Fikret Başkaya / Burjuva toplumunun afyonu: Büyüme*.

 

 

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”.

                                                                                                              KennethE.Boulding

 

Ekonomik büyüme, siyasetçilerin, akademik iktisatçıların, ekonomi gazetecilerinin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, kredi derecelendirme kuruluşlarının… vazgeçilmez amentüsü haline gelmiş bulunuyor. Büyümeyle yatıp, büyümeyle kalkıyorlar… Büyüme, ilerlemeyle, kalkınmayla, zenginleşmeyle, refahla özdeş sayılıyor. O kadar da değil, işsizliğin de panzehiri sayılıyor… Velhasıl tüm sorunların çözümünün anahtarı, tüm dertlerin devası olarak görülüyor… Tabii öyle olunca da, gerekliliğinden’ ve ‘kesinliğinden’asla şüphe edilmiyor…Eğer bir şey yaygın bir inanç kategorisi haline gelirse, artık tartışmadan da muaf oluyor… Şimdilerde büyüme saplantısının burjuva uygarlığının dini haline geldiğini söylemek abartma değildir… Eğer, yüksek oranlı ve istikrarlı bir büyüme oranı yakalanırsa, işsizliğin ve yoksulluğun sorun olmaktan çıkacağı, tüm sıkıntıların aşılacağı, refahın ve nihai huzurun tecelli edeceği, bizde “muasır medeniyetin” tepesine tırmanılacağına kesin gözüyle bakılıyor… Velhasıl “büyüme marşı” dillerden hiç düşmüyor…

 

Ekonomik büyüme gerçekten tüm insanî-toplumsal sorunların çözümünün sihirli anahtarı mıdır? Nitekim, bir ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, 23 yılda, %5 oranında büyürse de 14 yılda milli gelir (GSYH) ikiye katlanır. Dönemin sonunda insanların durumunda aynı oranda bir “iyileşme” olur mu? Olmuyorsa neden olmaz? Israrla ileri sürüldüğü gibi, ekonomik büyüme işsizliğin ve yoksulluğun çaresi midir? Eğer öyle idiyse, onca zamanda, onca büyümeden sonra neden işsizlik ve yoksulluk çığ gibi büyümeye devam ediyor?

 

1950-2000 yılları arasındaki yarım yüzyılda dünya ekonomisi tam 7 kat büyüdü. Bu zaman zarfında dünya ölçeğinde gelir/servet eşitsizliği de büyümeye devam etti… 1960 yılında dünyanın en zengin beşte birinin (1/5) geliri, en yoksul beşte birin 30 katıydı. Bir’e otuzdu (1/30). Bu oran 1991’de bir’e altmıştı ( 1/60)… Yedi yıl sonra, 1998’de de bire yetmişti (1/70)…Ve 1,3 milyar insan günde 1 dolardan az “gelirle” yaşamaya mahkûm edilmiş durumdaydı… Geride kalan 94 yılda Türkiye ekonomisi yılda ortalama %5 oranında büyüdü. Bu zaman zarfında milli gelir yaklaşık 7-8 kere ikiye katlandı… O halde, onca büyümeden sonra bunca işsizlik, yoksulluk, iğretilik, gelecek kaygısı… nasıl açıklanacak?  Bu hesapta bir yanlışlık yok mu?

 

Sadede gelirsek, birincisi, kapitalizm koşullarında ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki asla mümkün değildir ve ikincisi, GSYH uygun bir refah, kalkınma ve ‘gelişmişlik’ ölçütü değildir. Zira, iş daha baştan sakattır. Kapitalizmde üretimin asıl amacı,insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmektir. Fakat, üretim çevrimi sonunda elde edilen kâr da, yeniden sermayeye dönüştürülmek zorundadır. Her kapitalist ve/veya kapitalist işletme, pazarda satmak üzere, kâr saiki ve amacıyla üretim yapıyor. Öyle olunca da, her zaman kâr etmeyi garantileyen şeylerin üretimi mümkün oluyor… Aslında GSYH artışı, sermayenin büyümesinden başka bir şey değildir. Orada insanî-etik kaygılara yer yoktur… Bunca lüzumsuz, bunca zararlı, bunca saçma şeyin ortalığı kaplamasının nedeni budur. Birincisi, yaratılan “zenginlik” sürekli olarak küçük bir azınlığın, dar bir oligarşinin elinde toplanıyor. Boşuna “para parayı çeker” denmemiştir; ikincisi, üretim artışı doğal çevrenin tahribatı/yıkımı pahasına gerçekleşiyor. Kapitalizm dahilinde yapılan üretim, insana, topluma, doğaya verilen zararları dikkate almıyor(almıyor, çünkü alırsa kâr oranı düşer…) Üretim, insan emeğinin sömürüsü ve canlı doğanın tahribi/yıkımı pahasına gerçekleşiyor. Şimdilerde sosyal kötülüklerin çığ gibi büyümesine eşlik eden ekolojik yıkım,bir “gezegen riski”, de ortaya çıkarmış bulunuyor… İşte dünyamızın giderek yaşanmaz bir yer haline gelmekte oluşu, kapitalizmin bu kör mantığının sonucudur. Zira, orada yıkıcılık ve yok edicilik esastır… Gerçek durum böyledir ama maalesef retorik farklıdır…

 

Kalkınma ekonomik büyümeyle özdeş sayılıyor ve GSYH ( Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) ile ölçülüyor. Lâkin, kimse neyin, nasıl, ne pahasına üretildiğini, yapılan şeyin kimin için ne anlama geldiğini, ne tür insanî, toplumsal, ekolojik sonuçlar ortaya çıkardığını sorun etmiyor…Gerçi burjuva iktisatçıları da büyümenin eşitsiz bir süreç olduğunu kabul ediyorlar ama, uzun vadede damlama (tricledown) etkisiyle refahın tüm topluma yayılacağını ileri sürüyorlar. Halk dilindeki komşuda pişer bize de düşer durumunun geçerli olduğunu söylüyorlar… Oysa, geride kalan zamanda ‘komşuda pişenin’ pek bir meymeneti olmadığı anlaşılmış bulunuyor…

 

Dolayısıyla, neyin, neden, nasıl ve ne pahasına üretildiğini sorun etmeden, her GSYH artışını mutlaka olumlu ve arzulanır bir şey saymak abestir… Mesela, silah üretimi 3 kat, cami inşaatı 4 kat, cezaevi inşaatı 5 kat, kanserli insan sayısı 6 kat, birer gazı üretimi 20 kat artarsa, milli gelir de (GSYH) o oranda artar. Kent merkezindeki hastanelerin kapatılıp, hastalar merkeze 20-30 kilometre uzaklıktaki Şehir Hastanelerine gitmeye mecbur edildiğinde (şimdilerde yapıldığı gibi) GSYH artar. Bir kentteki binaların üçte birinin yıkılıp, yenisi inşa edildiğinde,yıkılan da, yapılan da, milli geliri artırır ve bu bir başarı öyküsü olarak sunulur…

 

Hintli agronomDevinder Sharma, büyüme saplantısı ve saçmalığıyla ilgili çarpıcı bir örnek veriyor: “GSYH el değiştiren para miktarının bir göstergesidir. Temiz bir nehir örneğini alalım. Temiz bir nehir GSYH artışına bir katkı yapmaz, Buna karşılık kirlenmiş bir nehir ona üç aşamada katkı yapar: Önce atıklar nehre atıldığında ki, para el değiştirmiştir. İkinci olarak insanlar nehrin kirli suyunu içip hastalanıp tedavileri yapıldığında para el değiştirir. Ve nihayet, eğer herhangi bir teknoloji nehrin suyunu temizlerse, yine GSYH de bir artış ortaya çıkar”. İnsanlar evlerinin yakınından bir kaynaktan su ihtiyacını karşıladıklarında milli gelir artmaz ama su özelleştirilip 500 kilometre uzaklıktan getirilip, satıldığında milli gelir artar. Çocuklar evlerine yakın bir okulda eğitim gördüklerinde milli gelir artmaz, 30 kilometre mesafedeki bir okula servislerle taşındıklarında ekonomi büyür… Kapitalizm, eşyanın (şeylerin), onu üreten/yaratan insandan daha değerli sayıldığı bir sistemdir… Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır… Böyle bir sistemde hâlâ işlerin yolunda gideceğine inananlara ne demeli? Fakat gözden kaçan bir şey var: Bir sistemin başarısı, düne göre bu gün neye sahip olduğuyla değil, karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür…

 

Kapitalizm dahilinde büyüme, sorunların çözümünün yegane aracı değildir. Kâr etmek, sermayeyi büyütmek amacıyla, beşeri ve doğal kaynakların sömürüsü, yağma ve talanıdır. Sonuç itibariyle bütün mesele ‘paranın el değiştirmesinden ibaret olduğuna göre…’ İnsanlar kendilerini sömürenler gibi olabilecekleri beklentisi içindedirler. Oysa, kapitalizm koşullarında birileri (çoğunluk) yoksullaştırılmadan, başkalarının (azınlık) zenginleşmesi mümkün değildir. Nasıl her toplumda yoksul çoğunluğun varsıl azınlık gibi olması mümkün değilse, öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıysa, yoksul ülkelerin de zengin ülkeler gibi olmaları mümkün değildir. İster ulusal düzeyde olsun, isterse dünya ölçeğinde olsun, kapitalizm dahilinde yakalama mümkün değildir… Velhasıl, “muasır medeniyeti” yakalayıp, “üstüne çıkmak” mümkün değildir… Üstelik bir amaç da olmamalıdır… Neye/kime özendiğinizin farkındaysanız tabii… Eğer bu gün muasır medeniyet denilenin tepesinde ABD varsa, sizin için onda özenilecek ne var? Üstelik, birinin öyle olması için, ötekinin de böyle olması bir zorunluluktur…Eğer Çinliler de ortalama bir Japon kadar balık yeseydi, sadece Çin için 100 milyon ton balık gerekecekti ki, bu dünyada üretilen balığa eşit… Ve eğer Amerikalılar kadar benzin tüketselerdi, günde 80 milyon varil benzine ihtiyaç olacaktı, oysa dünya toplam üretimi 74 milyon varil…

 

Esasen insanı tükettiği, sahip olduğu maddi şeylerden ibaret saymak, burjuva toplumuna özgü bir sapma ve saçmalıktır. Kapitalist sistemde insan bir bütün olarak değersizdir ama mesela organları ticaret konusu olduğunda, işte böbreği, karaciğeri, göz retinası, sipermi, rahmi, vb, alınıp-satıldığında “değerlidir!” Asgari etik değere ve kaygıya yabancılaşmış bu sistemin insanlığa teklif edeceği bir şey olabilir mi? Oysa, bu kadarını bile doğayı tahrip ederek, ekolojik riskleri büyüterek, canlı yaşamı tehlikeye atarak yapabiliyor…

 

O halde bu yazıyı uzun bir soruyla bitirebiliriz: “GSYH’nin büyük, metalaşma düzeyinin, ithalat ve ihracatın , karbon gazı salınımının yüksek olduğu, gelirin aşırı adaletsiz dağıtıldığı, ‘ulusal gelirin’ %90’nına nüfusun %10’u tarafından el konulduğu, evsizlerin ve bir gelirden yoksun olanların sayısının her geçen gün arttığı, egzoz gazından zehirlenmeden sokakta yürümenin mümkün olmadığı, sokakların ve kaldırımların arabalar tarafından ‘işgal edildiği’, hava karardığında sokağa çıkmanın cesaret istediği, şiddetin istisna değil kural olduğu, insanlar arasındaki ilişkinin artık bütünüyle meta ilişkisine dönüştüğü, paradan, mal-mülkten başka hiç bir şeyin muteber sayılmadığı, ortak kullanım alanlarının yok olduğu, cinayetlerin, “iş kazaları” başta olmak üzere, her türden kazaların vaka-i âdiyeden sayıldığı, her şeyin paralı hale geldiği, kamu hizmeti kavramının pek söz konusu olmadığı, yegane insan ilişkisinin maddi-parasal nitelikte olduğu, yaygın bir yabancı düşmanlığının (zenofobi) geçerli olduğu… “zengin” bir ülkede mi, yoksa, mütevazı bir GSYH’si olan, metalaşma düzeyinin düşük, üretim ve tüketim etkinliğinin çevreye olabildiğince az zarar verecek şekilde gerçekleştiği, ithalat ve ihracatın küçük, ortak kullanım ve yaşam alanlarının geniş, dayanışma-yardımlaşma duygusunun derin, sokakta rahatça yürünebilen ve karşılaşılan insanlarla selamlaşılan, yaşlılara saygı, sakatlara ihtimam, çocuklara sevgi gösterilen, başına bir iş geldiğinde yalnız olmadığı bilincini taşıyan, sosyal risklere ve doğal felaketlere topluca karşılık vermesini bilen, aç, evsiz, gelirsiz kalma, muhtaç duruma düşme korkusu taşımadan yaşayan, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının olmadığı, toplumsal eşitsizliğin asgari düzeyde olduğu, yediği şeylerle zehirlenmeyen, temiz hava soluyup, temiz su içen, hırsızlığın istisna olduğu, evlerin kapısında üç-dört kilit, pencerelerinde demir parmaklıkların olmadığı, bölüşmesini, paylaşmasını bilen, farklı bir “zenginlik” ve refah anlayışına sahip olan, asıl ‘zenginliğin’ maddi olanın ötesinde olduğunu bilen, yönetenlerin bir koruma duvarının arkasına saklanmadan insanlar arasında rahatça dolaşabildiği… pazarların, panayırların, parkların, kermeslerin yaygın birer sosyal-kültürel etkinlik alanları olduğu, estetik etkinliğin ve yaratıcılığın önemsendiği “fakir” bir ülkede mi yaşamak isterdiniz? Ya da bu iki ülkenin hangisi daha “zengindir”?”

 

————————————————————————————————

* Daha fazlası için bkz: Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak- Kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve âciliyeti  üzerine bir deneme.

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

10 Comments

  1. İZBAN’ın yeni sistemine ‘hayır’ kampanyası

    TÜRKİYE Komünist Partisi (TKP) İzmir Kent Komitesi, İzmir’in kent içi raylı ulaşımını yapan İZBAN’ın önümüzdeki günlerde başlatacağı ‘Artı Para’ adı verilen yeni sistemiyle ulaşıma gizli zam yaptığını iddia etti. Komite yeni sistemle vatandaşların mağdur olacağını belirterek ‘hayır’ kampanyası başlatacaklarını açıkladı.

    İzmir’in Aliağa ile Selçuk ilçeleri arasındaki 136 kilometrelik hatta işletmecilik yapan İZBAN, 15 Şubat Perşembe günü ‘Artı Para’ adı verilen yeni sisteme geçecek. Konuyla ilgili basın açıklaması yapan TKP İzmir Kent Komitesi, yapılan düzenlemeyle ulaşıma yüzde 77 oranında gizli zam yapıldığını öne sürdü. Açıklamada İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun meclis oturumunda verdiği örnek üzerinden vatandaşların mağdur edildiği ifade edilen açıklamada, “İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 15 Aralık 2016 tarihli oturumunda, hem İzmir’deki ulaşım ücretlerine yüzde 10 oranında zam yapılmış, hem de İZBAN için yeni bir ücretlendirme politikası belirlenmişti. İZBAN’daki yeni ücret politikası, ilk biniş ücreti sonrası kilometre başında ek ödeme yapılmasını temel alıyordu, Yani kademeli ücretlendirme. İlk binişlerde en uzak mesafe ücretinin kart bakiyesinden düşüleceği, inilecek istasyonda da, kartın yeniden okutulmasının ardından, mesafeye bağlı para iadesinin yapılacağı belirtiliyordu. Yeni ücretlendirme tarifesinin gerekçesi, İZBAN hattının uzunluğu olarak gösterilmiş, Selçuk- Aliağa arasında 136 kilometre yolculuk yapan bir vatandaş ile kısa mesafe yolculuk yapan bir vatandaşın, aynı ücreti ödemesinin adaletsiz olacağı belirtilmiştir. Oysa gerçekler farklıdır. Aziz Kocaoğlu halkı kandırmaktadır. CHP, emekçi düşmanlığında AKP ile adeta yarışmaktadır.

    Çok basit bir hesap: Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından, meclis oturumunda, Havalimanı İstasyonu’ndan binen bir yolcudan ilk binişte 6,40 TL kesileceği, Menemen’de inmesi durumunda ücretin bir kısmının geri ödenerek, 4,60 TL ile Menemen’e ulaşacağı belirtilmiştir. Bu hesaba göre 2017 yılında 2,60 TL ödenen ulaşım ücreti, 2018 yılında yüzde 77 artarak, 4,60 TL’ye çıkmaktadır” denildi.

    “GİZLİ ZAM SADECE BUNUNLA SINIRLI DEĞİLDİR”

    Yeni düzenlemeye karşı imza kampanyası başlatacaklarını belirten komite açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

    “İZBAN hattını kullanan her bir vatandaş, ulaşım kartlarına, en uzak mesafeye göre bakiye yüklemek zorunda bırakılacaktır. Örneğin Alsancak istasyonundan İZBAN’a binen bir yurttaş, Halkapınar’da ya da Salhane’de inecek bile olsa, önce kartından en uzak mesafe düşülecek, sonra indiği istasyonda yeniden kuyruğa girip tekrar kartını okutup fazlalık ücret kartına iade edilecektir. ‘Nasıl olsa kartımda az bir bakiye var, ben de zaten iki durak gideceğim, bana yeter’ diyemeyeceğiz. Bindiğimiz istasyondan en uzak istasyona öngörülen ücretin kartımızda yüklü olması gerekmektedir. Bu bir dayatmadır. Bu ücret, vatandaşlar tarafından kullanılamayacak olan ve sistem tarafından bloke edilmiş bir ücrettir. Ve bu ücret, ulaşım kartlarına yüklendiği andan itibaren, akıllı kart şirketinin kasasına girecek, şirket bu parayı istediği gibi kullanabilecektir. Yeni ücretlendirmeye ve İZBAN verilerine göre, İZBAN’ı kullanan 2 milyon 600 bin kişinin, bakiyesinde her zaman için en az 6 TL bulunması gerekmektedir. Bu durum, akıllı kart değişikliği sonrasında, İzmirlilerin, yeniden kart ücreti ödemeye mecbur ve mahkum edilmesinin başka bir formudur. İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, yapılan zam ile hiçbir ulaşım hizmeti verilmeden, en az 15 milyon 600 bin TL’nin vatandaşın cebinden alınarak, bir şirketin hesabına aktarılmasına vesile olmaktadır.

    Bunların temelinde, kökünde ise yatan zihniyet bellidir: İzmir halkı müşteri olarak görülmekte, kar getiren bir alıcı olarak düşünülmektedir. Bu durumda Aziz Kocaoğlu da kendisini, müşterileri İzmir halkı olan İzmir Büyükşehir Belediyesi adlı şirketin CEO’su zannetmektedir. Buna izin vermeyeceğiz. Ulaşım temel bir haktır. Kentte yaşayan her yurttaşın en temel hakkıdır. Bir lüks değildir. İzmir Büyükşehir Belediyesi, en temel haklardan biri olan ulaşım hakkını kullanan İzmirlilerden para kazanmaktan, kâr elde etmekten derhal vazgeçmelidir. İzmir Büyükşehir Belediyesi, özel bir şirket değildir. Bir yerel yönetim kurumudur ve kamu hizmeti vermekle yükümlüdür. Toplumsal faydayı ve emekçi halkın çıkarlarını gözetmekle yükümlüdür. Yoksulluğun gün geçtikçe arttığı, emekçilerin çalışma koşullarının zorlaştığı bir dönemde, ulaşım ücretlerine yapılan bu zam, önemli bir hak gaspıdır. Ulaşım hakkının gaspıdır.

    Toplu ulaşım bir haktır. En başta İZBAN ulaşımında uygulamaya sokulan gizli zam, mesafeye göre kademeli ücretlendirme uygulaması olmak üzere, tüm ulaşım zamları derhal geri alınmalıdır.”

  2. TMMOB’tan İZBAN’daki Artı Para’ya tepki

    İZMİR’in Aliağa ile Selçuk ilçeleri arasındaki 136 kilometrelik hatta işletmecilik yapan İZBAN, 15 Şubat Perşembe günü ‘Artı Para’ adı verilen yeni sisteme geçecek. Yeni uygulamada yolcular, 25 kilometreye kadar olan seyahatlerini yine 2.86 TL ödeyerek yapabilecek, sonrasında ise sadece gittiği mesafenin ücretini verecek. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, yaptığı yazılı açıklamada bu duruma tepki göstererek, “Bu uygulama ile belediye, İzmirli yurttaşlara ‘Zorunlu olmayan dışarı çıkmasın, kent içi ulaşım hizmetlerini meşgul etmesin’ demek istemektedir” dedi.

    TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, yaptığı açıklamada belediyelerin konforlu ve hızlı bir ulaşım hizmetini en ucuza hatta mümkünse ücretsiz olarak sağlamasının sosyal belediyeciliğin esası olduğuna dikkat çekerek, “Bu nedenle ulaşım hizmeti veren kamu kurumlarının bu hizmetten kâr elde etmesi beklenmez. Bu çerçevede ulaşım hizmetinin çeşitli kamu kaynaklarından sübvanse edildiği örnekleri de çoktur. İZBAN’da uygulamasının 15 Şubat’ta başlayacağı belirtilen yeni tarifenin İzmirli yurttaşlarımızın temel hakkı olan ulaşım hakkını kullanmalarında zorluklar çıkaracağı açıktır ve bu nedenle kamu yararına olmayan bu uygulamadan vazgeçilmeli” dedi. TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nun açıklamasında yeni tarifeyle İZBAN’a binerken ulaşım kartlarından en uzak mesafeye göre para çekileceğini, vatandaşların indikleri istasyondan çıkarken geri yükleme validatörlerine kartlarını okutmalarıyla varsa geri yükleme sağlanacağını, böylelikle hem girişte hem çıkışta validatörler önünde kuyruk ve karmaşa yaşanacağı öne sürüldu ve şöyle devam edildi

    “Kartlarını çıkışta unutkanlık vb. çeşitli sebeplerle validatöre okutamayan vatandaşların parası haksız yere belediye kasasına girecektir. Kent içi ulaşımında özellikle raylı sitemde mesafeye göre ücretlendirme sosyal belediyecilik anlayışıyla bağdaşmayan bir yaklaşımdır. Bu uygulama ile belediye, İzmirli yurttaşlara ‘Zorunlu olmayan dışarı çıkmasın, kent içi ulaşım hizmetlerini meşgul etmesin’ demek istemektedir. Oysaki kent içi ulaşım aynı zamanda kent kültürünün çok önemli bir parçasıdır. İnsanlar kent içinde uzak mesafelere kolaylıkla ulaşamaz, gettolarda yaşamaya zorlanırsa o kentte kent kültürü oluşamaz, yaygınlaşamaz.”

  3. “TMMOB’tan İZBAN’daki Artı Para’ya tepki”

    Bu ‘Oda’arin tamaminin kapatilmasini neden istedigime bir baska iyi ornek daha..

    Fakat, ondan once –herkesin eyni frekansta olmasini saglamak icin– ‘TMMOB’un acilimini yazalim: ‘Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’

    Ben bir Turk olarak, buradaki ‘Turk’ kelimesine itiraz ediyorum. Iki sebebi var.

    Birincisi, bu odalara uye olan herkesin ‘Turk’ olmasi gerekmiyor. Boyle bir ima salakcadir bence.

    Ikincisi, bu odalarin ‘Turk’luk ile ilgileri yoktur. Olmasini da beklemiyorum. Muhendislik ya da Mimarlik baglaminda bir seyler yapmalari yeterlidir. Onu da yapmiyorlar.

    Simdi gelelim, ettikleri laflara:

    “belediyelerin konforlu ve hızlı bir ulaşım hizmetini en ucuza hatta mümkünse ücretsiz olarak sağlamasının sosyal belediyeciliğin esası olduğuna dikkat çekerek”

    Bu konu belediyecilikle ilgili bir tercihtir. Muhendislerin veya Mimarlarin bu tur konularda resmi tutum almalari, en azinda, isguzarliktir.

    “Bu uygulama ile belediye, İzmirli yurttaşlara ‘Zorunlu olmayan dışarı çıkmasın, kent içi ulaşım hizmetlerini meşgul etmesin’ demek istemektedir”

    Oyle denildigini dusunmuyorum; ama, denilse de yanlis olmaz. Kamu kaynaklarini israf etmek diye bir sey var, ve bunun onun gecmek de o kamu hizmetini verenlerin sorumlulugundadir.

    “Bu nedenle ulaşım hizmeti veren kamu kurumlarının bu hizmetten kâr elde etmesi beklenmez.”

    Neden ‘beklenemez’mis?

    Illa zarar mi etmesi gerekiyor?

    Ta basindan zarar etsin diye mi tasarlanmalidir bu tur hizmetler?

    Bir de, tabii ki, zarar eden bi hizmetlerin bedellerini kim odeyecek?

    Herseyden onemlisi, bu, TMMOB’un maydanoz olacagi bir konu degil.

    “Bu çerçevede ulaşım hizmetinin çeşitli kamu kaynaklarından sübvanse edildiği örnekleri de çoktur.”

    Olabilir. Ama, su-i emsal, emsal olmamalidir.

    “İZBAN’da uygulamasının 15 Şubat’ta başlayacağı belirtilen yeni tarifenin İzmirli yurttaşlarımızın temel hakkı olan ulaşım hakkını kullanmalarında zorluklar çıkaracağı açıktır ve bu nedenle kamu yararına olmayan bu uygulamadan vazgeçilmeli”

    Iste.. zurnanin zirt dedigi yerlerden bir baskasi..

    Ya bilmiyorlar, ya da carpitiyorlar.

    ‘Ulasim hakki’ sadece, mesru olarak gitmeniz gereken yerlere ulasmanizi saglamak anlamindadir. Yani, evinize giden sokaklari kimse kapatamaz.

    Ondan otesi ‘hak’ filan degildir.

    ‘Seyahat ozgurlugu’ vardir; ama bu da sadece ‘ozgurluk’tur. Yani, risklerini bedelini siz ustlenirseniz, seyahat edebilirsiniz.

    TMMOB bu kadar basit seyleri dahi bilmiyorsa, kapatilmasi cok daha faydalidir.

    Yok, biliyor fakat hala daha bu lakirdilari ediyorsa, bunlarin ne Muhendislik ne de Mimarlik konusu olmadigini onlara birisi hatirlatmalidir.

    Hatirlatmak filan lafin gelisi.. bir fayda edecegini sanmiyorum –etmedi bugune kadar–, kapatilmalari cok daha isabetli olur.

    Boylece, devletin kucaginda oturup surtre gerisinden siyaset yapmak yerine, birer dernek filan halinde mesru yollarla siyaset yapmalarina imkan taninmis olur.

    “yeni tarifeyle İZBAN’a binerken ulaşım kartlarından en uzak mesafeye göre para çekileceğini, vatandaşların indikleri istasyondan çıkarken geri yükleme validatörlerine kartlarını okutmalarıyla varsa geri yükleme sağlanacağını,”

    Evet. Buna ‘depozito almak’ da diyebiliriz. Acik uclu seyahatler sozkonusu oldugunda, en optimum muhendislik cozumlerinden biridir.

    TMMOB’da, avret yerlerimize surulecek kadar ‘Muhendislik’ bilgisine sahip bir kisi olsa, bu cozumun fevkalade isabetli oldugunu da teslim ederdi. Ama, yok.

    “Kartlarını çıkışta unutkanlık vb. çeşitli sebeplerle validatöre okutamayan vatandaşların parası haksız yere belediye kasasına girecektir.”

    Belediyenin kasasina girmesi sanki bir gunah-i kebirmis gibi bunu soylemelerini bir yana birakirsak, bu tur ‘magdur’ sayisinin –uzerinde konusmagi korutacak kadar– cok oldugunu nereden biliyoruz?

    Muhendis sapkasiyla konusmak icin, hem bu sayiyi bilmek, hem de ‘validator’ sayisinin yetersiz olacagini gostermek gerekir.

    Ama, bunlar –az da olsa– hesap yapmak demek, ayaklari yere basan seyler soylemek icin gayret etmek gerektirir. TMMOB, benim omrumde, bu tur bir gayreti hic sergilemedi.

    “Kent içi ulaşımında özellikle raylı sitemde mesafeye göre ücretlendirme sosyal belediyecilik anlayışıyla bağdaşmayan bir yaklaşımdır.”

    Nedenmis?

    Mesafe ne olursa olsun, Belediyeye maliyeti farketmiyor muymus?

    “Oysaki kent içi ulaşım aynı zamanda kent kültürünün çok önemli bir parçasıdır. İnsanlar kent içinde uzak mesafelere kolaylıkla ulaşamaz, gettolarda yaşamaya zorlanırsa o kentte kent kültürü oluşamaz, yaygınlaşamaz.”

    Farkli problemlerden bahsediyoruz. Izmir’de getto turu yerler var tabii ki. Ama, bunun cozumu, ‘kultur’ hizmetlerini onlarin ayagina goturmekle baslar.

    Yani, ‘beyaz Izmirli’ler, lutfedip, tiyatrolarini filan oralarda acmalilar ve biletleri de bedava olmali.

    Ama, olmaz bu. Izmir’in ruhuna aykiridir.

  4. “Öyle anlaşılıyor ki, sadece Türk Tabipleri Birliği, TTB ve Türkiye Barolar Birliği, TBB değil, örneğin, Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, TMMOB gibi meslek örgütleri de hedefte!

    Peki, Erdoğan/AKP iktidarı neden bunların yapılarını bozmak, meslek standartlarını, ahlaklarını, ve toplumu korumaya yönelik olan yetki ve görevlerini ellerinden almak istiyor?
    Otoriter rejimler neden sanata, bilime, kültüre düşmansa ondan:
    İktidarın topluma zorla giydirmeye çalıştığı deli gömleğine direndikleri, baskıcı ve yağmacı siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik uygulamalara, kamu yararı ve mesleki ahlak açılarından karşı çıktıkları için!
    MESLEK ODALARI, MESLEK AHLAKLARININ VE KAMU YARARININ KORUYUCULARIDIR…
    ONLARA SAHİP ÇIKMAK, BİZE SAĞLANAN HİZMETLERE SAHİP ÇIKMAKTIR!”

    Meslek ahlakı rahatsız mı ediyor?
    Emre Kongar, Cumhuriyet, 9 Şubat 2018
    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/922726/Meslek_ahlaki_rahatsiz_mi_ediyor_.html

  5. “Öyle anlaşılıyor ki, sadece Türk Tabipleri Birliği, TTB ve Türkiye Barolar Birliği, TBB değil, örneğin,

    Omrunde bir mustesarlik umuru gormusluguyle ovunen Emre Kongar’a birisi haber versin: “Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği” diye bir ‘oda’ da yoktur ‘birlik’ de.

    “Peki, Erdoğan/AKP iktidarı neden bunların yapılarını bozmak, meslek standartlarını, ahlaklarını, ve toplumu korumaya yönelik olan yetki ve görevlerini ellerinden almak istiyor?”

    Erdogan’i filan bilmem. Ben, bunlarin her birinin yukarida yazilan gorevleriyle ilgili ele gelir bir sey yapmamakta israr edisinden dolayi kaldirilmalarini istiyorum.

    “Otoriter rejimler neden sanata, bilime, kültüre düşmansa ondan:”

    ‘Ondan mi bunda mi’dan once, bu ‘oda’larin ya da ‘birlik’lerin ‘sanata, bilime, kültüre’ ne gibi katkilari oldugunu birisi anlatsa cok iyi olur.

    “İktidarın topluma zorla giydirmeye çalıştığı deli gömleğine direndikleri, baskıcı ve yağmacı siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik uygulamalara, kamu yararı ve mesleki ahlak açılarından karşı çıktıkları için!”

    Hayir. Bu odalara/birliklere kanunla verilen gorevler bellidir. O gorevlerin arasinda siyaset yapmak yoktur.

    Hele de, gorevini yapmadigini ortmek icin, aradabir siyasi cikislar yapmak hic degil.

    “MESLEK ODALARI, MESLEK AHLAKLARININ VE KAMU YARARININ KORUYUCULARIDIR…”

    Malesef buna ‘apacik yalan’ demek zorundayim. Cernobil konusunda yazdim. Bu odalar/birlikler, ne o gun, ne de o gunden beri killarini oynatmadilar.

    Insanlar, bambaska sebeplerle kanser oluyor, ve sebebinin Cernabil oldugunu sanmasina bu odalar/birlikler hala daha goz yumuyor.

    Hangi meslek ahlakindan, hangi kamu sagligindan bahsediyor Emre hocasi?

    “ONLARA SAHİP ÇIKMAK, BİZE SAĞLANAN HİZMETLERE SAHİP ÇIKMAKTIR!”

    Ne hizmeti imis bunlar?

    Ya da, daha isabetli soru sudur: ‘Biz’den kimi kastediyor?

    “Meslek ahlakı rahatsız mı ediyor?”

    Yok. Meslek AHLAKSIZLIGIdir rahatsiz eden.

    Kongar’in derdi o olmayabilir tabii ki.

    Hala daha ‘kurtarilmis bolge’leri ne bahasina olsun savunmak aliskanligi devam ediyor..

  6. Demiryolu komünist işidir!

  7. Binmeyin olm siz trene alimallah komünistkemaliststatükocudarbeciulusalcı olur ölürsünüz sonra…

  8. Demiryolu (İZBAN, İzmir Metro) komünist (Çin) işidir!

  9. İZBAN’da yine ‘Artı Para’ kavgası

    İZMİR Banliyö Treni’nde (İZBAN) uygulamaya konulan ‘Artı Para’ sistemi nedeniyle turnikelerden geçemeyen ve duruma tepki gösteren bir genç İZBAN güvenlik görevlileri ile tartıştı. Tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine ismi öğrenilemeyen genç güvenlik görevlileri tarafından coplarla darp edildi.
    Olay, bugün akşam saatlerinde İZBAN Alsancak İstasyonu’nda meydana geldi. Kimliği öğrenilemeyen bir genç, geçen Perşembe günü uygulamaya konulan ‘artı para’ sistemi nedeniyle kartında yetersiz bakiye olduğu için turnikelerden geçemedi. Duruma sinirlenen genç uygulamaya tepki gösterince İZBAN güvenlik görevlileri duruma müdahale etti. Sözlü tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine kimliği belirsiz genç, güvenlik görevlileri tarafından diğer yolcuların çığlıkları arasında coplarla darp edildi. Diğer yolcuların tepki göstermesi üzerine güvenlik görevlilerinden biri yolculara ‘Hiç biriniz de polis çağırmıyorsunuz lan, arasanız ya polisi’ diye tepki gösterdi.
    ‘ARTI PARA’ 15 ŞUBAT’TA BAŞLADI
    İzmir’in bir ucundaki Aliağa’dan diğer ucundaki Selçuk’a kadar olan 136 kilometrelik hatta hizmet veren kent içi banliyö sistemi İZBAN, 15 Şubat Perşembe günü ‘Artı Para’ adı verilen yeni sisteme geçti. Yeni uygulamada yolcular, 25 kilometreye kadar olan seyahatlerini yine 2,86 TL ödeyerek yapabilecek, sonrasında ise gittiği mesafenin ücretini verecek.

  10. Ortaylı’nın şu sözleri ilginç;

    ÜNİVERSİTEYLE ŞEHRİ KALKINDIRIRIZ TEORİSİ ÇOK YANLIŞ

    70 bin talebenin bulunduğu bir üniversitenin kendi içinde akademik sorunları bir ölçüde halledebilse bile bir çevre yaratamayacağını kaydeden Prof. Dr. Ortaylı, “Şu teori çok yanlıştır. Üniversiteyle bir şehri kalkındırırız. Şehrin ancak bakkalını, çakkalını ve açgözlü ev sahiplerini kalkındırırsınız. Şehir üniversiteyle kalkınmaz. Bu mümkün değil. İnsan, Avrupa ortaçağından bakarak tetkikini yapmak zorundadır. Yani Avrupaya Oxford Üniversitesi var, niye? Çünkü Londra’nın burnunun dibinde, o tarihte bir günlük yürüyüşle gidiliyordu, bugün hiçbir şey değil 45 dakika. Çünkü şehirle üniversite her zaman bağdaşamaz. Talebeler ve hocalar şehrin kazıkçılığından şikayet eder, kavga çıkarırlar. Şehirde onların getirdiği ahlaksızlık ve gürültücülükten şikayet ederler. Dolayısıyla hiçbir Avrupa ülkesi şuraya bir üniversite kurayım da şurası kalkınsın demez. Üniversiteler doğrudan doğruya kendi fildişi kulesi içinde çalışmak, üretmek zorundadır” dedi.

    DEVASA OTEL ELEŞTİRİSİ

    Gerçek anlamda Akdeniz’in fethinin Alanya’da, oradaki tersanede olduğunu da ifade eden Prof. İlber Ortaylı, şehirdeki otel yapılaşmalarıyla ilgili de eleştiride bulundu. Prof. Dr. Ortaylı, şöyle konuştu;

    “Devamlı efendime söyleyeyim bir takım arazileri, çevre zenginliğini meydana getiren bölgeleri, ekolojik alanları, otellere açmakla bunun getireceği turizmle geçinmek fazla kar getirmez. Öyle devasa otellerle devamlı bir turizm geliri sağlanmayacağı bizden evvel İspanya’da denendi. İspanya hayalet şehirlerle dolu, önüne gelen yazlık yapmış kendine, kooperatifler kurmuş, hepsi boş kalmış. Antalya tabiatı böyle ucuz turizme feda edilecek yer değil. Akdeniz’in en güzel manzaraları burada, jeolojik bakımdan en enteresan yapılaşması burada, hiçbir yerde burada 30 derecede sıcağa girip ondan sonra bir saat yol alıp bu mevsimlerde bile kar yağsa kayak yapabileceğin yere ulaşamazsın. Bunlar çok azdır ve hiçbir yerde bu derecede tabiat zenginliğiyle tarih bir arada bulamaz. Burası Roma İmparatorluğunun en zengin eyaletidir. İtalya bir Anatolia iki. Pamfilya da bölge olarak çok zengin. Bu kadar bereket İtalya yarımadasında bulunamaz. Bu Selçuklu devrinde de böyleydi.

    TARİHİ M.Ö. 3’ÜNCÜ ASIR

    Antalya’nın tarihinin fevkalade önemli olduğunu belirten Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türk arkeoloji uzmanlarının çalıştığı ilk bölge olduğunu kaydetti. Antalya’nın kıyıda, köşede, gölgede kalan bir Selçuklu-Osmanlı dönemi olduğunu ve bunun maalesef hem bölge sakinlerinin hem de Türk tarihçiliğinin hafızasında pek yer etmediğini söyledi. Şehrin Helenistik devirden sonra ortaya çıkan bir yer olduğunu belirten Prof. Dr. Ortaylı, M.Ö. 3’üncü asrın sonundan itibaren kurulup gelişen bir yer olduğunu ve öncesinde de burada yerleşme olduğunu, Antalya’nın taşıdığı ismin de zaten Kral Attalos’un ismi olduğunu anlattı.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir