Eylem ve Anti-Militarizm Konusunda
Beş sayı içinde, günceli yakalamak ve içerik zenginliği (aynı zamanda tartışılacak birçok konunun gündeme gelmesi) açısından en zengin sayının, Mart 1997 tarihli 5. sayı olduğunu düşünüyorum. Daha önce şikayet edilen, politik pratikten kopukluk (daha çok Ateş Hırsızı açısından) büyük ölçüde giderilmiş bulunuyor. Ancak, belki biraz paradoksal görünecek ama, aynı zamanda, Ateş Hırsızı’nın o çok sevdiğimiz çocuksuluğu, yerini politik insanın aklına bırakmış gibi görünüyor.
Kapak üzerine
Şu üniforma izlenimi veren kapağı değiştirmek mümkün değil mi? Gri rengin soğukluğunun yanında bir de asker gibi dizilmiş aynı kalıpta yazılar, solda aynı çerçeve. Ayrıca, kapak içinde verilen yazıların içinden hiyerarşik bir mantıkla seçilmiş bazılarını kapakta vermek yerine, Osman Muat Ülke’nin, arka kapakta, mikroskopla farkedilebilen resminin büyük halini koymak ve bu kampanyanın sloganını atmak daha iyi olmaz mıydı?
Devletin içinde çete yoktur: Devletin kendisi çetedir. Devletin kendisinin çete olmasıyla devletin içinde çeteler olması çelişen bir şey midir? Hiç de değil. Zaten, içerde, Yükselen Umut’un büyük ölçüde katıldığım yazısında anlatılanlar da bunu doğruluyor. Kendisi çete olan devletin içinde aynı zamanda ayrı ayrı devlet çeteleri vardır. Polis partisi adını taktığınız çete bunun en iyi örneğidir. O halde, “devletin içindeki çeteleri temizleyelim” bakışaçısını eleştirmek için onun tam zıddını söylemek zorunda değildik. Doğrusu şöyle olmalıydı: Devletin içindeki çetelerin kaynağı, kendisi en büyük çete olan devlettir.
Politik tahlil paketi
Yükselen Umut, N.Azim, Demir Keser, Kara Adam ve Derviş Döner’in yazılarını bir son dönem siyasal ve toplumsal gelişmeleri tahlil paketi olarak ele alıyor ve topluca değerlendiriyorum:
Bu yazılardaki tahlillere ve bakışaçısına büyük ölçüde katılıyor ve başarılı tahliller olarak görüyorum. Ayrıntılarda yer yer katılamadığım bazı noktalar var elbette, ama burada zikretmeye değer önemde değil.
Şimdi, bu yazılarda takıldığım noktalara geçiyorum:
s.19- “İslamcı kadınların türbanını savunmak da bize düşmez” dendikten sonra, tutarlı tavrın, “toplumdaki her tür kılık kıyafet yönetmeliği”nin kalkması olduğu belirtiliyor. Evet ama, “toplumdaki her tür kılık kıyafet yönetmeliği”nin kalkmasını savunmak, dolaylı olarak “islamcı kadınların türbanını savunmayı” da içermiyor mu? Bu, şunu demeye benziyor: “İslamcıların toplantı özgürlüğünü savunmak bize düşmez, tutarlı tavır, her türlü toplantı yasağının kalkmasıdır.” Tam bir toplantı özgürlüğünü savunmak, dolaylı olarak islamcıların toplanma özgürlüğünü de savunmak anlamına gelir ve onu da içerir. Aynı şekilde, toplumdaki her tür kılık kıyafet yönetmeliğine karşı çıkmak, türban yüzünden devlet dairelerinde ya da öğretim kurumlarında çalışmalarına izin verilmeyen islamcı kadınların türban takma özgürlüğünü de savunmak anlamına gelir. Ve zaten doğrusu da budur.
“Aç-kapa”, eylemi karşısında ne yapacağına karar verememek: Yazılarda, bu eylem konusunda bir şaşkınlık, bir ne yapacağını bilememe, kararsızlık göze çarpmaktadır. Bir yandan, bu hareketin medya tarafından tezgahlanması, burjuvazi tarafından desteklenmesi ve ordu taraftarı olmasından kaygı duyulmakta, ama diğer yandan da, bu harekete gittikçe daha geniş bir kitlenin katılması ve giderek hareketin sokağa çıkması, ona katılıp katılmamak konusunda bir kafa karışıklığı yaratmışa benzemektedir. Hemen belirteyim ki, ben de sizinle aynı tereddütleri, sancıları yaşadım. ancak, sürecin gelişmesi sonucunda vardığım noktayı yansıtmak istiyorum sizlere.
Bir hareketin şunun ya da bunun manüplasyonu ile başlatılması, bazen o kadar önemli olmayabilir. Eğer toplumun ihtiyaçlarına yanıt veriyorsa tutar ve gelişir. Ve geliştikten sonra da, hareketin nereye gideceğini kimse bilemez. Tarihte, burjuvazinin manüplasyonuyla başlatılıp, sonunda bizzat burjuvazinin durdurmak için çok büyük güçlükler çektiği çok sayıda halk hareketi örneği vardır. (Irkçı ve şovenist niteliği dolayısıyla belki kötü bir örnek olacak, ama çocukluğumda bizzat yaşadığım bir tanesini belirtmek isterim. 6-7 Eylül 1955 şovenist hareketi, “vurun gavurlara” diye başlamıştır, gece yarısından sonra yoksul kitlelerin sel gibi katılımıyla “vurun zenginlere” sloganıyla Nişantaşı’na doğru yönelmiştir. İşte o zaman, bu hareketi planlayan ve başlatan DP iktidarının paçaları tutuşmuştur -İnşallah böyle kötü bir örnek verdim diye, kimse benim, 6-7 Eylül harekâtına katılmak gerektiğini savunduğum sonucunu çıkarmaz-.) Son “aç-kapa” eylemine ilişkin bütün kaygılarınız ya da tespitleriniz haklıdır. Evet ama, manüplasyonların dışında, halkın özlemlerinden kaynaklanan, alttan alta işleyen başka bir şeyler de yok mudur? Yani işin aslına bakılacak olursa, burjuvazi de medya da, ateşle oynamıştır, oynamaktadır. İdeolojilere göre hareket etmeyen geniş kitleler, en azından başlangıçta, harekete geçmek ve ilerleyebilmek için, toplumun meşru ve önde gelen güçlerinin icazetini almaya önem verirler. Bu icazeti alabilmek için gerekirse “dağ başını duman almış” marşını bile söylerler. (Ayrıca bu, hareketin geleneksel radikal solun militanlığının dışına çıktığını göstermesi bakımından bir yönüyle hayırlıdır da.) Bu da doğaldır. Çünkü daha sokağa adımını attığı anda kurşuna hedef olmak istemez kimse. Ama hareket bir kere gelişip büyüyünce ve artık kendisinin bile tanıyamadığı bir güce erişince, meşruluk, icazet falan kitlelere vız gelmeye başlar. Marifet, hareketin böyle bir aşamaya doğru tırmanmasına yardımcı olabilmektir. O zaman, biz neden kendimizi, en azından böyle bir potansiyelin işaretini veren bir hareketin dışında tutalım? Neden “tencere tava eylemi” diye küçümseyelim? Hareketin hatalı yönelimlerini ya da yanılgılarını saptamak gerekir elbette. Ama unutmayalım ki, yanılgısız, saf bir kitle hareketini hiçbir zaman bulamayacağız. Militan unsurların ötesinde, anneannem de balkona çıkıp tava tıngırdatıyorsa, bu, kitlelerin öz-insiyatifinin harekete geçtiğini, yani anarşistlerin tam da istediği şeyin gerçekleşmeye başladığını gösterir. Yerel, yerinden, en sıradan insanın bile kendini içinde bulduğu bir eylem, kötü değil, çok güzel, çok hayırlı bir şeydir. Önemli olan, bir çok yanılgılar barındıran bu hareketin dış manüplasyonlardan mümkün olduğunca arındırılmasına ve öz benliğine kavuşmasına yardımcı olabilmek, orduyu dost olarak gördüğü noktada, bunun yanlışlığını bizzat eylem içinde anlatabilmektir. (Ayrıca, orduyu dost görme yanılgısına düşen yalnız bu hareket değildir, örneğin, bir an bile övmekten geri kalmadığımız Gazi mahallesi hareketi de bu yanılgıdan payını almıştır. Böyle yaptılar diye, onlara burun mu kıvırdık? Eleştirmek başkadır, burun kıvırmak başka.)
Başka yerlerde de dikkatimi çeken bir “anarşist kibri” içinde olduğunuz izlenimi edindim. Ve ne tuhaftır ki, editoryal yazısında başka bir bağlamda dikkat çektiğiniz, herşeye “burun kıvırma” tavrını burada da bizzat siz sergiliyorsunuz. Bana, 1960’lardaki ilk dönem FKF yöneticilerini hatırlattı bu tavrınız. Onlar da, her lafa “biz sosyalistler” diye başlarlar, her eyleme “sosyalist ya da proleter nitelikli” olmadığı gerekçesiyle karşı çıkarlar, “kıravatlı aydın hareketi” diye küçümserler, çok sol ve sekter bir söylemle eylemsizliğin ve tekkecilin içine gömülürlerdi. Ne demek, “ben sizin kavganızda niçin ölecekmişim? Benim kendi kavgam var.” (s.16). Toplumun içinde bulunduğu kavgadan kendimizi kopararak “kendi” kavgamızı asla yapamayız. Kitleler bizim ideallerimize göre ve o idealler için harekete geçmezler ve geçmeyeceklerdir. Zaten toplumsal devrim denen şey de, bizim değil, kitlelerin isteklerini gerçekleştirme yönünde bir değişimdir. Ne demek, “bir parça gücümüz olsaydı biz de karanlığa bir ses verirdik; öyle korna, tencere, tavayla değil…” (s.16) Niçin kendimizi, gücü ölçüsünde bir şeyler yapmak isteyen insanlardan ayırıyoruz? O insanlar hiç olmazsa çıkıp tencere şakırdatmış, kornasına basmış. Hiçbir şey yapmadan oturmaktan daha iyi değil mi bu? Ne demek, “demokrasinin nimetlerine inananlardan değiliz. O yüzden tankların üstüne çıkmaktan falan söz edecek değiliz. Bu kahramanlığı, parlamentolarını savunmak isteyen milletvekillerine bırakıyoruz.” (s.21) Bu nasıl mantıktır? Herşeye kulp bulup kenara çekilmek mümkündür. Örnek verelim: Köylülerin mülk sahibi olup zenginleşmesi derdimiz değildir. İşçilerin ücret mücadelesiyle kapitalizmden biraz daha fazla pay almaları derdimiz değildir. Kadınların ataerkilliği yıkıp kapitalist iş alanlarında iyi işler kapmaları derdimiz değildir. İşsizlerin iş bulup kapitalizme daha fazla entegre olmaları derdimiz değildir vb, vb. diyebiliriz pekâlâ. Ayrıca, o tankların üzerine çıkacak olanlar, ordunun önünde her an secde eden politikacılar değil, herkesten önce, toplumun gaspedilen her türlü hakkını, evet ilkesel olarak karşı oldukları seçme ve seçilme hakkını bile en büyük kararlılıkla savunmakta bir an bile duraksamayacak olan anarşistler olmalıdır. Hayır, demokrasi aşığı oldukları için değil, ama her türlü gaspçının (elbette hapisanelerde gasp suçundan çürüyen garibanları değil, gerçek gaspçıları kastediyorum) amansız düşmanı oldukları için.
Vicdani red ve asker kaçaklığı sorunu
Şöyle diyor Tayfun Gönül yazısında: “…özel alanda sıkışıp kalan bir muhalefet düzen karşıtı olamaz. Bütünlüklü bir karşı çıkış, yani devrimcilik, bütünlüklü bir örgütlenmeyle, yani anarşist federasyonla mümkündür.” (s.52) Hayli tartışma götürür bir önerme. Tartışma götürür olduğu için de, böylesine kesin bir yargı gibi konmasa iyi olurdu. Bugüne kadar herhangi bir anarşist federasyonun bütünlüklü bir karşı çıkışı gerçekleştirdiğine ilişkin bir devrim deneyi ortada olmadığına göre acaba Tayfun bunu hangi deneye dayanarak ileri sürüyor? İspanya’da bile böyle bir durum olmamıştır. İspanya toplumsal devrimi bile, FAI gibi örgütlerin örgütleyciliğinde değil, kitlelerin toprak ve özgürlük için spontane ayağa kalkışlarıyla ve güçlü değişiklik özlemleriyle gerçekleşmiştir. Öte yandan, örneğin İngiltere’yi ele alacak olursak, burada var olan iki federasyon (Anarko-sendikalist Solidarity Federation ve ismi üstünde Anarchist-Communist Federation) kendi içlerinde toplantı raporları dolaştırmak gibi kırtasiye işlerine gömülmenin ötesine geçerek kitlelerle ciddi bağlar kuramayan örgütlere dönüşmüşlerken, içinde çok sayıda anarşisti de barındıran bir yerel insiyatif grubu olan Haringey Solidarity Grubu beş yüze varan bir aktivist kitlesini harekete geçirebilmekte, 12 bin dağıtılan bir yerel gazete basabilmekte ve bütün yerel eylemlerde aktif olarak yer aldığı gibi ulusal çaptaki kampanyalara da destek vermektedir. Bir M11 yolunun açılmasına karşı yürütülen yerel mücadelelerin etkisi öylesine büyük olabilmektedir ki, bu direnişe katılan yetmişlik kadınlar televizyon kameralarına, “evet, biz de anarşistiz” diyebilmektedirler. Hadi karar verelim bakalım, hangisi daha devrimci? Ayrıca bu örnekleri, Tayfun’un fikrinin illa yanlış olduğunu ispatlamak için değil, tartışmaya bir hayli açık olduğunu, dolayısıyla mutlak bir doğru gibi konulamayacağını belirtmek için veriyorum.
Karşı çıkacağım ikinci saptama şu: “Asker kaçaklarının sayısındaki kitlesel artış, bireysel vicdani red açıklamalarından daha ciddi bir tepkidir…” (s.55) “Asker kaçaklığı anarşizmin ruhuna daha uygundur. Kaçak eylemiyle devleti gayri meşru ilan eder. Ne ki, eylemi bireysel olduğu ölçüde politik etki yaratmaz, oysa asker kaçaklarının sayısı kaydadeğer bir düzeye ulaşınca, bu durum düzen için “vicdani redden” daha ciddi bir tehdittir.” (s.57) Bunlarla bağlantılı olarak biraz yukarda şunu belirtiyor: “Anarşistler… bireysel olarak koşulları uygunsa, askere gitmemeyi bir direniş noktası olarak tespit ederler. Koşullara göre bireysel açık red, bireysel gizli red (araziye uymak), çürük raporu almak, evrakta sahtekârlık yapmak, toplu açık red… gibi yöntemler kullanılabilir. Hatta bazıları, bu konuyu hiç direnme noktası olarak bile kabul etmeyip askerliğini de yapabilir. Açık savaş dışında anarşistlerin zorunlu varoluş alanı değildir anti-militarizm.” (s.57)
Yine, “biz anarşistler” için saptanmış bazı mutlak doğrular! Öncelikle belirtmeliyim ki, Osman Murat Ülke’nin “Vicdani retçi… iki onursuz seçeneği de reddeder. O, ne doğru bildiğinin aksine sinip askere gider, ne de benimsemediği bir kaçak hayatı sürdürür” (s.45) diyerek asker kaçaklığını onursuz bir seçenek olarak sunan seçkinci tavrı ne kadar yanlışsa, Tayfun’un da, vicdani redle asker kaçaklığını nerdeyse karşı karşıya koyup, asker kaçaklığını daha fazla kutsaması o kadar yanlış gelmektedir bana. Saptamamız gerekir ki, bir kişinin vicdani red tavrı, binlerce kişinin asker kaçaklığından çok daha etkili ve çok daha sistem dışı bir tavırdır. Anti-militarizmin ötesinde, insanların bireysel karşı duruşun önemini somut olarak görmelerine yardımcı olduğu için büyük önem taşır. Ninelerimizden çok asker kaçaklığı hikayeleri dinlemiş, hatta bu kaçaklara acımışızdır bile. Ama bu, hiçbir zaman bizde bir anti-militarist bilinç yaratmamıştır. Ancak bunun böyle olması, asker kaçaklığını “onursuz” bir yol saymayı getirmez, tam tersine, gerçekten de asker kaçaklarının sayısının artması sistemi sarsar (vicdani redden daha ciddi bir tehdit olduğunu katılmıyorum tabii). Bu iki tavır, birbirinin karşısında değildir, müttefiktir. Birbirini kuvvetlendirir. Anarşistler elbette asker kaçaklığını teşvik ederler, ama onların kendi bireysel tavırlarının, vicdani red yönünde olması çok daha tutarlıdır. Ve daha da önemlisi, Tayfun’un söylediğinin tersine, anti-militarizm, anarşistlerin zorunlu varoluş alanıdır. Militarizm ve ordu devletin özünü oluşturduğu için böyledir bu. Kuşkusuz, bir anarşist reddettiği tahakküm kurumlarının başında gelen orduya katıldığı zaman tutarsızlık yapmış olacaktır. “Ekmek parası yüzünden” polislik yapmak bir anarşist için ilkelerine ihanet etmekse, militarist güce boyun eğip orduya katılmak da en azından ilkelerinde diretememek, boyun eğmek anlamına gelir.
Tayfun’un yazısına ilişkin son bir nokta: Anarşistler arasındaki tartışmada, eski sol içi polemikleri hatırlatacak ve sanki anarşistler içinde de bir iktidar kavgası varmış izlenimi verecek bir uslup ve yaklaşımdan kaçınılmalıdır kanımca.
Diğer bir kaç nokta
Anarka-Feminizm yazısının nereden alındığı, hangi tarihte yazıldığı ya da basıldığı belirtilmeliydi. Kaynağı belirtilmeden herhangi bir yazıyı basmak, en azından okuduğunu ciddiye alan okuyucuyu hiçe saymaktır.
İsimler konusu: İllâ yazarın kendi gerçek ismini kullanması diye bir zorunluk yok elbette. Ama, şurası da açıktır ki, okuyucu kiminle muhatap olduğunu bilmek ister. Yani dört ayrı yazıyı bir kişi yazıp dört ayrı imza atıyorsa, bu okuyucuyu şaşırtmak, daha da kötüsü, dikkatli okuyucuyu, üslüba falan bakarak hangi yazıların aynı şahıs tarafından yazıldığını tespit edebilmek için “hafiyelik” yapmak zorunda bırakır. Bunun ötesinde, şu acaip isimlerle ne yapılmak isteniyor, bir türlü anlayamadım. İsim denen olguyla dalga geçilmek mi isteniyor? Eğer doğrusu buysa, bize de söyleyin, biz de ismimizi koymak yerine, espri ve hayal gücümüzü geliştirip her seferinde yeni isimler kullanalım. Örneğin, şimdi düşünüyorum da, bu eleştiri yazısına ne imza atardım diye… Düzgün Biçer nasıl?
Gün Zileli
24 Mart1997
Londra