Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Özgür Üniversite Yayınları, Şubat 2011
Fikret Başkaya’nın yeni kitabının, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devrimci bir durumun doğduğu günlerde yayımlanması, kitaba daha da bir anlam kattı. Çünkü kitapta ortaya konan fikirler, tam da yeni duruma uygun devrimci saptamalar içermektedir.
Elbette bir kitap tanıtması yazısında kitaptaki bütün fikirleri ele almam mümkün değil. Ben burada sadece yeni bir devrimci perspektif açısından çok hayati birkaç noktaya değineceğim.
Kapitalizm Kolonyalizmdir
Başkaya, kapitalizm ve yeni-kolonyalizme ilişkin önemli saptamalarda bulunuyor. Bunlardan biri, emperyalizmin, kapitalizmin bir üst aşaması olduğu yönündeki bildik ve alışıldık saptamanın yanlışlığıdır. Fikret Başkaya, kapitalizmin başından itibaren emperyalist olduğunu şu sözlerle belirtmektedir:
“…emperyalizm kapitalizmin ileriki bir aşamasında ortaya çıkmış bir şey değildir. Kapitalizmin en son aşaması hiç değildir. Velhasıl emperyalizm kapitalizmin mantığına içkin temel bir eğilimdir. Başka türlü ifade edersek, kapitalizm tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emperyalistti. Emperyalizmden söz edebilmek için XIX. Yüzyıl sonunda tekellerin, büyük sermaye gruplarının ortaya çıkması gerekmiyordu.” (s. 76) Dolayısıyla çevreden merkeze taşınan zenginlik, ilkel sermaye birikimini ve “sanayi devrimi”ni mümkün kılmıştı. Bu da kapitalist-emperyalist merkez ile kolonyal çevre arasındaki bölünmeyi aşılması imkânsız hale getirmişti. Çevrede oluşan ulus devletler kapitalistleşerek merkez ülkelere benzemeye çalışıyorlardı ama mümkün değildi:
“Muasırlaşma, garplılaşma… modernleşme… kolonyalist-emperyalist ülkeler gibi olmayı istemek, onların ‘seviyesini’ yakalama iradesi, isteği ve perspektifidir. Kapitalist üretim tarzının mantığı, temel hareket yasaları, işleyişi ve ortaya çıkarmak zorunda olduğu sonuçlar bilindiğinde, bu tam bir saçmalıktır ve asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm hiyerarşik bir sistemdir. Bir kutupta zenginlik üretilebilmesinin koşulu, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet üretmektir. Başka türlü ifade edersek, kapitalist üretim tarzı bir sömürü metabolizmasıdır. Mülksüzleştirerek sermaye birikimi yaratan bir sistemdir. Birilerinin ‘kalkınması’ başkalarının ‘kalkınmasının’ engellenmesiyse, birilerinin zenginleşmesi başkalarının yoksullaşmasıyla mümkündür. Kapitalizm mutlak ve göreli yoksulluk üretmeden ve onu derinleştirmeden yol alması mümkün olmayan bir üretim tarzıdır. Dolayısıyla bir ülkenin hiyerarşinin alt seviyesinden üst seviyeye çıkması, piramidin tepesindekinin yerini alması (yakalama) teorik olarak imkânsız değilse değilse de ancak istisna olarak mümkündür (abç. G.Z.) Eğer hiyerarşi üreten ve yeniden üreten bir süreç söz konusuysa, her dönemde piramit de varlığını koruyacak demektir. Sadece bu kadar da değil, hiyerarşik yapı hiyerarşinin alt kesimleri aleyhine olmak üzere derinleşecektir.” (s. 38)
Ve hemen ardından çok önemli bir kavram atıyor ortaya Fikret Başkaya: “Kendi kendini sömürgeleştirme”:
“… eski dönemdekinden farklı olarak, kapitalizm çağında iktibas, bir tür oto-kolonizasyon – kendi kendini sömürgeleştirme – anlamına geliyor.” (s. 42)
Bu “oto-kolonizasyon” üzerinde, aşağıdaki satırlarda daha geniş duracağım ama, ondan önce Başkaya’nın şu saptamasını da buraya koymalıyım:
“Dünya ölçeğindeki hiyerarşinin benzeri ulusal düzeylerde de söz konusudur. Nasıl kapitalist dünya sisteminde bir hiyerarşi söz konusuysa (piramidin en tepesinde olandan başlayarak en alttakine kadar), her bir kapitalist ulusal sosyal formasyonda da bir hiyerarşi geçerlidir.” (s.59)
“… dünya ölçeğindeki hiyerarşinin benzeri ulusal planda da geçerlidir. Piramidin tepesinde yer alan hegemonik-emperyalist ülkelerin sömürüsüne maruz, dolayısıyla ‘bağımlı’ ülkelerin yönetici-egemen sınıfları, ulusal plandaki hiyerarşinin tepesindekilerdir. Kendileri de sömürücü sınıftır ve sömürücü sınıfa mensupturlar.” (s. 39)
Dolayısıyla, “ulusal egemenlerin çıkarı, kolonyalist-emperyalist ülkelerin egemenlerin çıkarlarıyla ortaktır.” (s. 39) Dolayısıyla, “… asıl çelişki veya karşıtlık yeryüzünün egemenleriyle yeryüzünün ezilen-sömürülenleri arasındadır.” (s. 39)
Tam da bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimlerinde gördüğümüz durumdur bu. Ezilenler, kendi efendilerine ayaklanırken, bir anlamda dünya kapitalist sistemine karşı da ayaklanmaktadırlar.
Başkaya, yukarda altını çizdiğim cümlede “istisnai bir durumdan” söz ediyor. Ben bu istisnaların üzerinde biraz durmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu alanda çağımızda iki istisna vardır: Rusya ve Çin.
Rusya, yoksul bir tarım ülkesiyken, özellikle Stalin döneminde ortaya konan ve milyonlarca insanın hayatına ve Rus köylülüğünün zorla yok edilmesine mal olan bir sanayileşme programı uygulaması sonucunda Başkaya’nın sözünü ettiği piramidin tepelirine doğru tırmanabilmiştir. Bu, elbette Rusya’da bir iç sömürge siyaseti uygulanarak sağlanabilmiştir. İçteki tabi halklar, köylüler, işçiler ve nihayet mahkûmlar amansızca sömürülerek ve zorla çalıştırılarak ilkel birikimi kısa sürede yapılmış ve böylece Rusya bir sanayi ülkesi haline gelip yukarlara tırmanmıştır. Çin’de iç sömürgeleştirme siyaseti Rusya’daki kadar sert bir şekilde uygulanmamakla birlikte, Çin de kendi kalabalık nüfusunu bir iç sömürge siyasetine tabi tutmuş, yoğun ucuz emek sömürüsüyle yukarlara tırmanmıştır. Çin Bugün piramidin tepesindekilere yakın dev bir kapitalist ülkedir.
Burada paradoksal gibi görünen bir durum vardır. Yoksul ülkeler oto-kolonyalizm uygulayarak ülkeyi sömürgeleştirmiş, bu sömürgeleşen ülkenin tepesinde oluşan komprador nitelikteki bir zenginler kesimi, Başkaya’nın da belirttiği gibi, dünya zenginlerinin o ülkedeki temsilcileri konumuna gelmişlerdir. Yani ülke sömürgeleşirken bu yerli zenginler dünyanın sömürücü güçlerine katılmışlardır. Rusya ve Çin’de ise bir ölçüde farklı bir bir durum yaşanmıştır. Bu iki ülkede oto-kolonyalizm ülkenin işçilerine, köylülerine ve diğer ezilen sınıflarına amansızca ve çok aşırı bir şekilde, bir iç sömürge siyaseti biçiminde uygulanmış; bu iç sömürgeleştirme siyasetinin sonucunda ülke sömürgelikten çıkıp yukardakilerin hiyerarşisine katılmış, fakat ülkenin nüfusu, toplum, aşırı sömürülen bir koloni olarak kalmıştır. Tabii bir de şunu eklemek gerekiyor: Bu iki ülkede oto-kolonyalizmi uygulayan egemen kesim, diğer yoksul ülkelerin egemenlerinden farklı olarak kolektif bir sınıftı. Yani sömürüyü ve iç-sömürge siyasetini kolektif kararlarla (parti) uyguluyordu ve sömürüden gelen birikimi, yine ortak kararlar çerçevesinde büyük ölçüde sanayileşmeye ve ülkenin sömürgelikten çıkartılması programına aktarıyordu. Ne ilginçtir ki, toplumun aşırı sömürgeleştirilmesi ve yoksullaşması sayesinde ülke sömürgelikten çıkıp piramidin üstlerine tırmanıyordu ama ülkenin piramidin üstlerine tırmanması asla toplumun koloni olmaktan çıkması, sömürülen sınıfların kalkınması, yoksulluktan kurtulması anlamına gelmiyordu.
Üretici Güçler Teorisine
Indirilen Son Darbeler
Fikret Başkaya, kitabında yazdıklarıyla, Marksizmin şu meşhur “üretici güçler” teorisine son darbeleri indiriyor, hatta bu teorinin tabutunun çivilerini çakıyor:
“Marksizmde mündemiç ‘ilerlemecilik’ ve kapitalizmin ‘üretici güçleri geliştirdiğine’ dair anlayışın artık nüanse edilmesi, eşelenmesi gerekiyor” (s. 305) Başkaya, Marksizmin bu köhnemiş teorisini doğrudan göğüslüyor:
“İnsan yaşamının her anı, her veçhesi, sosyal yaşamın tüm unsurları, yıkıcı kapitalist büyümenin (kalkınma diyorlar…) hizmetine sunulmuşken, onun tahakkümü altındayken, sonucun hüsran olması kaçınılmazdır. Kapitalizm koşullarında ‘üretici güçlerin gelişmesi’ ancak dramatik sonuçlar doğurabiliyor. Kapitalizm her şeyi metalaştırıyor, paralaştırıyor, şeyleştiriyor ve bu sürecin her ileri aşaması, insanın özünün öğütülmesi, insanın insanlıktan çıkmasıyla sonuçlanıyor.” (s. 306)
Başkaya buna bağlı olarak, Marksizmin, köylülüğü gelişmenin önünde engel gören modernist bakış açısını da şöyle eleştirmektedir:
“XIX. Yüzyılın son çeyreğinde ve XX. Yüzyıl boyunca sosyalizmin, köylülük ve tarım sorununa yaklaşımı, kapitalist modernleşmeci perspektiften özde farklı değildi. Köylülüğe, iktidarı ele geçirme ve elde tutma kaygısıyla yaklaşılıyordu. Sosyalizmin inşasının köylülüğün tasfiyesinden geçtiği düşüncesi geçerliydi. Sovyet Devrimi’nden sonra yegane amaç olarak ‘üretici güçleri geliştirme’ hedefine kilitlenince ve sosyalizmin inşası da ‘kalkınmacılıkla’, ‘Batıyı yakalama’ perspektifiyle özdeşleştirilince, Stalin’in zorla kollektivizasyon macerasının bir faciaya dönüşmesi kaçınılmazdı.” (s. 201)
Başkaya, aynı mantık silsilesinin sonucu olarak, Marksizmin “burjuva devrimi” görüşünü de şöyle eleştiriyor:
“Burjuva Devrimi dendiğinde, burjuvazinin bir devrim yapmış olduğu söylenmiş oluyor. Oysa geniş emekçi kesimler için söz konusu olan, bir egemen sınıfın yerini diğerinin almasından ibarettir. Bir egemen sınıfın yerine bir başkasının geçmesi devrim sayılabilir mi? Veya kimin devrimidir? Elbette ortada bir devrilen ve bir de deviren var ama bu, söz konusu iki unsur arasındaki yer değiştirmeyle ilgilidir. Yönetimin değil, yönetinlerin yer değiştirmesidir sadece… Aslında burjuva devrimleri diye bir şey olmadı ama mesela Fransa’da büyük bir devrim oldu ve o devrimi burjuvazi değil, halk yaptı ve gerçek bir devrim söz konusuydu.” (s. 236)
Başkaya, buradan hareketle demokrasiyi burjuvaziye hediye eden ve özgürlükle demokrasiyi “denkleminden” çıkaran reel sosyalizmi şu sözlerle eleştirmektedir:
“Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin gerçek savunucusu ve timsali olması gereken sosyalizmin ‘reel versiyonu’ sosyalizmin de zamanla kendi varlık nedenine ve temel ilkelerine yabancılaşıp, denklemden özgürlük ve demokrasinin çıkarılması büyük talihsizlikti. ‘Sosyalist’ denilen rejimler, bireysel özgürlüğü ve demokrasiyi hafife alıp, daha da ötede demokrasiyi burjuva demokrasisi sayıp lânetlediklerinde, tuhaf otokrasilere dönüşmeleri kaçınılmazdı.” (s.31)
Ve Başkaya’dan can alıcı bir soru:
“Bizzat kendisi hiyararşik / antidemokratik olan bir örgüt kapitalizmin alternatifi olabilir mi…?” (s.359)
Bitirirken benden de bir soru: İçinde yaşadığımız devrim günlerinde devrimde devrim nitelinde görüşler ortaya atan bir kitabın yayımlanması tesadüf olabilir mi?
Gün Zileli
1 Mart 2011