Direniş Notları (2) Saldırılar… Provokasyonlar…

 

 

Devrimci direniş ikinci dalgaya hazırlanmak için soluk almak zorundaydı. Bu soluk alma ve güç toplama, “duran” eylemleriyle ve parklara çekilen halkın çok sayıda forumlar ve halk meclisi toplantıları yapmasıyla sağlandı. Mücadele eden kitleler, bir dinlenme, soluklanma ve güç toplama aralığını bile hareketin düşünsel ve ruhsal ilerlemesi için bir fırsata dönüştürecek eylem biçimlerini yine kendiliğinden bir şekilde yürürlüğe koymuş bulunuyorlar.

Acilen konuşulması gereken birkaç sorun var. O da şu “provokasyon olur” ya da “provokatörler” söylemidir.

Hareketin daha barışçı ve daha savaşçı kanatlarının olması doğaldır. Aslında buna da yeni yeni gelişen çoğulluk anlayışı çerçevesinde bakmak gerekir. Yani, daha barışçı eylemden yana olanlar, daha savaşçıların elini tutmamalı, daha da önemlisi onlara kolayca “provokatör” damgası vurmaktan vazgeçmelidirler. Çünkü polis gaddarca saldırıyorsa elbette karşılığını alacaktır. Ama savaşçı eğilim de barışçı arkadaşların zaman zaman haklı olabileceğini hesaba katmalıdır. Örneğin, bir polis saldırısı yokken, polisi tahrik edecek ve saldırıyı kışkırtacak şekilde taş atmak yanlıştır. Bazen barışçı eğilimin bu tür uyarılarına kulaklar açık olmalıdır.

Genelde bunun böyle olması gerektiği açık olmakla birlikte hayat içinde böyle olmamaktadır. Örneğin dün bir arkadaşın, ön planda dövüşenlerin “provokatörler” olduğunu, hem de çok doğal ve sıradan bir şey söylüyormuş bir havada söyleyivermesi karşısında şok olduğumu itiraf etmeliyim. Arkadaşa karşı çıktım elbette ama bir yandan da onun, “provokatörün” gerçek anlamını bilmediğini, onun nezdinde, biraz daha sinirli, biraz daha savaşçı olan herkesin adının “provokatör” olduğunu düşünmekten kendimi alamadım.

Oysa gerçek provokatörleri başka yerde aramak gerekir. Örneğin dün Kınalıada Hrant Dink Parkı’nda, saat sekizdeki Dünya çapında saygı duruşu ve sonrasındaki halk forumu eylemimizde sivil polislerin, hem de kendilerini gizlemeye bile gayret etmeden provokasyon yapmaya kalkışmaları çok ilginçti. Düşmanca bakışlarını, pis pis sırıtmalarını, aralarındaki, hiç de iyi niyetli olmadığı uzaktan bile anlaşılan konuşmalarını elbette sineye çekip işimize baktık ve toplantımızı yaptık ama aralarından bir sivil polisin “vatan hainleri” diye bağırması, uzun mücadele hayatımda görmediğim kadar açık ve hatta beceriksiz bir provokasyondu. Provokatör polisin bu narası boşlukta kaldı, çünkü kimse kendisine cevap vermedi, hatta başını çevirip bakmadı bile. Arkadaşları, cuşa gelen bu polisi biraz uzaklaştırır gibi yaptıkları bir sırada çarşı tarafından bisikletle geçen işçi bir gencin “yaşasın çapulcular” cevabı ise provokasyonun geri teptiğinin en iyi göstergesiydi.

Dün bir provokasyon da Yeniköy’deki bir parkta yapılmış. Net bir şekilde söyleyebiliriz ki, bu tür provokasyon çeteleri bizzat yerel ya da merkezi sivil polis timleri tarafından örgütlenmekte, yönlendirilmekte ve desteklenmektedir. Aslında korkağın da korkağı olan bu toplama sivil güçler bundan sonra da karşımıza çıkacaklardır. Çünkü halkın cesaretlendiğini gördüler ve bundan fena halde korkuyorlar. Halkın cesaretini kırmak için korku yaymaya çalışacaklardır. Örneğin bu tür provokatör çetelerine karşı barışçı arkadaşlarımız epeyce işlevsel olabilirler. Araya girerek bu tür unsurların daha açık saldırılar düzenlemelerini önleyebilirler. Böyle dönemlerde daha savaşçı arkadaşlarımız, ilk aşamada biraz geri planda durmalı ve halkı ürkütecek çatışmalardan mümkün olduğunca uzak durmalıdırlar. Fakat bunun da bir çizgisi vardır. Barışçı arkadaşlarımızın çabaları saldırganları durdurmak yerine cüretlerini arttırıyorsa o zaman savaşçı arkadaşlar ön plana çıkmalı ve saldırganlara karşı esaslı bir özsavunma örneği vermelidirler. Tabii bunları kâğıt üzerinde yazmak kolay da olayların kargaşası içinde ne ölçüde düzgün bir şekilde uygulamak mümkün, bilemiyorum. Ama gelişmenin ana yönü böyle olabilir, olmalıdır. Ve en önemlisi de barışçıların da savaşçıların da bu hareketin yararlı bileşenleri olduğunu bilerek birbirlerine kardeşçe yaklaşmalarıdır.

En önemli provokasyon konularından biri de, hareketin başından beri iddia edilen, “başörtülülere saldırıldığı” iddiasıdır. Bu tür iddialar bana başından beri inandırıcı gelmedi. Üstelik Kabataş’taki saldırı iddiasının hiçbir şekilde görüntülü olarak ortaya konamaması ve fos çıkması da bu iddiayı iyice inandırıcı olmaktan çıkarttı. Bana öyle geliyor ki, AKP kesimi gerçekten böyle şeylerin olması için sabah akşam dua etmektedir. Böyle bir olayın gerçekleşmesi onlar için bulunmaz fırsat olacaktır. Ne var ki, en başka anti-kapitalist Müslümanlar bu oyunu bozmuştur. Bu hareketin saflarındaki çok sayıda başörtülü kadının varlığı iddiaları yalanlamaktadır. Ayrıca ben Gezi Parkı’nda çok sayıda başörtülü kadın gördüm. Böyle bir şey yok.

Fakat biraz önce gelen bir twitte Hayko Bağdat, “çok yakından tanıdığım birinin kızının başına da böyle bir olay geldi maalesef” diye yazmıştı. “Polis megafonuyla konuşan Hayko Bağdat”ın lafına mı inanıyorsun?” diye hemen ayağa kalkmayın, arkadaşlar (artık ben de forumlarda konuşurmuş gibi bir ifadeyle yazmaya başladım). O olayı dünkü Kınalıada forumunda, yanıma gelen Hayko Bağdat’la konuştum. Polis megafonuyla konuşma yapmasının korkunç bir hata olduğunu kabul ediyor. Gerçekten çok üzgündü. Ben de kendisine bu hatanı herkese açıklamalısın, dedim. Bir şey daha söyledim ona: Ne başbakanla, ne hükümetle, ne devletle, ne de polisle, şahıs olarak temas edilebilir. Bir devrimci ya da direnişçi asla böyle bir şey yapamaz. Bu tür kurumlarla ve şahıslarla hareket adına pazarlık amacıyla zorunlu bir görüşme yapılacaksa bu, görüşme yapan tarafın ortak onayıyla seçilen arkadaşlar tarafından yapılır. Ve ekledim: Böyle hareket etmezsen üstüne yapışacak şaibeden ömrün boyunca kurtulamazsın. Hiç itiraz etmedi, hatta dediklerimi onayladı sanki.

Neyse, şimdi Hayko Bağdat’ın son iddiasına geçelim. Şimdi ben buradan açıkça, Hayko arkadaşı, tanıdığının kızına yapılan davranışın nerede, nasıl olduğunu açıklamaya davet ediyorum. Yapan kimdir? Hareketi ne kadar temsil etmektedir? Diyelim ki, böyle bir olay olmuşsa bile yapan kişi ya da kişiler gerçekten hareketin içinde bulunmakta mıdırlar, yoksa ne idüğü belirsiz kişiler midir? Yapanlar sakın direnişçi kılığına girmiş polis provokatörleri olmasın? Bence kendiliğindencilik güzel de, bu gibi durumlar karşısında kendiliğindencilik olmaz. Yani halk devriminin kendi araştırma kurumları da olmalıdır. Yani Hayko’nun dediği olay, şöyle öneriyorum, olayın geçtiği mahale en yakın halk forumunun görevlendireceği arkadaşlar tarafından incelenmeli ve sonuç, harekete bir rapor olarak sunulmalıdır.

Bunun ötesinde, bu konuda zaten uyanık olan hareket bu başörtüsü konusundaki uyanıklığını yüz misline çıkartmalıdır. Olaylar sırasında içimizden herhangi birinin bu tür bir davranışı görüldüğünde topluca mahkûm edilmelidir. Bu bir özgürlük hareketidir. Bu hareketin içinde, 1990’larda başörtüsü yasağına karşı dincilerle omuzdaşlık yapmış çok sayıda solcu ve devrimci arkadaş vardır. Başörtülülere saldırmak gibi şeyleri yapacak olanlar, eminim ki ulusalcıların büyük çoğunluğunun da onaylamayacağı bir takım bağnazlar ya da açıkçası gerçek provokatörlerdir.

Su uyur, düşman uyumaz.

Ama halk hiç uyumaz. Dolayısıyla, “provokatör” diye dışlanmak istenen evlatlarına sahip çıkar, düşmanın düzenlediği gerçek provokasyonları ise açığa çıkarır.

 

Gün Zileli

21 Haziran 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

7 Comments

  1. Ah keske bu yaziyi yazmayi daha öne alsa idiniz , Zileli .hebele hübele diye anlatmaya calistigim seyler bunlardi iste.

  2. hiç geç değil, bence… zamanı gelmiş, sn. zileli uyarıcı niteliğinde yazısı yazmış.

  3. söz sizdeye çıkmıştınız şimdi tam sırası değilmi?burda bunca yazı yorum bizzat zilelinin kendinin gezi direnişine barikatlara katılan canlı tanık olarak birinci elden bütün bunları tv lerde zileliden daha iyi kim açıklayabilip manüplasyon yalan yanlış itibarsızlaştırmayı engellemek için bir kaçyüz kişinin ulaşabildiği siteye kapanmayıp bizzat sistemin tv lerinde işte bu ağaç böcek tamamda devam ne dendiğinde tamda işte çürümüş kapitalist sisteminiz bir türlü kaderi değişmeyenlerin de itiraz ve öfkesinida içinde barındırdığını açıklayıp cepheden sistem içi olmaya mecburmuyuz demenin tam sırası değilmi şiddetin iktidar aracı olduğunu devlet-iktidar şiddetine insanların kendini savunmasının şiddet olamayacağı şiddet içereninde savunma meşruiyeti olduğunu açıklamanın tam zamanı ya tv ye çık yada bizi geziye götür zileli biraz espiri yapalım dedik tv lere çıkarmıyorlar dersen vallahi inanmam istesen hemen hepsine çıkabilirsin sağır sultanda duydu hatta duran adam bile kendine anarşist dediği buram buram özgürlükçü anarşizmin koktuğu bütün iktidar ve hegemonyaya itirazı içerdiği açık olan geziyi an iyi anlayıp anlatacakların anarşistler olacağını her kez biliyor her halde buda sen olmalısın.hala bu topraklarda bu seviyede toplumsal olabilen isyan oldumu sorusu ile 1908 benzerliği ve farklılığına cevap bulamadık bu bir özgürlük hareketidir cümlesi güzel tek kelimeyle tarifi özgürlükçü isyan itiraz olduğu genel kabül görüyor.provakasyon uyarısı yerinde olsada şu anda toplumsal kitleselliği daralıp ağırlıklı örgütlü sol devrimci geleneklerin yürüttüğü par formlarının işaret ettiğin ve gerçekleşen saldırı ve provakasyonlara açık olması bir parkta muhtar ve mobilize ettiği milli hassasiyetlerin saldırıları ve çatışma görüntüleri devlet-iktidar egemenlerinin en işine gelen durum olduğunu hatırlarsak bunları bizzat yapabileceği uyarısı önemlidir.yinede 20 günde benide özgürleştirip zihnimdeki karakollarla yüzleşmemi sağlayan bu harika isyanın politik geleneklerin 50 yılda alamayacağı seviyede toplumsal bilinç özgürleşmesine ve kendimiz olabilmeye kendimize güvenmeye neden olduğunu söyleyebiliriz.

  4. İSYANKÂR ANARŞİ

    Feral Faun

    Anarşi ilk kez ayrı bir radikal hareket olarak tanımlandığı günden bu yana solla ilişkilendirilmiştir, ama bu her zaman sıkıntılı bir ilişki olmuştur. Otoriter bir pozisyonda yer alan solcular (CNT’nin ve 1936-37 İspanyasında FAI’nin liderleri gibi kendilerini anarşist olarak adlandıranlar da dahil olmak üzere) hayatın tümüyle dönüştürülmesine dair anarşist amacın ve bu yönde kullanılacak araçların da bu amaca uygun olması gerektiğini söyleyen anarşist anlayışın kendi politik programlarının önünde bir engel olduğuna hükmetmişlerdi. Gerçek isyan daima politik programların çok uzağında patlak verir ve en tutarlı anarşistler önlerinde uzanan bu bilinmeyen alanda hayallerinin tam anlamıyla gerçeğe dönüştüğüne tanık oldular. Oysa geçen zamanla beraber isyan ateşi söndüğünde (hatta bazen 1936-37 İspanyasında olduğu gibi hala parlak bir şekilde yanmasına rağmen) yol gösteren anarşistler yeniden “solun vicdanı”na dönüşeceklerdi. Ancak anarşist düşlerin enginliği ve anarşinin delalet ettiği ahlaki uygunluğun solun politik takvimi için engel teşkil ettiği her durumda, bu takvim anarşinin soluğunu hayal kuramayan bir “gerçekçilik”le kesip bunaltarak anarşist hareketin sırtına çok daha büyük bir ağırlık yükledi.

    Sol için sömürü ve baskıya karşı yürütülecek toplumsal mücadele asli olarak politik bir programdır ve hangi araç elverişliyse onunla gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın politik bir mücadele metodolojisine ihtiyaç duyduğu ortadadır ve böyle bir metodoloji anarşinin kimi temel değerleriyle muhakkak ki çelişir. Her şeyden önce, toplumsal varoluşun farklı bir türü olarak politika, hayatımızı belirleyen kararların alınma süreciyle bu kararların hayata geçirilme sürecinin birbirinden ayrılmasıdır. Kararları oluşturan ve dayatan kurumlar bu ayrıma dayanmaktadır. Bu kurumların ne kadar demokratik ya da uzlaşmaya dayalı olduğunun çok önemi yok; çünkü politikanın doğasında var olan bu ayırma ve kurumlaştırma, kararların daha uygulanacakları durumlar oluşmadan önce alınmasını gerektirdiği için bile illa ki bir dayatma oluşturur ve koşulların kendine özgülüğüne aldırmaksızın çeşitli durumlar için başvurulacak genel kurallar oluşturma gayretini zorunlu kılar. Bireylere kendi projelerini geliştirmeleri için yardımcı olmak yerine onların hareketlerine yön veren ideolojik düşüncenin nüveleri buradadır, ama bu konuyu daha sonra ele alacağım. İktidarın bu karar oluşturma tarzında ve kurumsal işleyişte yatıyor olduğu gerçeği anarşist bir perspektif için eşdeğer önem taşıyor. Ve solcu toplumsal mücadele anlayışı, tam anlamıyla, bu kurumları etkilemeye, yönetimlerini ele geçirmeye ya da alternatif türevlerini üretmeye dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle bu mücadele iktidar ilişkilerini yıkma değil değiştirme mücadelesidir.

    Programatik temelli olması nedeniyle solcu mücadele anlayışı, mücadele yürütme aracı olarak bir örgüte ihtiyaç duyar. Örgüt mücadeleyi temsil eder, çünkü örgüt mücadele programının somut ifadesidir. Eğer bu örgüte dahil olanlar programlarını devrimci ve anarşist olarak tanımlıyorlarsa, örgüt onlar için devrim ve anarşiyi temsil etmeye başlar ve örgütün gücü de devrimci ve anarşist mücadelenin gücüyle özdeşleştirilir. Bunun açık bir örneğini CNT liderlerinin Katalan işçi ve köylülerin, üretim araçlarını (ve beraberinde özgür halk güçlerini oluşturacakları silahları) kamulaştırmasını teşvik ettikten sonra örgütü feshetmedikleri ve işçilerin sosyal hayatı kendi ilişkilerine göre yeniden yaratmalarına olanak tanımak yerine üretimin yönetimini ele geçirdikleri İspanya Devriminde görmekteyiz. İşçilerin özyönetiminde sendika ile yönetimin birbirine karıştırılması bu olaylara eleştirel bir gözle bakmaya istekli olan herkesin üzerinde çalışabileceği sonuçlara neden olmuştu. Egemen düzene karşı mücadele onu hayata geçiren bireylerden bu şekilde ayrılarak örgütlerin eline bırakıldığında artık bireylerin öziradesine dayalı bir proje olmaktan çıkıp bireylerin bağlandığı dışsal bir dava haline gelir. Bu davanın örgütle özdeşleştirilmesi nedeniyle ona bağlı bireylerin en önemli etkinliği örgütün muhafaza edilmesi ve genişlemesi olacaktır.

    Aslında solcu örgüt, solun kurumlaşmış iktidar ilişkilerini dönüştürme yönündeki amacını gerçekleştirmek için kullandığı bir araçtır. Bu dönüşümün mevcut yönetimlere hoş görünerek demokratik hakların uygulanmasını sağlayarak mı, devlet erkinin seçimle ya da şiddetle ele geçirilmesiyle mi, yoksa üretim araçlarının kurumsal olarak kamulaştırılması ya da tüm bu sayılanların bir kombinasyonu vasıtasıyla mı yapılacağı çok az önem taşır. Örgüt bu niyetini gerçekleştirmek için kendini alternatif bir iktidar , karşı iktidar haline getirmeye uğraşacaktır. Mevcut iktidar ideolojisini, özellikle de demokrasiyi kucaklamak zorunda olma nedeni budur. Demokrasi, ileri sürmüş olduğu programlar için toplumsal uzlaşmanın yaratılmasını gerektiren, pratikten ayrılmış ve kurumlaşmış karar alma sistemidir. İktidar her zaman baskıyla birlikte var olmasına rağmen, demokratik yapıda alabileceği onay vasıtasıyla meşrulaştırılır. Bu nedenle sol için mümkün olduğunca çok yandaşa, programlarını desteklemesi için öngördüğü sayısal çoğunluğa ulaşmaya çalışmak elzemdir. Böylece sol, demokrasiye olan bağlılığı yüzünden niceliksel ilüzyonu benimsemek zorundadır.

    Yandaş kazanma çabası en küçük ortak paydadan hareket etmeyi gerektirir. Onun için sol esaslı bir teorik araştırma yürütmek yerine dünyayı tahlil etmekte kullandığı basitleştirilmiş bir dizi doktrin geliştirmeli ve mevcut yöneticilerin yaptığı etik ihlallerin bir listesini açığa vurmalıdır; solcular bunlarla kitleleri kazanmayı umarlar. Bu ideolojik çerçevenin dışına çıkan herhangi bir sorgulama veyahut araştırma şiddetle kınanır ya da gereksiz bulunur. Bu teorik sığlaşma, fikirlerin ve uygulamanın niteliği ve uyumluluğu yerine yandaş sayısının, pasifliğine ya da bilgisizliğine bakmaksızın, güçlü bir hareketin yansıması olarak algılandığı niceliksel ilüzyonu kabul etmenin bedelidir.

    Politik olarak “kitleler”e hoş görünme zorunluluğu da solu mevcut yöneticilerden aşamalı taleplerde bulunmaya iter. Bu yöntem iktidar ilişkilerini dönüştürme projesiyle kesinlikle çok tutarlıdır, çünkü esasında iktidar ilişkilerinin temellerini tehdit etmemektedir. Aslında iktidarda olanlardan taleplerde bulunmakla ima edilen şey, mevcut ilişkilerde yapılacak –marjinal de olsa– küçük küçük uyarlamaların solcu programın gerçekleştirilmesi için yeterli olduğudur. Bu yöntemde iktidarın kendisi sorgulanmaz, çünkü böyle bir sorgulama solun politik yapısını tehdit edecektir.

    Değişime bu aşamalı yaklaşım, mutlak olarak ilerleme doktrinini barındırır (aslında bugünlerde diğer kirlenmiş etiketleri geride bırakmayı tercih eden solcular ve liberaller arasında en yaygın olan etiket “ilerici”dir.) İlerleme, şeylerin mevcut düzeninin süregiden –ve muhtemelen diyalektik– bir gelişme sürecinin sonucu olduğu ve –oy vermek, dilekçe vermek, dava açmak, sivil itaatsizlik, politik şiddet ve hatta iktidarı ele geçirme gibi iktidarı yıkma dışındaki her şey için– çaba sarf edilirse bu sürecin daha ileri taşınabileceği düşüncesidir. İlerleme kavramı ve onun politik açılımı olan aşamalı yaklaşım solcu toplumsal dönüşüm anlayışının bir diğer niceliksel özelliğine işaret eder. Burada dönüşüm sadece bir süreç meselesidir, kişinin hedefe kilitlenmiş yol üzerindeki konumuna dairdir. Gereken miktarda düzeltme yapmak bizleri “oraya” taşıyacaktır (“orası” her neresi ise). Reform ve devrim aynı etkinliğin sadece farklı aşamalarıdır. Bunlar, en azından kapitalizmin yükselişinden beri, içinde olduğumuz tek döngünün var oluşun gittikçe yoksullaşması olduğu ve bunun reformla çözülemeyeceği gerçeğine gözünü kapatmayı sürdüren solun saçmalıklarıdır.Aşamalı yaklaşımı ve sınıflandırmaya duyduğu politik ihtiyaç, solu aynı zamanda insanlara “işçiler”, “kadınlar”, “siyahlar”, “gay ve lezbiyenler” gibi çeşitli ezilmiş ve sömürülmüş grupların üyesi olarak değer biçmeye sevk eder. Bu sınıflandırma kimlik politikasının temelidir. Kimlik politikası, ezilen insanların sınıfsal baskıya sözde meydan okudukça üzerlerindeki baskının güçlenmesine yardımcı olan, belli bir toplumsal sınıf ile özdeşleşmeyi seçtikleri yanlış muhalefetin temel biçimidir. Esasında, bu sosyal rolle süregiden özdeşleşme kimlik politikasına dahil olanların toplum içindeki durumlarını derinlemesine analiz etme ve baskıya karşı bireyler olarak hareket edebilme kapasitelerini sınırlandırır. Ve böylece üzerlerindeki baskının nedeni olan toplumsal ilişkilerin devamını da garanti altına alır. Ama bu insanların solun politik manevralarının piyonları olarak işe yaramaları için sınıflarının üyeleri olarak kalmaları gerekir. Çünkü demokratik bir yapı içinde bu tür toplumsal kategoriler baskı grupları ve iktidar blokları rolünü üstlenirler.

    Örgütsel ihtiyaçları, demokrasiyi kucaklaması, niceliksel ilüzyonu ve insanlara sadece toplumsal sınıfların üyeleri olarak değer biçmesi nedeniyle solun politik mantığı, doğası gereği kolektivisttir; bireyi bu sıfatla ortadan kaldırır. Bu durum bireylerden kendilerini solun çeşitli davalarına, programlarına ve örgütlerine feda etmelerini talep etmekle açığa çıkar. Bu talebin ardında kolektif kimliğe, kolektif sorumluluğa ve kolektif suçluluğa dair manipülatif ideolojiler yatmaktadır. “Ayrıcalıklı” bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler –“düzgün”, “beyaz”, “erkek”, “orta sınıf”, vs– bu gruba atfedilen bütün baskılardan sorumlu tutulurlar. Ardından da bu insanlar kendilerinden daha çok ezilmiş olanların eylemlerine eleştirmeksizin destek verip “suçlarını” telafi edecek şekilde davranmaya manipüle edilirler. Ezilen bir grubun parçası olarak tanımlanan bireyler de zorunlu bir “dayanışma” nedeniyle grup içinde kolektif kimliği (kızkardeşlik, siyah milliyetçiliği, eşcinsel kimliği, vs.) kabul etmeye manipüle edilirler. Grup kimliğini reddetmeleri ya da derinlemesine, radikal bir biçimde bu kimliği eleştirmeleri, içinde sayıldıkları gruplara atfedilen baskıları onayladıkları anlamına gelecektir. Aslında, kendi hayatında maruz kaldığı şekliyle baskı ve sömürüye kendi adına (veya sadece gerçekten yakınlık kurmuş olduklarıyla beraber) karşı çıkan bu birey, devletin ve sermayenin –güya “burjuva toplumunun”– bizlere dayattığı yabancılaşmış kolektif toplumsal etkinliğin asli sonucu olan atomizasyona, ayrıştırmaya ve yabancılaşmaya karşı mücadele ediyor olmasına rağmen “burjuva bireyciliği” ile suçlanacaktır.

    Toplumsal mücadeleyi fiilen politik bir program olarak kabul etmesi nedeniyle solculuk tepeden tırnağa ideolojiktir. Solun mücadelesi toplum tarafından sömürülmüş, bastırılmış, zaptedilmiş ve mahrum bırakılmış kanlı-canlı bireylerin arzularından, ihtiyaçlarından ve hayallerinden kaynaklanmamaktadır. Bu mücadele kendi hayatlarını yeniden ele geçirmek için çabalayan ve bunun araçlarını oluşturmaya çalışan insanların etkinliği değildir. Aksine insanların tek tek mücadelerinin üstünde ve önünde olan ve bu tek tek mücadelelerin tabi olmak zorunda olduğu örgütsel oturumlarda ya da solcu liderlerin kafalarında formüle edilmiş bir programdır. Sloganı ne olursa olsun –sosyalizm, komünizm, anarşizm, kız kardeşlik, Afrika halkları, yeryüzünün özgürleşmesi, hayvan hakları, primitivizm, işçilerin özyönetimi, vs.– bu program insanlara tahakküme karşı yürüttükleri mücadelelerinde kullanacakları bir araç sunmak yerine, bireylerden yöneten sınıfın tahakkümünü solcu programın tahakkümü ile takas etmelerini talep eder.

    Anarşist çaba, idealine en yakın haliyle, hayatın yeniden ele geçirilmesi temelinde varoluşun tamamen dönüştürülmesidir. Bütün ünlü anarşistlerin en şiirsel metinlerinde bu idealle karşılaşmak mümkündür; ve anarşiyi “solun vicdanı” yapan da bu niyettir. Ama bu rüyaları hayata geçirmek isteyen bir insan için, hayallerinin enginliğini ve derinliğini paylaşmayan ve paylaşamayan bir hareketin vicdanı olmanın ne anlamı olabilir ki? Anarşist hareketin tarihinde, anarko-sendikalizm ve platformizm gibi sola en yakın duran perspektif ve uygulamalar her zaman hedeflerine dair bol miktarda plana sahipken hayalleri sınırlı kalmıştır. Solculuğun politik çevrelerde, en azından Batı için, artık kayda değer bir güç olmadığı günümüzde, bu değirmen taşını boynumuzda taşımaya devam etmek için kesinlikle hiçbir neden yok. Anarşist hayallerin, halen hayal kurabilen ve kendi hayatlarının özerk yaratıcıları olmayı arzulayan her bir bireyin hayallerinin gerçekleşmesi için soldan bilinçli ve kesin olarak kopmak gerekmektedir. Bu kopuş en azından şu anlamlara gelmektedir:

    Politik bir toplumsal mücadele anlayışının reddedilmesi; devrimci mücadelenin bir program değil, aksine hayatın tamamının bireysel ve toplumsal olarak yeniden ele geçirilmesi için yapılan mücadele olduğunun kabulü. Bu mücadele doğası gereği anti-politik’tir. Başka bir deyişle içinde hayata ve mücadeleye dair kararların alınma ve uygulanma sürecinin birbirinden ayrıldığı her toplumsal örgütlenme biçimine ve her mücadele yöntemine –söz konusu karar alma sürecinin ne kadar demokratik ve katılımcı olduğuna bakmaksızın– karşıdır.

    Örgütçülüğün reddedilmesi; bir örgütün sömürülmüş birey veya grupları, toplumsal mücadeleyi, devrimi ya da anarşiyi temsil edebileceği düşüncesinin reddedilmesi demektir. Aynı zamanda programatik yapıları nedeniyle bu tarz bir temsilci rolü üstlenen bütün formel örgütlenmelerin – partiler, dernekler, federasyonlar ve benzeri yapıların– reddedilmesi demektir. Burada söylenmek istenen, devrimci mücadele için gereken özel eylemlilikleri örgütleme kapasitesinin reddi değil, örgütsel bir programın şekilciliğine tabi görev ve projeler içeren örgütün reddedilmesidir. Tecrübeyle sabittir ki, formel bir örgütün zorunlu kıldığı tek görev kendisinin geliştirilmesi ve muhafaza edilmesidir.

    Demokrasinin ve niceliksel illüzyonun reddedilmesi; bir mücadelenin gücünü belirleyen şeyin tahakkümün kurumlarına karşı bir saldırı ve hayatın yeniden ele geçirilmesine yönelik bir mücadele pratiğinin niteliksel değeri yerine, bir davanın, düşüncenin veya programın yandaş sayısı olduğu düşüncesinin reddi. Hayattan ve pratikten ayrılmış bir alan olarak her karar alma fikrinin ve dahası karar almaya dair her tür formalizasyonun ve kurumlaşmanın reddedilmesi. Bu aynı zamanda kitleleri kendine çekmeye uğraşan vaaz yönteminin de reddedilmesi demektir. Böyle bir yöntem teorik araştırmanın bir sonu olduğunu, her şeyi kapsayacak bir cevaba sahip olduğunu ve bu nedenle mesajı dışarı taşımak için –söylediklerimizle çelişse dahi– her yolun mübah olduğunu farz eder. İnsanları, kafa kafaya verip arayışlarını birlikte sürdüreceği yoldaşlar yerine, konumunu onaylayan takipçiler aramaya sevk eder. Bir başkasının projelerini uygulamaya çalışmak yerine, kişinin kendi düşüncelerini, hayallerini, isteklerini elinden gelen en iyi haliyle hayata geçirmesi ve böylelikle samimi ilişkiler geliştireceği ve isyan pratiğini yayacağı kafa dengi kişilerle buluşması.

    İktidardan talepte bulunmanın reddedilmesi; bunun yerine doğrudan eylem ve saldırı pratiğini seçmek. Kendi hayatlarımızı belirleme isteğimizi sadece, en iyi ihtimalle kapitalist toplumsal düzen içinde zararsız, geçici iyileştirmeler sunacak olan aşamalı talepler vasıtasıyla hayata geçirebileceğimiz fikrinin reddedilmesi. Topluma bir bütün olarak saldırma, yıkılmak zorunda olan bu bütünselliğin içindeki tikel her mücadelede pratik ve teorik bir farkındalık oluşturmak. Böylece tikel toplumsal mücadelelerde neyin devrimci potansiyel taşıdığını –neyin talep ve aşamalı değişim mantığının ötesine uzandığını– görme yeteneğine sahip olmak. Çünkü, ne de olsa, radikal, asi her kopuşun ilk kıvılcımları kısmi istekleri elde etme çabası ile başlayan ama uygulamada isteneni talep etmekten çıkıp onu ve daha fazlasını ele geçirmeye uzanan mücadeleler tarafından çakılmıştır.

    İlerleme düşüncesinin reddedilmesi; şeylerin mevcut düzeninin çaba sarf ettiğimiz takdirde daha ileri, hatta muhtemelen ideal haline dek taşıyabileceğimiz, süregiden bir ilerlemenin sonucu olduğuna dair yöneticilerin, onların sadık reformistlerinin ve “devrimci” muhalefetin “ilerleme” diye adlandırdığı mevcut rotanın, doğası gereği bireysel özgürlüğe, özgür biraradalıklara, sağlıklı insan ilişkilerine, yaşamın bütünlüğüne ve gezegenin kendisine zararlı olduğunun kabulü. Bu döngünün kırılması gereğinin ve tam otonomi ve özgürlük istiyorsak yeni yaşam biçimlerinin ve uzantılarının geliştirilmek zorunda olduğunun kabulü. (Bu kabul illa ki teknoloji ve uygarlığın mutlak olarak reddedilmesine yol açmaz ve böyle bir reddediş solla kopuşun alt sınırını oluşturmaz, ama ilerlemenin reddedilmesi kesinlikle uygarlık ve teknolojinin, özellikle de endüstriyalizmin ciddi ve eleştirel bir biçimde incelenmesi ve sorgulanması yönünde bir isteklilik anlamına gelir. Böyle bir sorgulama başlatmak için isteksiz olanlar büyük ihtimalle ilerleme mitine bağlı kalmayı sürdürürler.

    Kimlik politikalarının reddedilmesi; çeşitli grupların kendi üzerlerindeki baskıya özgü ayrı mahrumiyetler yaşıyor olmasına ve tahakkümün nasıl işlediğini tam olarak anlamak için bu kendine özgü durumun analiz edilmesi gereğine rağmen asıl mahrum bırakıldığımız şeyin her birimizin bireyler olarak diğerleriyle özgür ilişkiler içinde kendi hayatlarımızı kendi terimlerimizle yaratma yeteneğimizin çalınması demek olduğunu kabul etmek. Hayatın toplumsal seviyede olduğu gibi bireysel seviyede de tam anlamıyla ele geçirilmesi, ancak kendimizi esas olarak toplumsal kimliklerle özdeşleştirmeye son verdiğimizde gerçekleşebilir.

    Kolektivizmin reddedilmesi; bireyin gruba tabi kılınmasına dair kolektif sorumluluk ideolojisinin reddedilmesi. (Bu reddediş toplumsal ya da sınıfsal analizlerin reddi anlamına gelmez, ama bu tür analizlerdeki ahlaki yargıyı siler ve bireyleri, onların da bir parçası oldukları söylenen ama kendi seçimleri olmayan –“Yahudi”, “çingene”, “erkek”, “beyaz”, ve benzeri– bir toplumsal kategori adına yapılan ya da böyle bir kategoriye atfedilen icraatler nedeniyle suçlamaya yönelik tehlikeli pratiği reddeder.) Kişinin baskı gören belli bir gruba “ayrıcalıklı” ya da farazi üyeliği nedeniyle bir mücadele ya da hareketle eleştirmeksizin dayanışması gerektiği düşüncesinin reddedilmesi ve böyle bir anlayışın herhangi bir önemli devrimci süreç için büyük bir engel teşkil ettiğinin kabulü. Kolektif proje ve eylemlerin katılımcı bireylerin arzularına ve ihtiyaçlarına hizmet etmek için yaratılması, bunun tersi için değil. Sermayenin dayattığı temel yabancılaşmanın gene sermaye tarafından teşvik edilen hiper-bireyci herhangi bir ideolojiye dayanmadığı, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için bizlerin yaratıcı bireysel yeteneklerine elkoyan kolektif üretim projesinden kaynaklandığının kabulü. Devrimin en önemli amacının hayatın bireysel ve toplumsal anlamda yeniden ele geçirilmesi temelinde her bireyin, kendi seçtiği kişilerle özgür biraradalıklar oluşturarak varoluş koşullarını belirleyebilme özgürlüğüne sahip olmak olduğunu kabul etmek.

    İdeolojinin reddedilmesi; yani hizmet edilmesi gereken bir yapı olarak hayatın ve bireylerin üzerinde konumlandırılan her programın, düşüncenin, soyutlamanın, idealin ve teorinin reddedilmesi. Bu nedenle Tanrının, Devletin, Ulusun, Irkın ve benzerlerinin olduğu gibi, kişinin kendisini, arzularını, hayallerini feda etmesine yol açan ideallere dönüştükleri takdirde Anarşinin, Primitivizmin, Komünizmin, Özgürlüğün, Aklın, Bireyin vs reddedilmesi. Fikirlerin, teorik analizlerin, muhakeme yeteneğinin, soyut ve eleştirel düşüncenin kişilerin amaçlarını gerçekleştirmesine, hayatlarını yeniden ele geçirmesine ve bunun önünde duran her şeye karşı durabilmesine yardımcı olan araçlar olarak kullanılması. Kişinin sürekli sorgulayarak ya da teorik araştırmalar yoluyla gerçeklikle yüzleşmek için gösterdiği gayreti körelten kolay cevapların reddedilmesi.

    Bana göre bunlar solla gerçek bir kopuşu oluşturmaktadır. Bu reddiyelerden birinin –teoride ya da pratikte– eksik olması halinde solun artıkları baki kalmış demektir ve bu bizlerin özgürleşme projesi için bir engeldir. Soldan kopmak anarşinin pratiğini politikanın sınırlarından kurtarma ihtiyacından kaynaklandığı için kesinlikle ne sağı ne de politik yelpazenin bir başka kanadını kucaklamak anlamına gelmez. Aksine hayatın tamamen dönüştürülmesine yönelik bir mücadelenin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmesi amacı güden kolektif bir hareket içinde her birimizin hayatlarını ele geçirmesine yönelik bir mücadelenin, hizmet etmemizi isteyen politik programlar, “devrimci” örgütler ve ideolojik yapılar tarafından sadece ve sadece baltalanacağının farkına varmak. Çünkü, tıpkı devlet ve sermaye gibi bunlar da hayatlarımızın bizlere ait olduğundan hareket etmek yerine hayatlarımızın idaresini kendilerine vermemizi isterler. Politikanın dar sınırlarına hapsedilemeyecek kadar engin hayallerimiz var bizim. Solu geride bırakıp isyanın bilinmezliğine ve iradi olarak dolu dolu hayatlar yaratmaya giden neşeli yolumuza yöneleli beri çok zaman geçti.

  5. Bir eylem tamamen pasif ve barışcı olamaz mı yani? Evet ben de oradaydım, o taş atan gençlerin çoğu provakatör değildi, ama taş atan polis de gördüm. Polis neden taş atılmasını istiyor? Neden duygularımızı kontrol edemeyip polisle aynı amaca hizmet ediyoruz? Kırmızılı, siyahlı kadınlar suyu sıkan polislere saldırsalardı aynı etkiyi yaratabilirler miydi? Amaç ne? Bence küflenmiş eylem stratejileri meydanlardaki insanlara çok uymayacaktır.

  6. söyleidiklerinizde haklı noktalar olmakla birlikte genelleştirmek hata olur. Kitleden kopuk olmayan, hatta tersine kitlenin talep ettiği özsavunma eylemlerinin polisi bozguna uğrattığı ve püskürttüğü de görülmüştür. 31 Mayıs-1 Haziran direnişinin başarısı biraz da böyle bir eylemin ürünüdür.

  7. Sınıfsal mantık işlemeye devam ediyor. Görebilenler görüyordur. Gezi eylemleri, ülkeyi iki bloka böldü: İsyan edenler ve yasa-düzen yanlıları. Yasa ve düzen yanlıları Gezi’nin rövanşını alabilmek için daha da etkin olmaya başladılar. Şimdilerde hiç bir “istikrarı bozucu” ses çıkmaması için duran adamlardan, bikinili kıza kadar her gösteriyi aşağılamaya sindirmeye çalışıyorlar. Karanfilli gösterimiz bile dağıtıldıktan sonra şu AKPlilerin söylediklerini üstüste koysak absürtlüğün kitabını yazmış oluruz.

    Bence kimlerin istikrar istediği çok açık; esnaflar, küçük iş sahipleri, borsacılar, müteahhitler, taksiciler, kendisini piyasanın insafına bırakmış küçük işletme çalışanları vs. Mesela taksicilerin 3. havaalanı için can attıkları malum. Kurguları şöyle; “Dünyanın en büyük havaalanı kurulacak, böylelikle bütün Avrupaya aktarma yapan Almanya artık bu üstünlüğünü bize kaptıracak. Sonra da gelsin yolcular… Almanya onun için bu gösterileri kışkırtıyor.” vs. İşte klasik küçük burjuvazinin ülkeye bakış açısı bu: Kendisinin geliri yükselsin de isterse kıyamet kopsun. Esnaf kafalılık tam da bu.

    Parlamenter taktikleri savunanlar, yani cemaatle Tayyip arasındaki çelişkiden medet umanlar, Abdullah Gül’den merhamet dilenenler boşuna kasıyor bana kalırsa. Bu adamlara ülkeyi TOMAkrasiyle yönetemeyeceklerini göstermek gerek.

    Tabi, kendilerini piyasanın insafına bırakmış, en küçük örgütlülüğe bile hayır diyen çalışan sınıftan insanlara ne biz, ne piyasalar ne de ufuktaki kriz acımayacak. Onun için bir an önce, bitmeyecek gösterilerin bitmesini dilemek yerine, boş istikrar isteklerini dillendirmek yerine, örgütlenmeyi denemeye başlamamlılar. Korkunun ecele faydası yok.

Comments are closed.