayacağım’ demesi hataydı çünkü Kürt kitlesi bu sorunun çözümünü arzuluyor ve çözümü kolaylaştıracak mekanizmaların devreye girmesini istiyor. HDP 7 Haziran’dan sonra ‘kendi ilkelerim doğrultusunda tüm partilerle koalisyona açığım’ demiş olsaydı, AK Parti HDP’yle koalisyon müzakeresi mi yapacaktı? Hayır yapmayacaktı. Ancak HDP’nin bunu söylemiş olması, AK Parti’yi diyalogdan uzaklaşan taraf olarak bırakacaktı. HDP’nin yanlışının temeli budur.”
    http://www.radikal.com.tr/politika/adil-zozani-hdp-hata-yapti-1494692/

  25. “CHP demokraSİSİ”nden söz etmişken “AKP demokraSİSİ”ni tersten okuyalım:

    “İSİSarkomed PKA”

    O dönemde ISIS’e verilen doğrudan desteğin SİSİ’ye verilenle kıyaslanamayacağını da unutmayalım.

  26. (Anlamayanlar için) 18’in özeti:

    Herkesin neye ne diyeceği belli. Kimse yeni bir şey söylemiyor. Tartışma bitmiştir dağılalım.

  27. kapitalist ekonomiden enstantaneler:

    “Meyvecilik: Bu yıl narlar toplanmadı. Denizli’de elma kazandırmıyor diye elma ağaçları söküldü. Narenciyeciler portakal ve mandalinalarını yollara dökmeye başladı.” (basin)

    pazar ekonomiside (kapitalist ekonomide), insan ihtiyaclari icin degil, para/kar/kazanc icin üretim yapilir; calisilir, derken anlatmak istedigimiz olgu tamda budur.

    necip’in deyimiyle, nerden baksan ziyan.

  28. Osmanli, ozellikle hayatinin son donemlerinde, ele gelir her turlu altyapi yatirimini (egitim, imar vs vb) Balkanlar’da yapti.

    Bunun sebebinin ne oldugunu tam olarak soylemek kolay degil.

    Belki, Batiya karsi savunmanin ilk mevzii olarak, Batiya en yakin bolgelerin kalkindirilmasinin daha dogru olacagini dusunduler; belki de, devsirme prosesi sonucunda, zaman icinde Osmanli’nin ust yonetimi Balkan kokenlilerin eline gecmis oldugu icin, bunlar kendi bolgelerine iltimas gectiler.

    Ikisi birden de olabilir; baska sebepleri de olabilir. Ama, baska yerlere kiyasla, Balkanlarin daha bir ihya edildigi ortada.

    Buna ek olarak, Osmanli, Anadolu’da hic yapmadigi bir seyi Balkanlarda yapmistir: Tapu.

    Balkanlarda yasayanlara tapu imtiyazi vermistir. Anadolu’da ise bu yoktur; hersey devletin mulkudur.

    Balkanlardakilere verilen tapu imtiyazi, oralarda buyuk toprak sahiplerinin (‘timar’ gibi donemsel isleticilerinin degil, ‘sahip’lerinin) olusturdugu bir sinifin (‘ayan’ olarak bilinir; ‘derebeyi’nin bir turevidir) dogmasina yol acti.

    Batinin gelismesini karsilamak (to counter the rise of the West) acisindan en elverisli konumda olan bu sinif, boyle bir seyi ustlenmek, ekonomik canlilik yaratmak yerine, statukolarinin verdigi imtiyazlarin uzerine yatmagi tercih etti.

    Daha sonralari, yerel ayaklanmalar ve diger sebeplerle, oralar durulamaz hale gelince de, bunlar, diger ‘muhacir’lerle birlikte -dalga dalga– Payitaht’a sigindilar.

    ‘Varliktan darliga dusmus’ ve ‘muhacir’ hale gelmis olan bu zumrenin, haliyle, belli aliskanliklari vardi –krema tabaka olmak, yonetici olmak ve bunun getirdigi imtiyazlardan istifade etmek gibi.

    Bunlarin yoklugunda, bu kitlenin ‘memnunsuz’lara katilmasi sasirtici olmasa gerek. Oyle de oldu.

    Payitaht’ta, benzer durumda olan baskalari da vardi: Pasazadeler.

    Anadolu’nun da elden gidebilecegini gorduklerinde neler hissettiklerini tahmin edebiliyorum.

    O yuzden, can havliyle, ‘kurtulus savasi’na sarildi bir kismi –bir kismi da, statukonun devami umidiyle, ‘dusman’la anlasmak pesine dustuler.

    Uzatmayayim.

    Hikayenin buraya kadarki kisminda bir sevap/gunah dengesinin oldugunu farzetsek bile, bundan sonraki safhalar bize (sonradan gelen nesillere) yapisal/temel etkiler birakti.

    Anadolu insanin hic tanimayan, tanimak icin de gayret sarfetmemis, bu zumre, benimsedikleri prensiplerden dolayi (ya da, vermek zorunda kaldiklari ‘concession’lar yuzunden), Anadolu’nun esrafinin ezici cogunlugu (Sunniler) ile ittifak kuracak durumda degildiler.

    Kendilerini ‘kurtarici’ gorduklerinden (ve, onlarin gozunde, Anadolu’nun esrafinin ezici cogunlugunun ciddi bir katkisi olmadigindan) dolayi, baska ittifak unsurlarina yoneldiler.

    Iste, Aleviler bu noktada gundeme gelir.

    Fakat, Alevilerin bazi tarihsel handikaplari vardir: Tasrali olmak, yani yonetsel anlamda cok az tecrube sahibi olmak; agirlikli olarak sozel kulture dayanmak; ve daha da onemlisi, lokalite bazinda birbirlerinden ciddi farkliliklar gostermek gibi.

    Bunlar, aniden ‘ulke ligi’nde oynamaga terfi ettirilen Alevi topluluklar acisindan zaman icinde sorunlar yaratacak ise de, Balkan Oligarsisi icin bicilmis kaftan bile sayilir:

    Dersim Alevisi ile, mesela, Kutahya/Manisa Alevisinin pek az benzerligi olsa bile, hepsine, Sunnileri isaret ederek, ‘bunlar sizi kesecek’ derseniz, bir kusatilmislik atmosferi yaratir onlari kendi cephenize mahkum edebilirsiniz. Boylece, icerigi benzemezlerden olussa bile, bir ‘insan stogu’nuz olur.

    Buna ek olarak, kendi elcagiziniz ile kurdugunuz ilk 3 baskanliktan biri olan Diyanet Isleri Baskanligi uzerinden (diger ikisi Cumhurbaskanligi ve Genel Kurmay Baskanligidir) Alevi koylerine cami yaptirir, zorunlu din dersi adi altinda (devletin peydahladigi bir dini) Sunnilik diye dayatirsaniz, kusatilmislik duygusuna sureklilik kazandirirsiniz.

    O da yetmezse, yeni bir ‘irtica hortladi’ piyesi yazar, uygun buldugunuz yerlerde ve zamanlama ile sahneye koyarsiniz…

    Yanlis anlasilmasin; ben bunlari Balkan Oligarsisinin ‘gunah’ hanesine yaziyor degilim. Onlar, kendi ikballeri icin, boyle yapmak zorundaydilar ve, kendileri acisindan, hic de basarisiz sayilmazlar.

    Sorun, Balkan Oligarsisinin kendi ikbali ugruna yarattigi durumun bize –hepimize– biraktigi miras..

    Balkan Oligarsisinin kendi ikbali icin, kendilerinin karar verip uyguladigi, Alevileri ‘gurka’ (ya da ‘memluk’) yazmak uygulamasindan bahsediyoruz..

    Toplam nufusun –en iyi tahminle– yuzde 15’ine karsilik gelen Alevilere dayanarak geri kalanini yonetmek (Baascilik) mumkun degil artik. Hele de Balkan Oligarsisi –bir cok sebep yuzunden– sahneden cekilirken..

    Ama, Aleviler acisinan bakinca da, 70 senelik propoganda yuzunden, onlara kalan, yuzde 80-85’lik bir ummanin ortasinda kalmis olmanin getirdigi korkunc bir kusatilmislik duygusu var.

    Boyle bir yukun Alevilerin omuzlarina yikilmasi hic bir zaman dogru da degildi adil de degildi. Onlar boyle bir seye hic talip olmadilar ki.

    Fakat, bize birakilan miras bu.

    Rusya’nin bilmemneresinde, bilmemkim ne yapmis, ne yasamis gibi onemli (!) detaylarla ugrasmak da onemli (!) tabii ki; ama, giderayak da olsa, mabadinin killari agarmislarimizin bu sorunun cozumune hizmet etmesi hic de fena olmazdi.

  29. “batinin kapitalist ekonomisi ve demokrasisinin basarilarindan gözleri kamasan osmanli devlet adamlari, ama özellikle de jöntürkler/kemalistler, basarili bir devlet modeli olarak batinin siyasi ve ekonomik sistemini transfer/ithal etmeye karar verdiler.”

    Kelalaka sey soylenir de bu kadar mi olur?

    Dediginiz devirlerde, ‘Bati’ diyerek sadece Fransa’yi kasdetmiyorsaniz, Batinin tamami krallik idi.

    “kapitalist para ekonomisinin ithali sorun degildi, fakat adina demokrasi denilen cok partili parlamenter rejimin ithali demek, monarsi/padisahlik ve halifeligin sonu demekti.”

    Neden “monarsi/padisahlik ve halifeligin sonu demek” olsun ki?

    Ne Ingltere’de, ne de Iskandinav ulkelerinde (Hollanda ve Belcika’yi unutmayalim) ne monarsi ne de kralin dini lider olmasi (bizdeki ‘halife’ karsiliginda kullandim) bir sorun olarak goruluyordu.

    Baska bir deyisle, ‘ekonomik sistem’ acisindan bunlarin sorun oldugunu soylemek, yeterince derin veya genis bakamamis olmak anlamina gelir.

    Kafasi karisik olan ben degilim gibi..

  30. o’na tesvik, buna tesvik, vergide indirim vs. bu degirmenin suyu nerden akiyor?

    Nur topu gibi “Varlık Fonu A.Ş.”den akıyor. (Ve “Net hata & noksan” kaleminden oluk oluk para geliyor.)

    TCMB, resmiyette, para piyasalarını düzenlemekle görevlidir. RTE’nin meşhur “faiz haramdır” bağırmaları nedeniyle “özerk” TCMB’nin görevini yapması mümkün değil. APİ – Açık Piyasa İşlemleri mekanizmasını kullanarak, ihale açmak yoluyla piyasalara doğrudan döviz satmayı Ocak 2017’de bıraktı. Sonra, “1 haftalık repo faizi %8″e dokunmadan, “geç likitide penceresi” adıyla icat ettiği “Ortalama Fonlama Faizi %11,75″le, piyasalardaki oyuncuları (yani bankaları) bu faiz türünü kullanmaya yöneltti, yine yetmedi. Resmiyette TCMB’ye kullanma yetkisi verilmiş bütün mühimmat tek tek hadım edildi.

    (TCMB sitesine girin, İstatistikler / Piyasa Verileri / MB Ağırlıklı Ortalama Fonlama Maliyeti’ni oradan da “Rapor”u tıklayın.)

    İşte tam da bu noktada, “Varlık Fonu A.Ş.”nin denetime girmemesi kanunla sağlamlaştırıldı (26 Ağustos 2016). Piyasalardaki döviz dalgalanmasının “nispeten” daha sakin seyir izliyor oluşu, BİST 100’ün halâ rekor kırmak için canhıraş çalışıyor oluşu, “Con Ahmet’in devridaim makinesi” misali “Varlık Fonu A.Ş.”nin hokkabazlıklarıdır.

    “Ağam, bir yerlerden para yağıyor mübarek, nereden geliyor biz de bilmiyoruz. Aman aman ses etme nazar değmesin, para gelsin de nereden gelirse gelsin…”

    “Varlık Fonu”nun da bir limiti, sınırı var. Referandum öncesi ve sonrası, fonun kaynaklarını dibine kadar tüketmek için gocunmayacaklar.

    “Varlık Fonu A.Ş.”nin kurulmasının gerekçesi olarak belirlenen amaçlar:

    # Büyüme oranına gelecek on yıl içinde yıllık %1,5 oranında ilave artış sağlanması

    # Sermaye piyasalarında büyüme ve derinleşmenin hızlandırılması

    # İslami finans varlıklarının kullanımının yaygınlaştırılması

    # Yapılacak yatırımlarla yaklaşık yüzbinlerce kişilik ek istihdam sağlanması

    # Savunma, havacılık ve yazılım gibi teknoloji yoğun stratejik sektörlerdeki yerli şirketlerin sermaye ve proje bazında desteklenmesi, küresel oyuncu olmalarının sağlanması

    # Otoyollar, Kanal İstanbul, 3. havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması

    # Katılım finansmanı sektör payının artırılması

    # Arz güvenliği sağlamak üzere, Türkiye için önem taşıyan doğal gaz ve petrol gibi yurtdışındaki stratejik sektörlere yasal ve bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi hedeflenmektedir.

    Fonun kaynakları:

    # Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ)

    # Borsa İstanbul (BİST)

    # Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü

    # Halkbank

    # Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi (PTT)

    # Türk Hava Yolları

    # Türk Telekom

    # Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)

    # Türksat

    # Eti Maden İşletmeleri

    # Ziraat Bankası

    (Önümüzdeki aylarda, kaynakların genişletilmesi hedefleniyor. Özel sektörün elindeki pek çok şirkete “kayyum” atanmasıyla, fona devredilecek şirketlerin olduğu yönünde kaygılar ülke genelinde dilden dile dolaşıyor.)

    TCMB öldürülü;
    Sen çok yaşa “Varlık Fonu A.Ş.”

  31. necip’in 27 nolu yorumundan alinti:

    “Osmanli, ozellikle hayatinin son donemlerinde, ele gelir her turlu altyapi yatirimini (egitim, imar vs vb) Balkanlar’da yapti.
    Bunun sebebinin ne oldugunu tam olarak soylemek kolay degil.”

    fransiz devrimi ile dünyaya yayilan ulusculuk/milliyetcilik akimi, osmanli gibi cok uluslu imparatorluklarin sonunu getiren faktörlerden biridir.

    cografi/kültürel yakinlik ve okur yazarlik ile alakali olarak, batidan yayilan ulusculuk/milliyetcilik fikrinin/ideolojisinin ilk olarak ve en cok etkiledigi bölgeler balkanlardir; nitekim kendilerini ayri birer “ulus” olarak gören balkan topluluklari peyderpey isyan etmis ve kendi ulusal devletlerini kurmuslardir.

    bu durumu göz önünde bulundurarak söylersek:

    osmanli devleti, balkanlarda altyapi gibi hizmetlere öncelik vermisse, benim aklima gelen bunun iki sebebi olabilir:

    1. ayrilikci balkan hareketlerinin zeminini zayiflatmak; Hhizmet ve iyi muamele ile ayrilikci ulusal hareketleri, niyetlerinden vazgecirmeye calismak.

    2. bununla paralel olarak -havuc sopa politikasi- balkanlarda ki ayrilikci isyanlarin, gerilla hareketlerinin kacinilmazligini hesaplayan devletin, isyanlari bastirmak, ayrilikcilari takip ve devletin otoritesini tesis etmek icin altyapi calismalarina yatirim yapmasi. tipki, t.c.’nin kurulus asamasinda kürdistanda yaptigi gibi.

  32. “pazar ekonomiside (kapitalist ekonomide), insan ihtiyaclari icin degil, para/kar/kazanc icin üretim yapilir; calisilir, derken anlatmak istedigimiz olgu tam da budur.”

    Galapagos Takim Adalarini bilir misiniz?

    Benim, nacizane, ilgi alanlarimdan birisidir. Elimden geldigince, firsat buldugumda, cikan yazilari, yapilan belgeselleri filan takip ederim.

    Yakin zamanda cikan bir tane daha oldu. [Torrent sitelerinden “Galapagos 2017 S01E01” diye aratabilirsiniz.]

    Bu belgeselde gecen bir cumleyi aktarmak isterim: [50:25]

    {mealen} “Birkac senede bir, El Nino ismini verdigimiz buyuk bir meteoroljik vaka, Galapagos’u vurur. El Nino surecinde, denizdeki besleyici organizmalarin/madelerin seviyesi duser. Bu da, Deniz Iguanalarinin yegane yiyecegi olan deniz ‘algae’sini (yosununu) yok denecek kadar aza indirir. Bu yuzden, mesela, 1983’te Deniz Iguanalarinin nufusunun yuzde 60’i, 1998’da ise yuzde 90’i yok oldu.”

    Simdi.. merakimi mazur gorunuz lutfen.

    Uzerinde bir tek Allahin kulu insan yasamayan bu Galapagos Takim Adalarinda da ‘pazar ekonomisi’ (‘kapitalist ekonomi’) mi var ki, durduk yerde ‘algae’ kitligi yaratip Deniz Iguanalarinin yuzde 90’ina varan kiyimina yol aciyor?

    Eger oyle degilse, olmaya ki, siz, sirf bir seyler demis ve ucuz militanlik yapmis oabilmek icin sapkadan tavsan peydahliyor olabilir misiniz?

    Tabii ki, hayir.

    Siz temiz kalplisiniz.

    Ama, bu, ufkunuzun darligini gidermiyor ki.

  33. necip’in 28 nolu yorumundan alinti:

    “Kelalaka sey soylenir de bu kadar mi olur?
    Dediginiz devirlerde, ‘Bati’ diyerek sadece Fransa’yi kasdetmiyorsaniz, Batinin tamami krallik idi.”

    necip, osmanliya “mesrutiyet” fikri kimler tarafindan, ne zaman, nereden esinlenerek gelmistir, hic merak ettin mi?

    fransiz devrimi ve napolyon hareketinin osmanliya etkileri; osmanlida ki batililasma/cagdaslasma hareketi ile alakasi nedir, buna hic kafa yordun mu?

    yönetim yetkisi/gücü parlamentoda mi olsun, kral/padisahta mi olsun; güc/yetkinin ne kadari parlamentoda ne kadari kralda/padisahta olsun, bu tartisma ve mücadelenin baslangicinin, örnek ingiltere’de ta 1600’lü yillarda basladigindan haberin var mi?

    “Neden “monarsi/padisahlik ve halifeligin sonu demek” olsun ki?
    Ne Ingltere’de, ne de Iskandinav ulkelerinde (Hollanda ve Belcika’yi unutmayalim) ne monarsi ne de kralin dini lider olmasi (bizdeki ‘halife’ karsiliginda kullandim) bir sorun olarak goruluyordu.”

    bugün ingilterede oldugu gibi sembolük krallik, halifelikten bahsetmiyorum.

    devleti/toplumu yönetme/gütme yetkisinin padisah ve halifeden alinip parlamentoya verilmesi; babadan ogula gecen hanedanlik/monarsi yerine, atanmis ya da secilmis vekillerin devleti/toplumu yönetmesinden bahsediyorum.

    türkiyede ki güncel baskanlik tartismasi ve referandumun icerigide tamamiyla bu degil midir?

    türkiyede cumhurbaskanligi sadece sembolük degildir; devlet islerinde az cok söz söyleme hakkida var. buna ragmen tayyip reis bunu neden yeterli bulmuyor ve basbakanligi fesh edip, basbakanin yetkisini kendisine aktariyor?

    ta eskiden beri meselenin özü su degil midir: devlete ve topluma istedigi gibi ayar vermek.
    klasik bati demokrasisi bunu cok partili, serbest secimli parlamenter rejim ile yapmayi uygun buluyor; kurulu sistem/düzen tikir tikir isledigi müddetce de sorun yok görünüyor.

    fakat bu konuda bir standart yok, olmayacak da; bu tartisma ve yetki kavgasi da hic bitmeyecek.

    son birsey: jöntürkler ve kemalistler meseleye senin gibi ya da t. erdogan gibi bakmiyorlardi.

    jöntürkler/kemalistler, fransiz burjuva devriminden az cok etkilenmis insanlardir. din’i, padisahligi, hilafeti artik modern olmayan kurumlar olarak görüyorlardi. böylesi modasi gecmis kurumlarin islevini yitirdigini, bu kurumlarla devlet kurmanin ve yasatmanin mümkün olmadigini; osmanlinin yikilmasinin sebeplerinin batida ki siyasi/ekonomik gelismelere zamaninda ayak uyduramamasi olduguna inaniyorlardi; padisahlik ve monarsinin, cokuluslu imparatorluklarin yerini ulus devletlere biraktigini görüp, bu yolu takip etmis insanlardir.

    yani senin komplo mantigiyla anlattigin gibi, kimse jöntürk ve kemalistlere bir rejim falan dayatmamistir. jöntürkler/kemalistler, “zamanin ruhunu” anlamis insanlardi; osmanlinin kalintilarindan en azindan modern bir ulus devlet cikarmak icin ermeni, süryani, rum soykirimlari gibi isleri de göze almislardi.

    ve sana su aci gercegi acikca söylemek zorundayim: jöntürklerin/kemalistlerin ta 100 önce anladigini, sen ve türkiyeli diger muhafazakarlar hala anlamis degiller; hala osmanli rüyasi görmeye devam ediyorsunuz; osmanlinin neden yikildigini, bunun sömürgecilik cagi ile, avrupada ki burjuva devrimleriyle, teknigi, para’yi ve doga bilimlerini merkeze koyan kapitalist ekonomi ile, ulusculuk akimiyla alaksini hala anlamis degilsiniz.

    osmanli devletinin yikilma sebeplerini bosuna osmanli tarihinin ayrintilarinda ariyorsun; asil sebepler icte degil, disarda. ister inan ister inanma.

  34. Vay vay vay 27 numaralı Necip, “İbrahim Kalın”laşmaya başlamışsın.

    Üniversitelerin ilgili bölümlerindeki öğrencilerin heyecanla hazırladığı “debate”lerde, senden kaliteli bir “münazaracı” olur.

    Ya da, Council on Foreign Relations, Brookings Institution, Cato Institute, Chatham House, Strategic Forecasting, Inc. gibi haşmetli kurumlara, “kıdemli provokatör Prof. Dr. Necip” title’ın ile katılır, epey para kazanırsın, enerjini http://www.gunzileli.com gibi sitelerde boşu boşuna harcama.

    Fakat, Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski kalibresine ulaşman için “İbrahim Kalın”laşmayı da aşman gerek.

    Ha gayret, biraz daha ıkın…

  35. necip’in 31 nolu yorumundan alinti:

    “Uzerinde bir tek Allahin kulu insan yasamayan bu Galapagos Takim Adalarinda da ‘pazar ekonomisi’ (‘kapitalist ekonomi’) mi var ki, durduk yerde ‘algae’ kitligi yaratip Deniz Iguanalarinin yuzde 90′ina varan kiyimina yol aciyor?”

    necip, bu cevabi neye karsilik yazmis? benim 26 nolu yorumumda cumhuriyet gazetesinden yaptigim su alintiya karsilik:

    “Meyvecilik: Bu yıl narlar toplanmadı. Denizli’de elma kazandırmıyor diye elma ağaçları söküldü. Narenciyeciler portakal ve mandalinalarını yollara dökmeye başladı.”

    benim yaptigim alinti ile necip’in yazdigi arasinda alakayi anlayan varsa, bana anlativersin.

    necip, senin canli performansinda düsme, konsatrasyon ve dikkatinde azalma görüyorum; yorgunluk ve uykusuzluk belirtileri.

    ucuz militanlik yapmanin benim ve benim beslendigim kaynak olan almanca marxist “gegenstandpunkt” yayinevinin tarzi olmadigini simdiye kadar anlamis olmani beklerdim. sana cok teessüf ediyorum.

    ben o yorum ve alinti ile neye isaret etmeye calistim?

    cevap: serbest piyasa ekonomisinde, ekonomik üretimin amacinin insan ihtiyaclarini karsilamak olmadigina, üretimin biricik amacinin para/kar/kazanc yapmak olduguna, bunun gerceklesmedigi, yani üretilen malin kar/kazanc getirmedigi durumlarda cöpe döküldügüne, yani insan emeginin tek ölcüsünün para/kar/kazanc olduguna ve kapitalist melanetin asil kaynaginin bu sacma/absürd üretim prensibi olduguna dikkat cekmek istedim.

    kapitalist pazarda kar getirmeyen nareciyeleri, yani emegini cöpen döken ciftci; kapitalist pazarda sattigi elmadan kar edemeyen ciftcinin, binbir emek ile yetistirdigi elma agaclarini söküp atmasi benim bu aciklamama/iddiama delil/ispat teskil ediyor.

    senin buna cevaben yazdigin, benim yazdigimi cürütmek orda kalsin, arada alakayi nasil kurdun, anlamis degilim.

  36. “jöntürkler/kemalistler, fransiz burjuva devriminden az cok etkilenmis insanlardir.”

    ‘Jonturkler’.. yani ‘genc Turkler’.. Bu ismi onlara Avrupa vermistir. Degil mi?

    Yani, heyecani aklindan fersah fersah ilerde, bilgisine degil hormonlarinin emirlerine dayarak harekete gecen.. gencler.

    “jöntürkler/kemalistler, “zamanin ruhunu” anlamis insanlardi;”

    Bu hayli iddiali, bir o kadar da mesnetsiz –maalesef.

    Cok basit bir gercegin farkinda degildiler: Devletler bazan bazi sorunlari –hicbirsey yapmaksizin, ya da pek az sey yaparak– zamana birakir.

    Onlar bunu hic bilmediler; her problem saydiklarini hemen –kendilerinin umurlari/omurleri icinde– halletmege kalkismak gibi bir salaklik sergilediler ve parcalanmaya –farkinda dahi olmaksizin– katalizorluk ettiler.

    “hala osmanli rüyasi görmeye devam ediyorsunuz;”

    Siz ise, en az iki seyin farkinda degilsiniz.

    Bir. Ben, Osmanli ruyasi filan goruyor degilim.

    Iki. Onemli olan olup giden degil; arkasindan gelen mirascilarinin ne yaptigi veya yapamadigidir.

    “osmanlinin neden yikildigini, bunun sömürgecilik cagi ile, avrupada ki burjuva devrimleriyle, teknigi, para’yi ve doga bilimlerini merkeze koyan kapitalist ekonomi ile, ulusculuk akimiyla alaksini hala anlamis degilsiniz.”

    Bu dediklerinizi anlamli bulabilirdim –eger mirascilari bu eksiklikleri gidermek acisindan dise dokunur bir sey yapabilmis olsalardi.

    Onun yerine, alfabe devrimi, dil devrimi, kilik kiyafet (sapka, gardrop) devrimi, hayat tarzi devrimi filan gibi kendi ozunu reddetmekten oteye bir anlam ifade etmeyen, asagilik duygularinin cisme burundugu ‘eylem’lerden bahsedebiliyoruz ancak.

  37. “osmanliya ‘mesrutiyet’ fikri kimler tarafindan, ne zaman, nereden esinlenerek gelmistir, hic merak ettin mi?”

    Evet.

    “fransiz devrimi ve napolyon hareketinin osmanliya etkileri; osmanlida ki batililasma/cagdaslasma hareketi ile alakasi nedir, buna hic kafa yordun mu?”

    Evet.

    Peki, siz, parasini da devletin verdigi bu genclerin, Fransa disinda da bir Avrupa’nin oldugunu; oralarda neden Fransiz Devrimini hic de o kadar bastaci etmediklerini neden hic merak edip bakmadiklarini merak ettiniz mi?

  38. 29 nolu anonim yorumcunun “t.c. merkez bankasi öldürüldü” diye agit yakip, merkez bankasi’nin “varlik fonu A. S.”ye devredilmesine hayiflanmasina bakilirsa, bu arkadas vatansever bir atatürkcü.

    benim vatanseverlik gibi tezgahlarda bezim/taragim olmadigi icin, merkez bankasina agit yakmak yerine, “akp neyi amacliyor” sorusunu sorarak, olan biteni anlamaya calisalim.

    29 nolu yorumdan alinti:

    “Önümüzdeki aylarda, kaynakların genişletilmesi hedefleniyor. Özel sektörün elindeki pek çok şirkete “kayyum” atanmasıyla, fona devredilecek şirketlerin olduğu yönünde kaygılar ülke genelinde dilden dile dolaşıyor.”

    akp hükümetinin burda yapmaya calistigi, kapitalist ekonominin isleyis prensiplerinden ve varlik amaci olan sermaye birikimi, sermayenin mümkün mertebe tek ya da birkac elde toplanmaya calisilmasindan baska birsey degil.

    para/sermaye/kapital/kredi, kapitalist ekonominin damarlarinda dolasan kan gibidir ve sermayenin/kapitalin büyüklügü, kapitalist rekabette belirleyici bir faktördür.

    anlasildigi kadariyla, akp hükümeti, devletin ve türkiye ekonomisinin sermaye piyasalarina, özellikle yabanci finans/kredi kurumlarina olan bagimliligini azaltmak icin, yurt icinde ki mevcut sermayeyi belli merkezlerde bir araya toplayarak, daha verimli bir sekilde kullanmak istiyor.

    yani tamamiyla para’nin yasalarina göre ekonomi politikalari belirliyor.

  39. “senin buna cevaben yazdigin, benim yazdigimi cürütmek orda kalsin, arada alakayi nasil kurdun, anlamis degilim.”

    Alaka su:

    Denizli’de meyva yetistiricilerinin bir kismi umdugunu bulamamis. Yetistirdikleri seyler (elma ve narenciye) masrafi korutmamis; istedikleri fiyattan satamamislar.

    Demek ki, ‘serbest piyasa’ (‘kapitalist ekonomi’) kotu bir seydir.

    Buraya getirmissiniz.

    Az daha hizinizi alamasaniz, merkezi plan ekonomisini savunacaktiniz herhalde; bilemem.

    Ben de, bunun uzerine, ‘olur boyle seyler’ minvalinde, dunyanin bambaska bir ucunda, hic insanin yasamadigi yerde de benzer yurek yanginlari olabildigini dikkatinize getirmek istedim.

    Dindarlarin Allaha ya da Seytana kolayca maledebilcekleri seylerin Ateistler icin turlu cesitli zorluklar icerdigini de anliyorum. Bu bakimdan, ‘serbest piyasa’ (‘kapitalist ekonomi’) elverisli olabiliyor anlasilan.

  40. “Üniversitelerin ilgili bölümlerindeki öğrencilerin heyecanla hazırladığı “debate”lerde, senden kaliteli bir “münazaracı” olur.”

    Sizin oyle bir umidiniz dahi olmadigindan mi, butun soyleyebileceginiz bu turden cemkirmelerden ibaret olabiliyor.

    “‘İbrahim Kalın’laşmayı da aşman gerek.”

    Benim Ibrahim Kalin’i asmak gibi bir iddiam hic olmadi: Ne saz calabiliyorum, ne de sesim (veya muzik kulagim) var.

    Ote yandan, ayni ismi ikinci defadir yazmak icin bu kadar gayret gosterdiginize bakarak, butun Alevilerin ayni tornadan gecmemis olmasi midir, acaba, sizi bunca rahatsiz eden?

    Rahatsiz oldugunuza gore; sorabilirim, zannedersem:

    Gurka/memluk taifesinden misiniz, yoksa Balkan Oligarisisinden mi?

    Her ikisi de makbulumdur, eger soyleyecek sozunuz varsa.

    Buyrun.

    Sizi dinleyelim.

  41. “hayiflanmasina bakilirsa, bu arkadas vatansever bir atatürkcü.”

    Pek katilamiyorum.

    Bana, daha cok, armutlari, elmalari, corbalari, asureleri birbirine karistirmis atarli bir genc arkadasimiz gibi geldi.

    Sundan dolayi:

    Daha ‘tesvik’ nedir, ‘vergide indirim’ ne anlama gelir pek bilmiyor.

    Kisaca aciklayayim:

    ‘Tesvik’ sudur:

    Siz, bir proje ile, devletin ilgili kurumuna (Hazine Mustesarligi, Tubitak, Sanayi Bakanligi vb vs) gidersiniz. Orada projenizin fizibilite analizini ilgi uzmanlar inceler, devletin faydasini vs hesaplar.

    Uygun gorulurse, size bazi imtiyazlar tanirlar.

    Bu imtiyazlar, ‘yatirim indirimi’, ‘vergi indirimi’ filan gibi seylerdir.

    Bazan, size bedava arsa da verebilirler.

    Butun bunlara ‘tesvik’ diyoruz ve hepsi sartli imtiyazlardir.

    Yani, hepsi veya herhangi biri, ancak ve ancak siz yatirimi yapmissaniz (yani, once kendi aranizi yatirim icin harcamissaniz) devreye girer.

    Aksi halde, tek kurus koklatmazlar.

    Peki, bu surec icinde yolsuzluk olabilir mi?

    Tabii ki, olabilir.

    Her donemde de olmustur.

    Fakat, yolsuzluk yapmak icin, luzumundan fazla zahmetli bir yontemdir.

    Onun yerine, piyasaya borc takip ortadan kaybolmak; ya da herhangi bir ticari bankanin sube mudurunu kafakola alip kredi aldiktan sonra sirra kadem basmak cok daha kolaydir.

    Atarli genclerin becerebilecegi firildaklar degil bunlar; “kids, don’t try these at home” diye de uyarmis olayim.

  42. Bölünmüş Ortadoğu haritasının yayınlamasıyla Türkiye’de hatırlanan dünyaca ünlü dergi “The Atlantic” son sayısında Soner Çağaptay imzasıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı analiz eden bir yazı yayımladı. “Erdoğan Türkiye’yi, Türkiye’ye karşı bölüyor” başlıklı yazı, derginin ana sayfasında da okuyuculara sunuldu.

    “Ordu, bir dahaki sefere Türkiye’de siyasete müdahale ederse, bu durum muhtemelen Erdoğan’ı devirmek için değil, onu savunmak için olacak” diyen Çağaptay, Erdoğan’ın olası bir referandum başarısı için, “kazansa bile, Ülkenin sadece yarısı bu başarıyı kucaklayacak. Diğer yarısı da bunu siyasi olarak, ve PKK ve diğer solcu militan gruplar ise şiddetle yıkmak için çalışacak. Türkiye artık kendine karşı bölünmüş bir ülkedir. Terör saldırıları, toplumsal kutuplaşma ve şiddet, onu talihsiz bir iç savaşa sürüklerse, ülkenin kendi başını kurtarması mümkün olmaz.” ifadelerini kullandı.

    2003’den bu yana, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçkin, milliyetçi, muhafazakar liderlerin küresel sınıfı için yol gösterici bir ışık olmuştur. Ve bu süre boyunca kendisine karşı çıkanları şeytanlaştırmaya yönelik siyasi bir oyunda mazlum rolü oynamıştır. Erdoğan, ülkesindeki otoriter tutumu daha da güçlendirecek olan anayasa referandumuna haftalar kala, kendisini eleştiren çeşitli Avrupa ülkelerine “Nazi” yakıştırması yaparak, bu stratejiyi uluslararası bir boyuta taşımaya başladı.

    Erdoğan’ın bakış açısıyla bu makul bir kumar olabilir; neticede benzer yaklaşımlar geçmişte kendisine başarı sağlamıştı. Son olarak, ülke içerisindeki rakiplerini “halk düşmanları” olarak tanımlarken, popülaritesini arttırmıştı. Fakat bu yaklaşımlar toplumu öyle kutuplaştırdı ki, Türk birliğinin geleneksel kalesi olan güvenlik birimleri, Türkiye’nin pek çok cephede şiddetle yüzleştiği bir dönemde siyasallaşmış ve zayıf düşmüş vaziyette – yetmezmiş gibi Türkiye’nin Avrupa’daki ilişkileri de son dönemde patlak verdi. 16 Nisan referandumu öncesinde PKK’dan IŞİD’e kadar geniş bir yelpazeye yayılan terör grupları, Türkleri birbirlerine karşı daha aciz bırakmak için bu bölünmeleri istismar ediyorlar.

    TÜRKİYE İKİYE BÖLÜNDÜ

    Bugün, referanduma yönelik düzenlenen anketler gösteriyor ki, Türkiye, “Erdoğan yanlıları” ve “Erdoğan karşıtları” olarak eşit oranda bölünmüş vaziyette. Muhafazakar bir sağ kanat koalisyonu Türkiye’nin mevcut durumunun bir cennet olduğuna inanıyor; İkincisi, solcular, laikler, liberaller, Aleviler (liberal Müslümanlar) ve Kürtlerin gevşek koalisyonu ise cehennemi yaşadıklarını düşünüyorlar.

    Türkiye’nin askeri ve polis dahil olmak üzere uzun süredir gündeme getirdiği ulusal güvenlik kurumları, ülkede 1970’lerde sağa yaslı iç savaşa benzer sokak çatışmalarında ve sonrasında 1970’lerde yaşanan çatışmalarda, tehlikeli siyasi çatlaklarında gezinmesine yardım etti. 1990’lı yıllarda PKK tarafından yönetilen tam teşekküllü Kürt milliyetçiliği isyan ve terör saldırıları. Ancak, çeşitli askeri darbeler ve polis darbeleri de dahil olmak üzere, liberal ve acımasız yöntemlerle asker ve polis, Türkiye’yi darbeyle kontrol altına almıştı. Ancak Erdoğan, 15 Temmuz 2016 başarısız darbe sonrasında güvenlik güçlerini benzeri görülmemiş bir şekilde tasfiye ettikten sonra değişti.

    Aynı zamanda Türkiye’nin, Suriye iç savaşına karışması ülkenin toplumsal kutuplaşmaya dayanma kabiliyetini ciddi şekilde zayıflatan beklenmedik, istikrarı bozan türde bir yankı uyandırıyor. 2011’de Suriye’de çatışmalar patlak verdiğinden beri Ankara, Esad rejimini devirmeye çalıştı. Ağustos 2016’da Kuzey Suriye’ye birlik gönderdikten sonra Türkiye hem IŞİD’e hem de PYD’ye askeri operasyonlar düzenledi. Buna göre, Ankara artık Suriye iç savaşında Esad, IŞİD ve Kürtlerin tüm büyük partilerinden nefret etme ayrımcılığına sahipti. Suriye, şüphesiz Türk vatandaşlarını ülkesinin eylemleri için cezalandırmaya çalışmaya devam edecektir: Türkiye Esad rejimini, Güney’deki Reyhanlı’da 2013’de düzenlenen bir dizi otomobil bombalaması olayını, Suriye hükümetinin katılımı reddetmesine rağmen 51 kişiyi sorumlu tuttu.

    SURİYE, IŞİD VE PKK’NIN SEBEBİ OLDU

    Erdoğan’ın Suriye politikası aynı zamanda IŞİD ve PKK’nın terör saldırılarının da öncelikli sebebi haline geldi. Ankara her ne zaman Suriye’de PYD’ye karşı bulunduğu girişimlerinde başarı elde etse, bu durum PKK’nın Türkiye’yi hedef almasında gerekçe haline geliyor. Türkiye sınırları içerisinde gerçekleşen her IŞİD saldırısı da, benzer şekilde Türkiye’nin Suriye’de cihadçılara karşı sürdürdüğü operasyonlarına bir tepki gibi görünüyor. Örneğin, 45 kişiyi öldüren İstanbul havaalanındaki Haziran 2016 IŞİD saldırısı, Ankara’nın Suriye-Arap makamlarının terör örgütünün topraklarına girmesinden hemen sonra meydana geldi. En az 39 kurban alan İstanbul’da bir gece kulübünde yılbaşı arifesinde yapılan saldırılar, Türkiye destekli güçlerin stratejik Suriye kenti el-Bab’i IŞİD’den almaya yönelik bir operasyon başlatmalarının ardından gerçekleşti.

    IŞİD ve PKK, Türkiye’nin iki aşırılık yanlısı kesimini temsil ediyor; her biri ülkenin siyasi çöküşünü genişletmeye niyetli – bir de ülkenin Suriye politikası hakkında samimi bir tartışmayı engellemesi ve bu politikanın iç güvenlik üzerindeki etkisi.

    IŞİD’in seçtiği hedefleri göz önünde bulundurun:
    Laik ve liberal Türklerin uğrak yeri olan gece kulübü gibi mekanlar,
    İstanbul’da çoklu saldırıyla hedeflenen yabancı turistler,
    Temmuz 2015’te Suruç’un sınırındaki kasabada ikiz intihar bombasıyla öldürülenler gibi, Kürtler ve solcular; Ekim 2015’te Ankara’da düzenlenen barış toplantısında 103 kişiyi öldüren Aleviler gibi liberal Müslüman mezhepler;
    Erdoğan karşıtı muhaliflerin kilit bir bloğu ve şimdiye kadarki en yıkıcı IŞİD saldırısının ana kurbanlarıydı.

    IŞİD, ANTİ-ERDOĞANCILARI HEDEFLİYOR

    IŞİD, yabancılar ve Erdoğan karşıtı blok üyelerini hedef alarak, Erdoğan yanlısı milliyetçilere, cihatçıların kendileri için bir tehlike teşkil etmediği yönünde bir mesaj gönderiyor gibi görünüyor; İslamcı hükümet tarafından tehdit olarak görünen Batı etkisindekileri “temizlemek” üzerine yoğunlaşıyorlar. Fakat IŞİD, Erdoğan’ın anti-Erdoğan unsurlarını hedeflemeye devam ederken, PKK ve saldırıları da karşılıklı olarak devam edecek gibi. Kürt militanlar polis ve askeri güçlere yönelik ölümcül saldırıları düzenli olarak yürütüyor. Erdoğan’ın mesajı, Erdoğan karşıtı bir bloğa yönelik. Türk liderinin gücünü pekiştirmesine istinaden PKK’nın hoşnutsuz olması “Erdoğan’ın birliklerine” karşı tek umutları.

    Erdoğan’ın politikaları bu eğilimi hızlandırabilir. Erdoğan yanlısı medyada görüldüğü gibi, hükümet PKK tarafından öldürülen kişileri “şehitler” olarak tanıdı ve onlara özel statü kazandırdı. Şimdiye kadar IŞİD tarafından öldürülen kişilere bu kadar özel statü tanınma imkânı vermeyi ise reddetti. Bu politika değişmeden bırakıldığında, bu politika terör saldırılarından ölenler için iki katmanlı bir sınıflandırma yaratmaya ve böylelikle Türkiye’nin bölünmelerini bir PKK-IŞİD ekseni boyunca ilerletmeye yardımcı olabilir.

    ORDU BİR DAHA MÜDAHALE EDERSE

    Bu arada, başarısız darbe, Erdoğan’ın askeri ve polis kuvvetleri üzerindeki gücünü arttırarak, onları, Türkiye’deki bölünmüşlüğün Erdoğan yanlısı tarafına çekmesini sağladı. Ordu, bir dahaki sefere Türkiye’de siyasete müdahale ederse, bu durum muhtemelen Erdoğan’ı devirmek için değil, onu savunmak için olacak. Erdoğan’ın Türkiye’sine çağrılan Ankara’nın seçkin bir polis teşkilatı üyesi olan kişi, 19 Aralık’ta Ankara’daki Rus büyükelçisine suikast düzenledi. 22 yaşındaki adam, polis teşkilatının siyasileştirilmesinin yanı sıra Erdoğan’ın Suriye politikasının bir ürünüydü. Bu, açıkça siyasi bir cinayetti: Tetiği çekmeden önce, Moskova’nın Suriye’deki politikasına kurbanını cezalandırdığını beyan etmişti.

    Erdoğan için, kaos fırsat yaratabilir.

    Anayasa referandumu geçerse, cumhurbaşkanının yetkilerini büyük ölçüde genişleterek Erdoğan’ın hükümet başkanına, devlet başkanlığına ve iktidardaki AKP partisinin başında bulunmasına ve tüm ülkede iktidarın güçlenmesine neden olacaktır.

    (Şu anda sadece devlet başkanı ve hükümet üzerinde jüri denetiminden yoksun olduğu için ülkenin anayasasında cumhurbaşkanının resmi olmayan bir şekilde AKP’ye gitmesini engelleyen partizan bir figür olmasını öngörüyor.)

    Fakat kazansa bile, Ülkenin sadece yarısı bu başarıyı kucaklayacak. Diğer yarısı da bunu siyasi olarak, ve PKK ve diğer solcu militan gruplar ise şiddetle yıkmak için çalışacak.

    Türkiye artık kendine karşı bölünmüş bir ülkedir. Terör saldırıları, toplumsal kutuplaşma ve şiddet, onu talihsiz bir iç savaşa sürüklerse, ülkenin kendi başını kurtarması mümkün olmaz.

    Kaynak:
    https://www.theatlantic.com/international/archive/2017/03/turkey-erdogan-kurds-pkk-isis-syria-coup-gulen/521487/

    Çeviri: Şıvan Okçuoğlu

  43. necip,

    38 nolu yorumda yazdigin cevap beni tatmin ve ikna etmedi. neyse, o konuyu gecelim.

    senin t.c.’nin kurulusu ve alevilere bicilen rol ile ilgili yazdiklarin celiskili, tutarsiz ve gercekleri yansitmiyor; aciklamalarinda taslar yerli yerine oturmuyor; oturmayan taslari da komplo teorisiyle -zileli’nin kulaklari cinlasin- oturmaya calisiyorsun. kemalist rejim-alevilik iliskisini de esad rejimi-arap aleviler iliskisine benzetmeni de isabetli bulmuyorum.

    parantez aciyorum, bu arada necip ve t. erdogan gibi türk muhafazakarlarinin esad rejimine olan nefretinin kaynagini da ögrenmis oluyoruz.

    senin bu yazdiklarini islamci/osmanlici/muhafazakar yazarlardan okudugun belli oluyor.

    necip’in 27 nolu yorumundan alinti:

    “Bunlar, aniden ‘ulke ligi’nde oynamaga terfi ettirilen Alevi topluluklar acisindan zaman icinde sorunlar yaratacak ise de, Balkan Oligarsisi icin bicilmis kaftan bile sayilir.”

    türk islamci/osmanlici yazarlarin ve bu yazarlari okuyan senin, t.c. ulus devletini kuran jöntürk/kemalist kadronun kökenine bakarak “balkan oligarsisi” kavramini kullandiginiz belli oluyor.

    bu olgunun benim acimdan aciklamasi sudur: osmanlinin son dönemlerinde etkili olan islamcilik, osmanlicik, türkcülük gibi akimlara öncülük eden kadrolar ayni zamanda o dönemin okur yazar, yabanci dil bilen ve fransiz devrimi ve napolyon hareketi ile baslayan avrupada ki degisimleri yakindan takip eden kesim oluyor.
    sözkonusu bu kadro icinde balkan kökenliler agirlikta ise, bunun da balkanlarin avrupa’nin bir parcasi olmasi, avrupa’ya cografi ve kültürel yakinligiyla alakasi var.

    “aniden ülke liginde oynamaya terfi ettirilen alevi topluluklar” kimlerdir, somut örnek verde anlayalim. bizim neden o topluluklardan haberimiz yok.

    t.c.’nin “türk-alevi” kimligine dayandigi senin ve diger islamci/osmanlici kesimin uydurmasidir; t.c. devletinin etnik/dini kimligi türk-sunnidir.

    bunu nerden anliyoruz: t.c.’yi kuran kadronun istisnalar haric, hepsinin sunni/hanefi vs. olmasindan.
    parantez aciyorum, kemalistlerin din’e yaklasimi fransiz jakobenlerinin din’e yaklasimina benzerdir: din’i/inanci, (hakli olarak) “gericilik/hurafe” olarak görüyorlardi. bundan dolayi t.c.’yi kuran kemalist kadronun mezhebine bakmak aslinda anlamsiz, ondan cok t.c.’nin din poltikasina, diyanete bakmak lazim.

    t.c.’nin kurulusundan günümüze kadar, deevleti yöneten siyasetci, vali, kaymakam, general, milli istihbarat teskilati mensublari, komser gibi kilit noktalarda görev yapan insanlarin mezhebine bakilirsa, bunlarin icinde istisnalar haric, alevi olmadigi, alevilerin bu makamlardan uzak tutuldugu, ve hatta 12 eylül darbesini yapan kemalist generallerin alevileri devlet icin “tehdit” unsuru olarak kategorize ettikleri görülecektir.

    parantez aciyorum, alevilerin kemalist generaller tarafindan devlet icin “tehdit” unsuru olarak görülmelerinin sebebi, sosyalist/komünist örgütlerin aleviler icinde genis taban bulmasi ile alakalidir. yine 12 eylül darbesini yapan kemalist generallerin alevi köylerine camii yapmalari, alevileri ve bir bütün olarak toplumu islamilestirmeye calismalari, nacip’in komplo teorisi mantigiyla iddia ettigi gibi, “alevilere kusatilmislik duygusu” vermek icin falan degildi.

    12 eylül darbesini yapan generaller, o dönem gelisen sosyalist/sendikal hareketi milli güvenligi tehdit eden bir numarali tehlike olarak görmüs; iranda ve türkiyede sosyalist bir devrim olacak korkusuyla A.B.D., türk devlet adamlari ve generaller, isverenler/kapitalistler “komünist tehlikeyi” nasil savusturabiliriz, diyerek, stratejiler gelistirmislerdir.

    bu stratejilerden birisi, kömünist tehlikeye karsi toplumun bagisiklik sistemini güclendirmek icin, topluma bol miktarda milliyetcilik ve din/inanc enjekte etmek.

    bu cercevede mhp’li fasistler ve f. gülen gibi imamlar/din tacirleri de devlet icin hayirli hizmetlerde bulunma imkani yakalamislardir.

    necip, sanki t.c. acisindan “irtica” bir tehlike yokmus da, kemalistler bunu uydurmuslar gibi komplovari teori üretiyor.
    kemalistlerin, irtica dedigi sey, kemalist fraksiyonun rakibi olan padisahlik/halifelik yanlisi islamci/osmanlici fraksiyon ve taraftarlaridir. kemalistlerin adina “irtica” dedikleri bu rakip fraksiyon 2007/2008 de ki final hesaplasmasindan sonra bugün gercektende iktidari ve devleti tekrar ele gecirmis durumda.

    hal böyleyken, necip bize masal anlatiyor; irtica diye birsey olmadigini, kemalistlerin alevileri ve toplumu korkutmak icin uydurduklari birseymis gibi yansitmaya calisiyor.

    kemalistlerin diyanet kurumu ile hedefledikleri:

    1. din’i ve dindarlari kontrol altinda tutmak; müminlere vaaz veren imamlarin özel degil, devlet okullarindan mezun olmasi, imamlarin vaaz ettigi cuma hutbesi gibi vaazlarin icerigini devletin belirlemesi gibi.

    2. din’den/inanctan faydalanmak; toplumu yönetmek/gütmek icin din’den mümkün mertebe faydalanmak

    alevilerin, en azindan 1960li yillara kadar, kemalist rejimin dayandigi esas kitle olmadigini surdan anlamak mümkün:

    örnek, 1954 secimlerinde menderesin dp partisi, büyük cogunlugu alevi olan tünceli/dersim de %46 oy aliyor. chp’nin aldigi oy %53

    bugün cogunlukla chp’ye oy veren trakya, ege, akdeniz bölgelerinde o dönemde menderes’e cok daha fazla oy cikiyor.

    bugün chp’ye oy veren sehirli laik kesimin ayirt edici özelligi, necip ve diger muhafazakarlarin sandigi gibi alevilik degildir. chpli sehirli laik kesim, modern/avrupai yasam tarzini benimsemis, yerine göre dindar ama bagnaz dindar degil, avrupada oldugu gibi yerine göre rakisini da icen dindarlardan olusuyor.

    yazi uzadi, bitiriyorum.

  44. *Gurka/memluk taifesinden misiniz, yoksa Balkan Oligarisisinden mi?

    Ordu/Korgan’lıyım, Alevi değilim, Hanefiyim. Gurka/memluk taifesiyle de, Balkanlarla da, iddia ettiğin oligarşiyle de temasım yok.

    *Sizin oyle bir umidiniz dahi olmadigindan mi, butun soyleyebileceginiz bu turden cemkirmelerden ibaret olabiliyor.

    Hayat Üniversitesi öğrencisiyim, açıkçası mezun olmayı da istemiyorum. Ne çok debate’ler gördüm, ne çok debate’ler yaşadım, ne çok debate’de moderatörlük yaptım şu hayatta; hiçbirinde senin kadar usta bir provokatöre rastlamadım.

    Üniversiteliler moderatörlük yaptığım debate’lere gözlem yapmak, taktik öğrenmek için gelir. Eğer bir gün sen de katılmak istersen, kapım açık. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Debate moderatörlüğüme ek olarak ara sıra ben de münazaracı olarak iştirak ederim; provokatörlükte senin kadar experienced bir münazaracı değilim, olmak da istemem.

    Kapım açık diye yazdım yazmasına ama, (önceki post’ta da ifade ettiğim üzre) senin kadar usta bir provokatör enerjisini daha başka yerlerde harcamalı, kendi kendini tüketiyorsun buralarda.

    *Benim Ibrahim Kalin’i asmak gibi bir iddiam hic olmadi: Ne saz calabiliyorum, ne de sesim (veya muzik kulagim) var.

    Sana, saz çalıp çalamadığını soran da olmadı, kulağının maharetli olup olmadığını soran da olmadı. Eğer bu tür hobilere özeniyorsan, (önceki post’ta isimlerini yazdığım) haşmetli kurumlara “kıdemli provokatör” title’ın ile katılıp oralardan aldığın tomar tomar paralarla bir müzik kursuna başlayabilirsin.

    Her ne kadar provokatörlüğün kıdemli de olsa, her unvanın üstünde de unvanlar vardır, yani senin de alacağın yol epey var. İşte bu noktada, “İbrahim Kalın”laşmayı aşabilmen için şunlarla başlayabilirsin, hem sen bu tür konularla ilgilenmeyi müzikle ilgilenmekten daha çok seversin:

    Ben, Öteki ve Ötesi: İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/ben-oteki-ve-otesi-amp-islambati-iliskileri-tarihine-giris/398632.html

    Varlık ve İdrak: Molla Sadrâ’nın Bilgi Tasavvuru
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/varlik-ve-idrak-amp-molla-sadranin-bilgi-tasavvuru/360715.html

    Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/akil-ve-erdem-amp-turkiyenin-toplumsal-muhayyilesi/323576.html

    Enine Boyuna Türkiye
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/enine-boyuna-turkiye/256236.html

    *Ote yandan, ayni ismi ikinci defadir yazmak icin bu kadar gayret gosterdiginize bakarak, butun Alevilerin ayni tornadan gecmemis olmasi midir, acaba, sizi bunca rahatsiz eden?

    İsimleri 2 defa da yazarım, 2222 defa da yazarım, ya da hiç yazmam. Beni rahatsız eden, Alevilerin aynı tornadan geçmemiş olması değil.

    Beni rahatsız eden: Provokatörlük ve (aynı anlama gelmese de) “alternatif tarih yazıcılığı” alanlarında senin kadar experienced bir münazaracının kendini buralarda boşu boşuna tüketmesi, sana üzülüyorum ben sana, patlayacaksın ıkına ıkına.

  45. “Ordu/Korgan’lıyım, Alevi değilim, Hanefiyim. Gurka/memluk taifesiyle de, Balkanlarla da, iddia ettiğin oligarşiyle de temasım yok.”

    Sadece sempatizan yani?

    “Ne çok debate’ler gördüm, ne çok debate’ler yaşadım, ne çok debate’de moderatörlük yaptım şu hayatta; hiçbirinde senin kadar usta bir provokatöre rastlamadım.”

    Takdir ifade etmege calistiginiz sozlerinizi benim kabahatimmis gibi konumladirmaniz biraz acemice olmus.

    Siz de, eminim, farkindasinizdir ki, yukarida saydiginiz eksikliklerinizin hic birisi benim kabahatim degil.

    Belki de, yeterince uzun bir hayatiniz olmamis bugune kadar; ya da dusuk kalibreli ortamlara denk gelmissiniz.

    “Üniversiteliler moderatörlük yaptığım debate’lere gözlem yapmak, taktik öğrenmek için gelir. Eğer bir gün sen de katılmak istersen, kapım açık.”

    Sizin ‘universite’ diyerek onemsediginiz mekanlarin birer ‘yuksek lise’ oldugunu farkettiginizde cok ciddi hayal kirikliklari yasayacaginizi gorur gibi oluyorum.

    Benim, o tur musamerelere yonelik ilgim sadece seyredip eglenmek oldugundan, ve seyre zaman ayiracak deger tasiyan da cok nadir ciktigindan, nazik davetinize tesekkur etmekle birlikte, icabet edemeyecegimi kaydetmek isterim.

    “Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Debate moderatörlüğüme ek olarak ara sıra ben de münazaracı olarak iştirak ederim; provokatörlükte senin kadar experienced bir münazaracı değilim, olmak da istemem.”

    Siz, bu ‘debate moderatörlü’gu dediginiz seyi biraz fazla ciddiye aliyorsunuz gibi geldi bana..

    Bir futbol hakeminin kendini oyuncularla kiyaslamasi biraz abes olur da, onun icin soyluyorum.

    Bir de, bu tur seyleri bir ‘meslek hastaligi’ haline getirmek de pek dogru degil –hele de size kimse burada ‘moderatorluk’ gorevi vermemis ise.

    “Kapım açık diye yazdım yazmasına ama, (önceki post’ta da ifade ettiğim üzre) senin kadar usta bir provokatör enerjisini daha başka yerlerde harcamalı, kendi kendini tüketiyorsun buralarda.”

    Yani, sizin ‘lig’e beni cok goruyorsunuz. Bunu anladik.

    Anladik da, durduk yerde bana ‘kariyer plani’ bicemniz, bu baglamlarda tavsiyeler yazmaniz bir isguzarlik olmuyor mu?

    “Sana, saz çalıp çalamadığını soran da olmadı, kulağının maharetli olup olmadığını soran da olmadı. Eğer bu tür hobilere özeniyorsan, (önceki post’ta isimlerini yazdığım) haşmetli kurumlara ‘kıdemli provokatör’ title’ın ile katılıp oralardan aldığın tomar tomar paralarla bir müzik kursuna başlayabilirsin.”

    O tur ‘hobi’lere ozeniyor degilim; ozenmenin anlamli olmayacagini biliyorum; cunku –siz, galiba, anlamadiniz– benim ‘muzik kulagim’ yok. Tomar tomar degil, cuval cuval para versem bile, bana o yetenegi kimse kazandiramaz. Vermemis Mabut.

    “Her ne kadar provokatörlüğün kıdemli de olsa, her unvanın üstünde de unvanlar vardır, yani senin de alacağın yol epey var. İşte bu noktada, ‘İbrahim Kalın’laşmayı aşabilmen için şunlarla başlayabilirsin, hem sen bu tür konularla ilgilenmeyi müzikle ilgilenmekten daha çok seversin:”

    Kariyer plani konusunda danismak ihtiyacim oldugunda sizi ararim. Benden haber bekleyin.

    “Beni rahatsız eden: Provokatörlük ve (aynı anlama gelmese de) ‘alternatif tarih yazıcılığı’ alanlarında senin kadar experienced bir münazaracının kendini buralarda boşu boşuna tüketmesi, sana üzülüyorum ben sana, patlayacaksın ıkına ıkına.”

    Bana uzuldugunuz icin uzgunum tabii ki. Ama, gercekten, bosuna uzuluyor, kendinizi bos yere heder ediyorsunuz.

    Ote yandan, bazi insanlarin uzulmek ihtiyacinin oldugunu da kabul ederim.

    Bu acidan, size, aslanlarin o guzelim ceylanlari, tilkilerin o masum tavsanlari avlayip hunharca oldurdukleri doga belgesellerini tavsiye ederim.

    Bunlar, her kanalda, bol bol yayinlaniyor; kacirmaniz imkansizdir neredeyse.

    Iyi uzulmeler.

  46. “senin t.c.’nin kurulusu ve alevilere bicilen rol ile ilgili yazdiklarin celiskili, tutarsiz ve gercekleri yansitmiyor; aciklamalarinda taslar yerli yerine oturmuyor; oturmayan taslari da komplo teorisiyle -zileli’nin kulaklari cinlasin- oturmaya calisiyorsun. kemalist rejim-alevilik iliskisini de esad rejimi-arap aleviler iliskisine benzetmeni de isabetli bulmuyorum.”

    Her soyleneni ‘komplo teorisi’ diyerek bir kenara supurmege calismak hic de zor degil.

    Fakat; eminim, Ruslar aciklayincaya kadar, herhangi birisi (isaretlere bakarak) ‘burada garip bir seyler oluyor; olmaya ki, bunlar kendi aralarinda anlastilar’ dediginde, komplo diyerek gecistirilebilirdi (eminim, oyle de olmustur); ama, Sykes-Picot mutabakatinin hic de hayal mahsulu olmadigini zamanla anladik galiba.

    Benzer, fakat degisik bir ornek de, kocasi olan Genel Mudurun sekreterle kiristirdigindan suphe deip biraz daha derinlemesine bakan hanimefendinin bosanma/mahkeme safhasinda ortaliga doktukleri olmasaydi, belki de hicbirimiz ISKI Skandalindan ve arkasinda donen yolsuzluklarda haberdar olmayacak; soylentileri de ‘komplo’ diyerek gecistirebilcektik.

    Sunu demek istiyorum: Tabii ki, dedikodular esas olamaz; ama, soylenenlerin isaret ettigi seyleri tamamen gozardi etmek de dogru degil. Isaret edilenler, eger, hayatin dogal akisi ile celisen seyler ise, bosverebilirsiniz; ama, degilse –o zaman– ispatini bekleyen bir gerceklikten bahsedebiliriz.

    Iste, bu baglamda, ben, Balkan Oligarsisi ile (bazi) Aleviler arsasinda derin bir ittifak oldugunu su sebeplerle dusunuyorum:

    1) Alevi ilahiyati, degisik donemlerde kendisine yeni kutsallar edinen bir ilahiyat degil. Yani, putpereslikte son derece kolay olan ‘yeni bir kutsal daha edinmek’, benim bildigim kadariyla, Alevilik icin gecerli degil.

    Eger bu dogru ise, bazi Alevi tekke/zaviye/dergahinda, Hz Ali’nin temsili resminin yanisira (bazan daha kucuk, bazan esit boyutta, bazansa daha buyuk) bir ‘ahir zaman kurtaricisi’nin fotografinin bulunmasini ilginc buluyorum.

    2) Dersim’de, bizzat bu ‘ahir zaman kurtarici’sinin doneminde, ve onun emriyle, yapilanlarin bir katliam olduguna kimsenin artik pek bir itirazi olmadigi halde, Alevilerin israrla gormezden gelislerini enteresan buluyorum.

    Bunlar, bilhassa su acidan ilginc: Bugun itibariyle, olumunun uzerinden 497 sene gecmis olan Yavuz Sultan Selim hakkinda, ‘Alevileri kilictan gecirdi’ gerekcesiyle aratarak devam eden kin; konu –itimaldir ki, daha fazla sayida Alevinin olumune yol acmis– birisi olunca hic gundeme gelmiyor; tersine, fotografi kutsallarin arasinda yer alabiliyor.

    Disaridan bakan birisine, mesela bana, bunlar ‘hayatin dogal akisina aykiri’ geliyor..

    Sizin anlamli bir aciklamaniz var mi?

    Yoksa, yine, komplo filan diyerek gecistirecek misiniz?

  47. anonim 43,

    necip gibi düsünenleri seytanlastimanin bir anlami yok, necip gibi düsününen on milyonlar var türkiyede, hatta cogunluk böyle düsünüyor.

    sen simdi siyasete soyunmussun, degil mi? yani insanlara dogru buldugun seyleri anlatmak istiyorsun.
    fakat dikkat edersen senin yaptigina fikir tartismasi degil, polemik derler, hatta “ucuz polemik.”

    fikir tartismasi adi üstünde fikir ile, argümanla, aciklamayla olur, polemikle olmaz. insanlari ikna etmek, insanlara bir seyler anlatma gibi bir derdin varsa tabii.

    necip gibi tek tek insanlari seytanlastiriyorsun, fakat necip gibi düsünen milyonlari da “halk” olarak idealize edip, elestiriden muaf tutuyorsun.

    türkiyede akp’ye, mhp’ye, hatta bir kisim chp’li üc asagi bes yukari necip ile ayni fikirde. sözkonusu bu milyonlari “halk” diye idealize edip elestiriden muaf tutarsiniz; icinden necip gibi, t. erdogan gibi tek tek bireyleri seytanlastirarak, don kisot’un yel degirmenleriyle savasmasi gibi savasirsiniz.

    bu elestirileri sana daha önce de yaptim, ama polemik yapmaktan vazgecmiyorsun.

    cok okudugun belli, fakat düsüncelerini argümanlar, tezler halinde ifade etmiyorsun ya da edemiyorsun.

  48. necip’in 45 nolu yorumuna cevaben:

    benim anlamli aciklamalrim var, sen yeter ki merak et, sor.

    ben senin yazdiklarinin hepsine “komplo teorisi” demedim, bir kismina; yani senin aciklamalarinda taslarin yerli yerine oturmadigini sen de farkediyorsun; yerine oturmayan taslari da komplo teorileriyle oturtmaya calisiyorsun.

    senin yazdiklarin icinde “komplo teorisi” olarak gördügüm seylerin de dikkat edersen alternatif aciklamasini yapiyorum; yani senin iddia ettigin gibi “komplo teorisi” deyip kenara süpürmüyorum.

    “balkan oligarsisi” kavramini anlamli bulmuyorum ve benimsemiyorum, bu olgunun alternatif aciklamasini da yukarda yapmistim.

    “sykes-picot” anlasmasiyla ilgili söylediklerin komplo teorisi mantigini desteklemez.
    ingiliz ve fransizlar o dönemin en büyük iki sömürgeci gücüdür. bunlar bircok kitayi kendi aralarinda paylasmislar; bu paylasim gizli yoksa acik mi, yani kamuoyu önünde mi yapilmis, bunun hicbir kiymeti yok.

    göz önünde olan biten seyleri analiz etmek, olan biteni anlamak icin yeter de artar. dogru analiz yapmasini beceren, gizli sakli anlasmalara, istihbarat bilgilerine ihtiyac duymaz; o, isin biraz magazin, paparazzi, spekülasyon kismi oluyor.

    batili sömürgeciler, bogazin “hasta adam”i osmanli devletinin ölüm fermanini coktan imzalamislardi; sadece paylasimda anlasamiyorlardi; birde osmanlinin geride birakacagi enkazi tam hesaplayamiyorlardi.
    yani osmanli, kendisine bicilen ömürden biraz uzun yasadi; batili emperyalistler arasinda ki rekabet ve celiskiden faydalanarak ömrünü biraz uzatti demek yanlis olmaz.

    senin gibi osmanlici/islamci mentalitesine sahip türk muhafazakarlarinin anlamak istemedigi sey su: din, bir insanin kaderi falan degildir; din, karin da doyurmaz, din ile devlet de kurulup yasatilmaz.

    jöntürkler/kemalistler, batili emperyalistlerin manipüle ettikleri insanlar falan degildiler; avrupa ve kuzey amerikanin laikligini, modern yasamini, parlamenter rejimini devlet icin dogru, faydali bulduklari icin, benimsedikleri icin tercih ettiler; yani kendi özgür iradeleriyle yaptiklari bir tercih.

    tipki benim ateist olmam gibi, ya da benim komünist fikri benimsemem gibi.
    tipki günümüz türkiyesinde bir kisim insanin laikligi, modern/avrupai yasami kendi özgür iradeleriyle tercih etmeleri, benimsemeleri gibi.

    laikligi, avrupa tarzi yasami benimsemeyen de hicbir zaman benimsemedi zaten; kemalist ordunun 80 yillik baskisina ragmen benimsemedi ve bu “benimsemeyenler” sonunda akp iktidari ile devleti ve iktidari tekrar ele gecirdiler.

    1. alevilerin t.c. devletinin kurulusunda önemli bir rol oynayip oynamadigini surdan test edebilirsin: örnek, ankara, istanbul gibi büyüksehirlere valilik yapan insanlarin cumhuriyetten itibaren mezhebine bak bakalim.
    ben o valilerin hic birini tanimiyorum, merakta etmiyorum, ama sana pesinen garanti verebilirim, icinden tek bir alevi bulamazsin.

    ayni testi, cumhuriyetin kurulusundan itibaren t.c. genel kurmaylari, milli istihbarat teskilati baskanlari, basbakanlar, cumhurbaskanlari, bakanlar, ordu komutanlari vs, konusunda yap bakalim, icinde kac tane alevi bulacaksin.

    2. alevilerin atatürk’ün resmini mekanlarina asma isine gelelim. -necip, atatürk’ten öyle nefret ediyor ki, adini bile agzina almiyor-

    türkiyede atatürk’ün etrafinda olusturulmus bir kisilik kültü oldugunu sen de biliyorsun. atatürk’ü koruma kanunundan vs. de haberin var. “atatürkün resmini asma kanunu” diye birsey var mi, bilmiyorum, fakat türkiyede yasayan herkes sunu farkinda(daydi), devletin ve kemalist generallerin gözünde “süpheli” pozisyonuna düsmak istemiyorsan, kahvehane, dergah, cemevi gibi devletin izni ile acilan ve gözetim altinda olan toplu bulusma mekanlarina atatürk resmi asmak gerekir. yani, t.c. vatandaslari, ya göze batmamak icin ya da ilkokuldan itibaren aldiklari devlet egitimi ve terbiyesi sayesinde “ulu önderlerini” gercekten de benimseyerek, yasadiklari mekanlara gönüllü olarak atatürk resmi asiyorlardi.

    oküz altinda buzagi aramak; böyle basit gercekler altinda komplo aramak neden?

    diger yandan, atatürk’ü, halifeligi ve padisahligi kaldirmis modern bir lider olarak idealize eden aleviler oldugu gibi, sunniler, ateistler vs. de var.

    birde bilgisiz halkin uydurdugu ve ciddiye alinamayacak hurafeler, efsaneler var: örnek, dersim alevilerinin bir kisminin söyledigi: “dersim katliamindan atatürk’ün haberi yoktu” ya da “fevzi cakmak olmasaydi kökümüzü kuratacaklardi” vs.

    2. necip, kemalistlerin alevilik/kizilbaslik politikasini, bu konuda ne gibi kararlar almislar, bunlari hic merak edip arastirdin mi? etmemissin, yazdiklarindan belli.

    bu konuda kürt alevi yazar mehmet bayrak’in epey arastirmalari var. ayrica, kemalistlerin gerceklestirdigi kocgiri ve dersim gibi kürt/kizilbas katliamlarina, devletin dersim raporlarina vs. bakmak lazim.

    tekke zaviye kanunun ile alevi/bektasilerin de ibadethaneleri kapatilmistir. yani kemalistler, “dini gericilik” ile mücadelede alevi-sunni ayirimi yapmamislardir. alevi/kizilbas inancini da “gerici” olarak degerlendirip, ona göre muamele yapmislardi.

    tayyip reis, bu aralar “bunlar asik veysel’i hor görenlerdir” diyor ya, dogru diyor. asik veysel, yasar kemal’e söyle demis: “ben sazim ile sivas’a gitmeye korkuyordum, asker, polis sazimi elimden alip firina atiyordu.”

    3. bugün senin ve senin okudugun o muhafazakar yazarlarin, suriyede askeri darbe ile iktidari ele gecirmis laik baas rejimini kemalist rejim ile bir tutmasinin amaci nedir?
    kemalist rejimi gayri mesru ilan etmek.

    ayrica, suriyede, akp hükümetininde destekledigi cihadcilar ic savas baslatmadan önce, baas rejimi senin gibi türk muhafazakarlarinin düsündügü gibi sadece arap alevilerine dayanmiyordu. suriyede de laikligi benimsemis genis bir sunni arap kitle mevcuttu.

    bende senin gibi türk muhafazakarlarina sunu hatirlatayim: m. kemal, hafiz esad gibi, bir ordu subayi olarak darbe yapip, kurulu bir devletin basina gecmedi; m. kemal dedigin devlet adami, bir osmanli subayi olarak bircok cephede komutanlik yapmis; t.c.ulus devletinin kurulusunda bas rol oynamis bir siyasetci/askerdir.

    mesele öyle baas rejimi = kemalist rejim seklinde ifade edilecek kadar basit degil.

  49. “‘balkan oligarsisi’ kavramini anlamli bulmuyorum ve benimsemiyorum, bu olgunun alternatif aciklamasini da yukarda yapmistim.”

    Ben, ‘Balkan oligarsisi’ kavramini/terimini baska bir yerde okuyup oradan aparmis degilim. Bu terimi, kullanilabilecek olanlar arasinda en notr buldugum icin kullanmagi tercih ediyorum.

    [Herhangi bir yerden aparmis degilim; ama, kendi hafizama ‘full trace’ cekecek halim de yok. Bir yerlerden aklimda kalmis da olabilir. Garanti edemem.]

    “ingiliz ve fransizlar o dönemin en büyük iki sömürgeci gücüdür. bunlar bircok kitayi kendi aralarinda paylasmislar; bu paylasim gizli yoksa acik mi, yani kamuoyu önünde mi yapilmis, bunun hicbir kiymeti yok.”

    Sizce olmayabilir. Ama, ucuncu taraflar icin hic de oyle degild[di].

    “göz önünde olan biten seyleri analiz etmek, olan biteni anlamak icin yeter de artar. dogru analiz yapmasini beceren, gizli sakli anlasmalara, istihbarat bilgilerine ihtiyac duymaz; o, isin biraz magazin, paparazzi, spekülasyon kismi oluyor.”

    Boyle de denebilir. Ama, bunu soylemek, esasen, akli devreden cikarmak da sayilabilir: Gozle gorunenlerin arkasinda bir ortak pattern (veya hedef) var mi yok mu sorusunu sormaktan kendimizi alikoyMAmamiz gerekir bence.

    “senin gibi osmanlici/islamci mentalitesine sahip”

    Cok merak ediyorum: Siz, su ‘osmanlici/islamci’ etiketi ile ne kastediyorsunuz?

    Bir tur ‘kufur ehli’ mi?

    Eskiden kullanilan ‘itica/murteci’nin modernize edilmis bir kalibi mi?

    Nedir bununla muradiniz?

    “türk muhafazakarlarinin anlamak istemedigi sey su: din, bir insanin kaderi falan degildir; din, karin da doyurmaz, din ile devlet de kurulup yasatilmaz.”

    Ah, bunu benim bilmedigimi mi saniyorsunuz?

    Dinler, her devirde, insanlarin cikarlarina hizmet ettikleri olcude benimsenmis, modifiye edilmsis, bastaci edilmis ya da cope atilmistir.

    O yuzdendir, benim, ‘din’ ile ‘ideoloji’leri esdeger tutusum.

    Dahasi, ‘modern cag’in ideolojilerine bir ustunluk atfetmeyisim.

    Bu anlama gelecek cok sey yazdim burada.

    Fakat, siz, hala daha ve israrla, beni, ne anlamda kullandiginizi pek de anlamadigim, ‘osmanlici/islamci’ etiketiyle kategorize etmekle mesgulsunuz.

    “jöntürkler/kemalistler, batili emperyalistlerin manipüle ettikleri insanlar falan degildiler;”

    Ben bu anlama gelecek bir sey soyledigimi hatirlamiyorum.

    “avrupa ve kuzey amerikanin laikligini, modern yasamini, parlamenter rejimini devlet icin dogru, faydali bulduklari icin, benimsedikleri icin tercih ettiler; yani kendi özgür iradeleriyle yaptiklari bir tercih.”

    Bir. Kendi iradesiyle yapmis olmalari onlara bir muafiyet tanimaz. Kendi iradesi ile yola cikip kumar ya da uyusturucu bagimlisi olan cok insan var. Yani, sirf ‘kendi iradesi’ ile oldu diye, onlari vaftiz edecek degilim.

    Iki. Sizin soylediginiz sekilde genis bir cografyayi incelemis, ozumsemis degiller. Tersine, coguna, Paris son/tek durak olmus, orada gorduklerini de agzi acik ayran delisi hayranligi ile benimsemislerdir.

    “laikligi, avrupa tarzi yasami benimsemeyen de hicbir zaman benimsemedi zaten; kemalist ordunun 80 yillik baskisina ragmen benimsemedi ve bu ‘benimsemeyenler’ sonunda akp iktidari ile devleti ve iktidari tekrar ele gecirdiler.”

    ‘Laiklik’ –tanimi geregi– gokten inmis degil; belli bir ihtiyaci karsilamak, daha dogrusu, bir uzlasiyi saglamak icin bulunan bir yontemdi.

    TC’de ‘laiklik’ adina yapilan pek az seyin toplumsal altyapisi vardi. Din isleri ile devleti birbirinden ayirmak icin, ‘Hilafet’i kaldirdiktan sonra ‘laiklik’ adina yapacak daha bir sey yoktu.

    Fakat, sizin ‘Kemalist kadrolar’ dediginiz (benim ise ‘Balkan Oligarsisi’ dedigim) zumre, bunu (laiklik’i), kendi iktidar ve ikballerinin bir baska aleti (‘tool’u) olarak kullandilar.

    Bunun genis halk kitlelerinde karsilik bulmayacagi belliydi; nitekim, bulamadi da.

    Ama, ‘bir gunun beyligi de beyliktir’ dusturu geregi, kendi pragmatismi cercevesinde, ‘Balkan Oligarsisi’ bunu sonuna kadar kullandi.

    Kendi iplerini cektiler.

    “1. alevilerin t.c. devletinin kurulusunda önemli bir rol oynayip oynamadigini surdan test edebilirsin: örnek, ankara, istanbul gibi büyüksehirlere valilik yapan insanlarin cumhuriyetten itibaren mezhebine bak bakalim.
    ben o valilerin hic birini tanimiyorum, merakta etmiyorum, ama sana pesinen garanti verebilirim, icinden tek bir alevi bulamazsin.”

    Ah, siz beni yanlis okumussunuz.. Ben, hic bir zaman, “aleviler, TC devletinin kurulusunda önemli bir rol oynadi” demedim. Dikkat ettiyseniz ‘insan stogu’ dedim. Hatta, biraz daha aciklayici olur umidiyle, ‘gurka’/’memluk’ kavramlarina isaret ettim.

    Sunu ne kadar dikkatle ve nezaketle soylersem soyleleyim, Alevilerin kendilerine incinecek bir pay cikarmalarinin onune gecmem mumkun degil. Ama, soylemezsem de analiz eksik kalir:

    Aleviler, her ne kadar cumhuriyet tarihi boyunca, (‘Balkan Oligarsisi’ ve/ya ‘sol’ tarafindan) pohpohlamak amaciyla, ‘aydin’ ya da ‘cagdas’ olarak nitelendirilmisse de, bu sadece ‘non-Sunni’ anlaminda kullanilmistir.

    Yoksa, Aleviler, lugati anlamda ‘aydin’ ya da ‘cagdas’ olmak icin gereken hicbir seye sahip degildiler: Bin(lerce) senedir tasrali olmalari, yazili degil de sozel kulture dayanmalari vs vb. Bunlar, herhangi bir antropolog icin ‘aydin’ ya da ‘cagdas’ degil, ‘ilkel’ tanimina girerler.

    Fakat, haliyle, ‘Balkan Oligarsisi’nin derdi ciddi bir antroloji calimasi degildi; kendi iktidarlari icin gerekeni yaptilar ve bu ‘insan stogu’nun gonlunu hos tutan sifatlari onlara bir paye gibi sundular. Bu hala daha boyle devam ediyor.

    Benzer sekilde, Aleviler’e, cok kucuk de olsa bir hediye de verdiler: ‘Egitimi Sunni ilmihalinden arindirmak’.

    Bunu zaten yapmak zorundaydilar; ama, bunu Alevilerin talebi uzerine yapmis gibi konumlandirmak, Alevilere paye gibi sunuldu.

    “2. alevilerin atatürk’ün resmini mekanlarina asma isine gelelim. -necip, atatürk’ten öyle nefret ediyor ki, adini bile agzina almiyor”

    Agzima almayisimin nedeni ‘nefret’ degil. Unutmamak gerekir ki, TC tarihinde ‘kisiye ozel’ cikarilmis tek kanun Ataturk hakkindadir ve bu kanunun nerede ne zaman isletileceginin bir olcusu de yoktur. O yuzden, ek$i Sozluk’culerin kullandigi ‘GG’ (gotumuze girebilir) tedbirliligi olarak gormeniz gerekir.

    “türkiyede atatürk’ün etrafinda olusturulmus bir kisilik kültü oldugunu sen de biliyorsun. atatürk’ü koruma kanunundan vs. de haberin var.”

    Tabii ki, hem biliyorum, hem de haberim var. Fakat, sizin gozardi ettiginiz sey de tam olarak budur:

    Nerelerde var bu ‘kult’?

    Temel olarak iki cenahta:

    1) Aleviler. Katliama ugramis olmalarina ragmen.

    2) ‘Balkan Oligarsisi’nin mensup ve ‘murtezika’larinda.

    Burada kullandigim ‘murtezika’ kavramini aciklamam lazim. Ben, bu kavrama Mustafa Akdag’in kitaplarinda rastladim.

    Su anlamda/baglamda kullaniyordu:

    Osmanli’da, malum, bir vakif sistemi var(di). Herhangi bir ‘devletlu’, zengin oldugunda, bu zenginligi bir sonraki nesle birakamiyordu. Devlete kaliyordu.

    Bu, baslangicta sorun teskil etmiyordu; ama, Osmanli gerilemege basladiginda, varlikli beyler/pasalar vs., kendi evlatlarinin sifirdan baslamalari ihtimalinden endise eder oldular.

    Bu endise ile, ilk yaptiklari, vakif muessesesini ucundan kenarindan delerek, kurduklari vakiflarin kendi evlatlarina/soylarina hizmet etmesini saglayacak duzenlemeler yaptilar. Evlatlarini, akrabalarini vakfin mutevellisi yapip onlarin surekli maas almalarini saglamak yani. Buna ‘evladiyelik vakfi’ diyoruz. Bu ilk sapmadir.

    Ikinci olarak da, bu vakiflarin gun-be-gun isleyisini saglayan kadrolarin transformasyonu gelir. Bu kadrolar da, ikbal endisesi ile, vakiflarin yonetimini babadan ogula devreder hale geldiler. Baska bir deyisle, vakif, artik –kamusal fayda icin degil– bu dar zumrenin/kadronun gecimi/refahi icin kullanilir oldu.

    Mustafa Akdag, bu burokratik fakat asalak kadro icin ‘murtezika’ kavramini kullanir.

    ‘Murtezika’, ‘rizklanan’ yani ‘oradan beslenen’ demektir; ve asalakliga isaret eder.

    Yurkiye’de, su anda, ‘Balkan Oligarsisi’nin –ya da Kemalizmin– ardinda kalmis cok sayida ‘murtezika’ goruyorum. ‘Hayat tarzici’lar, ‘olmasaydin olmazdik’cilar vs vb..

    Bunlarin MKA etrafinda devam ettirdikleri ‘kisi kultu’nu, bu bakimdan –cikar amacli oldugu icin–, anlasilir buluyorum.

    Fakat, tabii ki, ‘anlasilir bulmak’, ‘mesru bulmak’ ya da ‘hakli bulmak’ anlamina gelmiyor.

    “‘atatürkün resmini asma kanunu’ diye birsey var mi, bilmiyorum,”

    Boyle bir kanun yok. Devletin resmi dairelerinde filan, bu anlama gelecek mevzuat olabilir. Aslinda eski bir gelenktir: Devlet baskaninin resmini resmi dairelerde asmak. Fakat, bu da sadece cari devlet byugu icin gecerlidir –sikke basmak, hutbe okutmak gibi.

    “fakat türkiyede yasayan herkes sunu farkinda(daydi), devletin ve kemalist generallerin gözünde ‘süpheli’ pozisyonuna düsmak istemiyorsan, kahvehane, dergah, cemevi gibi devletin izni ile acilan ve gözetim altinda olan toplu bulusma mekanlarina atatürk resmi asmak gerekir.”

    Dediginizi anliyorum; ama, bu tur ‘goze batmamak’ veya ‘goze girmek’ gayretlerini sergilemek zorunda olanlar Aleviler degildi. Onlar, ‘murteci’ filan sifatlari ile hic kovusturulmadilar cunku.

    “yani, t.c. vatandaslari, ya göze batmamak icin ya da ilkokuldan itibaren aldiklari devlet egitimi ve terbiyesi sayesinde ‘ulu önderlerini’ gercekten de benimseyerek, yasadiklari mekanlara gönüllü olarak atatürk resmi asiyorlardi.”

    Bu da bir aciklamadir. Ama, bana hic ikna edici gelmedi.

    Cunku, ne camilerde, ne kiliselerde, ne havralarda kimse ‘devlet egitimi ve terbiyesi’ geregi boyle bir sey yapmiyor.

    “oküz altinda buzagi aramak; böyle basit gercekler altinda komplo aramak neden?”

    Okuz altinda buzagi aramak dogru degil, tabii ki.

    Ama, once onun ‘okuz altinda buzagi aramak’ oldugunu tespit etmek gerekiyor.

    Ben oyle oldugunu dusunmuyorum.

    Yakin zamanda kutsal seviyesine terfi ettirilmis bir fani varsa, bu sosyolojik acidan da ilginctir.

    “diger yandan, atatürk’ü, halifeligi ve padisahligi kaldirmis modern bir lider olarak idealize eden aleviler oldugu gibi, sunniler, ateistler vs. de var.”

    Var tabii ki. Fakat, ‘soft sempatizan’lari saymazsak, bahsettigimiz kitle esasen yukarida saydigim kitledir –bence.

    “birde bilgisiz halkin uydurdugu ve ciddiye alinamayacak hurafeler, efsaneler var: örnek, dersim alevilerinin bir kisminin söyledigi: ‘dersim katliamindan atatürk’ün haberi yoktu’ ya da ‘fevzi cakmak olmasaydi kökümüzü kuratacaklardi’ vs.”

    Bu boyle olabilir. Ama, bilenler de var –ve az degiller. Buna ragmen, bir kinamanin bile dile getirilmeyisi ilginc degil midir?

    “2. necip, kemalistlerin alevilik/kizilbaslik politikasini, bu konuda ne gibi kararlar almislar, bunlari hic merak edip arastirdin mi? etmemissin, yazdiklarindan belli.”

    Saha calismasi yaptim mi? Tabii ki, hayir.

    Hem benim isim degil, hem de boyle kapsamli bir sey icin ayiracak vaktim olma(z)di.

    Fakat, elime gectikce, kitap ve yazilari ilgiyle takip ettim mi. Evet.

    Yeterli midir?

    Buyuk bir ihtimalle, hayir.

    “bu konuda kürt alevi yazar mehmet bayrak’in epey arastirmalari var. ayrica, kemalistlerin gerceklestirdigi kocgiri ve dersim gibi kürt/kizilbas katliamlarina, devletin dersim raporlarina vs. bakmak lazim.”

    Mehmet Bayrak’i okumadim. Kitabi ‘Kurt Alevileri’ uzerine midir; ‘Alevi Kurtler’ uzerine mi? [Arada cok ilginc ve onemli farklar var cunku.]

    ‘Kurt Alevileri’ benim ozellikle merak ettigim bir kesittir. Martin van Bruinessen’in birkac eserini okudum. Hatta, bir makalesini, yanlis tercume ettiklerinden dolayi oturup tercume etmisligim de vardir.

    Devletin raporlarinin –yayinlananlarini– okumuslugum var. Bunlar, benim sordugum –ilgi duydugum–, bu baslikta da bahsettigim ‘ittifak’a pek bir cevap icermiyor.

    “tekke zaviye kanunun ile alevi/bektasilerin de ibadethaneleri kapatilmistir. yani kemalistler, ‘dini gericilik’ ile mücadelede alevi-sunni ayirimi yapmamislardir. alevi/kizilbas inancini da ‘gerici’ olarak degerlendirip, ona göre muamele yapmislardi.”

    Bu hem dogru hem de degil.

    Alevi/Bektasilerin de ibadethanelerinin kapatildigi dogru; ama, bu cikardiklari kanunun metnindeki teknik bir sorundur.

    Yoksa, Alevilerin ibadetleri, Sunnilerde oldugu uzere, kovusturmaya ugramamistir –bildigim kadariyla.

    “3. bugün senin ve senin okudugun o muhafazakar yazarlarin, suriyede askeri darbe ile iktidari ele gecirmis laik baas rejimini kemalist rejim ile bir tutmasinin amaci nedir?
    kemalist rejimi gayri mesru ilan etmek.”

    Farkinda degilsiniz hala daha.. Ben, kanaatlerimi “o muhafazakar yazarlarin” ne dedigine bakarak olusturmuyorum.

    Suriye’deki (ve Irakta’ki, ve Misir’daki) ‘Baas’ rejimlerinin Kemalist rejim ile farki ton farkidir.

    Bu ton farki da, 1950’lerde yedigimiz rejim ihraci sonucunda, cok partili sistem vs ile, artmis; zaman icinde cok azalmistir.

    Fakat, bu, dedigim gibi, 1950’lerin sonrasi icin gecerlidir. Oncesinin ‘mesru’ olup olmadigi fazlasiyla tartismalidir.

    “ayrica, suriyede, akp hükümetininde destekledigi cihadcilar ic savas baslatmadan önce, baas rejimi senin gibi türk muhafazakarlarinin düsündügü gibi sadece arap alevilerine dayanmiyordu. suriyede de laikligi benimsemis genis bir sunni arap kitle mevcuttu.”

    Suriye’yi saglikli konusmak, bu gun icin, pek mumkun degil.

    ‘Arap Alevisi’ denenlerle bizdeki Aleviligin ne kadar benzestigi apayri bir soru.

    Ikincisi, “suriyede de laikligi benimsemis genis bir sunni arap kitle”nin varligi pek de bir seyi aciklamiyor.

    Bu kitlenin ‘murtezika’ olup olmadigini incelemek lazim. Ona da benim imkanim yok.

    “bende senin gibi türk muhafazakarlarina sunu hatirlatayim: m. kemal, hafiz esad gibi, bir ordu subayi olarak darbe yapip, kurulu bir devletin basina gecmedi;”

    Hih.. Eminim bu dediklerinize samimi olarak inaniyorsuuzdur.

    MKA’nin kullandigi her enstruman, Anadolu’da var olan ve (iyi-kotu) faaliyetini devam ettiren ‘devlet’in idi. Valisinden tutun, kaymakamina, muhtarina kadar. Ordusu icin de gecerli idi bu.

    Eger, Saray’i bilfiil basip tahta oturmamisligini “bir ordu subayi olarak darbe yap”mamis sayiyorsaniz, teknik olarak, haklisiniz. Ama, bu sadece teknik bir detaydir.

    Bir gecede, kimseye sormadan, rejim degisikligine gitmek ne anlama gelir?

    “m. kemal dedigin devlet adami, bir osmanli subayi olarak bircok cephede komutanlik yapmis; t.c.ulus devletinin kurulusunda bas rol oynamis bir siyasetci/askerdir.”

    Reklamlari severim ben de tabii. Ama, Suriye cephesini birakip kacmak konusunda kimsenin pek de bir sey diyemeyisinin sebebi ilgili ozel kanun olmasin?

    Fakat, konumuz MKA degil; ‘Balkan oligarsisi’ ile Alevilerin ittifaki.

    “mesele öyle baas rejimi = kemalist rejim seklinde ifade edilecek kadar basit degil.”

    Hicbir sey ‘basit’ degil. Ama, o kadar da karmasik degil.

  50. *Sadece sempatizan yani?

    Sen yazdıklarına “daha büyük işleri kotarmak için” yola çıkmış bir provokatörsün, benim herhangi bir şeye sempati besleyip beslemediğimi soracak kadar vaktin yok, beynindeki byte’ları intizamlı kullan, benle ilgili yazarak byte’larını minik minik israf etme (senin gibi çirkef bir provokatörün sayıklamalarında, byte bile değilim, olmayı asla istemem, sayıklamaların dışında ise — byte’ı geçtim — 1 bit ya varım ya yokum), böyük böyük amaçların için büyük byte klasöründe biriktir, lazım olacak hepsi sana, o haşmetli kurumlarda. Açık ifade edeyim; sempatizan da değilim. Aklını, şahsımda beyhude tahayüller icat etmek için yorma; “kıdemli provokatörlük”üne ve “alternatif tarih yazıcılığı”na ayırdığın enerjini tüketir, maâzallah, dımdızlak kalabilirsin.

    *Takdir ifade etmege calistiginiz sozlerinizi benim kabahatimmis gibi konumladirmaniz biraz acemice olmus. Siz de, eminim, farkindasinizdir ki, yukarida saydiginiz eksikliklerinizin hic birisi benim kabahatim degil. Belki de, yeterince uzun bir hayatiniz olmamis bugune kadar; ya da dusuk kalibreli ortamlara denk gelmissiniz.

    Neyin “acemice olduğu” neyin “acemice olmadığı”, neyin “eksiklik olduğu” neyin “eksiklik olmadığı” konularında ahkâm kesecek kadar, hayatımın ne uzunlukta olduğu üzerine müneccimlik taslayacak kadar, kalibrenin ne olması gerektiği konusunda kıstas koymaya yeltenecek kadar kibirlisin.

    *Sizin ‘universite’ diyerek onemsediginiz mekanlarin birer ‘yuksek lise’ oldugunu farkettiginizde cok ciddi hayal kirikliklari yasayacaginizi gorur gibi oluyorum. Benim, o tur musamerelere yonelik ilgim sadece seyredip eglenmek oldugundan, ve seyre zaman ayiracak deger tasiyan da cok nadir ciktigindan, nazik davetinize tesekkur etmekle birlikte, icabet edemeyecegimi kaydetmek isterim.

    Neyin “yuksek lise olduğu” neyin “yuksek lise olmadığı” konusunda ahkâm kesecek, kendini “tayin edici” statüde konumlayacak kadar kibirlisin, ve hattâ “gorur gibi oluyorum” ifadenle kendini bir müneccim gibi göstererek söylemini yumuşatmaya da uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun. Ne mutlu ki, “yuksek lise iddianla mimlediğin” Hayat Üniversitesinin bütün kampüslerinde; “kıdemli provokatörlük” ve “alternatif tarih yazıcılığı” alanlarında ders de verilmiyor, debate de yapılmıyor. Davet var, ısrar yok. Şuna emin ol: Eğer icabet etse idin, senin sayıklamalarını seyredip eğlenen pek çok kimse olurdu, tıpkı bu sitede eğlenildiğin gibi.

    *Siz, bu ‘debate moderatörlü’gu dediginiz seyi biraz fazla ciddiye aliyorsunuz gibi geldi bana..

    Yanlış gelmiş sana. Hayat, insanlar ne kadar ara sıra kaçamak yaptığını zannetse de, çoğu zaman sadece yaşandığı haliyledir; “debate moderatörlüğü”nü fazla ciddiye almıyorum, ciddiye alıyorum, ne eksik ne fazla.

    *Bir futbol hakeminin kendini oyuncularla kiyaslamasi biraz abes olur da, onun icin soyluyorum.

    Oyuncuların (münazaracıların) hâllerini, meşrebimce, dimağım elverdiğince anlayabilmek için ara sıra debate’lere katılıyorum; hakemlik (moderatörlük) prosedürüyle, oyuncu (münazaracı) olmanın getirdiği davranışları birbirine karıştırmadan.

    *Bir de, bu tur seyleri bir ‘meslek hastaligi’ haline getirmek de pek dogru degil –hele de size kimse burada ‘moderatorluk’ gorevi vermemis ise.

    Uydurma. Ortada “meslek hastalığı” tabirini kullanmayı gerektirecek herhangi bir durum yok; yukarıda yazdığım “fazla ciddiye almıyorum, ciddiye alıyorum” kısmını tekrar oku, anlamaya gayret et. Kibrin; aklının, tüm benliğinin en ince, en küçük hücrelerinde dolaştığı için, “moderatörlük” konusunu ilk sırada tutmaya çırpınarak kendi “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı gizlemeye uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun.

    *Yani, sizin ‘lig’e beni cok goruyorsunuz. Bunu anladik. Anladik da, durduk yerde bana ‘kariyer plani’ bicemniz, bu baglamlarda tavsiyeler yazmaniz bir isguzarlik olmuyor mu?

    Senin bu sitede, kendi kendini tükettiğine üzüldüğümü söylememin neresi işgüzarlık? Değil. Sana yazdığım tavsiyelerin hiçbiri “durduk yere değil”, laf saptırmakta pek maharetlisin, “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı bu tür sitelerde harcama, bahsettiğim haşmetli kurumlar gibi başka kapılara git; söylediğim, yazdığım, tavsiye ettiğim sadece bu.

    *O tur ‘hobi’lere ozeniyor degilim; ozenmenin anlamli olmayacagini biliyorum; cunku –siz, galiba, anlamadiniz– benim ‘muzik kulagim’ yok. Tomar tomar degil, cuval cuval para versem bile, bana o yetenegi kimse kazandiramaz. Vermemis Mabut.

    “İbrahim Kalın” ismiyle ilgili ilk yazdığında, onun sadece müzisyenlik tarafına işaret etmen, asıl görevini (ki, sana, bunlardan haberdarsan bile hatırlaman için listesini de yazdım 43 numarada) görmezden gelmen sebebiyle, “müzikle ilgilenmeyi bir hobi olarak düşünebilirsin” tavsiyesinde bulundum; eğer, asıl görevini görmezden gelmeyip birkaç satır yazaydın, müzik ve hobi başlıkları hiç açılmazdı, kabahati ilk önce kendinde ara.

    Mabut vermiş mi vermemiş mi, bunu tam kestirebilir miyiz? Tam kestiremeyiz. Madem müzik kursuna başlamak istemiyorsun, en azından, ellerini çırparak rhythm tutmayı öğrenmek istemen de bir tür hobi olabilir, buna başlaman için kallavi müzik kulağına ihtiyacın da yok, Mabut’un sana böyle bir yeti verip vermediğini sorgulamana gerek de yok.

    *Kariyer plani konusunda danismak ihtiyacim oldugunda sizi ararim. Benden haber bekleyin.

    Niye bekleyeyim? “Kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı burada daha da yaymanı mı bekleyeyim? Hadi kış kış, başka kapılara, sana onca tavsiye yazdım yukarıda; senin gibi kıdemli birini istihdam edecek pek haşmetli bir think-tank institute vardır muhakkak bu güneşin altında. Muhtemelen sen, http://www.gunzileli.com u bir tür staj mekânı gibi kullanıp çeşit çeşit experiment yaparak kıdemini pekiştiriyorsun; (önceki post’ta isimlerini yazdığım) haşmetli kurumlara transfer olduğunda oralardaki icraatlarını hızlandırmak için.

    *Bana uzuldugunuz icin uzgunum tabii ki. Ama, gercekten, bosuna uzuluyor, kendinizi bos yere heder ediyorsunuz. Ote yandan, bazi insanlarin uzulmek ihtiyacinin oldugunu da kabul ederim. Bu acidan, size, aslanlarin o guzelim ceylanlari, tilkilerin o masum tavsanlari avlayip hunharca oldurdukleri doga belgesellerini tavsiye ederim. Bunlar, her kanalda, bol bol yayinlaniyor; kacirmaniz imkansizdir neredeyse. Iyi uzulmeler.

    İnsanım, elbette duygularım var; kâh gülerim kâh üzülürüm, kâh öfkelenirim kâh sevinirim.

    Senin, bu sitede, “kıdemli provokatörlük” ve “alternatif tarih yazıcılığı” alanlarındaki sayıklamalarını okudukça üzülüyorum, kendini yanlış bir mekânda tüketiyorsun.

    Doğa belgesellerini daima izlerim. Hayvanların düzenine insanlar oldukça az temas ediyorlarsa çağımızda (ki etmediklerini hepimiz biliyoruz), ve bu “az temas anları”nı saatlerce, günlerce bekleyip sabırla kameraya kaydedip yayınlayabilecek kadar tecrübeli ekiplerle hazırlanan doğa belgesellerine rastladığımda; birkaç dakikalığına sevinebiliyorum. Fakat bu sayfada konuştuğumuz konu, doğa belgeselleri değil. Sen yine laf saptırmaktaki maharetini kullanarak, doğa belgesellerini ilk sırada tutmaya çırpınıp kendi “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı gizlemeye uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun.

    Ikınmalarının bir karşılığı olsun; bu siteyi çabuk terk edip, (önceki post’ta isimlerini yazdığım) haşmetli kurumlarda hayalini kurduğun icraatlarına başlayabilesin.

    O haşmetli kurumlardaki icraatların sonucunda sana ödenecek çuval çuval paranın bir kısmını kullanarak (eğer istersen) bir “rhythm öğrenme kursu”na başlayıp, belki şununla kendini mest edebilir, (kalbini kırmayayım, beşinci defa da yazayım) belki İbrahim Kalın’ı müzik alanında olmasa da rhythm tutma alanında aşarsın, kim bilir:

    Gel ha gönül havalanma
    Engin ol gönül engin ol
    Dünya malına güvenme
    Engin ol gönül engin ol

    Şu dünyanın hali böyle
    Yalan yahşi geçer şöyle
    Söyledikçe engin söyle
    Engin ol gönül engin ol

    Göğde uçar huma kuşu
    Bilmeyenler atar taşı
    Enginlik gönülün işi
    Engin ol gönül engin ol

    Teslim Abdal (s)özüm haktır
    Sözümün yalanı yoktur
    Engin söyle büyüklüktür
    Engin ol gönül engin ol

  51. ““jöntürkler/kemalistler, fransiz burjuva devriminden az cok etkilenmis insanlardir.”
    ‘Jonturkler’.. yani ‘genc Turkler’.. Bu ismi onlara Avrupa vermistir. Degil mi?
    Yani, heyecani aklindan fersah fersah ilerde, bilgisine degil hormonlarinin emirlerine dayarak harekete gecen.. gencler.”

    Jön Türk ve Cumhuriyet kadroları, son dönem Osmanlı elitinden daha “Batılı” bir zümre miydi?

    Mekteplilik niteliğine gelince, bu, Jön Türk’ün ideolojisini belirleyen en önemli etkendir. Mektepli, yani askerî ya da mülkî olup, Batı’nın çağdaş eğitim kurumlarını örnek alan bir eğitim kurumunda (bir başka deyişle, medrese dışında) yetişmiş olan bir kimse, geleneksel yöneticilerden bambaşka bir insandır. Mektepli demek, az çok çağdaş, yani Avrupaî bir dünya görüşüne sahip kimse demektir. (Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki)

    Türk siyasi yaşamına 1908′den itibaren egemen olan kuşağın, öncekilere oranla “Batılı düşünce tarzına sahip” ve kültürlü bir zümre olduğu görüşü, genellikle herhangi bir kanıt gerekmeden kabul gören tezlerdendir. “Reform”, “çağdaşlık” ve “vatan kurtarma” tutkularını bu sosyal özelliklerine borçlu olan Jön Türk kuşağı, yaygın kanıya göre, dar görüşlü, cahil, tembel, alaturka, medreseli ve muhafazakâr bir Eski Osmanlı elitinin iktidarına son vermiştir.
    Jön Türk kuşağının kendi hakkındaki görüşlerine tekabül eden bu bakış açısı, tarihi olgularla bağdaşmamaktadır.

    Eski Osmanlılar ve Genç Türkler

    Konuyu objektif bir şekilde tartışabilmek için, Tanzimat sonrası dönemin Osmanlı siyasi elitleri ile Jön Türk seçkinlerini, eğitim süreci, kariyer ve “Batı görgüsü” açılarından karşılaştırmakta yarar vardır. Böyle bir karşılaştırma, 1908/1923′ten sonra Türkiye’nin başına gelenler hakkında, alışılmış olandan farklı bir bakış açısı sağlayabilir.
    Karşılaştırmaya geçmeden önce, incelememize esas olan verileri kısaca tanımlayalım.
    Son dönem Osmanlı siyasi eliti için vazgeçilmez değerdeki bir kaynak, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın 1852′den sonra görev yapmış 37 sadrazamın ayrıntılı biyografilerini içeren Son Sadrazamlar adlı eseridir. Biz, Mustafa Reşit Paşanın yaşam öyküsünü de buna ekleyerek, incelediğimiz dönemi 1846′ya ve toplam sadrazam sayısını 38′e tamamladık.1 Sadrazamlar için tesbit ettiğimiz kariyer ve kültür özelliklerinin, aynı dönemde “sadrazamlığa aday görülen” ve “sadrazamlık umudu taşıyan” kişiler için de ana hatlarıyla geçerli olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla 1846-1922 dönemi üst düzey Osmanlı siyasi eliti hakkında oldukça tipik bir tablo elde ettiğimizi varsayabiliriz.
    Genç Türk deyimini, “1908 devrimi sırasında 40 yaşından daha genç olup, 1908-1923 yıllarının devrim olaylarında aktif rol oynayan kişiler” olarak tanımlıyoruz. Siyasi hayatta oynamış oldukları roller bakımından bu grup ikiye ayrılır: İttihat ve Terakki kadrosu, Milli Mücadele ve Cumhuriyet kadrosu. İki küme arasında yaş, eğitim, kariyer ve dünya görüşü düzeyinde ciddi bir farklılaşma tesbit etmek mümkün değildir. Çoğu birbirlerini şahsen tanırlar. Her iki dönemde Türk siyasetini yönlendirenler arasında 1876-1886 doğumlu harbiye, mülkiye, tıbbiye ve Galatasaray mezunları çok büyük ağırlık taşırlar. İttihat ve Terakki’nin ikinci kademe kadroları daha sonra Kemalist devrimin önderleri arasında bulunmuşlardır; İttihat ve Terakki döneminde ön safa çıkan genç liderlerin savaştan sonra tasfiye edilişine ise, bir fikir veya üslup veya kuşak ayrılığından çok, savaş ve yenilgi sorumluluğundan doğan siyasi yıpranmanın neden olduğu söylenebilir. Bundan dolayı sözkonusu iki kümeyi, ortak özellikler gösteren bir tek “Genç Türk grubu” olarak mütalaa etmekte bir sakınca görmüyoruz.

    I. Medrese eğitimi

    Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde medreseli kesimin – ulemanın – devlet yönetiminin üst kademelerine hakim olmadığı, bilinen bir gerçektir. Tanzimattan sonra da bu durum değişmemiştir.
    Son 38 sadrazam arasında medrese eğitimi görmüş olanların sayısı 8 veya 9′dur. Bunlardan medrese eğitimini ikmal ederek ulema sınıfına intisap etmiş olan sadece bir kişidir (1873-74′te sadrazam olan Şirvanizade Rüşdü Paşa); ötekiler profesyonel eğitimlerini medrese dışında tamamlamışlardır. Keçecizade Fuad Paşa medreseden sonra tıbbiyeyi bitirerek doktor olmuş; Sadık Paşa medresede başladığı öğrenimini Paris’te tamamlamıştır. Mustafa Reşit, Mithat, Safvet, Sait ve Hüseyin Hilmi Paşalar, medresenin yanısıra, özel hocalar eliyle Fransızca ve başka konuları tahsil etmişlerdir.
    İlginç olan husus, Osmanlı siyasetinin en “Batılı” ve reformist sayılan şahsiyetlerinden birkaçının, medrese görmüş az sayıda sadrazamdan çıkmış olmasıdır. Medreseli sadrazamlar arasında, Osmanlı reformunun en önemli önderi Mustafa Reşit Paşa, Avrupai üslup ve zihniyetinden ötürü “Türkten çok Fransız” olmakla suçlanan Keçecizade Fuad Paşa, 1876 anayasasının mimarı olan Mithat Paşa, modern Türk eğitim sisteminin kurucularından biri olarak anılan Safvet Paşa, İstanbul Hukuk Fakültesinin kuruluşuna önayak olan Kadri Paşa dikkati çekerler.
    Bu ilginç olgunun nedenleri hakkında bir yorumda bulunamıyoruz. Medreseden gelme olanların, örneğin asker kökenlilere veya formel eğitim görmemiş olanlara oranla genellikle daha kültürlü ve “aydın” kişiler olmaları, muhtemel bir açıklama olarak düşünülebilir. (Birinci Büyük Millet Meclisinde Latince bildiği kaydedilen tek mebusun ulema – sarıklı – sınıfından olması da ilginçtir.) Ancak bu konuda kesin bir yargıya ulaşmak için gerekli verilerden yoksunuz.

    II. Batı görgüsü

    Son 38 sadrazamın 11′i, kısmen veya tamamen Batı Avrupa’da eğitim görmüşlerdir.
    Ahmet Vefik Paşa, Fransa’nın elit okullarından Louis-le-Grand lisesinde okumuştur (Voltaire ve Diderot aynı okulun mezunlarıdır; yine aynı lisede okuyan şair Charles Baudelaire’in Vefik Paşa ile dönem arkadaşı olması gerekir). Kölelikten sadrazamlığa yükselen İbrahim Edhem Paşa, toplam dokuz yıl kaldığı Paris’te maden mühendisliği yüksek okulunu bitirmiş; birincilikle aldığı diplomasından ötürü III. Napoleon tarafından ödüllendirilmiştir. İttihat ve Terakki bünyesinde iktidara geldiği halde, yaş ve zihniyet bakımından eski dönemin temsilcisi sayılması gereken Sait Halim Paşa, İsviçre’de beş yıl üniversite eğitimi görmüştür. Batı’da okuyan 11 sadrazamdan başka, bir sadrazam Yanya Rum lisesi, biri Bükreş ortaokulu mezunudur.
    Görev veya seyahat nedeniyle uzun süre Batı’da bulunmuş sadrazamların çokluğu da göze çarpar. 22 sadrazam (toplamın % 59′u), sadaret mevkiine ulaşmadan önce, altı ayı aşan sürelerle Batı Avrupa’da ikamet etmişlerdir. Bunlardan, elçilik ve benzeri üst düzey görevlerle Batı başkentlerinde uzun süre yaşayan 12′sinin, Batı’nın siyasi kurumlarını ve elit kültürünü yakından tanımaya fırsat bulmuş oldukları varsayılabilir. Tanzimat döneminin üç büyük siyasi liderinden Mustafa Reşit Paşa Paris ve Londra’da yedi yıl, Âli Paşa Viyana ve Londra’da altı yıl, Keçecizade Fuad Paşa Londra, Madrid, Lizbon ve St Petersburg’da yine altı yıl diplomatik görevde bulunmuştur. Bunlara ek olarak, o dönemde Batı etkilerine Türkiye’ye oranla daha açık bir ortamı temsil eden Mısır’da uzun süre yaşayan üç sadrazam (Yusuf Kâmil, Kâmil ve Ahmet Muhtar Paşalar) da zikredilmelidir. 2
    Yıllarca sefaret katipliği göreviyle Paris, Londra ve St Petersburg’da yaşayan Damat Ferit Paşa, Avrupa dönüşü “alafrangalıkta Frenkleri de geçmiş olmak” ve hatta “nutuklarında, yazılarında hep Yunan ve Latin darbımesellerinden ve hurafatından bahsetmek” ile suçlanmıştır. 3
    İttihat ve Terakki triumvirası (Talat, Enver, Cemal) ile 1920-1938 döneminin devlet ve hükümet başkanları arasında Avrupa’da okumuş olan kimse yoktur. Milli Mücadelenin ilk önderleri konumunda olan yedi kişiden hiç biri (Mustafa Kemal, İsmet, Rauf, Karabekir, Ali Fuat, Refet, Fevzi) Avrupa’da tahsil görmemiştir. İttihat ve Terakki merkez-i umumisinde yer aldığı bilinen iki düzineye yakın isim arasında Avrupa’da eğitim görmüş olan bir kişi (Mithat Şükrü), Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde herhangi bir bakanlıkta bulunan 47 kişi arasında ise altı kişi sayabiliyoruz (Bayur, Bozkurt, Günaltay, Kaya, Tek, Tengirşenk). Şüphesiz Jön Türk kuşağında Avrupa’da okumuş birçok yetenekli ve hırslı genç bulunur; ancak ilginçtir ki “Avrupa görmüş” olan Jön Türklerin birçoğu (örneğin Ahmet Rıza, Mizancı Murat, İbrahim Temo, Lütfi Fikri, Ali Kemal, Celaleddin Arif, Rıza Nur, Ahmed Ağaoğlu, Nihat Reşad Belger, Rauf Orbay), sonraları gerek İttihat ve Terakki gerekse Tek Parti rejiminin üst kademelerinden dışlanarak ya muhalefete düşmüşler, ya da marjinal görevlerle yetinmek zorunda kalmışlardır.
    Genç Türk ileri gelenleri arasında, üst siyasi makama gelmeden önce diplomatik görevle Batı’da altı ayı aşkın bir süre bulunmuş olan tek kişi Rauf Orbay’dır (İsmet İnönü, Rıza Nur ve Refik Saydam barış görüşmeleri vesilesiyle gittikleri Lausanne’da beşbuçuk ay kadar kalmışlardır).
    Genç Türk erkânının yaşadığı dönemde Avrupa’ya seyahatin önceki kuşaklara oranla daha kolay ve daha yaygın olduğu da, bu arada, belirtilmelidir. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan Şark demiryolu 1880′lerde hizmete girerek, daha önce birkaç hafta olan İstanbul-Paris yolculuk süresini üç-dört güne ve yolculuk maliyetini orta gelirli bir kişinin karşılayabileceği bir düzeye indirmiştir.
    Paris ve Londra’da geçirilen birkaç yılın, “Batı tipi” devlet okullarında okumaya oranla, çağdaş Batı uygarlığının değer ve kurumlarını özümsemekte daha etkili bir deneyim olacağı kabul edilmelidir. Yukarıdaki tablodan, Osmanlı sadrazamlarının Genç Türklere oranla “Batılı dünya görüşüne” daha açık oldukları sonucu çıkmaktadır.
    *
    İkinci düzeydeki siyasi şahsiyetleri bir yana bırakıp sadece “lider”leri ele alacak olursak, aradaki fark daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
    Tanzimat döneminin üç büyük siyasi önderinin (Mustafa Reşit, Âli ve Fuad Paşalar) üçü de altışar yılı aşkın sürelerle Avrupa’da yaşamışlardır. Birinci Meşrutiyetin siyasi lideri Mithat Paşa altı ay kadar Avrupa’da bulunmuştur.
    Talat ve Cemal Paşalar, iktidarı kesinlikle ele geçirdikleri 1913 yılından önce yurt dışında bulunmamışlardır. Enver ise 1909′da üç ay kadar Berlin’de askeri ataşelik görevinde bulunmuştur.
    Mustafa Kemal Paşa yaşamı boyunca toplam üç kez Batı ülkelerini ziyaret etmiştir:
    1910: Picardie manevralarında Türk ordusunu temsilen (süre belirsiz – birkaç gün)
    1917-18: Veliahdın maiyetinde resmi Almanya ziyareti (20 gün)
    1918: Viyana ve Karlsbad kaplıcalarında tedavi (birbuçuk ay)
    Paşanın 1913-14′te bir yıl askeri ataşe olarak bulunduğu Sofya’yı bir Batı kültürel merkezinden ziyade, bir Balkan taşra kasabası (1910 nüfusu: 102.000) olarak değerlendirmek daha doğru olur.
    İsmet İnönü, yaşamında ilk kez Lausanne görüşmeleri münasebetiyle yurt dışına çıkmıştır. Celal Bayar’ın 1937′de başvekâlete gelişinden önce yurt dışında bulunduğuna ilişkin bir kayıt yoktur.

    III. Kariyer süreci

    Osmanlı sadrazamlarının mesleki kariyeri dikkate değer bir tekdüzelik gösterir. 1846-1912 arasında görev alan 30 sadrazamın hemen hepsi yönetim hayatına önemli bir devlet adamının yanında kâtiplik ve yardımcılıkla başlamışlar; tercihan bir süre “Avrupa gördükten” sonra devletin birbirinden farklı birkaç şubesinde yöneticilik yapmışlar; en üst siyasi makama gelmeden önce ortalama ikişer kez değişik bakanlıklarda, birkaç kez valilik görevinde ve (bazıları) birkaç başkentte büyükelçilikte bulunmuşlardır. 30 sadrazamdan 26′sı, en yüksek makama gelmeden önce en az birer kez bakanlık VE en az bir vilayette valilik yapmıştır; 30 sadrazam arasında hiç bakanlık VEYA valilik yapmadığı halde sadrazam olan kimse bulunmaz. (Osmanlı vilayetlerinin bazılarının günümüzün bağımsız devletleri büyüklüğünde ve iç işlerinde geniş özerkliğe sahip birimler olduğu hatırlanmalıdır.)
    1908 devriminden sonra bu kariyer kalıbının sarsılmaya başladığı görülür. Tanzimat sonrasında hiçbir sivil devlet görevinde bulunmamış olduğu halde sadrazam olan ilk kişi, aynı zamanda tam 105 yıllık bir aradan sonra Türkiye’de askeri darbeyle iktidara gelen ilk kişi olan Mahmut Şevket Paşadır. 1913′te Babıali baskını sonucunda kurulan İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ilk başbakanı olmuş, birkaç ay sonra silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.
    Bu tarihten sonra (1918′de üç hafta sadrazamlık yapan Ahmet İzzet Paşa bir yana bırakılırsa), hiç sivil yönetim deneyi olmadığı halde Türkiye’nin başına geçen ikinci kişi Mustafa Kemal Paşadır. İktidarı ele aldığı 1919-20′den önce yalnızca askeri birlikler yönetmiş olan Mustafa Kemal Paşanın, devlet yönetimi konusundaki bilgilerini, daha çok kitaplardan veya gözlemlerinden elde ettiğini kabul etmemiz gerekmektedir.

    IV. Asker/sivil

    Osmanlı imparatorluğunun eski devirlerinde siyasete askeriye sınıfı egemen olmuştur. Bu durumun yeniçeri ocağının 1826′da tasfiyesinden kısa bir süre sonra sona erdiği anlaşılıyor.
    1846′yı izleyen dönemde başa geçen ilk 30 sadrazamın yedisi asker kökenlidir. Ancak bunların üçü (Mustafa Naili, Kıbrıslı Mehmet Emin, Mütercim Rüşdü Paşalar), askerlikten geldikleri halde kariyerlerinin erken aşamalarında sivil yöneticilik veya diplomasi mesleklerine yönelmişler, yıllarca valilik, elçilik ve bakanlık görevlerinde yetişmişlerdir. Askeri kariyerden az çok direkt bir şekilde üst siyasi mevkilere yükselen diğer dördünün (Damat Mehmet Ali, Esad, Hüseyin Avni, Cevad Paşalar) toplam sadaret süresi altıbuçuk yıldır.
    Askerlerin Türk siyasi yaşamındaki ağırlığının, İkinci Meşrutiyetle birlikte arttığı gözlenmektedir. 1912′yi izleyen on yılda sadrazamlık görevinde bulunan 10 kişiden beşi profesyonel askerlerdir. 1912′de ilk kez askeri bir darbe girişimi üzerine “partilerüstü” bir uzlaşı hükümeti kurmakla görevlendirilen Müşir (mareşal) Ahmet Muhtar Paşa, çağdaş Türk siyasetinde yer edinecek bir geleneğin yakın çağdaki ilk örneğini teşkil eder. Ertesi yıl iktidara gelen Ferik (korgeneral) Mahmut Şevket Paşa, yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’de 1808′den bu yana başarıya ulaşan ilk askeri darbenin temsilcisidir.
    Genç Türkler arasında ise askerler hakim konuma ulaşırlar. İttihat ve Terakki üst yönetimini oluşturan üç kişiden ikisi (Enver, Cemal) askerdir. Tek Parti rejiminin Birinci ve İkinci adamlarının her ikisi askerdir. Atatürk döneminde başvekil olan dört kişiden üçü (İnönü, Orbay, Okyar), ve CHP genel sekreterliği yapan üç kişiden ikisi (Arıkan, Peker) askerdir. Milli Mücadelenin ilk lider kadrosunu oluşturan yedi veya sekiz kişinin tümü askerlerdir. Atatürk dönemi bakanlarının üçte birden fazlası asker veya askeri tıp kökenlidir.

    Sonuç

    Yukarıdaki verilerden hareketle, şu sonuçlara varmak makul olabilir:
    1. Yeniçeri ocağının feshiyle birlikte Osmanlı siyasetindeki egemen konumunu kaybeden askeriye sınıfı, 1908′den itibaren yönetimdeki payını artırmıştır.
    2. Tanzimatın (1839-76) ve azalan oranda Abdülhamid döneminin (1876-1908), deneyimli ve “dünya görmüş” paşalarının yerini, giderek yerli okullardan mezun olan ve dış dünyayı az tanıyan bir kuşak almıştır.
    Yirminci yüzyılda Türk siyasi elitini etkisi altına alan ölçüsüz hamasetin kökenlerini, kısmen aldıkları eğitimin niteliğinde, kısmen devlet yönetimine girişenlerin siyasi görgü ve deneyim eksikliğinde aramak, yakın Türk tarihine ilginç bir bakış açısı sağlayacaktır.
    Tarihteki en büyük medeniyetleri Orta Asya Türklerinin kurduğunu iddia edenlerin, böyle bir kanıya, başka medeniyetler konusunda ayrıntılı bir bilgi sahibi olamadıkları için kapılmış olmaları uzak ihtimal değildir.

    Notlar

    1. Sözkonusu sadrazamlar, göreve ilk geliş tarihleri sırasıyla Mustafa Reşit, Âli, Damad Mehmed Ali, Mustafa Nailî, Kıbrıslı Mehmed Emin, Mütercim Rüşdü, Fuad, Yusuf Kâmil, Mahmud Nedim, Midhat, Esat, Şirvanizade Rüşdü, Hüseyin Avni, İbrahim Edhem, Ahmed Hamdi, Ahmed Vefik, Sadık, Safvet, Tunuslu Hayreddin, Arifî, Said, Kadri, Abdurrahman Nureddin, Kâmil, Cevad, Halil Rıfat, Avlonyalı Ferid, Hüseyin Hilmi, Tevfik, İbrahim Hakkı, Ahmed Muhtar, Mahmut Şevket, Sait Halim, Talat, Ahmet İzzet, Damad Ferid, Ali Rıza ve Salih Paşalardır.
    Mustafa Reşit Paşa, Tanzimattan sonra iktidara gelen “yeni kuşağın” ilk temsilcisi olması nedeniyle uygun bir başlangıç noktasıdır. Talat Paşa, tanımladığımız anlamda “Jön Türk” grubuna giren tek sadrazamdır. Sait Halim Paşa, İttihat ve Terakki bünyesinde iktidara geldiği halde, “Jön Türk” tanımımıza uymaz; nitekim fikir ve üslup açılarından da “Jön Türklerden” çok eski Osmanlı tipolojisine yakındır.
    2. Bir süre Avrupa’da yaşamış olan sadrazamlar (yurt dışında tahsil görenler yıldızla belirtilmiştir): Mustafa Reşit, Âli*, Kıbrıslı Mehmed Emin*, Mütercim Rüşdü, Fuad, Midhat, Esad*, İbrahim Edhem*, Ahmed Vefik*, Sadık, Safvet, Tunuslu Hayreddin*, Arifî, Kâmil*, Tevfik, İbrahim Hakkı, Ahmed Muhtar, Said Halim*, Ahmed İzzet*, Damad Ferid, Ali Rıza*, Salih* Paşalar. Kâmil Paşa’nın Oxford’da okuduğuna ilişkin iddiayı İbnülemin doğrulamamaktadır.
    3. İbnülemin, Son Sadrazamlar, s. 2081.
    http://docplayer.biz.tr/8181464-Soru-34-jon-turk-ve-cumhuriyet-kadrolari-son-donem-osmanli-elitinden-daha-batili-bir-zumre-miydi.html

  52. “Senin bu sitede, kendi kendini tükettiğine üzüldüğümü söylememin neresi işgüzarlık?”

    Neresi mi?

    Surasi:

    Siz, sirf bu amacla Otogara gidip –ya da, yolunuz dustugunde–, oradaki yolculara nereye gitmelerinin daha dogru olacagini da soyler misiniz?

    Soylemis olmak ihtimaliniz yuksek, gerci.

    Peki, nasil tepkiler aldiniz?

    “bu tür sitelerde harcama, bahsettiğim haşmetli kurumlar gibi başka kapılara git; söylediğim, yazdığım, tavsiye ettiğim sadece bu.”

    ben melamet hırkasını kendim giydim eynime
    ar vü namus şişesini taşa çaldım kime ne

    gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
    gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni

    sofular haram demişler bu aşkın badesine
    ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

    Nesimi’ye sormuşlar kim yarin ile hoş musun
    hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne

    “‘İbrahim Kalın’ ismiyle ilgili ilk yazdığında, onun sadece müzisyenlik tarafına işaret etmen,”

    Iki sebebi var:

    1) Evet, o saz calip soyleyebiliyor. Benim oyle bir sey yapabilmem sozkonusu degil. Bu benim icin onemli.

    2) Cumhuriyet tarihinde, benim bildigim kadariyla, kamuya acik ortamlarda saz/baglama/ses icraati yapmis bir baska ust duzey burokrat yok. Bu sizin icin onemli olmayabilir; ama, benim baktigim yerden, bir tur devrimdir.

    “Mabut vermiş mi vermemiş mi, bunu tam kestirebilir miyiz?”

    Yine isguzarlik ediyorsunuz.

    Sozkonusu eksikligin oznesi benim. Benden daha iyi mi bileceksiniz?

    “ellerini çırparak rhythm tutmayı öğrenmek istemen de bir tür hobi olabilir, buna başlaman için kallavi müzik kulağına ihtiyacın da yok, Mabut’un sana böyle bir yeti verip vermediğini sorgulamana gerek de yok.”

    Dedim ya, isguzarlik ediyorsunuz.

    Ustune, bir de, bilmediginiz sey hakkinda ahkam kesmek cahilligi.

    Ben, konserlerde filan, alkisla ritm tutmaga kalkarsam, tam anlamiyla ‘ordubozan’lik yapmis olurum: Atonal ve atipik bir ritm tuttur, diger seyircilerin/dinleyicilerin de ritmini bozarim. Ortalik garip bir alkis curcunasina doner.

    Orkestranin bile sasirdigi olmustur –sefin yuzunu ve yasadigi caresizligi gormek hic de hos degil.

    Ote yandan, burasi ilginc olabilir, icra edilen herhangi bir eserde, icracinin detone oldugu en kucuk notayi dahi duyarim. Hele de gufteden sapmis ise, derhal mimlerim. Beni taniyanlar da buna sasirir –cunku, muzik kulagim olmadigi halde, muzigi/melodiyi/gufteyi onlarin hic yapamadigi detayda takip edebilir olmami garipserler.

    Siz, boyle bir seyle hic karsilasmamis olabilirsiniz; sorun degil; ama, lutfen bilmediginiz seylere yonelik tavsiye ufurmeyin. Hayat, sizin pencerenizden gorundugunden cok daha zengin cesitlilikler icerir. Ileride ogrenirsiniz.

    “Niye bekleyeyim?”

    Sizin kariyer planlariniza ihtiyacim olcagindan degil; belki, beklerken, abesle istigal etmekte oldugunuzu da idrak edersiniz diye umit etmistim.

    “‘Kıdemli provokatörlük’ünü ve ‘alternatif tarih yazıcılığı’nı burada daha da yaymanı mı bekleyeyim?”

    ‘Soyletmen; urun!’ anlamina da gelebilecek bu yaklasiminiza bakarak, genlerinizde hayli baskin bir Yenicerilik var gibi.

    “senin gibi kıdemli birini istihdam edecek pek haşmetli bir think-tank institute vardır muhakkak bu güneşin altında.”

    Ilginc.. ikidebir ‘haşmetli’ diyor hemen pesisira da “ödenecek çuval çuval para” ekliyorsunuz.

    Siz, yoksa, ‘haşmet’ ile ‘bol nakit’i birbirinin mutemmim cuzu mu saniyorsunuz?

    Eger oyleyese, sizin saygi kriterlerinizde ciddi carpikliklar var bence.

  53. “Bu dediklerinizi anlamli bulabilirdim –eger mirascilari bu eksiklikleri gidermek acisindan dise dokunur bir sey yapabilmis olsalardi.
    Onun yerine, alfabe devrimi, dil devrimi, kilik kiyafet (sapka, gardrop) devrimi, hayat tarzi devrimi filan gibi kendi ozunu reddetmekten oteye bir anlam ifade etmeyen, asagilik duygularinin cisme burundugu ‘eylem’lerden bahsedebiliyoruz ancak.”

    Topluma tepeden dayatılan, çoğunlukla üstyapısal dönüşümleri hedefleyen biçimsel uygulamalarla sınırlı bu reform girişimlerini bir devrim olarak adlandırmakla, aslında “halk yararına” gerçek bir toplumsal devrimin ve kültürel atılımın yapılamadığı gerçeği gözlerden gizlenmeye çalışılıyordu. Çağdaşlaşma adına doğrudan toplumsal hayatı düzenlemeye dönük reform girişimlerinin çoğu büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

    Birkaç örnek verelim. Kadının erkekle eşit haklara kavuşturulduğu iddiasının koca bir yalan olduğu ortada değil midir? Şapka ve kıyafet devrimi gereğince “modernleşmedikleri” için onlarca insanın idam edildiği bir başka ülke var mıdır? Ya da “devrimin” üzerinden 82 yıl geçmişken halen başörtüsüyle uğraşan bir başka ülke? Lâkap ve unvanların kaldırılmasıyla övünülür, ancak yasaklanan sıfatların birçoğu kullanılmaya devam edilmiştir; bugün bile ortalık “beyler”den, “hanımefendiler”den geçilmediği gibi, Kemalist devrimlerin koruyucusu sıfatlı generaller kendilerine “Paşa” denilmesinden büyük gurur duyarlar. Bir taraftan “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” denilip geleneksel dini mekânlar kapatılırken, diğer taraftan birçok “Şeyh”in tek parti rejimi sona erene dek daimi mebusluğa atanmasına ne demeli? İnsanların ölülerden medet ummaması gerekçesiyle türbeler yasaklanır, oysa kendileri kişi putlaştırmasının en alasını yaparlar. Ya da pek laik eğitim sisteminde zorunlu din derslerine, devlete ait imam-hatip liselerine, ilahiyat fakültelerine, okullardaki mescitlere ve en başta da Diyanet İşleri Başkanlığına ne demeli? Öztürkçeleştirme amacıyla girişilen dil devriminin en önemli sonuçlarından biri, dilin kısırlaşmasına yol açarak torunların dedelerinin söylediklerini ve yazdıklarını anlamamaları olmadı mı?

    İktisadi bir temele dayanmaksızın da birtakım kararnamelerle toplumun gündelik yaşantısının bugünden yarına dönüştürülebileceğini, kültür kararnameleriyle bir kopuş yaratılarak Batı seviyesine çıkılabileceğini hayal eden bu tepeden inmeci, seçkinci anlayışın gündelik yaşam içerisinde yaratabileceği tek şey muazzam bir toplumsal travma idi. Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün “Beyaz Türk” lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.

    Bir bütün olarak bakıldığında bu dönüşüm çabalarının esas amacı, Kemalistlerin iddia ettiği gibi, modernleştirerek halkın yaşam düzeyini yükseltmek değildi. Bu reformlar, esas olarak mülk sahibi sınıfların kapitalist Batı dünyasıyla ilişkilerinde ortaya çıkan uyumsuzlukları ortadan kaldırmayı, özel mülkiyet rejimini ve emeğin sömürü olanaklarını genişleterek güvence altına almayı amaçlıyordu. Özel mülkiyet sisteminin önü bir kez açıldığında, zaman içerisinde kapitalist gelişmenin hızlanması zaten kaçınılmazdır. Ne var ki, geniş emekçi kitlelerin seferberliğine dayanarak toprakta pre-kapitalist ilişkileri Jakoben bir tarzda ortadan kaldırmakla, kırsal kesimde kapitalist gelişimi Prusya tipinde sancılı bir evrimsel sürece havale etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Kemalist rejim, ikinci yoldan yürümüş ve kırı kendi kaderine terk etmiştir. Hatta bununla da yetinmemiş, kırın geri unsurlarıyla (toprak ağaları, şeyhler, vb.) ittifak kurarak onları meclise taşımıştır.

    Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler
    Marksist Tutum
    http://marksisttutum.blogspot.com.tr/2010/07/kemalizmin-alt-oku-ve-gercekler.html

  54. *Neresi mi? Surasi, Siz, sirf bu amacla Otogara gidip -ya da, yolunuz dustugunde-, oradaki yolculara nereye gitmelerinin daha dogru olacagini da soyler misiniz? Soylemis olmak ihtimaliniz yuksek, gerci. Peki, nasil tepkiler aldiniz?

    Otogar ve benzeri transport merkezlerine gittiğimde oradaki yolculara nerelere gitmeleri gerektiğini söylemem (yine, müneccimlik taslamaya yeltenerek, “Soylemis olmak ihtimaliniz yuksek, gerci” örneğinle sululuk icat etmeye uğraşıyorsun, beceremiyorsun), bu sayfada, herhangi bir transport merkezindeki yolcuların destination kararlarıyla ilgili görüşme yapmıyoruz. Laf saptırmaktaki maharetini kullanarak bu kez “otogardaki yolcuların kararları” meselesini ilk sırada tutmaya çırpınıp, yine, “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı gizlemeye uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun.

    *ben melamet hırkasını kendim giydim eynime – ar vü namus şişesini taşa çaldım kime ne – gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi – gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni – sofular haram demişler bu aşkın badesine – ben doldurur ben içerim günah benim kime ne – Nesimi’ye sormuşlar kim yarin ile hoş musun – hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne

    “Narcissistic” mısraları bu sayfaya yazıp “kendini tanımladığın için” teşekkürler.

    “Alternatif tarih yazıcılığı”“kıdemli provokatörlük”ünle birleştirip yaymaya çırpındığında, bu durum, sen umursasan da umursamasan da, senin dışındakilere de etki eder, böylece yazdıkların üzerine “alternatif tarih” ve ısrarın üzerine de “kıdemli provokatör” nitelemesini alırsın, “kime ne” sayıklamaların beyhude. Hatırlatayım; Su kadrini soyleyeyim: ‘Kiymet’ (‘deger’) icsel (intrinsic) degil, dissal (extrinsic) bir olgudur. Yani, kisi/meta kendiliginden degil, basalarinca ‘kiymet’lenir (‘deger’lenir).

    *Iki sebebi var, 1) Evet, o saz calip soyleyebiliyor. Benim oyle bir sey yapabilmem sozkonusu degil. Bu benim icin onemli. 2) Cumhuriyet tarihinde, benim bildigim kadariyla, kamuya acik ortamlarda saz-baglama-ses icraati yapmis bir baska ust duzey burokrat yok. Bu sizin icin onemli olmayabilir; ama, benim baktigim yerden, bir tur devrimdir.

    1) Konuştuğumuz konu, senin “narcissistic” davranışlarınla ilgili değil, senin neyi beğenip neyi beğenmediğin, neye önem verip neye önem vermediğin değil. Konuyu saptırma.

    2) Yine aynı taktik, yine uydurma. (Altıncı defa) İbrahim Kalın’ın asıl görevini görmezden geldiğin sürece, Kalın’ın müzik alanındaki icraatlarını sürekli ilk sırada tutmaya çırpınmanın anlamı yok, neyin “devrim olduğu” neyin “devrim olmadığı” konularında kararlar vermeye yeltenecek kadar kibirlisin, daha vahimi narcissist’sin. Görmezden geliyorsun; (Sekizinci defa) İbrahim Kalın’ın müzik alanındaki icraatlarının, ona, TC devleti bürokratları arasında sağladığını iddia ettiğin konumunu değil, onun asıl görevini, 43 numarada sana liste halinde hatırlattığım “alternatif tarih yazıcılığı”nı, Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü makamındaki “alternatif tarih yazıcılığı”nı, “Daily Sabah”taki “alternatif tarih yazıcılığı”nı, bürokratlık merdivenlerini tırmanmadan yıllar önce “Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı, SETA”da nasıl (senin http://www.gunzileli.com da yaptığın gibi) stajyerlik faaliyetleri yürütüp, sonra, “kıdemli provokatörlükle birleşmiş alternatif tarih yazıcılığı”na yükseldiğini görmezden geliyorsun. Sen “narcissistic” davranışların sebebiyle, ısrarla konuyu müzik ve hobi alanlarıyla kısıtlamaya yeltenip kendi “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı gizlemeye uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun.

    *Yine isguzarlik ediyorsunuz. Sozkonusu eksikligin oznesi benim. Benden daha iyi mi bileceksiniz?

    İşgüzarlık değil. “Mabut” ne/kim? Buna cevap ver önce. (“Mabut” kelimesinin sözlükteki anlamını sormuyorum. Laf saptırmaktaki maharetini kullanarak, “doğa belgeselleri”, “otogar” gibi örnekleri çıkarmak için yine ıkınma.)

    *Ben, konserlerde filan, alkisla ritm tutmaga kalkarsam, tam anlamiyla ‘ordubozan’lik yapmis olurum; Atonal ve atipik bir ritm tuttur, diger seyircilerin/dinleyicilerin de ritmini bozarim. Ortalik garip bir alkis curcunasina doner. Orkestranin bile sasirdigi olmustur -sefin yuzunu ve yasadigi caresizligi gormek hic de hos degil.

    Konserlerde filan “ordubozan’lık” yapmak istemiyorsan, atonal ve atipik bir rhythm tutturmak istemiyorsan, diğer seyircilerin/dinleyicilerin rhythm’ini bozmak istemiyorsan, ortalığın garip bir alkış curcunasına dönmesini istemiyorsan, orkestranın şaşırmasını istemiyorsan, şefin yüzünü ve yaşadığı çaresizliği görmek istemiyorsan; (senin yazdıklarına göre) iki çözüm yolu gözüküyor;

    1) “Mabut” ne-kim? Buna cevap ver.

    2) Eğer “Mabut” konusuyla ilgili açıklama yapmak istemiyorsan, o haşmetli kurumlardaki icraatların sonucunda sana ödenecek çuval çuval paranın bir kısmını kullanarak (eğer istersen) bir “rhythm öğrenme kursu”na başlayabilirsin. Bu kursa başlamayı istersen, kurs süresince ve bittikten sonra, kimse senin yetenekli bir müzisyene dönüşeceğini iddia etmiyor; “rhythm öğren” yeter.

    *Ote yandan, burasi ilginc olabilir, icra edilen herhangi bir eserde, icracinin detone oldugu en kucuk notayi dahi duyarim. Hele de gufteden sapmis ise, derhal mimlerim. Beni taniyanlar da buna sasirir -cunku, muzik kulagim olmadigi halde, muzigi-melodiyi-gufteyi onlarin hic yapamadigi detayda takip edebilir olmami garipserler. Siz, boyle bir seyle hic karsilasmamis olabilirsiniz; sorun degil; ama, lutfen bilmediginiz seylere yonelik tavsiye ufurmeyin. Hayat, sizin pencerenizden gorundugunden cok daha zengin cesitlilikler icerir. Ileride ogrenirsiniz.

    Teşekkürler; “çok daha zengin çeşitlilikler” başlığında lecture’ını ertelemeyip şimdi öğrettiğin için. Bir tür staj mekânı olarak kullandığın bu sitede yaptığın çeşit çeşit experiment’in bir işe yaradığının, kıdemini pekiştirdiğinin ispatı bu yazdıkların.

    Orkestra müziği üzerine de “seni tanıyanları şaşırtacak ilginçlikler taslıyorsan eğer”, şu konuda da eksiğim var ve öğretmeni istiyorum; sen de bir Mussorgsky sever olarak, (haklarını yemeyelim, bunların çoğu, geleceğin yetenekli müzisyenleri olacak) çömezlerin şu icrasında (varsa) sapmaları mimleyip (saniyelerini tek tek yazıp) gönder;

    https://www.youtube.com/watch?v=TETziQGSGqI

    Eğer uzun, zor geldiyse, (yine yukarıdakiyle aynı eser olan) Kartínki s výstavki (Pictures at an Exhibition)’da, 2. bölüm, sol diyez minör, Il Vecchio Castello (The Old Castle)’da (varsa) sapmaları mimle ve gönder;

    https://www.youtube.com/watch?v=Qx7souPlNG4

    Eğer yukarıdaki de zor geldiyse, bu kez, Khovanshchina (The Khovansky Affair) operası, 4. perde 1. sahne 2. eser, Danza Delle Schiave Persiane (Dance of the Persian Slaves)’de (varsa) sapmaları mimle ve gönder;

    Dakika 6 saniye 44’de başlıyor;
    https://www.youtube.com/watch?v=q2LtkzVQ0JA#t=06m44s

    Stokowski, Karajan gibi ustaların kusursuza yakın ve zor şefliğini seçmeyip, daha basic version’ları seçtim ki, (varsa) sapmaları mimlerken sana kolaylık olsun diye.

    Sapmaları mimlemeyi bilmiyorsan, ıkınma. Başkalarına sorar, öğrenirim. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp olduğuna göre, eğer öğrenemezsem şimdiden özür dilerim, eh ne de olsa senin sayıklamaların dışında — byte’ı geçtim — 1 bit ya varım ya yokum.

    Eğer, “Bir orkestranın icra ettiği müziği tam o anda (canlı) dinlersem, sapmalar olup olmadığını teşhis edebilirim. Bir materyale (plak, kaset, CD-DVD-BluRay, portable media player, TV-radyo-internet yayını, etc.) kaydedilmiş icralarda teşhis yapacak kadar maharetli değilim.” diye mazeret icat ediyorsan; kabul. Müzik, hobi, rhythm tutturabilirim tutturamam, “sapmaları mimlerim mimleyemem” ve benzeri sayıklamalarını sonlandırıp, asıl konuya dönebiliriz. (Ve eğer, ecnebi müziğine soğukluğun var ise, yerli/yerel müzik icra eden kimselerin eserlerinden birini veya birkaçını kendin seç, sapmalarını mimle ve gönder.)

    *Sizin kariyer planlariniza ihtiyacim olcagindan degil; belki, beklerken, abesle istigal etmekte oldugunuzu da idrak edersiniz diye umit etmistim.

    Umudun sonuç vermedi. İlk sebebini yazmıştım, görmezden gelmişsin: “Kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı burada daha da yaymanı mı bekleyeyim? (Ve devamında yazdıklarım.) İkinci sebebi mi? İşte; Su kadrini soyleyeyim; ‘Kiymet’ (‘deger’) icsel (intrinsic) degil, dissal (extrinsic) bir olgudur. Yani, kisi/meta kendiliginden degil, basalarinca ‘kiymet’lenir (‘deger’lenir).

    *‘Soyletmen; urun!’ anlamina da gelebilecek bu yaklasiminiza bakarak, genlerinizde hayli baskin bir Yenicerilik var gibi.

    “Gurka-memluk taifesinden misiniz, yoksa Balkan Oligarisisinden mi?”
    “Sadece sempatizan yani?”
    “Müzikle hobi olarak ilgilenip ilgilenmemek”,
    “Doğa belgeselleri”,
    “Otogar”,
    “‘Soyletmen; urun!’ anlamina da gelebilecek bu yaklasim”,
    “genlerinizde hayli baskin bir Yenicerilik var gibi”
    etc
    İçinde daha neler var, ıkına ıkına çıkarıyorsun, sağlığını bozacaksın.

    Ikınarak çıkardığın son kütle “genlerinizde hayli baskin bir Yenicerilik var gibi”ye cevabım; yok. Hatırlatayım: Sen yazdıklarınla “daha büyük işleri kotarmak için” yola çıkmış bir provokatörsün, benim herhangi bir şeye sempati besleyip beslemediğimi soracak, genlerimde hayli baskın Yeniçeriliğin olup olmadığı konusunda müneccimlik taslayacak kadar vaktin yok, beynindeki byte’ları intizamlı kullan, benle ilgili yazarak byte’larını minik minik israf etme (senin gibi çirkef bir provokatörün sayıklamalarında, byte bile değilim, olmayı asla istemem, sayıklamaların dışında ise — byte’ı geçtim — 1 bit ya varım ya yokum), böyük böyük amaçların için büyük byte klasöründe biriktir, lazım olacak hepsi sana, o haşmetli kurumlarda. Açık ifade edeyim; sempatizan da değilim, genlerimde Yeniçerilik de baskın değil. Aklını, şahsımda beyhude tahayüller icat etmek için yorma; “kıdemli provokatörlük”üne ve “alternatif tarih yazıcılığı”na ayırdığın enerjini tüketir, maâzallah, dımdızlak kalabilirsin.

    *lginc. Ikidebir ‘haşmetli’ diyor hemen pesisira da “ödenecek çuval çuval para” ekliyorsunuz. Siz, yoksa, ‘haşmet’ ile ‘bol nakit’i birbirinin mutemmim cuzu mu saniyorsunuz? Eger oyleyese, sizin saygi kriterlerinizde ciddi carpikliklar var bence.

    Yine aynı taktik, yine uydurma. Neyin “çarpıklık olduğu” neyin “çarpıklık olmadığı” konusunda ahkâm kesecek kadar kibirlisin. Haşmetli olan her şey, bol bol dağıtmaz; böyle bir genelleme yapamayız. Peki, yukarıda ne yazdım? Senin gibi bir “kıdemli provokatörü” istihdam edecek think-tank institute’ün(lerin) “haşmetli” nitelemesinden daha düşük nitelemelere sahip olması muhtemel gözükmemekle beraber, (33 numarada) isimlerini yazdığım bütün o kurumlar hem “haşmetli”dir hem de “bol para” öder, yani istisnadır. Emin ol, hayatta bazan bazı istisnalar kaideye çomak sokabilir, bahsettiğim haşmetli kurumlar da kaideye çomak sokabilen o istisnalardan birkaçıdır. (33 numarada) isimlerini yazdığım kurumların hepsi haşmetlidir, bu kurumlardan daha düşük profile sahip olan kurumlar senin kıdemini taşıyabilecek kadar besili değil, ve eğer bu (33 numarada) isimlerini yazdığım kurumlardan biri seni istihdam ederse; you are going to get a very, very big sum of money, you narcissist fella.

    “Peki niçin (dokuzuncu defa) İbrahim Kalın’ın stajyerlik yaptığı SETA’yı bana münasip görmediniz?” diye sormak istersen, üst paragrafta açıkladığım üzre; daha düşük profile sahip olan kurumlar (bu paragrafta “SETA”) senin kıdemini taşıyabilecek kadar besili değil.

    Ne yazmıştım;

    Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski kalibresine ulaşman için (onuncu defa) “İbrahim Kalın”laşmayı da aşman gerek.

    Ha gayret, biraz daha ıkın…

    SETA’yı aşmış olabilirsin, fakat (33 numarada) isimlerini yazdığım kurumlarla job interview yapabilmen için alman gereken epey yol var gibi gözüküyor. Senin ilk önce, 43 numarada liste halinde gönderdiğim (on birinci defa) İbrahim Kalın’ın “kıdemli provokatörlük”ünü ve “alternatif tarih yazıcılığı”nı aşman gerek. Saz çalmayı isteyip istememenle, rhythm tutturabilip tutturamamanla, bir müzik icrasında sapmaları mimleyip mimlememenle ve benzerleriyle vaktini daha fazla harcama.

  55. “vaktini daha fazla harcama.”

    Ben de oyle yapacagim: Benim dediklerimi biteviye tekrar eden, anlamli bir icerik tasimayan, seyler yazip duruyorsunuz.

  56. *Ben de oyle yapacagim: Benim dediklerimi biteviye tekrar eden, anlamli bir icerik tasimayan, seyler yazip duruyorsunuz.

    Nelerin “anlamlı olduğu” nelerin “anlamlı olmadığı” konularında ahkâm kesecek kadar narcissist’sin. Hiç gocunmam, elbette senin yazdıkların (beyan esastır, beyan!) üzerinden hareket (ve hâttâ binlerce kez tekrar) ederim, edeceğim.

    “Gurka-memluk taifesinden misiniz, yoksa Balkan Oligarisisinden mi?” “Sadece sempatizan yani?”, “Müzikle hobi olarak ilgilenip ilgilenmemek”, “Doğa belgeselleri”, “Otogar”, “‘Soyletmen; urun!’ anlamina da gelebilecek bu yaklasim”, “genlerinizde hayli baskin bir Yenicerilik var gibi” (etc.) ıkınmalarını kendi gözlerine yansıtırım, yansıtacağım.

    “Kıdemli provokatörlük”üne ve “alternatif tarih yazıcılığı”na devam ettiğin sürece; her zaman peşindeyim.

  57. “her zaman peşindeyim.”

    Bir cesit, ‘beraber gezecegiz’ vaadi yani.

    E; iyi.

    Gerilerden takip edecek olsa bile, insanin bir yol arakadasi daha olmasi ne guzel.

  58. *Bir cesit, ‘beraber gezecegiz’ vaadi yani. E; iyi. Gerilerden takip edecek olsa bile, insanin bir yol arakadasi daha olmasi ne guzel.

    Hadi oradan çirkef provokatör; hem şunu yaz: “vaktini daha fazla harcama.” Ben de oyle yapacagim: Benim dediklerimi biteviye tekrar eden, anlamli bir icerik tasimayan, seyler yazip duruyorsunuz.

    Hem de şunu yaz: “insanin bir yol arakadasi daha olmasi ne guzel.”

    Tutarsızlık konusunda timsalsin.

    Nelerin “gerilerden takip edilecek olduğu” nelerin “gerilerden takip edilecek olmadığı” konularında ahkâm kesecek kadar narcissist’sin.

    Senin gibi çirkef bir “kıdemli provokatör” ve “alternatif tarih yazıcısı”yla asla arkadaşlık etmem; sadece senin ıkınmalarını gözlerine yansıtırım, yansıtacağım.

  59. “Senin gibi çirkef bir ‘kıdemli provokatör’ ve ‘alternatif tarih yazıcısı’yla asla arkadaşlık etmem; sadece senin ıkınmalarını gözlerine yansıtırım, yansıtacağım.”

    Kurucusu –kendi beyaniyla–, mudavimlerinin de onemli bir kisminin ‘anarsist’ oldugu bir sitede, siz, bana ‘kıdemli provokatör’ diyorsunuz.

    Nerede neyi tukaka saymaga calistiginin farkinda bile olmayan, kendinden menkul ‘debate moderator’lugunu bir meslek hastaligina donusturmus bir konformistin bunlarei soylemesine sasirdim mi. Hayir, tabii ki.

    ‘Alternatif tarih yazıcısı’ligina gelince.. Sizin benim yazdiklarimi okuyarak rahatsiz olmaniza hic gerek yok. Hayat universitenizde hic bitemeyecek olan lisans egitiminizde, kasik kasik yedirildiginiz resmi tarih yazimlariyla bir omur surebilirsiniz.

    [Bu arada, kendi sozleriyle, bir ‘stalker’ oldugunu yazmak cok da akillica olmamis. Adli bir konuya donusebilir.]

  60. Okumuş yazmışların cahilliği: fikret-baskaya-referandumun-akpcesi
    Son 15-20 yıldır tüm Afrika’da yaygın nedeni bilinmeyen yaygın bir hastalığa rastlanır: yetişmişler hasta, doğan bebekler sakat.
    Nihayet 3 İsviçre endüstrisinin Avrupa yasalarının çevreye yaymada sınırladığı mikroskopik toz miktarının 3500 katını yıllardır Afrika’da havaya saldığı ve hastalığın bu nedenden kaynaklandığı kanıtlandı.
    Bazı iyilik severlerin sorguya çektiği endüstriler Afrika’da sınırlayıcı yasaların olmadığı yanıtını verdiler.
    Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik ülkelerinden biri ve demokrasisi çok sağlıklı ve inekleri çok sayılı olan İsviçre, bu olayın ahlaklı olup olmadığını inekleri arasında değerini çoktan kaybetmiş soytarılık olan referendumla “tespit etmek” eğlencesine başvurdu.
    Not: Bütün demokrasi teorisyenleri ancak ve ancak yöneticilerin kurayla çekildiği düzenin demokrasi olduğunu iddia ederler! Ama olsun, Oscar Wilde’in dediği gibi yukarıdaki yazıyı yazan devlet memuru düşünürlerin cahilliğinin kaynağı okuduklarını anlamadıklarından kaynaklanır. Her şeyden önce ücretli işi ve aylık maaşı gelir.
    Referenduma katılan inek İsviçreliler endüstrileri haklı bulurlar.

  61. Yanlışı düzeltme
    Başlık:
    Gazetecinin kendini düşünür aynasında görmesi.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir