Bir başka açıdan baktığımızda politik iktidar ve toplumsal iktidar olarak iki iktidar biçimi ve bu iki iktidar biçimine bağlı dört rejim türü saptayabiliriz:
1. Politik iktidarın toplumsal iktidara hakim olduğu tek parti diktatörlükleri; 2. Politik iktidarın toplumsal iktidarı kendine tabi kıldığı vesayet rejimleri; 3. Toplumsal iktidarın politik iktidarı kendine tabi kıldığı burjuva “demokrasi”leri; 4. Toplumsal iktidarın politik iktidara hakim olduğu faşist diktatörlükler.
“Hakim” ve “tabi” kelimelerinin altını çizdim, çünkü bu iki kelime arasında ilk bakışta sanki önemli bir fark yokmuş gibi görünmesine rağmen aslında toplumsal pratikte aralarında çok büyük bir farklılık vardır. “Hakim olmak” derken tam bir hegemonyadan; “tabi kılmak” derken kısmi bir hegemonyadan söz etmek istiyorum ki, bu, aşağıda sözünü edeceğim gibi, rejimler açısından çok önemli bir farklılığa işaret etmektedir.
Politik iktidarın (devletin diye de okuyabilirsiniz) toplumsal iktidara (ekonomik yapı diye de okuyabilirsiniz) tamamen hakim olduğu tek parti rejimlerinin yakın tarihteki en belirgin ve pür örneği Stalinist rejimdir. Politik iktidara hakim olan parti, siyasi yapıdan aşağıya doğru ilerleyerek önce burjuvaziyi, ardından da küçük mülk sahiplerini ve köylülüğü yok ederek (hatta önemli ölçüde bedenen de) toplumda mutlak bir iktidar kurmuştur.
Bu örneğe yaklaşan başka örnekler bulmak bir hayli zordur ama tek parti diktatörlük rejimlerinin, en azından bu örneğe yaklaşmayı denediklerini ve derece farklılıklarıyla kısmen de yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Stalinist rejim kadar muazzam bir iktidar tekeli yaratamasalar da tek parti rejimlerinin yönelimi her zaman toplumsal iktidarı da ele geçirmek olmuştur. Bugün artık miyadını doldurmuş gözüken bu rejimlerden varlıklarını hâlâ devam ettirebilenler, toplumsal iktidar güçleri tarafından gerisin geri kovalanmakta, kendi yuvalarına (salt devlet aygıtlarına) sığınarak direnmeye çalışmaktadırlar.
Politik iktidarın toplumsal iktidarı kendisine tabi kıldığı rejim türlerini, bugün söylendiği gibi, vesayet rejimleri olarak adlandırabiliriz. Bu tür rejimlerde parlamento vardır, çok parti vardır, burjuvazinin ekonomik alanda iktidarı vardır ama politik iktidar toplumsal iktidara tabi değildir, tam tersine toplumsal iktidar üzerinde belli bir tabiyet ilişkisi, bir vesayet kurmuştur. Bu vesayetin illa askeri olması gerekmez. Bu, sivil bir vesayet de olabilir. Örneğin bu, bir devlet kurucu partinin vesayeti olabilir (1920-1970 arasında Meksika’da, 1940-1950 arasında Türkiye’de olduğu gibi). Politik iktidarla toplumsal iktidar arasında bir denge kurulmuştur ama bu dengede ibre politik iktidardan yanadır. Dolayısıyla politik iktidar her an toplumsal iktidara ve onun politik yapı içindeki ajanı olan parlamentoya müdahale edebilir. Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişine, hatta 2007 yılına kadar politik iktidarın toplumsal iktidarı vesayet altında tuttuğu bir rejim yürürlükteydi. Ordudaki tutuklamalarla, son referandumla ve AKP’nin politik iktidarı kendine tabi kılmasıyla birlikte Türkiye’de köklü bir rejim değişikliği olduğundan söz edebiliriz.
Toplumsal iktidarın politik iktidarı kendine tabi kıldığı rejim türlerinin örnekleri, “batı demokrasileri” denen, kapitalist ekonomileri güçlü ülkelerde görülmektedir. Bu ülkelerde toplumsal iktidarın sahibi burjuvazi politik iktidarı ele geçirmemiş (belki de ele geçirmek işine gelmemiş), bunun yerine politik iktidarı kendine tabi kılmıştır. Dolayısıyla politik iktidar toplumsal iktidar tarafından ele geçirilmemiş olsa bile esasen ona tabidir ve onun “vesayetinden” çıkamaz, ona kafa tutamaz, onun ihtiyaçları yönünde hareket etmek zorundadır. Burjuvazi, politik iktidara tamamen hakim olmak yerine onu kendine tabi kılmakla belki de bir anlamda kendi sınıfsal varlığını ve konumunu da güvenceye almıştır. Çünkü geçmişte, toplumsal iktidarın politik iktidara tamamen hakim olduğu durumların bir felaketle sonuçlandığı önemli örnekler yaşanmıştır.
Bu örnek faşizmdir. Faşizm, toplumsal iktidarın politik iktidara tamamen hakim olduğu ve dolayısıyla toplumsal iktidarın tamamen politik iktidar haline geldiği rejimin adıdır. En saf halini Hitler rejiminde bulan bu örneği yakından incelediğimizde şunu görüyoruz: Toplumsal iktidar iki yönde hareket eder, hem mutlak toplumsal iktidar olmak, hem de politik iktidarı bütünüyle ele geçirmek yönünde. Hem toplumsal iktidar alanında genişler ve şişer, hem de politik iktidarı mutlak ve monolitik anlamda ele geçirmek üzere yukarıya doğru tırmanır. Toplumsal iktidarı sayesinde politik iktidarı ele geçirdikçe bu gücü, toplumsal iktidarı bütünüyle ve rakipsizce ele geçirmek için kullanır ve böylece adeta iki ip merdiveni de kendine destek yaparak zirveye doğru tırmanır.
Hitler’in Yahudileri imha etmesinin anlamı, toplumsal iktidarı bütünüyle, rakipsizce ve monolitik bir tarzda ele geçirme isteğiydi. Çünkü toplumsal, bir başka deyişle ekonomik iktidar alanında tekel kurmasının önündeki en büyük engel Yahudilerdi. Her türlü rakipten temizlenmiş olan toplumsal iktidar, politik iktidara mutlak bir şekilde sahip olmanın da garantisi olacaktı.
Böyle bir mutlak iktidar tekeline sahip olan faşizmin bundan sonra yöneleceği amaç kaçınılmaz olarak dış istila alanıdır. Çünkü bu kadar muazzam bir iktidar tekelinin dışa taşmaması mümkün değildir. Evet, Stalinist rejim de muazzam bir iktidar tekeliydi ama o, faşizmin tersine, politik iktidarın toplumsal iktidara hakim olması biçiminde tecelli ettiğinden ekonomik bir güçlülük ve dışarıya taşma durumuna gelememişti. Tersine, bu rejim hâlâ zayıf ekonomik temelini güçlendirme problemiyle uğraşmak zorundaydı, dolayısıyla dışa taşma potansiyeli Nazi Almanyası kadar güçlü değildi.
Yukarıda, Türkiye’de politik iktidarın toplumsal iktidarı kendine tabi kılması durumunun, yani vesayet rejiminin AKP iktidarı ile birlikte sona erdiğini söylemiştim. Ve gerçekten de bu süreç tersine dönmüş, AKP, toplumsal iktidarın temsilcisi olarak politik iktidarı kendine tabi kılmış ve bir anlamda batı demokrasilerine benzer bir rejime doğru ilerler gibi gözükmüştür.
Ancak bu görünüş aldatıcıdır. Kanımca, AKP politik iktidarın vesayetine son verirken batı rejimlerinde olduğu gibi, politik iktidarı toplumsal iktidara tabi kılan bir rejim değil, politik iktidarı tamamen ele geçiren Hitler tipi faşist bir rejim kurma peşindedir. Öyle ki, AKP iktidarı, aynı Hitler gibi, bir yandan politik iktidarın ele geçirilmesi yönünde hızla ilerlerken, bir yandan da toplumsal iktidar alanında henüz ele geçiremediği kalelere saldırılar düzenlemekte, onları teslim almaya çalışmaktadır. İşte TUSiAD’a son saldırıların anlamı budur. Hatta “cemaat” denen örgütlenmeyle olan çatışmanın arkasında bile bunun yattığı söylenebilir. Daha doğrusu, o alanda kılıçlar şu yönde şakırdamaktadır: Toplumsal iktidar alanında güçlü olan “cemaat” politik iktidar alanına hamle yapmakta; buna karşılık, politik iktidar alanında güçlü olan AKP de, toplumsal iktidar alanına hamle yapmaktadır. Toplumsal iktidar alanında TUSİAD’la “cemaat”in geçici doğal müttefikler haline geldikleri düşünülebilir.
Öte yandan, vesayet rejiminin en güçlü unsuru olan ordunun teslim alınmış olması da, Hitler’in politik iktidar alanında hakimiyet kurmasına benzer bir yönde ilerlemektedir. Hitler de, politik iktidarı tamamen ele geçirebilmek için, o zamana kadar Reich cumhuriyeti üzerinde vesayet kurmuş olan Reichwehr’ı (Alman Genel Kurmayı) ele geçirmek için çetin bir mücadele vermişti.
Son bir nokta daha. Hitler gibi, hızla politik iktidar alanında ilerleyen ve bu alanı bütünüyle ele geçiren AKP iktidarı, eğer toplumsal iktidar alanında da mutlak bir iktidara oturursa, ekonomik ve politik gücünün taşması sonucu ister istemez dış istilaya da girişecektir. Şimdiden Türkiye’yi bölgesel bir hegemonyacı güç haline getirme çabaları böyle bir istilanın ön hazırlıkları olarak görülebilir.
Bölgenin kısmi bir yeniden paylaşım savaşına doğru yuvarlandığı bu dönemde, Türkiye de, AKP iktidarı altında, dış istilacı bir faşist diktatörlüğe doğru ilerlemektedir.
Gün Zileli
5 Mart 2012
Güzel bir analiz yazısı. Fakat dış dinamiklere de bir göz atmak gerekmez mi? Toplumsal iktidarı ve politik iktidarı bütünüyle ele geçiren (ve dışa taşma/işgal etme olasılığı yüksek olan) bir odak, bölgesinde alt-emperyalist bir misyonu yerine getirmede zaaflar yaşayacak, bölgede kendi hegemonyasını kurarken aynı zamanda daha büyük emperyalist odakların da potansiyel rakibi haline gelecektir kuşkusuz. Batı emperyalizmi, bu odakta bir “eksen kayması” olmaması için bu iktidar(lar) odağını dengelemek amacıyla bir yedek güç (veya parti) kurmaya çalışacaktır. Kim bilir, belki de şu anda (veya birkaç yıldan bu yana) bu iş üzerinde çalışıyordur…
Evet, bu önemli bir nokta. Özellikle ABD’nin tedirginliğini gözlemlememek mümkün değil.
dün gece trt-haber de 28 subat sürecini isleyen ve akp’nin kendi
görüs acilarini yansitan “milli” bir program vardi. yukaridaki dogru analizle sanki bire bir örtüsen. zamaninda cem boyner’in siyasi
atilimina benzer tusiad cikisli bir parti (abd destekli) neden olusmasin?
geldiğimiz yeri anlamaya çalışıp egemen ideoloji resmi devlet ideolojisi çatışması ve giderek egemen ideolojinin neo-resmi ideolojiyi yeniden yapılandırıp hegemonyasını tahkim etmesini analiz edip açık etme çabasındaki yazının durum tesbitinde olumlu yanlar olmasına rağmen akp iktidarı ve genel olarak egemen hegemonyanın gücünü abartan bir yazı olmuş.bu seviyede enseyi karartmamak lazım birde bu egemen hegemonyanın alternatifi toplumsal muhalefetinde geldiği yeri görebilip hatta sistemin kaçınılmaz çözülemez krizleri ve yetmezliklerini aşabilmek için toplumsal muhalefet rölü çalmasınında sonuna geldiğini görebilmek gerekir.fazla karamsar bir yazı olmuş
sömürgeci kolonyal emel ve hedeflerin içerdeki tahkimat ve hegemonyanın palazlanması ile çevresine kolonyal emperyal saldırganlık ihtimalini tesbit etmek çok yerinde ve önemli saptama olmuştur.bu durumun egemen üretim ilişkilerin bölgede istikrarsızlaşmasından endişeli abd ile birlikte yürütüleceği gerçeğinden hareketle ülkemizdeki toplumsal muhalefetin çevresindeki sistem karşıtı özgürlükçü anti-kolonyalist egemen hegemonya karşıtlarıylada dayanışma ihtiyacını getirmektedir
Sistem kurbanini istiyor..!
Her kriz kendini kurtarmak icin baska krize ihtiyac duyar.Devamlilik baskiyi,baskilar haksizliklarin su yüzüne cikmasini(Muhalefeti)
iktidarlar yine baskiyi korkuyu salmak sorunda kalir.Bunun emperyal destegi varsa fasizim palazlanir,hükmeder.
Taki fasizmi altedene dek sorunlar devam eder.Türkiyenin icine düstügü cikmazidir.Akp istesede bu yoldan geri dönemez.Syn Zileli tahlilde hakli hükmü kim ve nasil verecek.Soruyu sormak fikir verecektir…
1990’larda 17 bin faili meçhul, 50 bin ölü, sansasyonel cinayetler, sivil hükümetlerin asker tarafindan devrilmesi, katliamlar, hayata dönüs operasyonlari…Türkiye’de hâlâ burjuva demokrasisi vardir. Ne zaman ki generaller içeri girer fasizm gelir. Iste Gün Zileli’nin muhtesem analizi.
Bu da 27 Mayisçi/ 9Martçi 68’lik anarsistin analizi olmakta, bravo büyük beyin, sen bu kafayla gidersen askere, tenesire gelene kadar alamazsin teskere. Komik.
AKP hükümeti tamamiyle sistemi ele almıştır.Orduyu Egitimi Saglık ve devletin tüm kurumlarını kendi denetin ve kendi görüşleri çizgiisde yönetme hakkına sahip olmuştur.Darbesiz bir türkiye için ordu ıslag edilmiş kendi adamlarının himayesine geçilmiş 4+ 4+ 4+ egitim siitemiyle İmam hatiplerin yolu tatmiyle açılmıstır Hastanlerde ücretsiz yeşilkart yalanlarıyla kendi saglık bakanı araçıyla tümkadro kendi çizgilerine geçmiştir.Şimdi asıl olacak Erdoganın köşke çıkması gülünde Başbakan olması planıdır ki YILLARCA SİSTEMLERİNİ BU ŞEKİLDE SÜRDÜRMEK Bu rantı ve bu düzeni degiştirmek insanların elindediir.Yeterki insan onurlu bi yaşam erdemli bi hayat sürmek için için dogru olanı bulsun ve uygulasın Tüm insanlık için zalimlere inat yaşasın aşk yaşasın devrim yaşasın anarşi diyoruz .
Bu dünyayı yakarsa garibanlar yaksın
Zileli,gün geçtikce politikada yeniden Aydınlıkcı oluyor.
Bu çözümlemeleri Aydınlıkcılar yapıyor.
Zileli,politikayı hala Aydınlık’tan izliyor.
“Toplumsal iktidar alanında TUSİAD’la ‘cemaat’in geçici doğal müttefikler haline geldikleri düşünülebilir.”
Boynergiller’in Y-CHP’sinden “The Cemaat”e yine bir açılım daha: http://siyaset.milliyet.com.tr/-abant-in-surprizi-chp/siyaset/siyasetdetay/10.03.2012/1513497/default.htm
…Bu, sabah akşam Y-CHP’nin reklamını yapan DY mirasyedisi reformist-sosyalistlere ders olsun!
Kurt Kapanı
Piro Zarek
08. 03. 2012
İktidar kimin elindedir? sorusu, siyaset alanının temel sorusudur. Bir ülkede iktidarı elinde tutan sınıf ya da güç, o ülkedeki siyasal ve sosyal süreç üzerinde belirleyici bir rol
oynar. Buna bağlı olarak, bir toplumdaki siyasal çelişkilerin odağında, iktidarı elinde tutan egemen güçler ile, bu iktidara karşı hak ve özgürlükler mücadelesi yürüten halk kesimleri arasındaki iktidar mücadelesi yatar.
Ezilen halk kesimleri arasında ve elbette egemen güçlerin kendi aralarında çeliski ve çatışmalar vardır. Örneğin, bugün Kemalistlerle siyasal islamcılar arasında, keza Gülen
Cemaati ile AKP arasında da iktidar paylaşımı mücadelesi yaşanıyor. Fakat unutmayalım ki, bu güçler, Kürtlere, Alevilere, Dersimlilere, emekçilere ve sosyalistlere karşı aynı çizgide birleşirler. „Ülkenin ve devletin güvenliği“, ve „tek dil, tek millet ve tek devlet“ meslesi söz konusu olduğunda, iç çelişkiler; bu güçler için birden tefferuta dönüşüyor. Bu ortak davranış refleksini gelistirebildikleri ve ortak çıkarlar temelinde birleşme
yeteneğine sahip olduklari için, onlar iktidar, biz ezileniz.
1937-38 sürecinde, Abasanlılar ile Kırğanlılar, ya da Alanlar ile Demenanlılar ve diger bütün aşiretler kendi aralarındaki çelişkileri birincil palana çıkarmayıp, devletle olan çelişkilerini esas alsalardı, büyük bir olasılıkla bugün biz Dersim’de farklı bir yapı görecektik.
Çelişkilerin önceliğini ve dostu düşmanı güncel konjonktür ve uzun vadeli süreçler temelinde doğru belirlemek, her toplumsal grup ve hareket için yaşamsal bir öneme
sahiptir. Kritik dönemeçlerde bu noktada atılacak yanlış bir adım, Dersim 37-38 sürecinde olduğu gibi bazen telafisi imkansız kayıplara yol açabilir.
Bu anlayışla, yaşadığımız süreçte ve yakın gelecekte, Dersim ve Alevi toplumunu bekleyen tehditler ve sorunlar konusunda kısa bir değerlendime yapacagız. Bu degerlendirmenin, bugünlerde yaşanan tartışmaların kaynagına da ışık tutacağını
düşünüyoruz. Ayrıca yaşanılan süreçte, her Dersimlinin, her Kürdün ve sosyalistin kendisine ne oluyor, nereye gidiyoruz sorularını sorması ve bu konuda ciddi ciddi düşünmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bugünkü sürecin genel bir resmi ve bizi bekleyen tehlikeler
Türk Devleti’nin yeni rotasının bölgesel hegomonya ve oradan da emperyalistler ligine yükselme olduğunu duymayan, bilmeyen kalmadı herhalde. Bugün, ulusal ve
uluslararası alanda bu stratejinin somut adımları atılıyor. Suriye mehzep çatışması temelinde, özellikle Türkiye’nin çabaları ile bir iç savaşa sürükleniyor.(1) Yeni Osmanlıcılar bu ülkeyi işagal etmek için adeta yanıp tutuşuyorlar. Aynı durum Irak’ta yaşanıyor. Türkiye’nin tam destek verdiği bir Sünni politikacı terör eylemlerini yönlendirmekle suçlanıp yargılanıyor. Irak Hükümeti de, Türkiye’yi kendi iç işlerine müdahale etmekle suçluyor. Türkiye’in Irakta da bir mezhep savaşına oynadığını gösteren somut kanıtlar var. Nitekim, Türkiye bölgede gelişecek bir mezhep çatışmasına seyirci kalmayacağını, bizzat başbakanın ağzından açıkça ilan ediyor.
İran’dan başlayıp Akdenize ulaşan bir Şii hattı, Türkiye ile Arap Körfez’i ülkelerini fiziken birbirinden kopardı. Türkiye, Suriye ile olan kötü ilişkileri nedeni ile, kamyonlarını bile Körfeze gönderemiyor. Durum bu kadar ciddi. Böylesi bir izolasyon
Türkiye’nin tüm palanlarını bozar. Çünkü, Türkiye stratejik planları için gerekli sermayeyi Körfezin Sünni Arap devletlerinden sağlamayı düşünüyor ve bu ülkelerle
ticaret Türkiye için yaşamsal öneme sahip. Dolayısı ile izolasyon korkusu, yayılma emelleri güden Türkiye’yi hızla savaşa sürüklüyor.
Her halükarda, Türkiye; İsrail ve ABD’in İran’a karşı bir saldırı düzenleyeceğini hesaplayarak, ortaya çıkacak kargaşa ve boşluktan azami dercede güçlenerek çıkmak
istiyor. Bütün bunlar, bölgemizin yakın bir zamanda çok büyük patlamalara gebe olduğunu gösteriyor.
Türkiye’yi bugün için Suriye’ye saldırmaktan alıkoyan esas etken uluslararası meşruyet ve destek değil, öncelikle PKK-Kürt dinamiğidir. Türkiye, iki cephede birden savaşa
girmeye cesaret edemiyor. Ayrıca, Suriye’de ortaya çıkacak Kürt dinamiğini kontrol altına alma noktasında endişeleri var.
Aslında, 2011 yazından bu yana, ABD’nin çok büyük desteği ile PKK’nin bu kış aylarında etkisizleştirmesi düşünülüyodu. Bu hedef pek çok ağızdan dile getirildi. Mücahit mehmetçiğin saldırı fetvası ve „büyük zafer“ müjdesi imamlarca çok önceden verilmişti. Darbe dönemlerini çağrıştıran kitlesel tutuklamalar da bu planın bir parçasıdır. Fakat, PKK’ya ve BDP’ye önemli darbeler vurulmasına ragmen, planın başarıya ulaştığını söylemek mümkün değil.
Çevresi bir mezhep savaşı ile yanan Türkiye’nin bu savaştan etkilenmemesi imkansızdır. Ve Türk Devleti’nin meydana gelebilecek sorunlar konusunda tedbirler düşünmediğini
söylemek te saflık olur. Bu temelde, Türk Devleti’nin kendi içindeki önemli Alevi potansiyelini etkisizleştirme konusunda yoğun faaliyet içinde olduğundan hiç bir kuşku duyulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu politikanın en önemli işreti, bütün çaba ve ısrarlara rağmen; Cemevleri’nin ibadethane satatüsünün tanınmamasıdır. Bu şu anlama
geliyor: Biz Aleviliğin dini ve sosyal-kültürel meşruyetini tanımıyoruz. Ve, tarihsel olarak sürdürülen Suud-Yavuz çizgisinde ısrar ediyoruz. Keza, bu anlayış çerçevesinde
„sapkınlık“ suçlaması ile, sosyal alanda Alevi toplumunun bastırılması ve çözülmesi çabaları giderek yoğunluk kazanyor. Biz, bu yolun Alevilerin imhasına kadar uzanabildiğini gayet iyi biliyoruz.
Sadece yayılmacı-emperyalist politikalar nedeni ile değil, yine onunla bağlantılı olarak, içerdeki iktidar hedefleri açısından da Kürtler, Aleviler ve devrimci-sosyalit hareket siyasal islamcı iktidarın önündeki en büyük engellerdir. 10 yıllık iktidar süreci
göstermiştir ki, izlenen politikalarla, siyasal islamcılar en fazla % 50 oy almaktadırlar. Yani toplumun yarısı farklı gerekçelerle de olsa bu iktidara karşıdır. Bu durum, siyasal islamcılara ülke içinde mutlak iktidar olanağı tanımıyor. Bu eşiğin aşılması için, var olan muhalif toplumsal güçlerin teslim alınması veya tasfiye edilmesi, en azından iktidar iradesini etkilemeyecek bir düzeyede geriletilmesi şarttır. Çünkü, bölgede güçlü ve
hegomonyal bir devlet olma iddiası, içerde de mutlak iktidar sahibi olmayı gerektirir.
Bazı yazarlar, faşizmin, tekelci kapitalizmin yaşadığı ekonomik bunalım dönemlerinin bir ürünü olduğunu ve şu anda Türkiye’de bir ekonomik bunalım yaşanmadığını ileri sürerek, bugünkü uygulamaların faşizm olarak nitelendirilmeyeceğini ya da faşizme doğru bir gidişin olmadığını ileri sürüyorlar. Türkiye’de bir ekonomik bunalım olup olmadığını sonra tartışabiliriz. Ancak, bu tartışma şu anda belirliyici bir tartışma
değildir. Çünkü, söz konusu bu yazarlar faşizm ile emperyalizmin ilişkisini doğru kuramıyorlar. Faşizm aynı zamanda pazar paylaşımı savaşlarının veya emperyalistler
arası rekabetin yükseldiği dönemlerin bir ürünüdür. Ki bu aslında, içerde ve uluslararası palanda ekonomik bir krizin varlığının göstergesidir de. Doğru, Türkiye henüz
emperyalist bir ülke değil, ancak yayılmacı politikalara sahip ve emperyalistleşme yolunda ilerliyor. Üstelik Türkiye, Orta Dogu’da özellikle ABD ile yakın bir işbirliği içinde. Dolayısı ile bölgesel bir savaş, zorunlu bir sonuç olarak Türkiye’de faşizmi
doğurabilir. Hatta, böylesi bir durumda; toplumu, iktidara destek ve karşıtlık temelinde ortadan ikiye bölünmüş bir Türkiye’de, nüfusun diğer yarısının muhalefetinin
bastırlması için, faşizmden başka bir seçenek görülmüyor.
AKP iktidarı, Kemalist güçleri ve orduyu iktidardan uzaklaştırıp bu kesimlerden gelebilecek tehditleri asgariye indirdikten sonra, şimdi öncelikli hedefini, silahlı Kürt hareketini ve genel anlamda Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiye olarak koymuştur. Fakat bu diğer muhalefet güçlerinin gözardı edildiği anlamına gelmez. Sol-sosyalist harekete, Dersimlilere ve Alevilere karşı; şimdilik psikolojik harekatlar ve sızma operasyonları ile
içerden çökertme planı yürütülüyor.
İktidar muhalefete karsı Kurt Kapanı kurdu
İktidarın ulusal ve toplumsal muhalefete karşı yürüttüğü planın esasları çıplak gözle görülecek kadar apaçıktır.
Devlet öncelikle, farklı muhalefet güçlerinin, iktidara karşı birleşmelerini ve ortak mücadele etmelerini engellemeye çalışıyor. Bu nedenle, Aleviler, Dersimliler, Kürtler ve
sosyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaları derinliştirmek için büyük çaba harcıyor. Böylece, bir yandan bu güçleri birbirileri ile çatıştırıp enerjilerini tüketmek; diğer yandan, her bir toplumsal ve siyasal gücü tek başına bırakıp, tek tek kolaylıkla tasfiye etmeyi hedefliyor. Daha somut konuşursak; iktidar, Aleviler ve Dersimlilerin önüne diğer kesimleri hedef olarak koyuyor ve onlar; önlerine konulan bu hedefleri
kovalamakla meşgulken, aslında, iktidar onları büyük ve güçlü bir kuşatmanın içine alıyor.
İktidar, Aleviler ve Dersimliler arasında, „PKK ve sol örgütler katildir, bunlar sizleri ve diğer masum insanları öldürüyor. Bunlar yüzünden devlet size kötü davranıyor. Bunları
birlikte yok edersek her şey düzelir.“ propagandası yürütüyor. Bu grupların, devletin bu propagandasına belli ölçüde geçerlilik kazandıran ciddi yanlış ve suçları var. Bunlarla mutlaka hesaplaşılmalıdır. Ancak, bu güçler karşında adalet aranacak merci kesinlikle Türk Devleti değildir. Daha Ermeni, Süryani ve Dersim soykırımlarının hesabını vermemiş bir devleti, adil bir hukuk dağıtıcı makam yerine koymak, aslında adalete
ihanet ve bu devletin suçlarını gizlemek demektir. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, daha dün bu devlet Hrant Dink’i katleden çeteyi akladı.
İşin hukuki boyutunun yanında; siyaseten de, iktidar kimin elinde? sorusununun cevabını ve bütün bu çatışmaların kaynağında yer alan temel sorunları unutup, bu
örgütleri sorunun esas ve belirleyici nedeni görmek ve bu grupları politik-pratik mücadelenin birincil hedefi haline getirmek, tam da Kurt Kapanı’na doğru dolu dizgin
yol almaktır.
İktidar, tüm olanakları ile ve bazı piyonları aracılığı ile Alevileri ve Dersimlileri hızla PKK ve sol örgütlerle boğuşmaya doğru itiyor. Hatta, bir yandan Osmanlı’dan bugüne ecdadının yaptıkları ile övünürken, diğer yandan; Dersim Soykırımı ile ilgili Kemalizme karşı bir tutum geliştirerek ve soykırımın suçunu sadece o dönem görev yapan CHP’li kadroların üstüne yıkarak, devleti aklamaya çalışıyor. Böylece „Katliamı Kemalistler yaptı, biz yapmadık. Devlet vatandaşı ile barışır, ancak bunu teröristler önlüyor. “ propagandası yapılarak, iktidara karşı muhalefet tali hedeflere yönlendiriliyor.
Diyelim ki, PKK ve sol örgütler tümden imha edildi, sonra ne olacak ? Söyliyelim: Aleviler ve Dersimliler mutlak bir iktidar gücü karşısında ovadaki keklikler misali tek başlarına
kalacaklardır. Hatırlayalım, 1979 yılında gerçekleştirilen Maraş Katliamı, Corum’da, Sivas’ta, Malatya ve Elazıg’da tekrarlanmaya çalışmıştı. Buradaki provakasyonları bozan
devrimcilerin örütlediği silahlı halk direnişiydi. Yakın süreçte, batıda Kürtlere karşı girişilen linç eylemlerini unutanlar; Taksim’de gerçekleştirilen son ırkçı-fasist eylemin
bir adım ilerisini görmeyenler ve Adıyaman’da Alevilerin evlerinin işaretlenmesini „bir kaç çocuğun işi“ olarak görenler, yaşanan tecrübelerden ders çıkarmayarak, gaflet uykusuna yatmışlardır.
İktidar, Alevileri, Dersimlileri ezmeye giriştiğinde karşısında silahlı bir halk direnişi görmek istemiyor. Çünkü, biliniyor ki, Alevi halk hareketi kısa sürede doğal müttefiki olan devrimci hareketle birleşip silahlı bir halk direnişine dönüşür. Bu nedenle, bugün iktidarın hedefi, özellikle Aleviler içinde örgütlü olan devrimci gruplardır. Keza böylesi bir silahlı direniş hareketi, Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaka giderse, iktidarın karşısında çok ciddi bir muhalefet odağı oluşur. Devletin üst kademelerinde böylesi bir iç tehdit seneryosunun düşnülmediğini söylemek neredeyse imkansızdır.
Sonuç olarak : Polise taş attıkları için, yakalandıklarından itibaren sistematik işkenceye tabi tutulan ve en son atıldıkları cezaevinde cinsel saldırılara maruz kalan Kürt çocuklarını düşündügümmüzde, bunlar Aleviler ve solculara neler yapar sorusunun cevabını düşünmek bile istemiyoruz.
Elbette iktidarın planları var, ancak bu planların her zaman başarıyla ugulandığını söylemek doğru olmaz. Halk muhalefetinin bu planları boşa çıkardığı pek çok örnek
vardır. Bugün de, uyanıklık, bilinç ve cesaretle bu planları boşa çıkarmak mümkündür.
Dipnot
———————————————————————————————————-
(1) “TR325 (kaynağın kod adı), Türk planının Suriye’de iç savaş üzerine odaklandığını açıkladı. Resmi olarak, FSA’ya (Hür Suriye Ordusu) eğitim, silah ve destek sağlayan Türkiye’dir. Gayrıresmi düzeyde ise, ABD ve Türkiye bu görev için SOF’u (Özel Operasyon Güçlerini) sahaya sürüyorlar…” (Amerikan özel istihbarat kuruluşu Stratfor belgeleri, Wikileaks araclıgı ile yayınlayanTaraf gazetesi, 07. 03. 2012)
http://dersimzaza.com/Kurt%20kapani.pdf
( http://www.birgun.net )
Newroz korkusu: 100 gözaltı
16 Mart 2012
Newroz Bayramı öncesi Diyarbakır, Mersin, Mardin, Adana, Şırnak, İstanbul, Yalova, Antalya ve Siirt’te polis ve askerler tarafından yapılan ev baskınlarında 100’e yakın kişi gözaltına alındı. Gözaltı sayısının daha da artabileceği belirtiliyor.
DİYARBAKIR
Diyarbakır’da birçok eve sabah saatlerinde baskın düzenlendi. Baskında Salih Tekin, Sait Aklan, Hebun Akkaya, Aziz Oğuz, Mazlum Toprak ve Hebun Kaçaman’ın da aralarında bulunduğu 10’u aşkın kişinin gözaltına alındığı öğrenildi. Gözaltı gerekçesi öğrenilemeyen yurttaşların İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğü bildirildi. Bismil İlçesi’nde de sabah saatlerinde Siirt Üniversitesi öğrencisi Fidan Tekin, Akpınar Mahallesi’ndeki evine yapılan baskınla gözaltına alındı. Tekin, gözaltına alınarak İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.
MARDİN
Mardin’in Derik İlçesi Zeytinpınar Mahallesi’nde ikamet eden Siirt Üniversitesi öğrencisi Gülizar Erek, sabah saatlerinde evine yapılan baskınla gözaltına alındı.
SİİRT
Siirt’te Alan, Yenimahalle ve Bahçelievler mahallerinde birçok eve ve Kredi Yurtlar Kurumu’na sabah saatlerinde polisler tarafından baskın düzenledi. Baskınlarda çok sayıda kişinin gözaltına alındığı bildirdi. Operasyonda Mahmut Kaya ve soyadı öğrenilemeyen Müzeyyen adında bir kadının da gözaltına alındığı öğrenildi. Siirt merkezli yürütülen operasyon kapsamında Antalya’nın Manavgat İlçesi’nde Emrah Çelikçier ve Yalova’da ise Hadi Taraman’ın da gözaltına alındığı bildirildi.
MERSİN
Mersin’de DÖKH aktivisti Saadet Kuran, evi basılarak gözaltına alındı. DÖKH aktivisti Kuran’ın, Mersin Merkez Akdeniz İlçesi’ne bağlı Yenipazar Mahallesi’nde bulunan evine sabah erken saatlerde polislerce baskın düzenlendi. Yapılan aramanın ardından Kuran, gözaltına alınarak Mersin Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.
ADANA
Adana’da sabah saat 04.00 sularında Seyhan ve Ceyhan ilçelerine bağlı çok sayıda mahalleye polis ve askerler tarafından eş zamanlı olarak baskınlar düzenlendi. Adana’nın Seyhan İlçesi’ne bağlı Küçükdikili, Gülbahçesi, Dağlıoğlu mahalleleriyle, Ceyhan İlçesi’ne bağlı Küçükkırım, Belediyeevleri ve Yersuat mahallerinde çok sayıda ev basılarak arandı. Baskın sonrası çok sayıda kişinin gözaltına alındığı bildirildi. Seyhan İlçesi’nde kaç kişinin gözaltına alındığı öğrenilemezken, Ceyhan’da yapılan baskınlarda aralarında çocukların da bulunduğu 15’in üzerinde gözaltı olduğu bildirildi. Ceyhan’da gözaltına alınanlardan isimleri öğrenilenler şunlar; Savaş Ceylan, M.Ç. (17), Nurettin Baysal, Ömer Atıl, Newroz Adıgüzel, Fatma Demir, Nurcan Özer, İ.B. (15), İbrahim Halil Ateş, Metin Bozkurt ile ismi öğrenilemeyen Şirken soyadlı bir kadın. Adana’nın Seyhan İlçesi’ne bağlı Küçükdikili Mahallesi’nde ise gözaltına alınanların isimleri şöyle: Erdal Yalçın, Vedat Yalçın, Özgür Timur, Oğuz Eder, Yusuf İşlek, Mahmut Eren, Mustafa Eren, Gökhan Eren.
ŞIRNAK
Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde sabah saat 02.00 sıralarında Cudi, Başak, Karşıyaka, Nuh ve Barbaros mahallelerinde polis tarafından birçok eve baskın düzenlendi. Baskınlarda 35’e aşkın kişi gözaltına alındı. Baskınların gerçekleştiği evlerde arama sırasında polis evlerin altını üstüne getirdi. Hangi gerekçe ile gözaltına alındıkları öğrenilmeyen 35 kişinin Silopi İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğü bildirildi. Gözaltına alınan 35 kişiden isimleri öğrenilenler şunlar; Serhat Akın, Mustafa Kıran, Mehmet Şerin Kıran, Şivan Ormanlı, Salih Yiğit, Fendi Yiğit, Yusuf Ataman, Agit Sakman , Fahrettin Şık, Murat Şık, Mahsum Şevişoğlu, Mehmet Şevişoğlu, İslam Aras, İsmail Barkın, Lezgin Özden, Ali Üdük ve Abdulselam Vargı.
İSTANBUL
İstanbul’un çeşitli ilçelerinde de Newroz Bayramı öncesi KCK adı altında yapılan operasyonlarda çok sayıda kişinin gözaltına aldığı bildirildi. Gözaltı sayısına ilişkin net bilgiye ulaşılamazken, Ataşeşir’e bağlı 1 Mayıs Mahallesi’nde 5 kişinin gözaltına alınarak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüğü öğrenildi.
İSTANBUL’DA NEWROZ’A VALİLİK YASAĞI
İstanbul Kazlıçeşme Meydanında 18 Mart Pazar günü yapılacak olan Newroz kutlamalarına Valilik tarafından izin verilmedi.
İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Newroz izin verilmemesini ise ” Nevruz 21 Mart tarihidir. Kutlamak isteyene 21 Mart’ta izin veririz. 18 Mart’ta kutlamaya izin vermeyeceğiz” diyerek açıkladı.
21 Mart haftaiçine denk geldiği için Newroz’u 18 Mart Pazar günü kutlamak için başvuran tertip komitesi ise bu tutuma sert tepki gösterdi ve 18 Mart’ta Kazlıçeşme’de olacağız dedi.
Valiliğin bu tavrının bir milyona yakın katılımın beklendiği Newroz etkinliklerini zayıflatma amacı taşıdığını söyleyen Tertip Komitesi “bu olay komiklikten de ötedir” dedi.
DİYARBAKIR’DA AYNI NAKARAT
Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, Newroz’un 21 Mart günü kutlanacağını söyledi. BDP’nin 18 Mart tarihinde yapılan başvurusunu reddeden valilik, Newroz’un 21 Mart günü yapılmasını istedi.
VAN’DA DA İZİN ÇIKMADI
Van’da 20 Mart’ta Belediye Garajı yanında kutlanacak olan Newroz etkinliğine valiliğin izin vermediği bildirildi. Valilik, Newroz kutlamasının 21 Mart günü yapılmasını istedi.
BDP: TAKVİM DEĞİŞMEYECEK
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), valiliklerin 18 Mart’ta yapılacak kutlamalara izin vermemesi kararını değerlendirerek, tutumunu açıkladı. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş başkanlığında Diyarbakır’da toplanan BDP’li seçilmişler, Diyarbakır Newroz’u ve diğer iller dahil olmak üzere 18’inde ve diğer tarihlerde yapılacak kutlama tarihlerinin değiştirilmeyeceği yönünde karar aldı.
‘HALK CEVABINI 18 MART’TA VERECEK’
Diyarbakır’da yapılacak kutlama tarihinde bir değişiklik olmadığını, kutlamanın 18 Mart günü yapılacağını duyuran BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, hazırlıklarının devam ettiğini söyledi. Zümrüt, “Devlet, AKP şunu çok iyi gördü, bütün operasyonlara rağmen, bütün yasaklamalara rağmen Diyarbakır halkı ve bütün Türkiye genelinde halk Newroz çalışmalarına devam etti. Ama şu görüldü ki milyonları da aşacak şekilde Diyarbakır açısından nihayetinde en küçük ve en ücra köşesine bile çok coşkulu Newrozlar kutlandı” dedi. “Diyarbakır genel itibarı ile merkezi hükümet, kimsenin bu halkın özgürlük mücadelesi yürüyüşüne engel olamadığı ve halkın iradesini kıramayacağını gördüler” diyen Zümrüt, “AKP, devlet dedi ki ‘biz bu operasyonları yapmamıza rağmen Kürt halkı hala ayaktaysa 18 Mart’ta yapılacak Newroz’a sahip çıkacaksa bu ciddi bir direniş ruhudur.’ Halkın en büyük cevabının ayın 18’inde vereceğinin farkına vardı” dedi.
‘HALK KARARINI VERDİ, NEWROZ’U 18 MART’TA KUTLAYACAK’
“Hiç birimizin, bu konuda halkın taleplerinin önüne geçemeyeceğini herkesin bilmesi gerekir” diyen Zümrüt, “Bizler de bu halkın talepleri üzerine çalışmalarımızı ayın 18’i olarak belirleyerek, çalışmalarımıza da bir bütün halinde devam ettiriyoruz. Hiçbir yerde engel tanımadan, çalışmaları yürütüyoruz” dedi. Valiliğin kararını değerlendirdiklerini ifade eden Zümrüt, “BDP olarak ne bizler bunun kararını verebiliriz ne valilik ne de hükümet. Halk 18’inde de kutlar 21’inde de kutlar. Bugün eğer milyonlara ulaşmış bir Newroz kutlamaları gerçekleşiyorsa bu halkın kendi öz iradesi ile bugüne getirmiştir. Halkın vereceği bütün kararlarda biz de BDP olarak bunun öncülüğünü yapmaya hazırız. 18 Mart’ta olduğu gibi çalışmalarımız devam ediyor” dedi. Zümrüt, “Halk Newrozunu 18’inde Newroz’un alanında kutlayacak” şeklinde konuştu.
AFİŞLER TOPLATILDI
Öte yandan kente başlayan Newroz hazırlıkları çerçevesinde dün asılan afiş, pankart ve billboardlara da toplatma kararı çıktı. Özel Yetkili Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce gelen karar doğrultusunda dün asılan afişler ve pankartlar, polisler tarafından toplatıldı.
EMİR BAŞBAKAN’DAN MI?
BDP’nin Newroz’u 18 Mart Pazar günü kutlanması yönündeki talebinin 3 gün önce İçişleri Bakanlığı tarafından Valiliklere gönderilen gizli genelge ile yasaklandığı ileri sürüldü.
Alınan bilgilere göre, 13 Mart tarihinde Valiliklere gönderilen gizli genelgede, Newroz’un 21 tarihinde kutlanması için izin verilmesi diğer günler için ise yapılacak başvuruların kabul edilmemesi istendi.
Başbakanın talimatı ile İçişleri Bakanlığı aracılığı ile Valiliklere gönderilen genelge doğrultusunda, Valilikler 21 Mart günü Newroz kutlaması yapılmasını yasakladı.
ŞAHİN: TÜRKÇEDEN BAŞKA BİR İFADEYLE Mİ SÖYLEYELİM?
Newroz kutlamalarıyla ilgili açıklama yapan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin şöyle konuştu:
“Nevruz’un günü 21 Mart. Baharla ilgili bir kutlama. 21 Mart bu yıl çarşambaya geliyor. 21 Mart için yapılan başvurulara Valilikler izin vereceklerdir. Valiliklerimiz 21 Mart’ın istismarını önlemek bakımından yaptıkları değerlendirmelerle izin vermemişlerdir. İstanbul Emniyet Müdürümüz ve Valimiz görevinin başındadır. 81 ilin emniyet müdürü ve valisi görev başındadır.Bu yönde geliştirilen spekülasyonun hiçbir temeli yoktur. Gerekli açıklamalar hükümetimiz tarafından yapılmıştır. Türkçeden başka bir ifadeyle mi söyleyelim?”
(anf-diha-evrensel-muhalefet.org)
…Ve gözaltılardan hemen bir gün öncesinde, sahibinin sesi sol-liberallerden “provokasyon” uyarısı:
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1259037&title=aydinlardan-nevruz-oncesi-provokasyon-uyarisi
kamusal hakaret ve iftira dolayısıyla kaldırılmıştır.
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/akpnin-kitlesel-newroz-korkusu-haberi-52807
Bir, iki, üç, daha fazla serhildan:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43738
Sol ideolojiye verilecek en küçük güç ve en küçük iktidar firsati, kaçinilmaz olarak baski, zulüm, iskence, cinayet ve dikta ile sonuçlanir. Bakiniz: G.Z.’nin Stalin yazilari.
Terör örgütü, 28 Şubat 2012 tarihinde bir teröristin kaza ile öldüğünü duyurdu. Ancak örgüt kazanın nasıl olduğunu açıklamadı.
Kurulduğu günden bugüne yüzlerce teröristi ajan ve muhbir diye öldüren terör örgütü, şimdi de bir teröristin kaza sonucu öldüğünü iddia etti. Kuzey Irak’taki terör örgütünün kampında bir kaza sonucu 1967 Diyarbakır doğumlu Zeki Süleymanoğlu adlı teröristin öldüğünü bildirdi. Süleymanoğlu’nun 1994 yılında PKK’ya katıldığını açıklayan örgüt, milislik görevi yaptığını, 1994 yılında ise tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’nde kaldığını açıkladı. 10 yıl cezaevinde kalan Süleymanoğlu’nun tekrar örgüte katıldığını dile getiren PKK, 28 Şubat 2012 tarihinde kaza sonucu öldüğünü ileri sürdü. Terör örgütü, kazanın nasıl olduğuna ilişkin bir açıklama yapmadı.
Daha önce de terör örgütü 8 kadın teröristin çığ düşmesi sonucu öldüğünü ifade etmişti. Bu ölümler, PKK’nın teröristleri infaz ettiği iddialarını yeniden gündeme taşıdı.
“daha fazla cinayet” AKP-Devlet’in işidir. Bkz.:
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1332076042&year=2012&month=03&day=18
“Terörist” edebiyatı polise ve devlet diline aittir.
“Stalinizm” edebiyatı de polise ve devlet diline aittir. O halde???? O günkü taktik öyle gerektirirse “polis ve devlet dili” der geçersin, oh ne ala memleket, oportünist olmak zeka gerektirmiyor demek ki.
‘Terörle mücadele’ terörü – Kadir Cangızbay
12 Mart 2011
İsmail Beşikçi Hoca’ya yine hapis verdiler, ‘terör örgütü propagandası’ndan.
Terör örgütü dedikleri, herhalde PKK.
PKK, terör örgütü değildir; zira, terör örgütü diye bir örgüt türü yoktur; hiçbir örgüt, terör örgütü olamaz.
Terör, insanları dehşete düşürüp yıldıracak eylemlerde bulunmak, tedhiş etmek demektir. Terorizm ise, bir devletin veya herhangi başka bir örgütlü grubun kendi hedeflerine ulaşmak üzere bu yola başvurması anlamına gelir: Terorizm, liberalizm, nasyonalizm, komünizm veya anarşizm gibi bir ideoloji değil, sadece ve sadece bir eyleme biçimi olup, yegane eylem biçimi ve nihaî hedefi terör olan bir örgüt türünden söz etmek de olanaksızdır.
En başta devletler, çok çeşitli örgütler hedeflerine ulaşmak için teröre baş vururlar; kalıcı veya geçici ‘terör timleri’ oluşturabilirler; ama dedik ya, tek eylem/faaliyet biçimi de, nihaî hedefi de terör olan bir örgüt olamaz.
Terör örgütü kavramı, XX. Yüzyılın son çeyreğinden bu yana en büyük sıklıkla kullanılan siyasal manipülasyon aracıdır; tabiî, ‘Terörle Mücadele’ yasa ve faaliyetleri de: Amerika Kaddafi’nin çadırını, Kaddafi de kendi halkını bombalarken hep terörle mücadele et-miş/mektedirler; tabiî bizimkiler de Dilan’ı, Berivan’ı, Uğur’u ve on binlercesini yok ederken.
‘Terörle mücadele’, devletlerin her türlü yasal, hukukî, ahlakî ve vicdanî ölçüt, kural ve yükümlülükten kendilerini azade kılmak üzere kendi kendilerine verdikleri açık çektir. Bu durumda, ‘terorist’ de, birey veya kolektivite olarak, hak öznesi olmaktan tümüyle düşürülmüş olmaktadır.
‘Terör örgütü’ diyen, “Enkizisyon’a geri döndük’ de demiş olur. Enkizisyon’a geri dönüş ise, suçu da cezayı da somut fiilden kopartıp, ‘yasayla tanımlanmamış suç’ olmaz ilkesini ihlal etmenin en yüzsüzce yolu.
Örgütü bir kere ‘terorist’ ilân ettiniz miydi, artık her istediğinizi de “örgüt de bunu istiyordu, bundan bahsetti, bunu telkin, tavsiye veya emr’etti” diye, adam isterse insanlara çiçek dağıtmış olsun, teröre destek vermekten mahkûm edebileceksiniz demektir: Terörle Mücadele Yasası, doğrudan doğruya insanlığı ‘habeas corpus’ ilkesinin gerisine götüren bir vahşet yasasıdır.
‘Habeas corpus’, insan bireyinin ruhu (inandığı değerler, niyet, maksat) ve vücûdu (fiziksel varlığı ve gerçeklik düzeyinde –söyledikleri de dahil- yapıp ettikleri) ile tek ve aynı bir bütün olduğunun kabûlü demektir: İnsanın ne dediğini değil de ne demek istediğini temel almak, ne yaptığını değil de ne maksatla yaptığını sormak, insanı bunlar üzerinden yargılamak, doğrudan doğruya Enkizisyon papazlığıdır.
Ruh ile vücût, maksat ile fiil birbirlerinden bir kere koparılmaya görsün, artık adamın melek gibi davranıyor olması bile şeytanlığını gizleme gayreti, dolayısıyla şeytan, hem de katmerli şeytan olduğunun kanıtı olarak görülüp değerlendirilebilecektir.
Terör örgütü kavramının hukuk sistemine girdiği bir yerde, herkesi her hareketinden dolayı terorist, terör destekçisi, terör propagandacısı olarak cezalandırmak da mümkün hâle gelmiş olur; ki, terör, yani insanları yıldırma da tam tamına budur: Teroristin en sahicisi, kim ki insanları ne dedikleri, ne yazdıkları, ne yaptıkları değil de, dediğini/yazdığını/yaptığını ne ‘maksat’la deyip/yazıp/yaptığı temelinde sorgulayıp yargılama yetkisine sahiptir, işte tam tamına odur.
Her hangi bir örgütü terorist ilân etmek, devlet terörünün zeminidir. Ancak, bugünü itibariyle Türkiye, bu zeminin de ötesinde bir terör dönemine sokulmuştur: Ergenekon adı verilen bir dava sürmektedir ve insanlar Ergenekon terör örgütüne üyelikten dolayı evleri basılmak, işlerinden edilmek, tutuklanmak suretiyle cezalandırılıp zulme uğratılmaktadır; ancak, henüz böyle bir örgütün varlığı ne belgelendirilmiş, ne de kanıtlanıp hükme bağlanmıştır.
İşte tam bu noktada “il faut appeler un chat, un chat”, yani “kediye kedi demek lazımdır”. Niye tavşan, deve veya sırtlan değil de ‘kedi’ derseniz, kedi Orta Çağ’dan itibaren Hrıstiyan-Batı-Fransız kültüründe büyücülerle, cadılarla, cinlerle, şeytanla işbirliği hâlinde -hatta bizatihi şeytan- tekinsiz bir hayvan, dolayısıyla adının anılması bile uğursuzluk getireceğine inanılan bir varlık olarak görülür. Evet, ‘kedi’ye kedi deyip, şu tespiti yapalım: Bugün AKP iktidarı görünümü altında, aslında Tayyip Erdoğan’ın otokratik hükümranlığı vardır; bu fiilî hükümranlığın başkanlık sistemi aracılığıyla yasal bir çerçeveye kavuşturulup kurumsallaştırılması ve tam bir baskı rejiminin inşa edilmesi süreci boyunca ve bu süreci ilerletmek üzere ise, insanları malî, idarî ve adlî göz dağları vermek suretiyle yıldırıp sindirme, yani terorize etme yoluna baş vurulacaktır.
Yıldırıp sindirmek: İnsanı dehşete düşürüp mefluç, yani felç olup da elini kolunu oynatamaz, ayağını bacağını kıpırdatamaz, ağzını dilini kullanamaz hâle getirmek; kısacası tedhiş/terorize etmek. Her istediğinin evini, işyerini bastırıp içeri attırtan, neyle suçlandıklarını bile söylemeyip yıllarca zulme tâbi tutan savcı, bu yaptıklarını eleştirenleri de açıkça tehdit ediyor: Yapılanlara laf edersek, daha kendisinin bile varlığını kanıtlayıp adını koyamadığı ‘adı(!) geçen terör örgütü’nün ‘hedef ve amaçlarına katkı sağlamış’ olacakmışız ve bu türden faaliyetler kendileri tarafından ‘özenle izlenmekte ve hassasiyetle değerlendirilmekte’ imiş. İşte bu, tam tamına devlet terörüdür; zira, savcı hepimizi ‘teröre yardım ve destek’ten içeri atıp sürüm sürüm süründürmekle tehdit ederek pıstırıp susturmayı denemektedir.
Değil ‘terörle mücadele kanunu’nu kaldırmak, bunu talep edebilecek insanların Meclis’e girmelerini bile engelleyip silahlı siyaseti teşvik ederken kendi lejyoner ordusunu da kurmaya soyunmuş bir iktidarın yaptıklarını ‘demokratik açılım’ ve ‘barış süreci’ olarak görüp destekleyenler, ya akıllarına ya da hepimize ihanet içindedirler.
( http://www.birgun.net )
terör örgütü örneklerinden fransız bonot çetesi 1800 lerin sonunda 5 kişidir,bayder maynof 50 kişi kızıl tugaylar 100 kişi eta bin kişi bizimki ne biçim lastik örneği gibi ne biçim terör örgütü alah aşkına 2.5 milyon insan terörist diye soruşturma geçirmiş 40 bin size göre terörist öldüğü halde halen cenazelerini 10 binler kaldırıyor bu sandığınız gibi terör yerine kürtlerin özgürlük ve isyan örgütü olabileceği hiçmi aklınıza gelmez?kadim teoriye göre halkından beslenemeyen terör örgütü kendini tüketmesi gerekirken bizimki sürekli kitleselleşip politik aktör olabilmesi sistemi,devleti,siyaseti hatta bütün bölge ve dolayısıyla dünyayı bile etkileyip değiştirip dönüştürüp özgürleştirmesi nasıl olabilmektedir?asıl terörü tarihteki örnekleri gibi devlet-iktidar egemenlerinin yaptığını gölgelemek için bu terane sistemin hegemonik bütün araç ve kurumlarıyla ezberletiliyor olmasın?
Kapitalizmde Şiddet ve Terör Üzerine
Kerem Dağlı
Kapitalizm içine girdiği tarihsel çıkmazda debelenirken insanlığı da kendisiyle birlikte çürütüyor. Bunun en bariz göstergelerinden birisi de fiziksel şiddet olgusunun toplumun gündelik hayatına kadar yayılmış ve artık kanıksanmış olmasıdır. Devlet terörü denilen ve topluma yönelik olarak bizzat devlet aygıtları tarafından uygulanan şiddetin, baskının, sindirmenin, terörün dozu alabildiğine arttırılıyor. Hemen her ülkede terörle mücadele yasaları mevcut ve baskıcı politikalar yaygınlaşıyor, devletler polis devleti haline dönüşüyor. Bunlar yetmezmiş gibi emperyalist güçler, zaten milyonlarca insanın canını almış olan savaşın alevlerini olabildiğince harlıyor ve daha geniş bir coğrafyaya yaymaya çalışıyor. Militarizm tırmandırılıyor, askeri harcamalar tüm burjuva devletlerin birinci sıradaki harcama kalemi haline geliyor.
Geriye dönüp baktığımızda kapitalizmin, dünyaya hâkim olduğu hepi topu birkaç yüzyıllık sürede, nice soykırımlara ve katliamlara giriştiğini, yüz milyonlarca insanı paylaşım savaşlarında öldürdüğünü ve çok daha fazlasını sakat bıraktığını görüyoruz. Ortaçağın ve daha eski dönemlerin kanlı savaşları ve katliamları, kapitalist-emperyalist sistemin uyguladığı vahşetin yanında çok hafif kalır. Kapitalizm öncesi tarihin hiçbir döneminde 6 milyon insanın Yahudi diye gaz odalarında katledilmesi ölçüsünde bir katliam yapılmamış, 1,5 milyon Ermeninin soykırıma uğratılmasındaki gibi büyük ölçekli soykırımlara girişilmemiş, hiçbir silah (ne ok veya mızrak ne de mancınık veya top) Japon şehirlerine atılan atom bombaları gibi bir anda yüz binlerce insanı yok etmemiştir. Bu anlamda kapitalizm, kendinden önceki tarihsel dönemleri fersah fersah aşan bir kıyıcılığa, yok ediciliğe, yıkıcılığa ve gaddarlığa ulaşmıştır. Geliştirdiği nükleer silahlarla tüm dünyayı bir anda yok edecek düzeyde insanlığı tehdit eder noktaya gelmiştir. Kapitalizm öncesi çağların en zalim ve gözü dönmüş tiranlarının bile böylesi bir barbarlığı ve topyekûn yıkımı hayal etmesi mümkün değildir. Cengiz Han veya Büyük İskender gibi hükümdarların ulaştığı askeri güç, bu nükleer silahları bir kırmızı düğmeye basarak ateşleyecek “seçilmiş” politikacıların gücü yanında solda sıfır kalır.
Kapitalizm, sonunun geldiğini ve köşeye sıkıştığını hissettikçe saldırganlaşmakta, en olmaz ve yapılmaz denilen çılgınlıkları yapabilecek deliliğe sürüklenmektedir. Giderek artan oranda toplumu cendereye almakta, baskı ve şiddetin dozunu arttırmakta, toplumu terörize etmektedir. Burjuvazi kendisiyle birlikte toplumu da paranoyaklaştırmakta, korkuyu egemen kılmakta, kıyamet senaryolarını birbiri ardına ortaya atmaktadır. Orwell’in “1984”ü veya Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı gibi kara ütopya örneği romanlarda anlatılanların çoğu şimdiden hayata geçmiştir.
Burjuvazi, tüm bu çılgınlığı, baskıyı, şiddeti ve zulmü haklı gösterebilmek için de toplumu ideolojik bir bombardımana tâbi tutmaktadır. Bu ideoloji, burjuva devletlerin ve egemen güçlerin uyguladıkları şiddetin ve terörün her türlüsünü haklı, meşru ve zaruri göstermeye çalışırken; karşıtının en masum hareketini dahi terörün en korkuncu, şiddetin en vahşisi, kesinlikle haksız ve gayri meşru ilan edebilmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve bu savaş sonucunda 1 milyondan fazla insanın ölmesi “haklı ve meşrudur”, ama Iraklı direnişçilerin Amerikan askerlerine karşılık vermesi “terör”dür! İsrail’in Filistin halkının üzerine bombalar yağdırması, şehirleri ablukaya alması, aç ve susuz bırakması “haklı ve meşrudur”, ama Filistinlilerin kendini savunması veya karşılık vermesi “terörizm”dir! Türk devletinin Kürt halkına yönelik benzer uygulamaları “haklı ve meşru” görülür, ama Kürtlerin buna direnmesi “terörizm” olur! Gelişmiş kapitalist ülkelerin Afrika’yı yağmalaması, halklarını adeta köleleştirmesi “meşru”dur, ama bu sömürünün organize edildiği DTO, DB veya IMF toplantılarının protesto edilmesi “gayri meşru”dur! Çokuluslu tekellerin dünyanın en ücra köşelerine kadar girip yağmur ormanlarını talan etmesi, çocukları köle-işçi olarak çalıştırması, milyonların emeğini sömürmesi “haklı ve meşru”dur, bu işçilerin hakkını aramak için greve gitmesi, eylem yapması ve örgütlenmesi ise “haksız, gayri meşru” ve hatta “terörizm”dir!
“Şiddet tekeli” olarak devlet ve kapitalizmin “şiddet yüzyılı”
Burjuva devlete bu keyfi ayrımı yapma imkânı tanıyan ve toplumun çoğunluğunun gözünde de yapılanı meşru kılan temel olgu, devletin şiddet tekelini elinde tutması ve esas olarak bunun meşru görünmesidir. İnsanlığın sınıflı toplumlara geçişi sürecinde ortaya çıkan devlet, her zaman egemen sınıfın baskı aygıtı olmuş ve egemen konuma gelen sınıfın toplumun diğer kesimleri üzerindeki tahakkümünü sürdürebilmesi amacıyla şiddet kullanma hakkını kendi tekeline almıştır. Egemen sınıflar, şiddet tekelinin kurulmasının gerekçesini, tıpkı bugün de burjuva ideologların yaptığı gibi, toplumu oluşturan bireylerin barış ve huzur içinde birarada yaşaması, iç veya dış düşmanlara karşı koruma ve toplumun güvenliğinin sağlanması olarak formüle etmişlerdir. Bu şiddet tekelinin somut görüngüleri ise sıradan insanların silah bulundurma ve/veya taşıma hakkına getirilen sınırlamalar yahut yasaklamalar, sadece devletin toplumu oluşturan bireylere şiddet uygulayabilme hakkına sahip olması, en önemlisi de silahlı adamlardan oluşan bir polis veya asker gücünü sürekli bulundurma hakkının sadece devlete ait olmasıdır. Böylece ezilen, sömürülen ve yönetilen sınıfların ya da mevcut düzene muhalif kişi veya oluşumların, maruz kaldıkları şiddete, benzer araç ve yollarla karşılık vermelerinin, bu düzeni değiştirmelerinin, egemen sınıfların çıkarlarına aykırı hareket etmelerinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Başka devletlerin egemenlik alanlarına saldırılarak yağma ve talan yoluyla zenginliklere el konulabilmesinin, “düşman veya yabancı” devletlerden gelebilecek saldırılara karşı da içerideki egemenliğin ve çıkarların korunmasına çalışılmıştır.
Devletin şiddet tekelini eline geçirmesi, doğal olarak, bir anda olmamış ve her yerde de aynı biçimde, hızda ve dozda gerçekleşmemiştir. Yine de tarih ilerledikçe devletin ve onunla birlikte baskı ve zor aygıtlarının geliştiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda, devletin şiddet tekelinin doruk noktasına emperyalizm çağında ulaştığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. Zaten aynı tespiti, tüm kurumlarıyla devlet aygıtının tamamı için yapmak mümkündür. Tarihin hiçbir döneminde devlet, bugünkü kadar örgütlü, yetkin ve karmaşık olmamıştır.
Oysa burjuvazi, Fransız Devriminin şafağında, feodaliteyi temsil eden kiliseye ve aristokrasiye karşı “özgür aklın” savaşını ilan ederken geçmişin kaba kuvvete, zora ve şiddete dayalı düzeninin yerine hukuka ve demokrasiye dayalı barışçıl bir düzen kuracağını vaat ediyordu. Ancak sonuç hiç de vaat edildiği gibi olmadı. Kralın, lordların, kilise papazlarının açık zorbalığı yerini burjuva devletin normal dönemlerde çok daha inceltilmiş ve görünmez kılınmış ya da meşrulaştırılmış sistematik baskısına, sindirme politikalarına, örgütlü şiddetine bıraktı. Bir baskı ve zor aygıtı olarak devlet çok daha mükemmelleşerek ve yetkinleşerek toplum üzerinde ciddi ölçüde denetim ve otorite kurabilir hale geldi. “Büyük birader”in gözü sayesinde burjuvazi evimizin içini ve özel hayatlarımızı gözetlemeye, hatta düşüncelerimizi bile denetlemeye başladı. Hukukuyla, eğitimiyle, kültürüyle ve ideolojisiyle tüm bireyleri kendi çıkarlarına göre şekillendirme gücüne ulaştı. İkna edemediklerini hizaya çekebilmek yahut yok edebilmek için ordusunu, polisini, mahkemelerini, cezaevlerini ve diğer yasadışı zor aygıtlarını son derece geliştirdi. Öyle ki, kapitalizm öncesi hiçbir dönemde bu denli gelişkin bir polis aygıtı veya ordu bulunmamıştı.
Bir şiddet tekeli olarak devletin bu denli yetkinleşmesinin toplumsal ve küresel sonuçları burjuva demokratlarının ve liberallerinin çizdiği pembe tablodan çok uzak oldu. Tüm fertleri devlet eliyle silahsızlandırılmış olan ve güya bireylerin haklarını ve özgürlüklerini yasalarla garanti altına alan burjuva toplumda yaşanan şiddet vakaları, hak gaspları, anti-demokratik uygulamalar ve özgürlükleri kısıtlayan baskıcı politikalar görülmemiş boyutlara ulaştı. Günümüzün modern toplumlarındaki yüksek suç oranları, artan silahlı yaralama ve öldürme, cinayet, gasp, hırsızlık, tecavüz vakaları; mafyatik ve silahlı suç örgütlerinin yayılması; insan kaçırma, kan davası, insan ticareti, fuhuş vb. türden suçlardaki artış eğilimi, kapitalist toplumun neyi yaratıp yaratamadığını ortaya koymak için yeterlidir. Toplumda barıştan ve huzurdan eser yoktur.
Birçok burjuva yazar ve düşünür tarafından bile “şiddet yüzyılı” olarak nitelendirilen 20. yüzyılda kapitalizmin insanlığa ödettiği bedeller korkunç düzeydedir. Yüzyılın başındaki I. Dünya Savaşında, “Savaşa katılan ulusların nüfusu yaklaşık 800 milyonu buluyordu. Silah altına alınan asker sayısı ise 70 milyona yakındı. Ölenlerin sayısı 10 milyon, yaralananların sayısı ise 20 milyon civarındaydı. Milyonlarca insan da açlıktan ve salgın hastalıktan öldü.”[1] Bu paylaşım savaşında tam olarak yenişemeyen emperyalistlerin başlattığı II. Dünya Savaşında ise 100 milyondan fazla insan askere alınmış, 70 milyona yakın insan hayatını kaybetmiş, iki kez nükleer silah kullanılmış ve sadece bu yolla 300 bin kişi katledilmiştir. II. Dünya Savaşından bu yana gerçekleşen 200 civarındaki savaşta da 30 milyona yakın insan öldürülmüştür. Üstelik bu 30 milyonun sadece 4 milyona yakını askerlerden oluşmaktadır. Genel olarak 90’lardan bu yana yapılan savaşlarda ölen her 100 kişiden 90’ı sivildir. Bu oran I. Dünya Savaşında yüzde ondörttü. Sadece kara mayınlarından dolayı haftada 800 kişi ölmektedir.
Son 20 yıldır süren savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmış, 12 milyon çocuk evini kaybetmiş, 1 milyondan fazla çocuk ailesini yitirmiş, 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş, on binlerce çocuk tecavüze ve işkenceye uğramıştır. Yugoslavya’nın bölündüğü savaşta sadece Bosna’da 20 bin kadına tecavüz edilmiştir. Tüm dünyada 15 milyona yakın insan silah sanayiinde çalışmaktadır. Ortalama olarak dakikada 2 milyon dolar silah harcamalarına ayrılmaktadır.
Bu tablonun korkunçluğu, kapitalizmin hâkimiyetinde geçen 20. yüzyıla neden “şiddet yüzyılı” dendiğini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.
Hem suçlu hem güçlü!
Tarihin gördüğü en vahşi sistem olan kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi, insanlığa çektirdiği bunca acıya, zulme ve şiddete karşın tam bir ikiyüzlülük, utanmazlık ve pervasızlıkla, çoğu zaman kendi yaptığı yasaları ve hukuksal düzenlemeleri dahi hiçe sayarak, tamamen keyfine göre ve çıkarları temelinde, istediğini “terörist” ilan edebilmekte ve bu “teröristlere” karşı da en acımasız biçimde şiddet uygulayabilmektedir. Her burjuva devlet kendi “terörist”ini belirlemekte, kendi uyguladığı şiddeti “haklı ve meşru” kabul ederken, istemediklerininkini “haksız ve gayri meşru” addedebilmektedir.
Hemen her ülkede devlet terörünün temel dayanağı haline gelen terörle mücadele yasaları, işçilerin hakkını aramak için giriştiği en basit eylemleri bile “terör” kapsamına sokma noktasına varabilmektedir. Ezilenlerin ve sömürülenlerin hakkını araması, greve veya direnişe gitmesi, protesto eyleminde bulunması burjuvaziye göre terörizmdir. Ama işyerinde patronun işçilere her türlü baskıyı uygulaması, hiçbir güvenlik önlemini almayarak iş cinayetlerine davetiye çıkarması, greve ve direnişe çıkan işçilerin çadırını yıktırması, paralı faşistleri işçilerin üzerine salarak yaralamaya ve hatta ölüme sebebiyet vermesi; polisin hakkını arayan işçilere coplarla ve gazla saldırması, en demokratik hakkını kullanarak barışçıl bir eylem veya gösteri yapan işçileri dahi öldüresiye dövmesi, gözaltına alması, gereksiz yere tutuklaması, işkence etmesi, savcıların sudan bahanelerle on yılları bulan hapis cezaları talep etmesi ve hâkimlerin de bu cezaları vermesi terörizm değildir!
Yargı sisteminin ve hukukun halka adalet dağıtmadığının kanıtı olarak da yıllar süren davalar, bu yıllar boyunca tutuklu yargılananlar, işçi-emekçi sınıflardan insanlarla, düzen karşıtı muhaliflerle, devrimci ve sosyalistlerle dolu cezaevleri verilebilir. Burjuva devlet normal koşullarda mevcut yasalar ve hukuk sistemine dayanarak, bunun yetmediği durumlarda da jet hızıyla kanunlar çıkartarak veya illegal yollara başvurarak egemen sınıfın çıkarlarını ve burjuva düzeni korumaya çalışmaktadır. Gerçekleri halka anlatmaya, haklarını alması için işçileri örgütlemeye çalışan sosyalistler ise “terörist” diye hapislerde çürütülmekte, işkencelerden geçirilmekte, faili meçhul cinayetlere kurban gitmektedirler.
Özgürlüğü için mücadele veren bir Filistinlinin veya Kürdün hunharca öldürülmesi, ezilen halklara mensup masum insanların üzerine bomba yağdırılması, köylerinin, şehirlerinin ve evlerinin yakılıp yıkılması, boşaltılması, insanların kimyasal silahlarla vahşice katledilmesi, on binlercesinin zindanlarda çürümeye terk edilmesi, en insanlık dışı işkencelere maruz kalması gibi açıkça vahşet sayılabilecek şiddet ve terör eylemleri, İsrail ve Türkiye gibi ezen ulusların devletlerine göre terörizm değildir, “haklı ve meşru” sayılması gereken zaruri bir şiddettir. Ama katil İsrail devletinin üzerine yolladığı tanka taş atan 9 yaşındaki çocuk, bu burjuva anlayışa göre, “terörist”tir. Evlerini, şehirlerini bombalayan, kimyasal silah kullanan İsrail’e karşı kendini savunmaya çalışan Filistinlilerin yaptığı “terörizm”dir! On binlerce Filistinlinin İsrail hapishanelerinde gördüğü şiddet “haklı ve meşru”dur, ama bir İsrail askerinin esir alınması “asla kabul edilemeyecek” bir şeydir!
Burjuvazinin bu çiftestandartlı ve ikiyüzlü tutumunu Arap coğrafyasındaki isyanlarda da görmek mümkündür. On yıllardır diktatörlük rejiminin zulmü, baskısı, şiddeti ve terörü altında inleyen Tunus veya Mısır halkı, nihayet canlarına tak ettiği ve artık bıçak kemiğe dayandığı için isyan ettiklerinde, hemen uyarılmışlardır: sakın şiddete veya silaha başvurmayın, hakkınızı barışçıl yollarla arayın! Emperyalistlere göre, bu ülkelerde, eli kanlı diktatörlerin emrindeki silahlı polislere veya askerlere karşı bu halkların yapması gereken uslu uslu gösterilerini yapmaktı. Ama sıra Libya ya da Suriye’ye geldiğinde, tam tersi bir tutum izlendi ve silahlı isyancı güçler alkışlanmakla kalınmadı, açıkça desteklendi.
Son dönemde Yunanlı işçi ve emekçilerin burjuvazinin insafsız saldırı programlarına karşı sokaklara dökülmesi, kendilerini engellemeye çalışan ve saldıran polise karşı koymaları, meclisi kuşatmaları vb. de burjuvazi açısından “düşünmesi bile korkunç”, “derhal durdurulması gereken” ve bu uğurda “faşist darbeler de dâhil, ne gerekiyorsa” yapılması icap eden çılgınlıklardır. Bu ayaktakımının, tembeller sürüsünün, başıbozukların, isyankâr serserilerin, baldırıçıplakların bir an önce hakkından gelinmeli, %99’un %1’e karşı uyguladığı bu “vahşi şiddet ve teröre” bir son verilmelidir!
Liberallerin barışçıl düşleri neye hizmet ediyor?
Burjuvazi asıl kendisinin uyguladığı bunca şiddeti ve terörü görmezden gelip, hakkını arayan, kendini savunan ve burjuva düzene karşı gelenleri şiddet kullanıp barışı ve huzuru bozmakla, teröristlikle suçlayadursun, Yunan işçi sınıfı gerçekte neyin “şiddet” olduğunun tanımını özlü biçimde yapmıştır:
“ŞİDDET, 40 yıl rezalet ücretlere çalışmak ve emekli olup olamayacağını merak etmektir… ŞİDDET, devlet tahvilleridir, soyulan emeklilik fonlarıdır, borsa sahtekârlığıdır… ŞİDDET, konut kredisi almaya zorlanıp ve sanki altınmışçasına geri ödemektir… ŞİDDET, müdürün seni istediği zaman kovabilme hakkıdır… ŞİDDET, işsizliktir, mevsimlik işçiliktir, sosyal güvenceli ya da değil, asgari ücrettir… ŞİDDET, iş kazasıdır, patronların güvenlik harcamalarını kısmasından kaynaklanan… ŞİDDET, aşırı çalışmaktan hasta olmaktır… ŞİDDET, yorucu çalışma şartlarına dayanmak için vitamin ve depresyon ilacı almaktır… ŞİDDET, bir meta olan işgücünüzü yenilemek için gereken ilaç parası uğruna çalışmaktır… ŞİDDET, rüşvet veremediğiniz için, korkunç hastanelerin basmakalıp yataklarında ölmektir…”[2]
Bu yalın gerçekliğe rağmen liberaller ve reformistler; işçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin tarafını tutar görünüp güya insani değerleri ve barışı savunmak adına, “her türlü şiddete karşı çıkmak gerektiğini” söylüyorlar. Onlara göre şiddet konusunda haklı-haksız ayrımı yapmak doğru değildir ve sebebi ne olursa olsun, her türlü şiddeti reddetmek gerekir. Kapitalizmde topluma şiddetin hâkim olduğunu ve buna karşı “bir şeyler” yapılması gerektiğini kabul ederler, ama bu “bir şeyler”in içinde kendini savunmak anlamında dahi olsa haklı şiddetin olmasını kabul etmezler. Bu savunularını ispat etmek için de, Filistinlilerin ve Kürtlerin kullandığı bombalar yüzünden ölen masum insanlardan, baskı ve zulme isyan eden Tunuslu veya Mısırlı emekçilerin müzeleri yağmalamasından, greve giden sağlık işçilerinin hastaları zor durumda bırakmasından, Libyalı isyancıların linç ettiği Kaddafi’nin de insan olduğundan bahsederler. Ama şiddeti doğuran kapitalist toplumun sınıflı yapısından ve sınıf mücadelelerine neden olan çelişkilerden bahsetmezler. Azınlık durumunda olan egemen sınıfın, bunca çelişkiye rağmen toplumun zararına olacak şekilde çıkarlarını nasıl da çoğunluğa zorla dayattığını görmezden gelirler. Bu tahakkümü sürdürmek için devletin örgütlü şiddeti nasıl da acımasız biçimde kullandığını söylemezler. Hıristiyan azizleri gibi, burjuvaziden tokat yiyen işçinin, karşılık vermek yerine öbür yanağını çevirmesini öğütlerler. Böylece burjuvazi de sonunda insafa gelecek, tokat atmak yerine işçilerin yanağını okşayacaktır!
Daha da ileri giden bazı liberallere göre, kapitalizmin doğasından kaynaklanan şiddete, teröre ve baskıya karşı koymayı savunan sosyalistler ve devrimcilerle şiddet tekelini elinde tutan burjuva devlet arasında bir fark yoktur. Onlara göre, kendini savunmak için örgütlenmenin ve karşı koymanın kaçınılmaz olduğunu söyleyenler modası geçmiş ve eskinin dogmalarına takılı kalmış solculardır! Bu solcular ki, halen ve tuzu kuru liberallerin barışçıl projelerine rağmen; Mübarek’in veya Bin Ali’nin polisiyle çatışan emekçilerin, özgürlüğü için ezen ulusun askeriyle savaşan Filistinli veya Kürt yoksullarının, krizin faturasını kendisine kesmeye çalışan burjuvaziye karşı isyan eden Yunanlı işçilerin yanında yer alıp, onların eylemlerini destekleyebilmektedirler!
Sahte sosyalistlerden müteşekkil reformistler ise, liberallerin bu barışçıl hayallerine sürekli prim vererek, en bariz örneklerde dahi sömürülenlerin ve ezilenlerin pozisyonunu yalnızca utangaçça savunurmuş gibi yapmaktadırlar. Fakat fiiliyatta ise bu kokuşmuş düzenden bıkmış kitlelerin isyanını bastırmak için onları sükûnete, sağduyuya ve yasalara uygun davranmaya davet etmektedirler. Onların isyanını ayıplayarak ve hatta sosyalizm mücadelesinin böyle “ayıp şeyleri” dışladığı yalanını ortaya atarak, gerçekte burjuva düzenin yanında saf tutmuş olduklarını ve geleceklerini de kapitalizmin ıslah edilmesinde gördüklerini ortaya koymaktadırlar.
Burjuvazinin arsız ve pervasız zulmüne, liberallerin barışçıl hayallerine ve reformistlerin ikiyüzlülüğüne karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin sözü şudur: Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, zalimin yanında olmaktır. Yardımcısı zalimin dünyada sadece alçaklardır. Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun! Zalimi ortadan kaldırın ki, zulüm son bulsun!
[1] Tuncay Alp, Birinci Emperyalist Savaş, İşçi Hareketindeki Tutumlar ve Sonuçları, marksist.com, 1 Mart 2002
[2] Yunanistan İşçileri Genel Konfederasyonunu işgal eden işçilerin yazdığı bildiriden.
http://www.marksisttutum.org/kapitalizmde_siddet_ve_teror_uzerine.htm
Tam bir demogoji. Stalinizm sözcüğünü geçmişte polis neredeyse hiç kullanmamıştır. Polisin kullandığı sözcük geçmişte, komünistler ve anarşistler sözcüğüdür. Size bunları öğretmedi mi polis tarihi hocanız? Stalinizm ve onun GPU’su devrime ve devrimcilere karşı zalimce baskılarıyla bütün karşıdevrimcilerle yakın akrabadırlar.
İmamın kuduz köpekleri* yine işbaşında:
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1332246060&year=2012&month=03&day=20
*Gerçek köpekleri tenzih ederim!
Küfür olmasina küfür de kullanana yakismakta mi? Bir kere “imam” sözcügü ile “köpek” sözcügü yanyana gelmez.Siz hiç sokakta köpek gezdiren bir imam gördünüz mü? Ama köpek besleyen ve “gerçek köpekleri tenzih ederim” diyebilecek kadar köpek kültürü gelismis batililasmis maymunlara, Kemalist bati taklitçisi solcu bozuntularinin agzina da bu sifat pek yakismamakta. Hele su “kuduz köpek” imgesi, çok siradan. Köpek sözcügü generallerin veya Stalinci örgüt liderlerinin havlayarak slogan atan , kuyruk sallayarak kariyer yapmaya çalisan , birkaç ideolojik kemige talim eden zavalli militanlarina uysa da , aralarindaki gerçekten kötü niyetli olan tetikçi, insanlik düsmani canilere daha çok “kuduz lagim faresi” demek uygundur.
“Ve gerçekten de bu süreç tersine dönmüş, AKP, toplumsal iktidarın temsilcisi olarak politik iktidarı kendine tabi kılmış ve bir anlamda batı demokrasilerine benzer bir rejime doğru ilerler gibi gözükmüştür.
Ancak bu görünüş aldatıcıdır. Kanımca, AKP politik iktidarın vesayetine son verirken batı rejimlerinde olduğu gibi, politik iktidarı toplumsal iktidara tabi kılan bir rejim değil, politik iktidarı tamamen ele geçiren Hitler tipi faşist bir rejim kurma peşindedir. Öyle ki, AKP iktidarı, aynı Hitler gibi, bir yandan politik iktidarın ele geçirilmesi yönünde hızla ilerlerken, bir yandan da toplumsal iktidar alanında henüz ele geçiremediği kalelere saldırılar düzenlemekte, onları teslim almaya çalışmaktadır.
Hitler gibi, hızla politik iktidar alanında ilerleyen ve bu alanı bütünüyle ele geçiren AKP iktidarı, eğer toplumsal iktidar alanında da mutlak bir iktidara oturursa,”
AKP ilk paragrafta sayılan örneklerden 4’e mi 1’e mi uygun düşmektedir? Yazı boyunca 4 gibi olduğu savunuluyor ama en sonda sanki 1 gibi söyleniyor.
AKP burjuva-demokrasisi (merkez sağ, muhafazakar demokrat) olarak kendini tanımlayabilir, ama Batılı demokrasilerin hiçbirinde ideolojik ajandası bu denli keskin, toplumu polarize eden, rejimi dönüştüren, adaleti örseleyen ve dolayısıyla devletin bekasını tehdit altına sokan bir iktidar partisi yoktur, olamaz. Buna karşın 2001-2008 arası Amerika Birleşik Devletleri’nde George Bush ile GOP’un evangelical-neocon aşırılığa savrulması dengelere, (checks & balances) bipartisanship’e dayanan Amerikan demokrasisini ciddi manada yaralamıştır.
yazıda belirtilmişti aslında. AKP-devlet faşizme doğruf ilerlemektedir. Yani 4. ye yakın bir konumdadır.
(Güzel bir yazı; Kürt yoksullarının yarattıkları dip dalgasına övgü…)
‘Kürt Baharı’ndan iç savaşa mı? – Foti Benlisoy
26 Mart 2012
Kürt hareketini bir siyasi-kırıma maruz bırakarak paralize etme emeli, Newroz’da sokağa çıkan yüz binlere çarptı. AKP’nin Kürt sorununu en iyi ihtimalle bir bireysel haklar meselesine (‘Kürt sorunu değil Kürtlerin sorunları vardır’) indirgeyip Kürt halkını siyasal, entelektüel ve moral liderlikten mahrum bırakarak hareketsiz kılma stratejisi, Newroz’la birlikte ciddi bir yara aldı. Hükümet muhtemelen binlerce Kürdün içeriye tıkılmasının Kürt hareketinin sokağı seferber etme kapasitesini ciddi bir biçimde akamete uğratmış olduğu hesabını yapıyordu. Ancak bu tahminle de yetinecek değildi elbet. AKP hükümeti, ‘terör örgütünün Nevruz’u kana bulamaya’ dönük bir ‘karanlık’ bir planı olduğu savıyla bir de Newroz kutlamalarını fiilen yasakladı ve baskı aygıtını seferber etti. Böylece, zaten geçmiş yıllara oranla sönük geçeceğini düşündüğü kutlamalara bir darbe daha vurmuş olduğunu hesap ediyordu muhtemelen. Hükümetin kalabalık olmayan, cılız, sessiz sedasız geçecek Newroz kutlamaları ihtimaline oynadığı aşikâr. Hal böyle olsaydı Kürt hareketinin Kürtleri temsil etmediği ve giderek marjinalleştiği iddiası cümle aleme ispat edilmiş olacak, böylece de Kürt meselesinde iyiden iyiye bir ‘zafer’ elde edildiği havasına girilecekti.
Aslında AKP hükümetinin bu husustaki özgüveni son aylarda büyük ölçüde artmıştı. Kürt hareketine darbe üstüne darbe vurulmuş, güvenlikçi terminolojiyle hareketin ‘operasyonel gücü’ zaafa uğratılmıştı. Bir yandan Kürt sorununu ancak kendisinin çözeceğini iddia eden ancak öte yandan Kürt hareketine karşı kapsamlı bir siyasi-polisiye harekâtı yürüten çizginin nihayet meyve verdiği düşünülüyordu. Kürt meselesini Kürtler olmadan ve Kürtlere rağmen‘çözme’ yolunda işler tıkırında gibiydi. Hükümet bir yandan siyasi-kırımla Kürt siyasal sosyalleşmesini boğuyor, diğer yandan da Kürt meselesini demokrasi çerçevesinde ‘çözme’ yolunda olduğunu iddia edebiliyordu: Ergenekon’un ‘ulusalcı’ ceberrut devleti çözüldüğüne göre, ‘ileri demokrasi’ yolunda Kürtlerin artık şikâyet edecek fazla bir şeyi olamazdı. Kürtlere her türlü zulmü yaşatan ‘ceberut devlet’ tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt hareketinin bu kerameti kendinden menkul demokrasi ortamının hakkını vererek uysallaşması, ‘haddini bilmesi’ gerekiyordu. Geriye sadece, uysallaşmaya bir türlü razı gelmeyen fanatik ve otoriter ‘Kürt ulusalcılarını’ halletmek kalıyordu ki herhalde bu yolda da büyük mesafe katedildiği düşünülüyordu. Netice itibariyle Kürtler, Kürt ulusal hareketinin ‘totalitarizminden’ ne pahasına olsun ‘kurtarılmalıydı’. ‘Şiddetten güç devşirmeyi alışkanlık edinmiş Kürt siyasetinin’ ancak baskı ve sindirmeyle sokağa dökebildiği Kürtler, devlet tarafından doğru yola sevk edilmeli, ‘terör örgütünün’ ağından çekip çıkarılmalı, ‘totalitarizmin’ insafına bırakılmamalıydı. Kürt hareketinin nasıl da şiddetperver, otoriter ve hatta faşizan olduğu, ‘bağımsız’ ve ‘put kırıcı’ Kürt ve Türk aydınlarca ahalinin kafasına bolca kakılmaktaydı zaten. Buna bir de Kürt hareketini ‘derin devletin’ kurduğu da dahil olmak üzere binbir tezvirat eklersek olur biter diye düşünmüş olmalı devletlûlarımız. Bu kapsamlı adli-siyasi-propagandif, gayrimeşrulaştırıcı ve kriminalize edici kampanya karşısında Kürt muhalefetinin gardının düşmüş, inisiyatifi yitirmiş olduğu düşünülüyor olmalıydı. Sönük geçecek Newroz etkinlikleri ve devlet erkânının tam teşekküllü katılacağı resmi Nevruz etkinlikleri, mevcut psikolojik üstünlüğü pekiştirmiş olacaktı. Yeni ‘açılım’ Kürtler olmadan kutlanan ‘Nevruz’la başlayacaktı belki de…
18 Mart’ın hemen ertesinde dahi Mümtazer Türköne bu özgüvenin, daha doğrusu daha o gün ne kadar kof olduğu anlaşılmış olması gereken böbürlenmenin bir örneği olarak şöyle yazabiliyordu mesela: “PKK-BDP cephesi, silahlı mücadeleyi ve ona bağlı olarak kullandığı siyasî taktikleri askerî vesayet düzeneği üzerine inşa etmişti. Bu düzenek çöktü; ama PKK’nın uyguladığı stratejide kayda değer bir değişiklik olmadı. PKK, AK Parti Hükümeti’ni TSK’nın yerine ikame ederek düşman ihtiyacını karşılamayı sürdürdü. PKK’nın arkasındaki kitlesel desteğin temmuz güneşi görmüş kar misali erimesi, bu hesabın tutmadığını gösteriyor. PKK’nın donanımı demokrasi içinde ve demokrasi ile var olan bir rakiple mücadele etmeye elverişli değil.” Yani Türköne’ye göre Kürt hareketinin eyleme kapasitesi askeri vesayetin küllerinden doğan AKP ‘demokrasisi’ tarafından boşa çıkarılmıştı ve dolayısıyla da Kürt muhalefetinin ömrü tükenmişti, muhtemelen uzatmaları oynamaktaydı. ‘İleri demokrasi’ galip gelmişti.
Ancak malum, evdeki hesap çarşıya uymadı. AKP’nin Kürt halkının talepleriyle oluşturulan siyasal alanı parçalama girişimi, Kürt sorununun herhangi bir veçhesinin kendi haricindeki siyasallaştırılma biçimlerini ‘terörizm’ ile özdeş kılarak siyasal alanın dışına atma girişimi, Newroz’da okkalı bir tokat yedi. Oyunu bozan, Kürt sorunu denen karmaşık siyasal-sosyal meselenin günümüzde en belirleyici aktörü haline gelmiş olan kitle seferberliği, Kürt halkının siyasallaşma düzeyiydi. Özellikle Kürt coğrafyasında gerçekleşen kitlesel eylemler ve kolluk güçlerinin terörü karşısında sergilenen kararlı tutum, sönük ve cılız geçecek Newroz düşleri görenleri uykularından uyandırdı. Kürtlerin son otuz yılda biriktirmiş oldukları siyasal deneyimi, edindikleri kolektif özgüveni küçümseyen hükümet büyük bir yanlış yaptı. ‘KCK operasyonları’ nedeniyle paralize ettiğini düşündüğü Kürt muhalefetinin sokağa çıkarabileceği insanların sayısının bir hayli az olacağını varsayıyordu herhalde. Ancak Kürt halkının çok geniş bir kesiminin kendi kolektif gücünü mücadele içerisinde geliştirmesinin, kendi kendini örgütleme ve direniş tecrübesiyle donanmasının yarattığı potansiyelleri hesaba katmadı. Katmayınca da hesabı da ezberi de bozuldu.
Aslında Kürtlerin mücadele ve direniş deneyimlerinin oluşturduğu birikim ve bu birikimin yarattığı özgüven, Türkiye’nin batısından radikal bir biçimde farklı bir siyasal topoğrafyaya tekabül ediyor. Kendi kaderine sahip çıkmaya dönük kolektif enerjilerini önemli ölçüde yitirmiş haldeki Türkiye toplumunda Kürt siyasallaşması, yani Kürt emekçi ve ezilenlerinin Kürt hareketi çerçevesinde ortaya koyduğu politizasyon düzeyi bir tezat, çarpıcı bir istisna oluşturuyor. Devlet erkânının mevcut zihniyet kalıplarıyla bu siyasal gerçekliği, yani savaş ve neoliberalizm cenderesine sıkışmış Kürt ezilenlerinin kendi kaderini eline alma enerjisini idrak edebilmesi mümkün değil. Onlar için ahali ancak devlet ihsanlarının konusu olabilecek edilgen bir kütleden ibaret. Muhtemelen aralarında hem de tam TRT Şeş’te ilk Kürtçe dizi başlayacakken yani devlet ‘Kürtlerine’ sahip çıkarken bu ‘kadir bilmezlik’, bu ‘nankörlük’ neden diye düşünenler çok olacaktır. Bu nedenle Newroz’un sade suya tirit bir bayram günü olarak değil de aynı zamanda bir ‘direniş günü’ olarak kutlanıyor oluşuna bunca öfkeleniyorlar. Devlet erkânının önemli bir bölümü, sıradan insanların ancak ‘terör örgütü’ tehdidi nedeniyle sokak eylemlerine katıldığına gerçekten inanabilecek bir kafa yapısına sahip. Kürt emekçi ve ezilenlerinin siyasal seferberlik düzeyini, eyleme kapasitesini anlayabilecek bir düşünce dünyasına sahip değiller. Neticede Newroz, Kürtleri siyaseten kişiliksiz; devletin müşfik eline muhtaç mağdur bir parya halk konumuna itme girişimini boşa çıkarmış oldu. Kürt halkının önemli bir bölümünün Newroz vesilesiyle ortaya koyduğu siyasal seferberliğin düzeyi, kitleselliği ve radikalliği devlet katında efendilerinin Kürtlerin edilgenliğine dair bütün hesapları bozmuş oldu.
Bu hususu biraz açmakta yarar var: Son birkaç gündeki neredeyse ayaklanma havası, Kürt meselesini nasıl anlamlandırmamız gerektiğine dair mühim bir gösterge aslında. Kürtlük artık bir ezilmişlik ve mağduriyet deneyimi olduğu kadar bir kolektif siyasallaşma ve radikalizasyon pratiğini de ifade ediyor. Yani Kürtlerin ulusal hareket bağlamında siyasallaşmış kesimleri, sadece ulusal ve sınıfsal baskılara maruz kalmış bir kitle değil artık; aynı zamanda kendi kimliğini siyasal ve toplumsal mücadeleler içerisinde inşa etmekte olan siyasal özneler. Yani ‘sorunlarının’, yani Kürt meselesinin ‘çözülmesiyle’ normalleşecek, rahat bir nefes alacak kurbanlar değiller sadece. Kürt meselesini yalnızca Kürtlerin mağduriyetleri temelinde anlamlandırmaya çalışmak, bizzat Kürtlerin bu on yıllara yayılan süreçte edindikleri siyasal deneyimleri azımsamak demek. Açıkçası sosyalistler de çoğu zaman aynı yanılgıya düşebiliyor. Yani biz de çoğu kez Kürt meselesini bir mağduriyet ve ezilmişlik çerçevesine sıkıştırıyoruz ve böylece aslında bu meseleye ilişkin kendi pozisyonumuzu mevcut liberal dizgeden ayırmakta güçlük çekiyoruz. Böylece Kürt meselesi Türk modernleşmesinin ulus inşası siyasetlerinin ortaya çıkardığı bir mağduriyetten ibaret bir sorun olarak telakki ediliyor. Oysa tersine, Kürtlerin ciddi mücadeleler içerisinde deneyim kazanan siyasal özneler olarak tanınması, beraberinde aşağıdan ve ortak mücadele zeminlerinin oluşturulmasına imkân tanıyan, Kürt meselesinin çözümünü de daha kökten bir toplumsal dönüşüm tasavvuruyla bütünleştirebilecek bir zemin oluşturacaktır.
Özellikle Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarının kolluk güçlerinin taşkınlıklarına rağmen halkın kararlılığı, azmi ve ısrarı neticesinde gerçekleştirilmiş olması, devletin kolluk güçlerinin sıradan bir başarısızlığı olarak görülmemeli. Diyarbakır’da polis barikatlarını aşan kitleler bunu bir kez yaptıysa neden bir kez daha yapmasın? Geniş yığınların artık kendi kolektif eylemlerinin devlet güçlerini nasıl paralize edebildiğine, yani kendi örgütlülüklerinin gücü ve etkisine dair böyle bir deneyimi var. Arap devrimci sürecinin hatırlattığı bir şey varsa o da korku eşiği bir kez aşıldı mı, ‘sıradan’ insanlar kendi kolektif eylemlerinin gücünü bir kavradı mı, onları yeniden şiddet yoluyla zapturapt altına almanın ne kadar zor olduğudur. Zaten Türkiye sosyalist hareketinin önemli kesimlerinin tersine Kürt muhalefeti içinde Arap ayaklanmaları sürecine olumlu referansların hiç eksik olmaması da bunun bir ifadesidir. ‘Arap Baharı’nın bir devamı ya da tamamlayıcısı olarak bir Kürt Baharı’ndan bahsediliyor oluşu bir tesadüf değildir. Türkiye’de Arap ayaklanmalarının yarattığı sembolizmin siyasal tasavvura etkide bulunduğu yegâne alanın Kürt halk hareketi olması, aslında tam da yukarıda sözü geçen bu ayrıksı ve aykırı siyasal topografyayla alakalı. Bu ayaklanma dalgasının yankısını bizde sadece Kürt muhalefetinde bulmuş olması, söz konusu hareketin kitleleri seferber etme kabiliyeti ve özgüveninin açık bir ifadesi. Mısır ya da Tunus’taki insanların kazandığı özgüven, Kürt kitlelerinin eyleminde yankısını buluyor.
Newroz eylemlerinde açığa çıkan talepler ve yığınsallık Kürt meselesiyle ilgili, çoğu zaman unutulan ya da es geçilen bir başka boyutu yeniden gündeme taşıdı. Kürt meselesi klasik tabirle bir ‘ulusal sorun’ olması hasebiyle bir ‘kimlik’ ve kültürel haklar meselesidir elbette; ancak aynı zamanda bir kendi kendini yönetme meselesidir de. Bu ikinci boyutun gözardı edilmesi, Kürt meselesinin anayasanın giriş kısmında yapılacak kozmetik bir tadilata indirgenmesi riskini ihtiva ediyor. Kürt meselesi sadece Kürtlerin devlet tarafından ezilmişliği, Kürtlerin maruz bırakıldıkları Türkleştirme politikaları ve saireden ibaret değildir. Kürt meselesi bunlarla beraber aynı zamanda Kürtlerin kolektif kimliklerini her türlü baskıya karşı inşa etme ve kendi kendilerini yönetme mücadeleleridir. Yani Kürt meselesi esas itibariyle kendilerini siyasal mücadele yoluyla inşa eden bir halkın kendi kendini yönetebilme iradesinin nasıl hayata geçirilebileceği meselesidir. Bu kendi kendini yönetme meselesinin hangi çerçevede ve nasıl gerçekleştirileceği meselesi bugün Kürt meselesinin temel ayağı haline gelmiştir.
Türkiye’de devlet aklını temsil ettiği iddiasında bulunanlar Newroz’dan bir ders çıkarmamaya niyetli görünüyor. Muhtemelen Newroz’da yaşananları bir ‘yol kazası’, hatta şiddet düşkünü ve fanatik Kürt muhalefetinin demokratik açılıma dönük bir başka sabotajı olarak sunacaklar. Mesela Mustafa Karaalioğlu 22 Mart’ta şöyle yazabiliyor: “Siyasette ve toplumda beliren çözüm arzusu ve umudu PKK’yı alarm durumuna geçirmiş ve silahın gücü seferber edilmiştir. Son Nevruz gösterileri de bu paniğin yansımasıdır. PKK ve BDP, Kürtler adına hiçbir şeyin normalleşmemesi için bütün fırsatları seferber ediyor. Sözgelimi, Nevruz’u kavga ve şiddet olmaksızın kutlamak hiçbir anlam ifade etmemektedir. (…) Her demokratik adımı yok saymak, önemsizleştirmek veya bir provokasyonla etkisizleştirmek gibi sadece bıkkınlık veren tavır ne akıllıcadır ne de politik. Türkiye, bir yolunu bularak bu sorunu çözecektir. Ayrıca, yol bulmak için de sayısız tecrübeye sahiptir. Hal böyleyken, Türkiye’ye dönüp Kaleşnikof kabzası göstermek çaresizliğin ifadesi değildir de nedir? Kürt kimliğinin reddedildiği yıllarda yapılan terör işe yaramamışken, açılım yolunda ilerlerken mi işe yarayacak?” Anlaşıldığı kadarıyla, çözüm peşindeki hükümet ve barışa mani olan Kürt muhalefeti teranesinde ısrar edileceği görülüyor. Bu söylemin, hele Kürtler arasında, ‘alıcı’ bulmaya devam edebileceğini düşünmek ise ‘iyimserlik’ değil, suiniyette ısrardan başka bir şey değil artık.
Newroz ya da ‘Kürt Baharı’, AKP tipi demokrasinin, yani aşağıdakilere rağmen demokrasinin, neoliberal-muhafazakârlaştırıcı hegemonik projenin elinde araçsallaştırılmış ‘demokrasinin’ foyasını meydana çıkaran bir turnusol testi oldu. Kürtlerin halk hareketinin açığa çıkardığı siyasal mobilizasyonu ve buradan süzülen talepleri dikkate almayan, hatta bunları bastırmaya yönelen bir ‘demokratik açılımın’ bir kandırmacadan, Orwellci ‘yeni dilin’ çağdaş bir versiyonundan ibaret olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Tayyip Erdoğan ise partisinin meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada, “durmak yok, sonuna kadar böyle devam edecek” diyerek ‘sokaktan’ gelen mesajı almadığını açıkça ortaya koydu. Erdoğan, Kürt meselesini Kürtlere rağmen ve Kürt siyasal sosyalleşmesini tahrip ederek ‘çözme’ ısrarında devam edileceğinin işaretlerini veriyor. Veriyor da Newroz, bu ‘tedipçi açılım’ siyasetinin sınırlarının ne olduğunu ayan beyan ortaya koydu ve AKP hükümeti bu sınırda duruyor. Bu ‘sınırları’ zorlamakta ısrar etmesi, sadece kendisini değil, hepimizi felakete sürüklemek anlamına gelecek.
Newroz’un hemen akabinde bir dizi gazetede tantanayla ilanı duyurulan devletin ‘yeni Kürt planı’ yahut ‘Kürt sorununda yeni strateji’, kırk yıllık aynı sakızı çiğnemede ısrarın vahim bir örneği. Kürt sorununu Kürt siyasal hareketi olmadan, Kürt muhalefetine rağmen ‘çözmek’ temelli bu ‘yeni’ plan ya da stratejiye göre, “Güneydoğu’da ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşlar, PKK ve KCK baskısından kurtarılacak”. Anadolu’dan Görünüm programından fırlamış olduğu izlenimi veren bu naftalin kokulu ‘yeni’ plan bu ‘kurtarıcılık’ misyonunun ötesinde de radikal vaadler öne sürüyor. Buna göre yeni anayasada Kürt kimliği ya da özerklik üzerine düzenlemeler olmayacakmış. Ancak bunların yerine, sıkı durun, “Yeni anayasa, insan hakları ve vatandaşların kanun eşitliğini esas alacak” imiş. 12 Eylül Anayasası bile, hiç değilse kağıt üzerinde, vatandaşların kanun önünde eşitliğini esas alır ve insan haklarına (elbette bazen dolambaçlı) atıfta bulunur. İşte buyrun size sıfır kilometre demokratik ve sivil anayasa. Özgür Gündem’in yasaklanması bu yeni stratejinin ne anlama geldiğinin ilk işareti olsa gerek. Hükümet, yakın zamanda Fethullah Gülen’in hem de tam dört kitabı Kürtçeye çevrilmişken Özgür Gündem’e ne gerek var diye de düşünmüş olabilir elbet.
Başbakanın grup toplantısındaki sözlerine geri dönelim. ‘Sonuna kadar devam etmek’, sonuna kadar savaşta ısrarcı olmak, bir iç savaş ihtimalini göze almak demek mi yoksa? Veysi Sarısözen’in 22 Mart’taki yazısında hatırlattığı gibi, yaşamını yitiren sivillere de ‘şehit’ payesini tanıyacak bir yasal düzenlemenin yolda olması, Türkiye’nin sivil kayıpların da savaşın bir ‘tarafı’ sayıldığı bir ‘sivil savaşa’ hazırlandığının işareti midir yoksa?
Hâkim sınıfın bu yönde, yani bir iç savaş istikametinde açık seçik bir tercihte bulunduğunu söylemek mümkün değil elbette. Ancak son olarak ‘Kürtler olmasa Nevruz ne güzel kutlanırdı’ anlayışında açığa çıkan muhatapsız, yani Kürtler olmaksızın Kürt sorununu ‘halletme’ anlayışında ısrar, daha önce bahsi geçen ‘doğu’ ile ‘batı’ arasında giderek farklılaşan iki siyasal ‘coğrafyayı’, iki farklı siyasal sosyalleşmeyi birbirinin karşısına getirme, birbirine kırdırma riskini barındırıyor. Newroz’da alanlara çıkan kitlelerin taleplerini ‘batıdaki’ kamuoyuna tercüme edip aktaracak ve oluşturacağı kitlesel basınçla savaş aygıtını paralize edecek bir barış hareketine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu hususta her gün daha da geç kalıyoruz…
( http://www.sdyeniyol.org )
2012 şanlı Newroz serhildanından sonra bir güzel eylemlilik haberi de Batı cephesinden:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43951
Ajan koktu….
gün zileli türkiye gündemini yaklaşık 90 yıllık bir gecikmeyle takip edebiliyor olduğu için türkiye’nin faşist diktatörlüğe doğru gitmekte olduğunu iddia edebiliyor. elbette kendi teorisinin kanıtlarını yine kendi söyleminden çıkaran klasik aydınlık kafası ile konuştuğunu atlamamak lazım. gün zileli’ye göre cumhuriyetin ilk günleri faşist diktatörlük değildir. hitler’in 3. reich’i ile kucak kucağa olunan inönü dönemi de faşist diktatörlük değildir. hele hele 12 mart’ın 12 eylül’ün faşist diktatörlükle hiç ilgisi yoktur. 4 milyon kürdün yerinden yurdundan edildiği 17 bin kişinin faili meçhule kurban gittiği, 3 bin kişinin gözaltında kaybedildiği 90’larda da faşist diktatörlükten söz edemeyiz. benzer şekilde salazar portekizi ve pinochet şili’sinde de, franco ispanya’sında da faşist diktatörlük yoktur. niye yoktur? çünkü gün’ün teorisi öyle buyuruyor. çünkü onların adı faşist diktatörlük değil vesayet rejimi oluyor. çünkü eğer gün midesinden teori (rejim tipi) uydurmazsa ulusal cephe politikalarına teşne oluşu çok göze batacak.
Zileli’ye göre fasizm ancak generaller içeri girince gelmekte. Kendileri 27 Mayis’ta da demokrasiyi getirmistiler zaten. Gün Zileli de Türkiye’ye “anarsizmi” getirmisti, çagdaslasmanin bir parçasi olarak (!) Bunlar madden ve manen general çocuklaridir. Zaten subay çocuklarinin cogu da generallerin çocudur, zaten orduda üst rütbeli subaylar alt rütbedeki subaylarin çocuklarinin babalaridir. Armut uzaga düsmez. General zürriyetinden hürriyetçi çikmaz. Hiç kara katrandan olur mu seker? Aslini bildigim aslina çeker.
Önceki iki yoruma baktım da… Bizim polis masası kendisine bir “yetmezamaevetçi” kanka bulmuş anlaşılan 🙂
31…cok heyecanli gordum seni(:(:
kendine gel..Burasi “beyazshow”degil, ciddi bir sitedir(:(:
Bir sey yaparken (pardon yazarken ) gozlerini ac(:(:
Direnişin ikinci günü:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43964
çıracı bu polis masası ayaklarını bırak… yetmez ama evetçi değilim. referandumda boykot tavrını benimsemiş bir anarşistim. köylüler ve yahudiler yazısındaki 25 ve 26. yorum bana ait. ayrıca cepheler yazısındaki 19. yorum da… evveliyatına uzun uzun girmeye gerek yok. sorularım çok net. 12 eylül askeri faşist cuntası döneminde türkiye’de faşist diktatörlük var mıydı yok muydu? burada yaptığı faşist diktatörlük tanımını gün zileli nereden uyduruyor? 90’larda siz nerede yaşıyordunuz? ve söylediğim şey de aynı ölçüde net. türkiye faşist diktatörlüğe doğru gitmiyor biz on yıllardır zaten faşist diktatörlük gerçeğinin içindeyiz. akp de bu diktanın sürdürücüsüdür. rolü budur daha ötesi değil… işinize gelmeyen herkesi yetmez ama evet’çilikle, polislikle suçlamaya devam edin.
beyaz diş mide bulandırıcı şakan gerçekten gülünçtü. ama sorun etme kendine yakışanı giyiyorsun…
unutmadan vesayet rejimi söyleminin kimlerden ödünç alındığının da elbette farkındayız. teorik cephaneliğini akp’nin ve yetmez ama evetçilerin tezleriyle tahkim eden gün’e koca bir alkış. ayrıca gün’ün bu yazısı aynıyla faşist aydınlık çetesinin bütün tarihi boyunca sürdürdüğü tavrın devamıdır. faşizme bakıştaki aynı şaşılık olduğu gibi sürüyor demek ki…
Anonim arkadaş,
* Size “yetmezamaevetçi” derken referandumdaki tavrınızı kast etmedim, zaten referandumdaki tavrınızı tahmin edebilecek yeteneklere de sahip değilim 🙂
* Kast ettiğim şey, 31 no’lu yorumunuzda göze batan, yetmezamaevetçiler’e özgü, AKP’nin bütün faşizan uygulamalarını örtmeye yarayan, “AKP öncesi çok kötüydü, bundan daha beter uygulamalar oluyordu, haydi hep beraber sıtmaya razı olalım” minvalindeki havaydı. Taraf gazetesini ve benzeri sol-liberal çevreleri anti-militarist sanan bazı anarşistler de bu tarz ezberlerden muzdariptir.
selam çıracı… ben akp’ye karşı çok netim. akp’ye sözde muhalefet yürüten ulusalcı odakların kürt halkına karşı saldırılarında akp’ye nasıl destek verdiğini görüyor olmamız lazım. hapishanelere dönük olarak dsp, mhp, anap döneminde uygulamaya geçirilen tecrit sisteminde nasıl uzlaştıklarını da öyle… eski hükümetler döneminde temeli atılan kentsel dönüşümde de öyle… ve daha bir çok konuda akp faşist devlette devamlılık ilkesinin yürütücüsüdür. aradaki tek fark akp’nin faşist rejimin kitle desteğini geçici olarak büyütmüş olmasıdır… zira akp faşist diktatörlüğün sürdürücüsüdür. pekii gün zileli bugün kendisini ulusalcı olarak tanımlayan faşist iktidar odaklarına karşı net midir? bu konu üstüne biraz düşünürsen birbirimizi anlamak o kadar zor olmayacak… ayrıca hayali muarızlar yaratmak beyhude bir çaba. emin ol ben türkiye’deki anarşist hareketi gün’den çok daha iyi tanıyorum… zira gün anarşist hareket içinde sürekli eleştirirmiş gibi göründüğü liberal tayfa dışında hiç ciddiye alınmamaktadır. adam quijika reş’ten bile yeni haberdar olmuş ama anarşist hareket üstüne büyük büyük laflar etmekten çekinmiyor. neymiş taraf destekçisi anarşistler varmış… net konuşun kimdir bunlar? açık konuşun ki o alçak liberalleri hep birlikte teşhir ve tecrit edelim… ben yalnızca birkaçını biliyorum ve onlar da gün’le arası gayet iyi liberallerdir. mesela başbakanın mecliste açıkça desteğini açıkladığı “benim adıma öldürme inisiyatifi” (tam olarak aynı dönemde gün, yeni harman dergisinde kürt hareketinden kayıtsız koşulsuz silah bırakmasını istemişti), mesela gün’ün uzun süreli yol arkadaşı e.ö., mesela şu an “anarşist gazete” isimli yayını çıkaranların bir kısmı… bu liberaller ile ulusalcı gün’ün yolu pek çok noktada kesişir. ortak noktaları türkiye’deki “anarşist” hareketin ilk kuşakları içinde yer almalarıdır. eski tekkelerinden gelen alışkanlıkları anarşist harekete musallat etme çabası içinde olmalarıdır, devlete karşı mücadelenin hep kenarından dolaşmalarıdır… keşke foucault’nun yöntemiyle bunların soyağacı çıkarılsa, keşke faşist aydınlık çetesinin söylem çetelesi ortaya dökülse ve gün zileli’nin on yıllardır yaşanan faşist diktatörlüğün üzerini örtme çabasının nereden kaynaklandığı bu sayede daha iyi anlaşılabilse…
eski tekkeden gelen alışkanlıkları anarşist harekete musallat etme çabası içinde olma
Akademik dünyayla aram iyi değil fakat onların BİLE Gün Zileli’nin otobiyografilerini ders kitabı olarak okuduklarını göz önüne alırsak Gün’ü benzerleriyle aynı kefede eritmeye çalışmak adaletsizliktir. Saydığınız isimlerin anarşizmini, hiç kimsenin anarşistliğini tartışacak değilim. Ama bu çevreyi sadece facebook gönderilerinden tanıdığınız o kadar belli oluyor ki! Ve bunca yazıları ortada olduğu halde, açık yüreğiyle inandığını yazdığı halde Gün’ü tanımadığınız… Bu arada önemli bir detay, o çevrenin Gün Zileli’ye ergenekoncu dediğini de biliyor olmalısınız, madem bu kadar içlerindesiniz? Gün zileli’nin tanışmış olması, arkadaşlık etmiş olması -bir dönem için de olsa- onların duruşlarına eyvallah ettiği anlamına gelmez. Bakkal İhsan CHP’li gel gör ki kendisinden Gündem aldığım her sabah -malumunuz bu aralar değil- birbirimizle takışıyoruz. Paramız yokken veresiye alıyoruz. Ama asla ne ben CHpli oluyorum ne de o sattığı Gündem’i okuyor.
Anlatabildim mi bilmiyorum ama sizlerin bu günkü ulusalcı çizgiye olan -benim de var- hıncını Zileli’den, onun kurucularından olduğu ve üzerinden çok zaman geçmiş, özeleştirisini çoktan verdiği bir hareket yoluyla kendisinden çıkartma çabalarınız bana çarpık geliyor. Hele bir de anarşist çevreyle iç içeymiş gibi Gün’ün anarşistliğini sorgulama çabaları. Yanlış.
Sözünü ettiğiniz kişi ve çevrelerle bahsettiğiniz türden bir ortaklığım yoktur. Öte yandan, faşizm görüşünüz oldukça mekaniktir. Bütün burjuva diktatörlüklerine toptancı bir şekilde faşizm deyip işin içinden çıkmak gerçek faşizmi gölgelemeye ve faşizm sözcüğünün anlamını kaybetmesine yol açar.
Ve Gün Zileli Faşist Diktatörlüğü keşfediyor….
http://www.sosyalistzemin.com/showpost.php?p=6493&postcount=10
Bilmiyorum Zileli’nin nesi olursun, yoksa kendisi misin ama resmen saçmalama modunda gidiyorsun. 27 Mayis söylemini, doruk adam Cindoruk’u, devrimci saflardaki CHP’yi, devrimci saflara “hâlâ” (!) ve “maalesef” katilamayan Aydinlik grubu iddiasini herhalde bir baskasi degil Zileli söyledi. Bakmayin anarsist ayaklarina, Zileli bal gibi ulusalci, kemlist, 27 Mayisçi, 68 vakfi çizgisinde kendini solcu zanneden CHP sempatizani bir dinozordur, biraz snop takildigi için, biraz da devrimcilik kaçkinligina bahane olarak Stalin düsmanligi yapmaktadir, anakronik bir adam, putlari yikalim artik, kim bu GZ yahu?
31 no’lu anonim..Kendine bir isim bile koymadan ortaliga cikip, zurnanin zirt deligi gibi olur olmaz konusan,(Kendi kendine aciklamada bulunup, yine kendi cevap veren bir karakter)kahraman olmaya calisan “anonimlere” yaptigim saka az bile…
yorumcu 43 cok basit konusuyorsun. Yuu Tube de zaman zaman gozume fasistlerin yorum yazdiklari takiliyor.. Surekli kufur, asagilama, saldirgan uslup yazilar yaziyorlar. Icimden soyle diyorum. Biz devrimciler, anarsistler bilgili ve ne kadar akli basindayiz. kufur lu ( bu tip sidetli yazmak cahilik ve caresizlikdir ) saldirgan yorumlar yazan fasistlerle aramizdaki fark bu dur diyordum. Yanilmisim sol kesim de de varmis boyle leri. Uzulduk. Ama yapacak birsey yok.
sayin Zileli,
Bu siteye “anonim” rumuzuyla,(acikcasi kimligi belirsiz olarak ) girilmesi bana yanlis gibi geliyor…
Sahislar surekli farkli karakterleri oynayarak, olur olmaz yorumlarda bulunup , ortaligi bulandiriyorlar..
Buna bir cozum bulabilirseniz pekcok anlamsiz ve gereksiz tartismayi onlemis olursunuz…
Saygilar
Sevgili Beyaz Diş arkadaşım, anonimi kısıtlasanız bu sefer herhangi bir isimle yazacaktır. Bunları önlemenin tek yolu moderatör denetimi koymaktır ama bunun da sakıncasını biliyoruz. o zaman tek kişinin ya da küçük bir grubunun sansürünü onaylamış oluyoruz ki, bu özgürlük açısından son derece sakıncalıdır. Ben şöyle düşünüyorum: Bırakın kötülük kendini ifade etsin. İfade ede ede en sonunda o da yorulacak ve kötülüğü bir dengeye kavuşacaktır. Devamlı küfür eden bir insan da sonunda yorulur ama küfür etmesini yasaklarsanız içindeki küfür etme potansiyeli patlama noktasına gelir. Ben buraya en kötü yorumları yazan arkadaşların da yalnız başlarına kaldıklarında durup kendi içlerine şöyle bir baktıklarından eminim. Mesela, ya adama ne laflar ediyoruz yine de sitesindeki yorumlarımızı kaldırmıyor, helal olsun vallahi dediklerine eminim. İnsanın gelişmesi uzun bir süreçtir. Burada küfürler savuran Stalinist ökkeş bile günün bilinde yanlışını görebilir. En azından bunu umut etmekte hiçbir sakınca yok. sevgilerimle.
Bu siteyi daha eskiden beri takip edenler bilir. Zileli aslinda sansür yapmak istedi, ama katilimcilarin tepkisinden endise etmekteydi, bazi itirazlar oldu, katilimcilar arasinda bir oylama yapildi, Zileli sansür lehinde oy kullandi, ama çogunluk karsi çiktigi için sansür yapamadi, simdi de çikmis tipik bir Aydinlikçi davranisi içinde surat-a haktan davranip, sanki kendisi çok özgürlükçü imis gibi “image making ” yapiyor, hayret ki ne hayret?
Sende herseyi biliyorsun . Ya ukalasin yada ……. sin
Bu isin sansurle veya baska birseyle ilgisi yok arkadaslar..Zileli sansurlemek istese kimse bunu farketmez bile..Sorun, anonim rumuzlu kisilerin bu belirsizligi kullanarak, bugun sosyalist,yarin anarsist, oteki gun stalinist yada yada baska bir siyasi tutum veya durusla buraya yazip bizleri elestirmesi, hakaret etmesi yada kucumser tavirlar icerisinde bulunmasi(ki bunlar tektarafli bir eylem haline geliyor,cunku bizler gercekte bu sahislarin ne yada kim oldugunu bilmiyoruz) esitlerin tartismasi olmuyor.Bizlerde bazen istemeden anonimler yuzunden cirkin tavirlar icerisine girebiliyoruz…….Burayi surekli takip eden arkadaslarin hemen tamami birer rumuz hatta bazilari gercek ismini kullaniyorlar..En azindan bu sahislarin siyasi duruslarini genel olarak biliyoruz..Elestirilerimiz de karsilikli ve duzenli olarak bu yonde, yani ayni cizgide yapiyoruz..En azindan bir isimleri olursa bizler gibi, kiminle veya hangi fikirle tartistigimizi ve ciddiye alip almamak gerektigini biliriz..
Simdi, diyelimki “Toprak Agasi” Ahmet Turk, bu siteye girip,”Anonim”rumuzuyla halklarin ozgurlugunden, insan haklarindan, topraksiz koyluye toprak dagilimindan, yada agaligin ve feodal sistemin yikilmasindan soz etmeye kalksa, ne guzel devrimci gorusler diye bizde bilmeden bu ikiyuzlu davranisi destekleriz..Bilmek onemlidir..Hersey icin.
Biliyorum, simdi icinizden bazilari diyecekki , sen kisilerle mi yoksa fikirlerle mi tartisiyorsun ? Belki kismen onlarada hak verebilirim ama, fikirleri degerli kilan onlarin kimin tarafindan ve hangi tutarlilikta soylendigidir…Bugun siyah dogru diyen, ertesi gun karsima gecip hayir siyah degil beyaz dogrudur derse, bunun aciklamasini yapmakta gucluk cekecektir…
Sirf ajitasyon yapmak ve bizleri birbirimize dusurmek icin , ozellikle anonim olarak yorum yapan pekcok kisi oldugunu biliyorum..
Zaten birbirimizle yeterince girtlak girtlaga son elli yildir kavga ediyoruz..Birde bu zerzavatlar yuzunden didismek hic akilli bir hareket gibi gelmiyor..
Kendilerine bir isim koyup yorum yapacak veya bilgi aktaracak cesaretleri yoksa, bizlerin onlardan ogrenecegi birsey yoktur bana gore..
Saygilar
Gerçegi anlattik, ne o, rahatsiz mi oldun? Yaa, böyle demek ki hem gerçeklerden rahatsiz olup hem de senin gibi iddiali iddiali sallayanlar da varmis demek ki?
“Bugun siyah dogru diyen, ertesi gun karsima gecip hayir siyah degil beyaz dogrudur derse…” sözleriniz en çok kime uymakta? 70 yillik yasaminda en az 7 çizgi degistiren tutarli delikanli kimdir acaba?
o soruyu bana degil,sormak istedigin kimse isim vererek ona sor.Eminim cevabini verecektir..
50 nolu sahis sen benimle yazisma cunku muhatabim degilsin uste ustluk sen benimle bir olman icin cok seylerini feda edip surekli devrimci yasami devam etirmen gerekiyor. Senin 38 yilik devrimci yasamimda senin gibilerini ( belki 25.000 kisi) tanidim. Ve o kisiler zor gunlerde yoktu. Simdi oh konusun nasil olsa diyarbakir, metris, mamak yok. takip yok. atin bakalim atin.
yargisiz infaz da yok. olum orucu da yok. Rahat rahat satas herkese. Korkma insanlari gecmisi ile yargila. Acaba sen nasil birisin. Tahminin bir ise yaramiyan birisin
Senin gibi büyük bir devrimciyle yazışmak mi? Ne haddime. Ben senin gösterdiğin aydınlık yolda, senin önderliğinden en küçük bir kuşku dahi duymaksızın kanımı seve seve dökmeye hazırım ulu önder yoldaş. Benim yapabileceğim ancak budur.
39 nolu kisi iyi oku bunlari. Gun arkadas bu tipleri kale alma. Biz 1980 sonrasi kimler vardi. Kimler ayaktaydi. Iyi biliriz. Ozal in son doneminde kurulan sivil orgutler ve gazetelerdeki kisileri de biliriz. Icerden cikinca konusalim dedigimiz zaman bizlerden kose bucak kaciyorlardi. Durum rahatlayinca kariyer, rant, is imkani cikinca hepsi mantar gibi turediler. Bu elestirim tum sivil orgutlerin yoneticilerine, gecmisdeki ML grublarin kurdugu yasal partilere, Kendilerini sol gosteren ve solun mirasindan pay kapan gazetelere soyluyorum. Yayin evlerini de dahil ediyorum. Sakin bunun tersini soylemeyin. 1980 sonrasi kimler nasildi iyi biliyoruz. Devrimci mucadeleye ne kadar ara verdiklerini de biliyoruz. Bukisiler bekleme donemin de aile ve is kurma derdine dusenlerdir. Simdi 1980 eveli orgut kadrolarin kariyerleri ve DGM iddianamedeki isimlerini kulanarak pirim yapmaktadirlar. Herkes yazsin bakalim hayatini . Ne kadar, nasil devrimci yasamislar , yasantilarinda verdigi mola yi bir gorelim. Gun arkadasi yuz yuze tanimam 1974 de kim oldugun bilincli bir sekilde ogrendim. . Benim icinde karsi devrimciydi. Oyle bir karsi devrimciydi ki 1980 sonrasi disarida olanlar ve icerden cikan devrimci onderler ve kadrolar siyasete ara verirken Gun kendince devrimci mucadelesini yurutugunu ogrendim. Saygi duyuyorum. Kim Oguzhan mi?, Melih mi ? Ali Demir mi?` Mahir sayinmi ? Bulent Uluermi? Huseyin karakus mu? Kacaroglu mu?, Oral Calislar mi?. Ertugrul Kurkcu mu ? Ilhami Aras mi ? Haci Tonak mi? Mustafa Yalciner mi, Yildirimturk mu?, Kemal burkay mi ? E Mavioglu mu? Celalettin Can mi , Ziya yilmaz mi ? Kim, Kim bunlar hepsi mola verip, tekrar ortaya cikan degilmidir ?.
Gun arkadas bu saydiklarimdan gibi kendini korumak ve guvenceye aldigi zaman ortaya cikanlardan degildir.
Yasantisi kendi kusagina ve 1974 -1980 donemindeki mucadele icinde olanlara ornek olmali.
Parasi oldugunu ing ve isvicre devletinden para aldigini soyliyenler. Siz bu odenegi nereden biliyorsunuz, her halde kendileri o devletle baglanti icin de olup, devletin odeme hesaplarini iyi biliyor. Sizin gibileri sorgulayan olmadigi icin devlet islerini acikca bildiginizi soylemeten cekinmiyorsunuz.
Arkadaslar sakin bunun tersini soylemeyin, Devrimci mucadelesine devam edenler olum oruclarinda, ev baskinlarinda, daglarda ya da sehir icindeki catismada olduler. Geri kalanlar ise hala devrimci yasamlarina devam etmektedirler.
Ama bu tip bilgi akisi ve tartisma platformu sitelerde, kisilere saldiranlar, hakaret tarzinda mahkeme hakimligine soyunanlar birer posa dir. Posa yi cunta belirledi, simdi de mucadele belirliyecekdir.
Bu yazim dengeleli tartisan, elestiri ve ozelestiriyi uygulayan, veya politik bilgilendirenler icin gecerli degildir
İşin özünü kaçırmayın: Gün Zileli gerçek karşılığıyla karşı devrimci bir pisliktir!
Anti-Stalinizm eleştirilerinin hiçbir ciddiyeti yoktur çünkü ne bilmediği bir dilden çevirdiği kitapları, ne de okuduklarını anlamaktadır. Marksist-Leninist mücadele eleştirisi diye önümüze sunduğu tabakta sadece milliyetçi, Kemalist ve sınırlı ölçüde anti-emperyalist Doğu Perinçek ve tekkesinde yaşadıkları vardır. Sol diye bunları ve yaşadıklarını önümüze atmış ve bu yaptığı için İletişim Yayınları-Birikim adlı karşı devrimci polisbürodan çeklerini almıştır.
Doğan Tarkan adlı sosyalizmle artık hiçbir ilgisi kalmamış AKP’ye iltihak etmiş başka bir pislikle buluştuğu nokta da budur zaten.
Oysa Türkiye ve Kuzey Kürdistan sosyalist hareketi siyasi, pratik, teorik, kültürel ve entelektüel düzeyinde bu İngiltere merkezli ve muhtemelen İngiliz gizli servisi kaynaklı iki karşı devrimci çizgiyi çoktan aşmış ve yeni bir politika izlemeye başlamıştır.
Bu iki pisliğin de sosyalizmin dışına kendiliğinden de olsa itilmiş olmaları bizim için önemlidir. Ne güzel ki Türkiye ve Kürdistan; Mahirlerin, Denizlerin, İboların, Zeki Erginbayların, Ertuğrulların, Halitlerin, Boraların, Cezmilerin, Uğur Mumcuların, Bedrettin Cömertlerin, Doğan Özlerin, Aybarların, Muammer Aksoyların, İlhan Erdostların, Behice Boranların, Uğur Cankoçakların, Kıvılcımlıların, Mustafa Özençlerin, Necdet Adalıların, Metin Altıokların, Hasret Gültekinlerin, Cihangir’de öldürülen yiğit gençler Alper ve Gülayların, Mahsum Korkmazların ve daha adını buraya sığdıramayacağımız onbinlerin toprağıdır ve özgürlük ve bağımsızlık ve sosyalizm günlerinde de öyle kalmaya devam edecektir. İleride ve mutlaka gelecek olan o zafer günlerinde bu iki pisliğin adını hatırlayan bile kalmayacaktır.
56 nolu yazar. bayagi karistirmissin. olenlerin isimlerini siralamissin. Bunlarin kimoldugunu ne is yaptiklarini devrim icin ne dusunduklerini bilmeden yazmissin. Kirlardan sehirlere, sehirlerden kirlara, sovyetik tip ayaklanma, genel ayaklanma, parlementer yoldan ve evrimsel donusum diyorlardi. Bazilari gazeteci, arastirmaci, ogretim gorevlisi. Bazilari ise THKP-C – THKO- TKP/ML ,KSD kurtulus, VATAN PARTISI – PKK- TIP-DEVRIMCI YOL DEVRIMCI SOL- TIKP ve daha bir suru devrim yolunda olenler, sakat kalanlar var. Bunlarin isimlerini yazmissin ama…….Benim de yazdigim gibi olum oruclarinda, ev baskinlarinda, iskence tezahlarinda, daglarda, idam sehpalarinda, sehir icinde catismada olenleri ve hala devrimci mucadele icinde yasiyanlarin , devrimci mucadele icinde devam edeceklerini yazmistim.
Bu yukaridaki saydiklarinin kimisinin cenazelerine katildim, kimisinide yuz yuze tanidim. Bunlari yazmakla bir yere varamasin. Bu usturupsuz sozlerle.
hic ama hic bir sonuc alamiyacagin gibi sapla samani karistirisin. Sen hangi pislikden bahsediyorsun. Yukaridaki yorumumda kose kapmaca yasayanlarin isimlerini yazdim. Onlar kim senin icin.
Kemalist ve ulusalci diyorsun senin isimlerini yazdiklarin icinde kemalist ve ulusalcilarda var.
Anarsistler ulusalci olmadigini tum dunya bilmektedir. 1 enternasyonal de defalarca bahsedilmisdir. Anarsistler vatan, millet, din, irk ayrimi yapmaz direk tum devletlere saldirir. mitinglerde ki solaganlarda , anarsist dergiler de, site lerde, GUN unun yazilarinda bile bu ayriligi gorebilirsin.
SIZ ne diyordunuz ; Sovyetler sosyalist ana vatan -Ana vatan savunmasi – Uluslarin kendi kader tayin haklari – ulkelerin isimlerine gore komunist partileri- kurdistandaki mucadeleye ve dinci iktidara karsi bir zamanlar bayrak yuruyusu yapanlar-her ulkenin kendi devrim tahlili- Bagimsiz turkiye- emperyalizm yurdumuzdan defol- Komintern- Varsova pakti- internasyonal- Yasasin demokratik, bagimsiz sosyalist turkiye , Evet bunlar sizlerin agzinizdan dusmeyen sozler. Simdi soruyorum bu sozler ulusalci, milliyetci sozler degilmi? Uluslari ayri ayri gormek , ulusalci mantik degilmi?.
Butun ulkelerin iscileri birlesini inkar ettiniz.
Anarsistler sizlere hic benzemiyor cunku onlar soyle soyluyor; tum devletler kirli ve katildir. Ne tanri ne devlet sukretme isyan et – Devlet, kapitalizm oldurur –
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44103
AKP-tipi hukuksuzluğun en yeni halkası:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44861
‘Yılgınlığa düşmemek bütün mesele’
10 Mayıs 2012
More Sharing ServicesHaberi Paylaş |Share on email Share on favorites Share on print Share on facebook Share on twitter Share on friendfeed Share on myspace Share on gmail Share on hotmail Share on yahoomail Share on google
.
AHMET MERİÇ ŞENYÜZ/BİRGÜN
Devrimci Karargah davası kapsamında tutuklanan ve akla zarar iddialarla 19 ay boyunca cezaevinde kalan Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar, “Bu operasyonların amacı korku toplumu yaratmak ama hiçbir cezaevi insanın doğru bildiğini eylemesine engel olamaz, olmamalı” diyor
Baha Okar’la Bilim ve Gelecek dergisinden tanışıyoruz. İkimiz de farklı zamanlarda bu derginin idari işlerine baktık, derginin editörleri arasında yer aldık. Farklı dönemlerde art arda aynı görevi üstlenenlerden Erkan Baş TKP Genel Başkanı oldu, Volkan Tozan Önder Babat Kültür Merkezi’nde çalışmaya başladı, Özer Or mühendislik bürosu açtı, ben gazetecilik yapıyorum, Baha Okar ise hapse girdi. Niye oldu, nasıl oldu hiç anlayamadık. 2005-2007’de gözümüzün önünde her gün dergi bürosundaki işlerinin başında bulunan Baha’nın hangi arada Kandil’e gidip eğitim aldığını (iddianame öyle diyordu) çözemedik. Siyaseten hiç ilgisinin alakasının olmadığı Devrimci Karargah örgütüyle nasıl bir ilişkisi olabilir tahayyül edemedik. Devrimci Karargah davasında 19 ay cezaevinde yattıktan sonra geçen hafta tutuksuz yargılanmak üzere ‘özgürlüğüne’ kavuşan Baha’yla operasyondan tahliye oluşuna kadar yaşadıklarını konuştuk. Ben Baha’yı son derece diri buldum başına gelenlerden sonra daha çok bilenmiş gibiydi. Daha çok bu operasyona nasıl dahil olduğunu konuştuk. Bakalım siz Baha’nın niye 19 ay hapis yattığını anlayabilecek misiniz?
-2010 Eylül’ünde bir ‘Devrimci Karargah’ operasyonunda gözaltına alındın. Operasyon öncesinde ne kadar biliyordun Devrimci Karargâh’ı?
Devrimci Karargâh örgütü benim de herkes kadar internetten, şuradan buradan duyduğum bir örgüttü. AKP binasına ve Selimiye Kışlası’na yönelik eylemlerini ve Bostancı’daki çatışmayı duymuştum tabii. Ama herkes kadar duyduğum, merakımı internetten giderdiğim, bilgisine ancak bu ölçüde sahip olduğum bir örgüttü. Bu operasyonda gözaltına alınana kadar daha fazla ilgimi çekmesini gerektiren bir durum yoktu. Ama kendimi içerisinde buldum bir anda işte…
OTOMATİK SİLAHLA ‘ESPRİLİ’ ARAMA
-Nasıl oldu operasyon?
Sabah saat 5’e doğru daha sonra cezaevinde evlendiğim eşim Suzan beni uyandırdı. Kapıda birileri var, dedi. Bizim ev iki katlıdır. Aşağıya baktım, otomatik silahları ve fenerleri yukarıya doğrultmuş, kalkanların ardına gizlenmiş bir topluluk. Yarı uykulu açtım kapıyı, hemen gösterdiler kâğıdı, “Devrimci Karargâh operasyonu için geldik” diye. Ne karargâhı, ne devrimi! “Sana sonra açıklama yaparlar” dediler. Şimdi evde arama yapacağız, beni alt kata oturttular. Arama sırasında yanımızda birisinin olması lazımmış, yan komşumuzu getirdiler. Arama sırasında aslında şunu anlıyorsun; tamam kapıyı otomatik silahlarla çalıyorlar ama hangi evde neyi bulacaklarını, içeriden kimi alacaklarını iyi kötü biliyorlar. Bizimki son derece gevşek bir aramaydı. Alt katta bir dolabı açıyor mesela, Suzan’ın kahverengi bir topak halindeki heykel çamurunu alıyor, gülerek, “plastik patlayıcı mı bu?” diye soruyor.
– Onlar da komedinin farkındalar yani bir yandan öyle mi?
Tabii, tabii. Bizim evin bir bodrumu var. Ben evde bir şey saklayacak olsam herhalde ilk aklıma orası gelir. Ama oraya şöyle bir baktılar feneri tutup. Baktılar ki örümcek ağları, toz içerisinde, biraz da su basmış zemini… Üşendiler, hiç inmediler oraya. Bir şey bulamayacağını tahmin ettikleri için öyle detaylı bir arama da yapmadılar zaten. Bizim evde aramayı uzatan şey CD ve DVD’ler oldu. Hepsine tek tek paraf attık. Bu arada bilgisayarların hard diskleri falan söküldü.
AYNI DAVANIN SANIKLARI BİRBİRİNİ TANIMIYOR
-Ondan sonra Vatan emniyet…
Evet, TEM’e götürdüler. İlk bekletildiğim yerde birkaç kişi daha var. Hiçbirini tanımıyorum. Onların da birbirini pek tanımadıkları belli… İlginç bir şey oldu mesela, daha sonra yanımıza benim en azından sima olarakk tanıdığım Oğuzhan Kayserilioğlu’nu getirdiler, Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) sözcülerinden. Kayserilioğlu oradan birisine, “Memur bey, burada çok bekleyecek miyiz” gibi bir şeyler sordu. O da dedi ki, “Ne memuru yahu”; meğer o da bizim davadan alınmış. Yani birbirini tanımamış, görmemiş insanlar aynı örgütün üyesi olmakla suçlanarak oraya getirilmişti.
-Seni örgüt üyeliğiyle suçladıklarını orada öğrendin. Bu örgüt üyeliğini neye dayandırdıkları da belli miydi o anda?
Aslında hakkındaki suçlamanın tümünü detaylarıyla öğrenebilmek için iddianamenin tamamlanıp dosyadaki gizliliğin kalkmasını beklemek gerekiyor. Yani 4-5 ay boyunca neyle, nasıl suçlandığını tam olarak anlayamıyorsun bile.
‘ÖRGÜT İLİŞKİSİNİN’ ÖRGÜTLE İLİŞKİSİ YOK!
-Sonra öğrendiniz yani. Peki sen kime bağlı çalışıyormuşsun? Örgüt hiyerarşisindeki yerin neymiş?
Onlar da o kadar karışık. Polis fezlekesi bu bakımdan da çok komik, bir şema çizmişler, isimlerimiz geçiyor içinde, merhaba diyenleri birbirine bağlamışlar. Bağlantıların hepsi zaten eğreti ve saçma, çoğu zaman ne tür bir delile dayandığı da belli değil. Telefon görüşmeleri üzerinden ayrı ayrı beş-altı örgüte bağladıkları insanlar vardı polis fezlekesinde. Benimki de ilginçti. Devrimci Karargâh’la örgütsel ilişkim olarak bir kişi görünüyor, bir avukat arkadaşım, ama onun şimdiye kadarki Devrimci Karargâh davasında şüpheli olarak dahi ismi geçmiyor. Yani benim örgütsel ilişkim olduğu iddia ediliyor ama kendisinin örgütle ilişkisi yok. İki kişi üzerinden de Ergenekon’la ilişkim görünüyor.
TEMİZLİKÇİ BULMA GÖRÜŞMESİNDEN ERGENEKON’A
– Ergenekon bağlantısı nereden çıktı?
Ergenekon davasının sanıklarından Ulusal Kanal Haber Müdürü Ufuk Akkaya’ya ait bir telefonla, anneme ait olan bir telefon arasında geçmişte bazı telefon görüşmeleri yapılmış. Polis o telefonu benim kullandığım, o görüşmeleri benim yaptığım sonucuna varmış, hiç araştırmaya dahi ihtiyaç duymadan. Oysa o telefon hattını hiç kullanmamıştım.
-Peki Ufuk Akkaya’yla annenin nasıl bir bağı varmış?
Annem emekli bir öğretmen, siyasetle de bir ilgisi yoktur. Bu yüzden bu görüşmeler benim için de bir muammaydı. Sordum soruşturdum, bir ilginç hikâye de buradan çıktı. Annemin hattı, birbirleriyle ücretsiz görüşebilmek için alıp ablama verdiği bir kamu hattıymış. Ablam da bu indirimli özel hattı, Fethiye’de kendi avukatlık bürosunun ihtiyaçları için, büroda çalışanların kullanımına da açmış. Ama onlar da Ufuk Akkaya’yı tanımıyorlar. Biraz daha kurcalayınca şu ortaya çıktı. Öbür telefonu da Akkaya’nın Fethiye’de yaşayan bir yakını kullanıyormuş, bu kişiyle ablamın yanında çalışan birisi arasında büro temizliği için birilerini ayarlamak üzere bir ara bir görüşme trafiği yaşanmış. Olay bu yani.
SAVCILAR LEHTEKİ DELİLLERİN ÜZERİNİ ÖRTÜYOR
-Peki, bir dakika şimdi şüphelilerin hiçbirinin bu görüşmelerle alakası yok. Konuşmaların içeriği konsa iddianameye her şey ortaya çıkacak…
Elbette, zaten savcının görevlerinden biri de sanığın lehine olacak delilleri toplamak. Bu kayıtlara baksa içeriğini görecek, bu görüşmeleri benim yapmadığımı anlayacak. Ayrıca iki telefonun da Fethiye’de kullanıldığı da belli zaten o kayıtlardan. Ama bütün bunları pek umursamıyorlar. Savcı bizim lehimize olan delilleri aramak bir yana, olanların da üzerini örtüyor.
Sonradan işin içyüzü anlaşılacak olsa da, başta davaya böyle bir damga vurulmasına yeterli oluyor bu iddialar. İşte bu büro temizliğiyle ilgili görüşmeler üzerinden, medyada Ergenekon-Devrimci Karargâh bağlantılarını köpürttüler günlerce. Bu yeterli onlar için, iddianamedeki çelişkiler bile önemli değil. Mesela aynı tarihlerde hem Fethiye’deki bu telefon görüşmelerini yaptığımı iddia ediyorlar, hem de Kuzey Irak’ta kampta olduğumu. Başkalarıyla ilgili daha vahimleri de var. Cezaevinde olduğu tarihte dışarıda görüşmeler yaptığı gibi…
KANDİL’E IŞINLANMA HİKÂYESİ
– Senin bir de kamp hikayen var. Biz seninle görüşüyorduk o zamanlar, İstanbul’da Bilim ve Gelecek’te çalışıyordun. Kandil’e hangi arada gidip geliyordun? Nasıl beceriyordun o ışınlanma işini? Nereden çıktı bu Kandil bağlantısı?
Bir itirafçı ifadesi. Orhan Yılmazkaya’nın öldürüldüğü evde benim de bir parmak izim tespit edilmiş iddialara göre. Evde değil de, bir kimlik fotokopisi üzerinde daha doğrusu. Evde çok çeşitli nesneler üzerinde binlerce parmak izi var tabi, benimki de onların arasında. Eğer doğruysa, nasıl bir tesadüf sonucunda olmuş hiçbir fikrim yok. Polis de tek başına bu bulguya itibar etmemiş, bu adamla ilgili harici deliller arayın demiş. Beni sürekli olarak izlemişler bu arada, telefonumu dinlemişler. Oradan da bir şey çıkaramamışlar tabi.
Ama karşılarındaki 2000 yılında siyasi bir davadan mahkemeye çıkmış, şimdi de bir bilim dergisinde çalışan birisi olunca, bir delil olmasa da suçluluğundan emin oluyorlar herhalde.
-Oradan Kandil’e nasıl bağlanıyor hikâye?
Madem delil yok uyduralım demiş olmalılar. Bir PKK itirafçısının çelişkilerle dolu, yönlendirme altında gerçekleştiği besbelli olan bir ifadesi var. Bu adam aslında daha önce polislere ifade vermiş ve ne biliyorsa anlatmış. Orada ne Devrimci Karargâh’ın ne de bir kampın bahsi var. Sonra birden bunu Devrimci Karargâh soruşturmasına katıyorlar ama niye kattıkları da belli değil. Dosyanın ne tanığı ne sanığı, soruşturmaya öyle bir dâhil olup kayboluyor. Kampla ilgili anlattığı her şeyde belirsizlik var. Zaten bu kampla ilgili başka itirafçıların ifadeleriyle de çelişen durumlar var. Diğer hiçbir ifadede benim ve birlikte cezaevinde kaldığım Semih Aydın’ın ismi geçmiyor. Bizi katmak için kurgulanmış bir ifade besbelli.
– Bir yandan Kandil’e eğitime gittiğin iddia ediliyor. Ama öbür yandan sen İstanbul’da o zaman sıradan bir vatandaş gibi çalışıyorsun, yaşıyorsun.
Elbette. Kampın yapıldığı iddia edilen tarihler 2005-2007 yılları. O tarihlerdeki yaşantımı bir yığın belgeyle ortaya döktüm zaten. Çalıştığım işler, kira kontratları, banka sözleşmeleri, resmi fatura benzeri evraklar falan. Aynı şekilde Semih Aydın da kampta olduğunun iddia edildiği tarihlerde mahkemeye çıkmış örneğin. Bunların hepsini belgeledik. Ama bu itirafçı ve gizli tanık ifadeleri felaket bir şey, ve şimdiki davalar da büyük oranda bunlara dayanıyor. Adamın biri bir şey söylüyor, ya da buna söyletiyorlar. Başka hiçbir delil olmasa bile mahkeme bunu doğru kabul ediyor, sen aksini ispatlamak için aylarca uğraşıp duruyorsun.
ÇİFT YÖNLÜ BİR İTİBARSIZLAŞTIRMA OPERASYONU
-Tutuklandığınız operasyonu nasıl değerlendiriyorsun?
İlk algılamam, açık siyasi faaliyet yürüten kendi yasal platformları olan sosyalistlere yönelik bir komplo olduğu yönündeydi. Çünkü bizim dosyada tek tek kişilerden ziyade SDP ve TÖP gibi sosyalist oluşumların bir ağırlığı vardı. Kürt hareketiyle de daha yakın duran oluşumlar bunlar. Ve bu alandaki birlik gibi çalışmaları da kriminalize eden bir yönü var bizim dosyanın.
Ama öte yandan, biliyoruz ki devlet sosyalistlere karşı bu tür komploları hep yapıyor. Bizim davaya has olan, daha özel ve devletin de önemle üzerinde durduğu mesele Hanefi Avcı’nın bu işin içine eklenmesiydi. Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabını yazmış, Fethullah Gülen’e cephe açmış, bir şekilde onu susturacaklar, burnunu sürtecekler, kamuoyu nezdindeki itibarını sarsacaklar. Bizim dosyanın çok önemli bir yönüydü bu. Hanefi Avcı’yı yıllardır, mücadele ettiği ‘terör’ örgütleriyle ilişkilendirdiler, sosyalistleri de eskinin işkenceci polis şefiyle ilişki içinde gösterdiler. Çift yönlü bir itibarsızlaştırma operasyonuydu yani aynı zamanda.
‘ÇEŞNİ OLSUN DİYE DAHİL EDİLDİM’
-Seni niye dahil ediyorlar peki?
Ben zaten dosyanın bir şüphelisiydim, az once anlattığım gibi. Bunu da katalım, tam olsun demişlerdir. Çeşni niyetine… Daha çok sayıda insanın dahil edildiği, karmaşık, nereye uzandığı bellli olmayan bir yapı ortaya çıkıyor böylelikle. Bir yanı Ergenekon’a dayanıyor, bir yanı SDP’ye, TÖP’e dayanıyor vs. bir ucu PKK’ye gidiyor. Benim uyduruk Ergenekon bağlantıları tam çeşni oldu yani bizim dosya için.
12 SENE ÖNCE ÖLEN ÖĞRETMEN ERGENEKON BAĞI
-Sana yüklenen bir Ergenekon bağlantısı da lise öğretmenin galiba…
Evet, boşuna demiyorum uyduruk diye. Benim iddianamedeki üçüncü örgüt ilişkim de bir Ergenekon bağlantısı. 12 sene önce vefat eden lise öğretmenim, Sabriye Çağırıcı. Ölümünün onuncu yıldönümü anısına bir kitap hazırlamış ailesi, bana de eski öğrencisi bir yayıncı olarak ulaşmışlar. Kitabı da biz hazırlayıp basmıştık. Kitapta yer alan özgeçmişi benim bilgisayarımda çıkmış. 1960’lardan beri kurulan öğretmen örgütleri, sendikalar… 12 Eylül’den sonra bir yargılanma. Özgeçmişte bunlar dikkatlerini çekmiş demek ki, nasıl yaptılarsa bir yerinden Ergenekon’a bağlamışlar 12 sene once ölmüş bir kadını.
‘POLİS ÇEKİÇ BİZ ÇİVİ’
-Peki mahkemede anlatıyorsun hiç etkisi olmuyor mu?
Bir etkisini göremedik. Olsa bu tür şeyleri iddianameden çıkarırlar. Polisi anladık, bütün solcuları, muhalifleri çivi olarak görüyor, kendisini de çekiç sanıyor. En saçma şeyden bile bir suç delili üretiyor. En normal gündelik bir faaliyeti bir suç olarak yorumluyor. Ama savcılar da aynı kafada. KCK iddianamesinde Ragıp Zarakolu’yla ilgili suçlamaları hatırla: “Normal bir insan nalburdan çivi, telefoncudan cep telefonu alabilir, bu suç değildir. Ama bunları alan bir ‘terörist’se bu alışverişleri bir suçun parçası sayabilirsin, çünkü bunlar bomba yapımında kullanabilir.” Normal, aklı başında, mantıklı bir insanın kafası böyle çalışmaz. Bu her yerde bir suç ve suçlu arayan bir anlayış. Bütün iddianameler bu anlayışla hazırlanıyor ve davalar da bu temelde görülüyor. Böyle saçma iddialar, kanıtlar konduğu için önüne gelen iddianameyi reddeden, savcıya geri gönderen bir mahkeme heyeti hatırlıyor musun?
‘TURŞUMU KURACAK DEĞİLLERDİ, BIRAKTILAR’
– İddianamede bunları görünce ne düşündünüz?
Bir yandan çok rahatladık tabii. Çünkü işin içine ‘gizli tanık’ girince ‘başka uydurma iddialarla da uğraşabiliriz’ diye düşünüyorsunuz. Baktık ki, hukuken hiçbir şey yok iddianamede. Kof bir dava. Hemen çökecek diye de düşünmedik değil. Ama pek öyle olmuyor. Zira mahkemede, hukuken iddianamenin tezlerinin karşısına senin savunmanın konup, bunların değerlendirilmesiyle sonuca varılmıyor. Ben tahliye oldum ama iddiaların, delillerin değerlendirilmesi sonucunda tahliye olduğumu düşünmüyorum. Benim anladığım iki mekanizma var. Biri yukarıdan. Öbürü de zamana bağlı olarak kendiliğinden işleyen bir mekanizma. Ben 20 aya yakın yattım. İstedikleri ceza zaten 4 yıl 8 ay. Normalde üyelik cezası istiyorlarsa, bunun yaklaşık yarısını yattığın zaman tahliye edip tutuksuz yargılamaya başlıyorlar. Bu bir olağan işleyişe dönüşmüş artık. İstedikleri cezanın neredeyse yarısını yatmışım, daha benim turşumu kuracak değillerdi. O yüzden; gerçekten hukuki süreç işledi, savunmalarımızı dikkate aldılar, o atılı suçla ilgimizin olmadığını anlayıp tahliye ettiler diye düşünmüyorum.
-İddianame çıktığında yandaş basındaki yayınları takip ettin mi?
Tabii, bu sözünü ettiğim Ergenekon bağlantılarını şişirmişlerdi özellikle. Bu sözüm ona bağlantıyı kullanarak hem oraya, hem buraya vurmak gibi bir dertleri var çünkü. Bununla ilgili Zaman gazetesine karşı bir tekzip davası kazandık zaten. Ayrıca Hanefi Avcı meselesini köpürttüler tabi. Gazete gibi değil, polis gibi, savcı gibi davranıyorlar, sen de biliyorsun.
TEKİRDAĞ VE SİLİVRİ FARKI
-Gelelim cezaevi safhasına. İki ayrı cezaevinde yattın Silivri ve Tekirdağ; nasıl bir farklılık vardı ikisi arasında?
Silivri cezaevinin esas tutuklu ve mahkûm ağırlığı Ergenekon davası tutuklularından oluşuyor. O davaların tutukluları şimdiye dek kendisini devletin sahibi gibi gören insanlar, hayatlarında hiç, ‘yarın cezaevine düşebilirim’ diye bir şey gelmemiş akıllarına. Orada bunun şaşkınlığını, yılgınlığını yaşıyorlar, gözleyebiliyorsun. Bu da oranın genel atmosferine yansıyor zaten.
Silivri’nin Tekirdağ’a göre bazı mekânsal iyilikleri vardı bizim için, daha geniş hücrelerde kalmıştık, havalandırmamız daha büyüktü. Ama çok daha ölü ve donuk bir atmosfer vardı. Her yönden daha ağır bir tecrit söz konusuydu. Ortak sohbetler gibi pek çok hak kullandırılmıyordu. Sosyalistlerin, devrimcilerin hapishanelerde geliştirdiği bir direniş geleneği var, bu hakların kazanılması, kullanılması için. Böyle bir şey yoktu.
Tekirdağ’da ise devrimci, sosyalist tutsaklar, Kürt hareketinin tutsakları kalıyor. Orada başka bir dayanışma, başka bir ruh hali vardı.
CEZAEVİNİN OLUMSUZLUĞUNU ABARTMAMAK LAZIM
-Peki bu cezaevi süreci sana ne kazandırdı? Elbette ‘pek güzel oldu’ diyecek halimiz yok da, ‘ben cezaevinde şunu öğrendim ya da bu süreç hayatıma şunu kattı’ diyebileceğin bir şey var mı?
Cezaevi iyi bir yer değil tabii. Özgürlüğünden yoksun bırakılmışsın. Sevdiklerinden uzaksın. Hele bir de, haksızlığa, komploya uğradığını düşünüyorsun. Bunlar hapishane hayatına en baştan olumsuz bir yön katıyor. Ayrıca bir de tecrit altındasın, tek ya da 3 kişi kalıyorsun. Buradan kaynaklı sosyal ve mekânsal sorunlar yaşıyorsun. Ama yine de, döne döne bunların dile getirildiği hapishane anlatılarını pek doğru bulmuyorum.
Hapishane yaşamı elbette insanın hayatından bir şeyler götürüyordur. Ama kafası rahat, neden içeride olduğunun bilincinde, bir mücadeleyi içeride de sürdürebileceğinin farkında olan birisi için, götürdüklerinden fazlasını kazandırabilir bile. İçeride on yılı aşkın sürelerce yatan, ama hem fiziksel hem de zihinsel olarak dipdiri kalmayı başarmış tutsaklarla tanıştım. Onlar tersinin kanıtı olarak ayaktayken, hapishanenin yıkıcılığından kaçınılmaz bir şeymiş gibi bahsetmek ayıp gibi geliyor bana.
Öte yanda bir de, niyetten bağımsız, bir korku toplumu yaratılmasına yardımı oluyor bunun. Bu operasyonlarla, böylesi davalarla zaten bu amaçlanmıyor mu? Bir gizli tanık bir gün bir şey söyleyebilir, bir itirafçı ortaya bir şey atabilir ve hiç ilgin yokken birdenbire kendini tıpkı benim gibi içeride bulabilirsin. Bu duyguyu yaygınlaştırmaya çalışıyorlar toplumda. “Baha’yı kampta gördüm diyen adam benim için de aynı şeyi söyleyebilir. O halde ben bu işlerden uzak durayım. Etliye sütlüye karışmayayım.” Böylece bir korku toplumu yaratmaya çalışıyorlar aslında. Cezaevleri elbette ki kötü yerler ama orada insanın başına gelebilecek hiçbir şey insanın doğru bildiğini söylemesine, yazmasına engel olabilecek kadar kötü olamaz. O kadar kötü bir yer var mı, olabilir mi bilmiyorum zaten. İnsanlar 12 Eylül’de tabutluklara sokuldu, inanılmaz işkenceler gördü. Yine de bunlar, insanların doğru bildiklerini söylemesine, eylemesine engel olmadı, olmaz da. Demek istediğim, cezaevlerinin olumsuzluğunu abartıp toplumu saran korku atmosferine katkıda bulunmamak lazım.
Bana gelince, ben çok şey kazandığımı sanıyorum. Tekirdağ’da devrimci, sosyalist, Kürt tutsaklarla birlikte, güçlü bir dayanışmayı hissederek yattım. Birlikte kaldığımız arkadaşlar da iyiydi. Ciddi bir okuma, araştırma için fırsatım oldu, güzel çalıştım ama daha iyi değerlendirebilirdim. Bilim ve Gelecek için bazı dosyalar hazırladım. Yüzünü bile görmediğim bazı insanlarla avludan avluya atılan notlar sayesinde tanıştım, bağ kurdum. Bir sürü değişik hayat hikâyesi dinledim.
KİM ‘CEMAAT’E MUHALİFSE O HEDEFTE
-Başına gelen bunca şeyden sonra geriye dönüp bakınca başka bazı siyasi davalara ilişkin fikirlerinde de değişiklikler oldu mu? Mesela Ergenekon davasında solun bir kısmı ‘sonuna kadar gidilsin’ diyordu sonra iş döndü dolaştı ve kendilerine geldi bu kez ‘sıra kimde’ demeye başladılar, doğal olarak. Senin açıdan bir değişim var mı?
Ben önceden de Ergenekon davasının esas olarak kontrgerillaya, derin devlete yönelen bir süreç olduğunu düşünmüyordum. Kastettiğin, bu sürecin başında solun bir kısmının böyle bir beklentiyle davalara destek vermesi ise, haklısın. Solun bir kesiminin hiç beklemediği, öngörmediği noktaya geldi bu süreç.
Ama bugün giderek, bu davaların bir rejim değişikliği ya da restorasyon sürecinde muhalif bir kanadı sindirme, etkisizleştirme amacı taşıdığını düne kıyasla daha fazla insan anlıyor.
Bu davalar Ümraniye’de bulunan bombalarla başladı. Veli Küçüklerle devam etti ama kontrgerillaya doğru ilerlemedi ki. Mehmet Ağar’ı n hesabını ödül gibi bir cezayla kapattılar. Tansu Çiller ve benzerleri yok. Bir dönem Çiller’in özel örgütü gibi çalışıyordu oysa kontrgerilla. Dava öldürülen Kürt iş adamlarına, faili meçhul cinayetlere doğru gitmiyor. Nereye doğru gidiyor? Ulusalcı çizgide siyasetçiler, gazeteciler. En son Oda TV davasında bu hepten ayyuka çıktı. Kim cemaat örgütlenmesine muhalifse, bu davalar artık onu hedefliyor.
Bu dava süreçleri böyle geliştikçe giderek herkes daha fazla bütünü görmeye başladı.
Türkiye’de köklü bir değişim yaşanıyor şu anda buna rejim değişikliği diyenler var, restorasyon diyenler var. Adı her ne olursa olsun bir şeyler çatırdıyor ve yeni bir şeyler kuruluyor. Bu kurulan kimse için hayırlı değil. Kürtler için hayırlı değil; emekçiler için hayırlı değil; aydınlanma, laiklik, bağımsızlık gibi kaygıları olanlar için hayırlı değil. Türkiye yeni Ilımlı İslamcı rejimiyle, Amerika’nın bölgede daha aktif bir taşeronu olma rolünü gönülden benimsemiş bir ülke olmaya gidiyor. Bunun muhalifleri değişik cephelerde şimdi.
Somut gücü ne olursa olsun en başta her zaman için sosyalistler var. Kürt hareketinin içinde emekçi ve sosyalizan karakterini koruyan güçlü bir eğilim var. Ulusalcılar var. Ben bu davalar sürecini bununla ilgili görüyorum. Bu davalar, gidişatın karşısındaki bu güçleri hedefliyor esasen. Devrimci Karargâh davası, Ergenekon davası, KCK davası aslında, birilerini hukuken yargılamanın ötesinde, bütün bir muhalif hareketi, direnç gösterecek değişik toplum kesimlerini yıldırma, bölme, sindirme harekâtı olarak ilerliyor. O bakımdan bu davalar, rejim değişikliğinin çok önemli bir unsuru. Mesele sadece birilerini yargılamak, cezaevine tıkmak falan değil. Esas mesele, dışarıda bu davalarla beraber nelerin gerçekleştiği…
-Peki dava ayırt etmeksizin bu süreçte hukuksuzluğa maruz kalan herkese sahip çıkmak lazım gibi bir düşünce yaygınlaştı mı sence bu süreç sonunda? Bu dava ister Devrimci Karargah, ister KCK, ister Ergenekon olsun şeklinde?
Bir takım psikolojik ve politik engeller var bunun önünde. Örneğin bu ulusalcı dediğimiz kesim, Kürt hareketine karşı hâlâ uzak. Oysa Kürt hareketi bu cephenin tartışmasız en diri gücü… İçinde yoksul/emekçi tabanlı bir dinamik var ve bence ciddi bir anti-emperyalist duyarlılık da taşıyorlar. Böyle olmasaydı eğer, 30 senedir bir mücadele sürüyor, Amerika’nın bölge planlarına yatan Barzani gibi bir siyasi öznenin öne çıkması işten bile değildi Kürt hareketinin içerisinde.
Bütün bu değişik muhalefet odaklarını, dünü korumanın ilerisinde siyasi hedefler koyarak toparlayabilecek bir perspektifi ise bence sosyalist hareket üretebilir sadece. Ama yine de gerektiğinde ayrıştırıcı olmaktan kaçınmamalı böyle bir toparlanma.
Ergenekon davasında yargılanan devletçi, dün devletin sahibi olan ve bugünkü muhalefetini de eskinin özlemiyle yürütenler var. O denli kapsayıcı bir muhalefet cephesi ne mümkün ne de gerekli bence.
‘1 MAYIS ŞOK TEDAVİSİ OLDU’
-Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?
Ben çok güzel bir zamanda çıktım, 30 Nisan’da tahliye oldum ertesi gün 1 Mayıs’tı. Alışma evresini bir şok tedavisiyle geçirdim yani. Üç kişilik hücreden çıkıp yüzbinlere karıştım, ilaç gibi geldi. Çok güzel ve coşkulu da bir atmosferi vardı 1 Mayıs’ın. Artık aile ziyaretleri, eş dostla hızlıca bir hasret giderip, ardından da işime, gücüme bakacağım.
-Bilim ve Gelecek?
Bilim ve Gelecek’e devam. Eskisinden daha çok ve nitelikli bir katkı yapmayı umuyorum. Hem epey biriktirdim, hem de dinlenmiş sayılırım. Biraz bilenmişlik de var üstüne.
CEZAEVİNDE NİKAHI HERKESE ÖNERİRİM
-Son bir soru, cezaevinde evlendin? Nasıl oluyor cezaevinde nikah?
Çok pratik, tavsiye ederim. Düğün dernek, hiçbir telaşı da yok. Dışarıdan başvurup gün alıyorlar, bir nikah memuru getiriyorlar. Sen çıkıp imza atıyorsun. Tören gibi bir şey için kimseye izin yok. Aile falan da gelemiyor yani. Suzan uyanık davranmayıp nikah günü avukat arkadaşlarımızı getirmiş olmasaydı, şahitlerimiz bile gardiyanlardan olacaktı. Silivri’de evlendik, tutukluluğumun üçüncü ayında. Zaten beraber yaşıyorduk, evlenme fikri uzak durduğumuz bir fikir değildi. İçeriye girince de hadi bu işleri hızlandıralım dedik. Bir de şunu yaşamak istedik herhalde. Tamam, cezaevindeyim, hayatımın bir dönemi gasp edildi, özgürlüğümden sevdiklerimden uzak tutuluyorum; ama tüm bunlara rağmen yine de yaşıyorum, hayatımı sürdürüyorum, hayatıma dair sevdiklerimle birlikte belirlediğim bazı adımların kesintiye uğramasına izin vermiyorum. Bu evlilik böyle hissettirdi biraz da. Bir de pratik bir faydası var tabii! Akrabaların dışında üç tane görüşçü yazdırabiliyorsun. Suzan’la evlenince bir görüşçü hakkım boşalmış oldu, üstüne üstlük bir de bayram görüşlerinde Suzan’la görüşebildim. E bunlar da az şey değil!
“BİRGÜN’ÜN BİZDE ÖZEL BİR YERİ VAR”
-Eklemek istediğin bir şey var mı?
Bizimki gibi siyasi davaların sonu gelmiyor, sürekli yeni operasyonlarla, yeni davalarla bu süreç ilerlemeye devam ediyor. Dediğim gibi, ‘adalet tecelli etti, ben çıktım’ gibi bir duygum yok yani. Hâlâ adaletsizliğe, eşitsizliğe isyan ettiği için hapis yatan insanlar var içeride. Benim gibi uyduruk iddialarla, düzmece iddianamelerle yatan insanlar var.
Aynı dosyada yargılandığım insanları biliyorum; mesela Tuncay Yılmaz. Tekirdağ’da birlikte kaldık. Yasal, açık faaliyet yürüten bir platformun, TÖP’ün sözcüsü. Siyasi faaliyetini aleni bir şekilde sürdürüyor. Onunla ilgili iddialar da, benim ya da tahliye olan herhangi bir sanığın hakkındaki iddialardan daha farklı değil. Red yazarı Hakan Soytemiz, onunla da Silivri’de birlikte kalmıştım. O da hâlâ içeride ve onun hakkında da iddianamede hiçbir delil, dayanak yok. Tamam, ben işin bu safhasını atlattım ama içerideki arkadaşlarımıza daha fazla sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Bu iki arkadaşımın ismini özellikle belirttiysem, onları daha yakından tanıdığım, onlarla bir kader ortaklığı yaşadığım için.
Ama oradaki tüm siyasi tutsakların, hem yaşadıkları dava süreçleri üzerinden, hem de hapishane koşullarına karşı yanlarında olmak lazım.
Bu noktada, BirGün gazetesine ve çalışanlarına da bir teşekkür borcumuz var. Cezaevlerinde olan bitenleri, sadece bizimkini değil, pek çok siyasi davayı ilgiyle takip etmeleri, haber yapmaları… BirGün’ün yaptığı her haber, kamuoyunu belirlemiyor olabilir ama böyle şeyleri bir şekilde gündeme sokabilmek çok önemli bence. BirGün bu anlamda çok çaba gösteriyor. Bunu içeride bilmek, ‘bizim başımıza bunlar geldi ama bunu bir gazete haber yapıyor’ diyebilmek, sayfayı çevirince orada senin bir sorunundan bahsedildiğini görmek, sahip çıkıldığını bilmek bu içerideki insana moral veriyor. O bakımdan BirGün’ün bizde özel bir yeri var.
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44971
http://www.etha.com.tr/Haber/2012/05/15/guncel/ozgurluk-tutsak-alinamaz-anarsistler-serbest-birak/
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45154
Bazı aklıevvel liberallerin, bu yeni “belediye reformunu” adem-i merkeziyetçilik olarak pazarlayacaklarını tahmin etmek zor olmasa gerek…
Yeni Anayasa’yı tartışmalı mıyız? – Ferda Koç
22 Mayıs 2012
12 Eylül referandumunda “yargıyı özgürleştiren” AKP bu kez de “Toplumun bütün kesimlerince benimsenecek daha katılımcı, şeffaf ve demokratik bir anayasa” söylemiyle karşımızda. Yeni anayasanın “ciddiyet” seviyesini Başbakanın, ayaklarının yerden kesildiği bir ortamda, İngiltere uçağında verdiği beyanatında bulduk: “Başkanlık Sistemi”ni tartışmalıymışız…
Türkiye’deki iktidarların sık kullandıkları bir “siyaset hilesi”, halkın beklentilerini istismar edip, bu beklentilerin tam tersine sonuçlar veren düzenlemeler yapmak: “Ak deyip b.k etmek”. Bunu 12 Eylül’ü yargılayacağız söylemiyle cilalanan “Yargı Operasyonu” konulu anayasa değişikliğinde yaşadık.
“Gündem oyunları” ise Türkiye’deki iktidarların sık başvurdukları bir başka siyaset hilesi. Böylece, kamuoyu, hiçbir sonuç çıkmayacağı bilinerek ortaya atılan suni gündemler, bu gündemler üzerinden üretilen polemiklerle meşgul edilirken “atı alan Üsküdarı geçer.”
AKP iktidarı bu iki yöntemi de “ustalıkla” kullanan bir dalaverecilik ve ikiyüzlülük örneği olarak karşımızda duruyor.
Yeni anayasa tartışmalarının kısa dönemde bir “gündem oyunu”, uzun dönemde ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve genel seçimlere yönelik bir demagojik yatırım olduğu giderek belirginleşiyor.
AKP’nin bir “AKP Anayasası”nı referanduma götürecek çoğunluğu yok. Kürt halkı bu imkanı AKP’nin elinden aldı. “Uzlaşmaya dayalı” bir “sivil anayasa” sonucunu elde etmek bakımından AKP + CHP, AKP + MHP veya AKP + BDP uzlaşmasının ise gerçekçi formüller olmadığı belli.
Bu durumda AKP’nin toplumu yeni anayasa tartışmalarıyla oyalayarak “yol almaya” çalıştığını; sonrasında da bir “uzlaşma”nın sağlanamamasını malzeme yaparak Türkiye toplumunun karşısına dördüncü kez “yeni anayasa vaadiyle” çıkmak için kullanacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor.
AKP bir yandan “katılımcı, şeffaf ve demokratik anayasa” söylemiyle halkı meşgul ederken, diğer taraftan “işini yürütüyor.”
Hükümet,enflasyonun iki haneli rakamlara oturduğu bir dönemde kamu çalışanlarına %3’lük zammı dayatıyor. KESK greve gideceğini açıklıyor. Başbakan “memurun grev hakkı yok” deyiveriyor. Ama siz sıkmayın canınızı, “katılımcı, şeffaf ve demokratik” bir anayasa yapacağız ya…
Hükümet, Roboski katliamının faillerini gizlemek için takla üzerine takla atıyor; tutuklu milletvekillerinin kapısına, her yeni “çözüm tartışması”nı çözümsüzlüğe sürükleyerek kilit üstüne kilit vuruyor; KCK operasyonları ile dışarda BDP’li siyaset ve yerel yönetim kadrosu bırakmıyor, ne gam…. “Katılımcı, şeffaf ve demokratik” bir anayasa yapacağız ya…
İş cinayetlerinde dünya birinciliğine doğru emin adımlarla ilerliyormuşuz; grev hakkı geçtiğimiz yıl neredeyse hiç kullanılamamış; taşeron işçiliğinin asıl işverenlerin başvurduğu bir hileli çalışma yöntemi olduğunu saptayan mahkeme kararları uygulanmıyormuş ne gam… “Katılımcı, şeffaf ve demokratik” bir anayasa yapacağız ya…
Ama “katılımcı, şeffaf ve demokratik” bir anayasa rüyası gördüren AKP’nin gerçekte istediğinin ne olduğu da paçalarından akıyor.
“Sendikal hak” adına “kırıntı” dahi içermeyen, yalnızca sendikaya üyelikte “noter şartı”nı (onu da yasa yürürlüğe girdikten bir yıl sonra) kaldıran yasa taslağı, bir yıl daha ertelendi.
Çalışma Bakanlığı taşeron işçilerinin mücadeleyle elde ettikleri mevzileri ellerinden almak için “yasal dayanak üretmeyi” amaç edinen bir “taşeron reformu”nu pişiriyor.
“AKP Meclisi”, fukaranın evini başına yıkabilmek için “Yağma Yasaları”nı ardı ardına diziyor.
4+4+4 rezilliği, bütün okulların İmam Hatipleştirilmesi süreci olarak dolu dizgin sürdürülüyor.
AKP’nin “gizli elleri”, Hizbulkontra’ya “Kürt-İslam Partisi” kurdurup, oyunu alamadığı dindar Kürt seçmenini BDP’den koparma operasyonuna girişiyor.
Ve Tayyip Erdoğan toplum idealini ortaya koyuyor: “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek din!”
Yine de, “katılımcı, şeffaf ve demokratik anayasa” gündemine taraf olalım derseniz, ben de size “enayiliğinize doymayın” derim.
( http://www.sendika.org )
12 Eylül anayasası Çıracı gibi kemalistlere yeter de artar bile, hatta askeri darbe daha da iyi olur, kuzu kuzu sosyalizmin sorunlarını tartışırlar, hayaller kurarlar, komünler tasarlarlar, sağa sola çamur atarlar, halka olan nefretlerini kusarlar, kendilerini diğer insanlardan daha üstün sanarak geçinir giderler, zaten size ne demokrasiden, neydi o burjuva icadı , devleti ve iktidarı meşrulaştırma aracı değil mi idi? Öyleyse neden ilgileniyorsunuz? Apaçık belli ve kanıtlar da ortada, anayasa ile ilkelerinize aykırı olduğu halde ilgilenmekteyseniz demek ki derdiniz başka: Görevlisiniz.
Asıl siz 12 Eylül anayasasından yanasınız bence. Zaten bu yüzden, Kenan Evren’i cennetle ödüllendirmenize neden olan zorunlu din dersi dayatmasını kaldırmak bir yana, ek derslerle pekiştiriyorsunuz.
Fasizm Nedir?
MEHMET YILDIZ
1970’li yillarin meshur tartismalarini hatirlamak bile istemiyorum. Cunku bahsi gecen fasizm tartismalari butunuyle anlamsiz tartismalardi. Tartismacilar siyaset biliminden hicbir sey anlamiyorlardi. Onlardan biri de suphesiz bendim.
Fasizm tartismasinda Kurani Kerim’imiz Dimitrov’un “fasizme karsi birlesik cephe”adli kitabiydi. Bu kitaptaki tarife gore fasizm ancak sermayenin tekelci asamasinda ortaya cikar ve bu burjuva yonetimin son asamasi olur. Fasizm tekelci sermayenin en saldirgan en gerici kesiminin mutlak bir idare kurmasidir.
Durum boyle olunca, 1950’li yillara kadar, tekelci sermaye bir yana, dogru durust sanayisi bile olmayan Turk devletini “fasist”alarak tanimlamaktan kacindik. Turk devleti ancak 1971 darbesinden sonra fasist olarak tanimlanabilirdi.
Bu durumu bir Dersimli olarak utanc verici buluyorum. 1938 jenosidini gerceklestiren bir devleti bile fasist olarak tanimlayamamanin utancini yasiyorum. O zamanin yazilarini okuyunca yalnizca cahillik ve ahlaksizlik goruyorum. Turkluk goruyorum. Beyinsizlik goruyorum.
Bu konuda daha sonra daha ayrintili bir “özelestiri” yapacagim. Ancak fasizm ve fasistlik konusunda kisa bir aciklama yapmayi gerekli buluyorum.
Son yillarda kullandigim fasizm veya fasistlik tanimi kisaca su anlama geliyor: Yuce ilan ettikleri siyasi hedeflere ulasmak icin siddet kullanmayi mesru goren ve bunu pratikte uygulayan insanlar fasisttirler. Bu insanlarin yarattigi politik atmosfer fasizmdir. Kriminallerin devlet erkini elinde bulundurup bulundurmadiklari belirleyici degildir. Keza zorbalarin/katillerin sagci veya solcu olmalari tamamen onemsizdir. Cinayetlerin ve terorun sagi solu olmaz. Cinayet cinayettir. Cinayet isleyene katil denir.
Cok bilimsel dusuncelere sahip olduklarini dusunen solcularin insan kalmalarini ve Turk polislerine benzememelerini istedigim icin bu kisa aciklamayi yapiyorum.
Insan olan insan kendi kendine, “devrimcilik” gibi bir takim sifatlar vererek insanlari oldurmeyi kollektif veya kisisel bir hak haline getirmez.
http://dersimsite.org/fasizmnedir.html