Fikret Başkaya / Kadavra medeniyeti
“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
Serpilip gelişen hayatın düşmanı”.
N. Hikmet
Son dönemde en çok duyduğumuz şeylerden biri “imara açıldı, imara açılıyor” oldu. İmar, Arapça ümrân’dan türeme bir kelime: 1. Ma’murluk, bayındırlık, bayındırlaşma; 2. Medeniyet, ilerleme, refah ve saadet, mutluluk anlamlarını içeriyor. Bir bütün olarak insanın ve toplumun durumunun iyileşmesi, bir üst aşamaya yükselmesi, uygarlaşması demeye geliyor. Oysa, şimdilerde imar adı altında akıl almaz bir hız ve kapsamda yapılanların, kelimenin asıl içeriğiyle pek ilgisi kalmadığını söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden şeylerin gerçeğine nüfuz edebilmek için, her kelimeyi, her kavramı ihtiyatla kullanmak durumundayız. Zira her şey gibi zamanla kavramlar da eskiyor, içerikleri boşalıyor ve somut sosyal realiteyle uyumsuz hale geliyorlar. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok, zira sosyal gerçeklik sürekli bir değişim halinde. O zaman, değişime uğramış olan bir sosyal olguyu veya süreci, o değişimin gerisinde kalmış, eskimiş, içi boşalmış bir kelime ve kavramla ifade etmeye çalışıyorsunuz demektir… Daha önce de yazdığım gibi, yaşanan gerçekliği ölü kelimelerle [bilgilerle] açıklamak gibi bir zaaf söz konusu olabiliyor. Dolayısıyla, bugün imar kelimesinin başlangıçtaki içeriğinden çok farklı şeyler ifade ettiğini söylemek mümkündür. Şimdilerde, neoliberal kapitalist saldırganlığın, sömürü, yağma ve talanın pupa-yelken yol aldığı koşullarda, imar diye sunulan aslında yıkımdan, yok etmekten başka bir şey değil. Eğer gerçek durum öyleyse, o halde neden öyle oldu, sorusu akla gelir.
Aslında bu, kapitalizmin mantığının ve işleyişinin sonucu olarak tezahür eden bir şey. Malûm, kapitalizmde araç-amaç tersliği söz konusudur. Üretimin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmektir… Normal olarak, aklın, sağduyunun ve toplumsal yararın bir gereği olarak, yeni bir şey yapmak söz konusu olduğunda, buna ihtiyacımız var mı? Bu gerekli mi, yararlı mı? İnsana, topluma, doğaya olumsuz bir etkisi olur mu?… gibi soruların akla gelmesi gerekir ve soruya verilecek cevaba göre de o işe girişilir veya vazgeçilir. Diyelim bir yere bir köprü, bir yol, bir kamu binası, bir enerji santralı, vb. inşa etmek bir ihtiyaç olarak görülüyorsa, inşası lehine karar verilir ve gerçekleştirilir. Ve yapılan şey gerçek anlamda bir ümran etkinliğidir.
Lâkin kapitalist mantığın ve işleyişin geçerli olduğu durumda, soru yukardaki gibi sorulmaz: Soru, şöyle sorulur: Bu kârlı bir iş midir? Soruyu soran da kapitalistlerdir, sermaye sahipleridir, değilse kapitalist sınıf adına karar veren siyasi otoritenin adamlarıdır. Şimdilerde kalkınma, büyüme, ilerleme adına ne yapılıyorsa, sadece ve sadece kapitalist için kârlı olduğu için yapılıyor. Ve kapitalist için iyi olan da, kârlı olan anlamındadır, dolayısıyla toplum için de iyi olması, yararlı olması diye bir kural ve kesinlik söz konusu değildir. Zira kâr mantığının, tutkusunun ve çılgınlığının geçerli olduğu, yegâne amacın kârı büyütmek olduğu koşullarda, toplumsal yararın gerçekleşmesi mümkün değildir… Netice itibariyle, Kapitalist için iyi olan herkes için iyi değildir. Tam tersine, kapitalist için iyi olan ekseri toplum için kötüdür, zararlıdır. Dolayısıyla, kapitalizmin geçerli olduğu yerde kamu yararı, toplumsal fayda gibi kaygıların esamesi okunmaz
Aksi halde su, hava, toprak ve denizler kirletilmez, tatlı sular azalmaz ve kirletilmez, parayla alınıp-satılmaz, göller kurumaz, nehirler birer lağım haline gelmez, peyzajlar çirkinleşmez, kentler yaşanamaz yerler haline gelmez, canlı türleri, biyolojik çeşitlilik ve ortak yaşam alanları yok edilmez… velhasıl bir sürdürülemezlik durumu ve gezegen riski ortaya çıkmazdı. Elbette üretim etkinliği demek, doğadan bir şeyler almadan (eksiltmeden) ve doğaya bir şeyler atmadan (kirletmeden) mümkün değildir ama bu üretim ve tüketim etkinliğini doğanın dengesini bozmadan, doğanın kendi kendini yenileme yeteneğini dumura uğratmadan yapmak da pekâlâ mümkündür.
Doğaya zarar vermeyen, doğanın kendi kendini yeniden üretmesini tehlikeye atmayan bir üretim-tüketim ve yaşam tarzı mümkündür ama böyle bir şey yegâne ereği kâr, daha çok kâr olan, başkaca hiç bir kaygının söz konusu olmadığı kapitalist üretim koşullarında, üstelik onun “neoliberal” denilen bugünkü evresinde asla mümkün değildir. Yaklaşık son 35 yılda, neoliberal barbarlığın kendini dayattığı, sömürü, yağma ve talanın önündeki sınırlı engellerin de tasfiye edildiği koşullarda, yıkım, yok etme ve kirletme artık tarihte görülmemiş boyutlara ulaşmış bulunuyor.
Kapitalizm demek, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürmek demektir. Zira, kâr etmenin ve kârı büyütmenin başkaca bir yolu yoktur. Bu yüzden kapitalist üretim tarzı bir kadavra medeniyetidir. Ölü metalar medeniyetidir. Mesela, kapitalist için ağacın kesilmiş olanı makbuldür. Dünya neden giderek koca bir çöle dönüşüyor sanıyorsunuz? İçtiğimiz sudan kâr etmenin yolu onu metalaştırmak, şeyleştirmek, parayla alınır-satılır bir nesneye indirgemekten geçer. Sermayenin mantığı, çiftçinin kendi tavuğunun yumurtasını yemesini, kendi ineğinin sütün içmesini kabul etmez? Onlara sütü ve yumurtayı satması gerekir. Bunun için de köylünün mülksüzleştirilmesi, toprağından, ineğinden, tavuğundan edilmesi gerekir… Zaten tavuk bir kere kapitalist tavuk çiftliğine girdiğinde artık bildiğiniz tavuk olmaktan çıkmıştır… Nasıl çıktığı da herkesin malûmudur. Aynı şey inek için de öyledir… Fakat kapitalist mantık işi o aşamada bırakmaz. Bir sonraki aşamada sıra yumurtayı tavuktan, sütü inekten değil, kimyasal girdilerden üretmeye gelir… Eğer bugün geçerli eğilimler ve süreçler durdurulamaz, tersine çevrilemez ise, yakın bir gelecekte tavuk ve inek sadece zooloji tarihi kitaplarında görülebilir hale gelecektir…
Durum böyleyse eğer, şu soru akla gelir: İşler neden bu rotada yürüyor? Yürüyebiliyor? Bunca sömürü, yağma ve talan nasıl mümkün oluyor? Elbette bir başlarına kapitalistler böyle bir yıkımı, yağma ve talanı gerçekleştirilemezlerdi. Topluma ait olan, herkesin olan müştereklerin mülk sahibi sınıflar (şimdilerde küresel kapitalist oligarşi) tarafından sahiplenilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesi, burjuva devletin dahli olmadan asla gerçekleşemezdi… Devletin kamu yararını gerçekleştirmenin hizmetine koşulmuş bir aygıt olduğu sanılır ama bunun tam tersi doğrudur ve devlet oldum-olası mülk sahibi sınıfların hizmetindedir. Onun için, kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir… Çevre bakanlığı kurulduktan sonra çevre tahribatının ve yıkımın hızlanması bir tesadüf değildir. Eğer Orman Bakanlığı, gerçekten ormanları korumanın hizmetinde olsaydı, o güzelim orman alanlarına 5 yıldızlı, 7 yıldızlı oteller kondurulur muydu? O halde Orman Bakanlığı ormanları kimin hesabına kimden koruyor sorusunun akla gelmesi gerekirdi… Akkuyu nükleer santraline ÇED raporunu Çevre Bakanlığı verdiğine göre… Şehircilik bakanlığının neye yaradığı konusunda hâlâ kuşkusu olan kalmış mıdır? Bu bakanlık rantçıların etkin bir yağma aracı değil mi?
O halde sadede gelebiliriz…
Neden yağmalanmamış bir şey bırakmıyorlar. Bu inşaat çılgınlığının sebebi ne? Geride kalan birkaç on yılda insanlar mülksüzleştirildi, proleterleştirildi, yaşam için gerekli asgari araçlardan yoksun bırakıldı. Bu sömürü ve yağmanın karşılığı olan da belirli ellerde (oligarşi cephesinde) birikti. İnsan havsalasını zorlayacak bir yağma ve talandı söz konusu olan. Dolayısıyla, değerlenme sorunu yaşayan devasa bir sermaye fazlası var. Aslında sermaye fazlası denilenin öteki adı toplumdan çalınandır… Ve sermaye değerlenmediği (büyümediği) zaman değersizleşir. İşte dağı taşı bir inşaat şantiyesine dönüştürmelerinin sebebi bu… Toplum yoksullaştıkça satın alma gücü azalıyor. Sermaye de doğa ve kent yağmasıyla oradaki zaafı ödünleme yoluna gidiyor.
Ve süreç şöyle işliyor: Bir kapitalistin sermayesini değerlendirmesi, büyütmesi için, önce yol, köprü, baraj, HES, termik santral, AVM, vb. inşasına karar veriliyor, sonra da işin nerede yapılacağına karar veriliyor. Bu yağma da, “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “10 yılda dünyanın 10 büyük ekonomisi arasına girme” gerekçesiyle sunuluyor… Tabii öyle olunca, yapılacak işin, insana, topluma, doğaya verdiği zarar, ekilebilir alanların betonlaştırılması, suların ve orman alanlarının yok olması, suyun kirlenmesi, insanların aç kalması, hastalanması, yerinden yurdundan olması, toplumun geleceğinin çalınması asla sorun edilmiyor…
Lâkin bir şey daha var: Proje ne kadar büyükse kâr da o kadar büyüktür. Onun için olabildiğince büyük projeleri dayatıyorlar ve proje büyüdükçe kâr, yağma, talan ve yıkım da büyüyor. Mesela 1 kilometre Yüksek Hızlı Tren (YHT) yolu için harcanan kaynakla belki 2, 2.5 kilometre normal hızlı tren yolu yapılabilir ve bu her bakımdan tercih edilebilir bir şeydir ama Yüksek Hızlı Tren yolu yapıyorlar… Zira büyük proje büyük kâr demektir. Aynı şey otoyollar için de geçerli ve örnekleri çoğaltmak mümkün. Aslında proje büyüdükçe toplumsal yararlılık katsayısı küçülüyor ama kâr, dolayısıyla yağma büyüyor. Ve bütün bunlar yapılırken o inşaatların yapıldığı yerde yaşayan insanlar yok sayılıyor… Yağma ve talanın da “milli iradenin” bir gereği olduğu söyleniyor… Öyle bir “milli irade” ki, değme gitsin…
Zararlı büyük projelere bir kaç örnek
Finansal porresi 30 milyar Euro olan, “çılgın proje” de denilen Kanal İstanbul, 1.9 milyar Euro harcanacağı söylenen 3. Boğaz Köprüsü, 22 milyar euroluk 3. İstanbul Hava Limanı, 1 milyar, 140 milyon Euro porresi olan Ilısu Barajı, 17 milyar euro’luk Sinop Nükleer Santrali, 20 Milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santrali, 1 milyar 70 milyon euroluk Avrasya Tüneli, 40 milyon euro portesi olduğu söylenen Çamlıca Camii, şu ana kadar 1 Milyar 370 milyon TL harcandığı söylenen ve inşaatı devam eden kaç-Ak Saray… Bunlara halen faal olan 205 ve yapımı devam eden 514 HES, aynı şekilde sayısı belirsiz termik santralleri ve 114’ü İstanbul’da olmak üzere, 299 faal, 1222 kadar da yapımı devam eden 1521 AVM de eklendiğinde yıkımın manzarası az-çok netleşiyor… Aslında ilan edilen ve bilinen rakamlar yaklaşık maliyet rakamlarıdır. Projeler tamamlandığında, ilân edilenin hayli üstünde maliyet rakamlarının ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz… Dolayısıyla, yoksul halkın ödeyeceği faturanın ilân edilenin mutlaka üstünde olacağı kesindir… Fakat, sadece o kadar da değil, asıl önemli olan bir bütün olarak topluma, doğaya ve gelecek nesillere çıkacak olan faturadır…
Zararlı, toplumun geleceğinin karartan, doğanın dengelerini kesinlikle ve geri dönüşü olmayan bir şekilde bozacak olan bu projeler, bu toplumun arzuladığı, ona yakışan gerekli şeyler değildir. Tam tersine, halka rağmen dayatılan yıkım projeleridir. Daha geç olmadan bu kör gidişin durdurulması gerekiyor. Bunun için de işe, bir kadavra medeniyeti olan kapitalizmi sorun ederek başlamak gerekecek!
Hoca yine harika bir yazı yazmış. Anti kapitalist mücadele ile ekolojik mücadele beraber yürümeli. Biri diğerine tabi olmamalı.gezi isyanının ekolojik tahribat yüzünden başlaması tesadüf olamaz.
Tren ile yolculuğu hem kişisel olarak seviyor hem de toplumsal olarak mantıklı buluyor ve savunuyorum. Hızlı Tren’i birilerinin ucundan da olsa eleştirmesine sevindim.
Bence “hızlı ulaşım” takıntısı da kapitalizmin bir yansıması, karların realizasyon süresini azaltma kaygısının sonucu (değer devir hızının arttırılması). Yolculuk hızlandırılırken, tıpkı değişim değerinin kullanım değerini çürütmesi gibi, yolculuğun kendi içkin kalitesi feda ediliyor. Zaten yolculuğun kendisi de yaşamın arzulanır bir parçası olarak kurgulanabilseydi, hızlandırmak yani bir an evvel bitmesine odaklanmak da gerekmeyecekti! Örneğin otomobil ve trafik bir eziyettir. Uçakta yolculuk o daracık alanda sıkışmak, bir dolu güvenlik prosedürü vb. ile de bir eziyettir.
Oysa güzel tasarlanmış, bakımlı bir trende sadece yolculuk edilmez, yolculuk süresince “yaşanmaya” da devam edilir. Yataklı, yemekli, masalı alanlarıyla bir geçici bir evden eksiği yoktur. İster çalışır, ister dinlenir ister yer içer muhabbet edersiniz (aynı zamanda bir kamusal alan gibi de işler). Eğer kompartıman kapatabilirseniz orası özel hayat olarak da işleyebilir. Manzara imkanı, tren tıkırtısı da cabası. Eh günümüzde internet de var, itiraz edecek pek bir bahane kalmıyor.
Böyle olunca yolculuğun uzunluğu da bir problem olmaktan çıkıyor aslında. Otostopla yolculuk eden gençler veya eski kafa seyyahlar da bilir bunu. Kapitalizm bizi oradan oraya savurmasa bu kadar ihtiyaç da olmayacak hıza. İyi işleyen, yaygın ağı olan güzel bir yavaş tren, bize en uygunu diye düşünüyorum..