Adorno’nun ünlü, “toplumsal yazgı ile bireysel yazgı iç içe geçer” sözünün geçerliliğini en derinden hissettiğimiz günlerde yaşıyoruz. Acının düğümünü her an gırtlağımızda hissediyoruz. Toplumsal olaylar küçük bireysel mutluluklar yaşamamıza bile izin vermiyor. Biraz neşelenelim, gülelim desek toplumun ufuklarında beliren kara bulutlar anında üstümüze çullanıyor. Doğrudan bireysel dertlerimizden bağımsız bir toplumsal sıkıntıyı ve yürek burkulmasını yaşamımızın her anında hissediyoruz artık. Bazen, “içim neden sıkılıyor” diye düşünüyoruz, sonra, “öyle ya Soma” diyoruz, “Tabii ki, Mehmet İstif, ağzına sıkılan biber gazından dil kökü kanseri olup ölmedi mi”, “ha tabii, Okmeydanı”, “evet evet, cemevinde taziyeye geldiğinde polislerin açtığı ateşle vurulan Uğur Kurt, “Rojava’dan dönerken askerlerin açtığı ateşle iki gözünü birden kaybeden on üç yaşındaki Ali Özdemir”, “şu polislerin arkasında, yerlerde kanlar içinde yatan Ayhan Yılmaz. Sessiz sedasız nasıl da gitti garibim”, “kocasının gadrine uğrayan bir kadın cinayeti daha mı…” diye iç çekiyoruz. TV kanallarından kaçıyoruz, sosyal medyada fazla kalmak başımızı ağrıtıyor. Artık kaçıp gizleneceğimiz küçük bireysel yaşam limanlarının da kalmadığını hissediyoruz. Ve birinin televizyondan şöyle seslendiğini duyuyoruz: “Eğer ben diktatör olsaydım…”
Böyle bir savunmaya kim kalkışır? Elbette gerçekte diktatör ya da üzerinde diktatörlük şaibesi olanlar. Örneğin geçmişte Kenan Evren…
Bu diktatörlük meselesini netleştirmek gerekiyor. Öncelikle şunu kaydetmekte fayda var: Sınıfsal anlamda bütün kapitalist düzenler bir diktatörlüktür. Yani burjuva demokrasisiyle yönetilen, diyelim ki, Fransa, yönetim tarzı burjuva demokrasisi olan bir burjuva diktatörlüğü düzenidir. Çünkü bu düzen burjuva sınıfının çıkarlarına göre düzenlenmiştir, hatta burjuva demokrasisi de bu burjuva diktatörlüğünün yürütülmesinin aracıdır. Burjuva demokrasisi, temeldeki burjuva diktatörlüğünü yönetecek burjuva partilerinin arasındaki yarışmayı düzenler. Elbette bu düzen, objektif yasalarıyla, bu yarışa her türlü partinin katılmasına el verir ama temeldeki burjuvazi egemenliği, diyelim ki, burjuvazinin olmayan bir parti bile seçimle iktidara gelecek olsa, ona bu düzeni değiştirme şansı tanımaz. Bu parti, ya bu deveyi güdecektir (yani kapitalizmin çarklarını çevirecektir) ya da bu diyardan gidecektir.
Burada tartışılan, temeldeki sınıfsal diktatörlük değil, siyasi ve toplumsal alanda tek kişiye ya da tek partiye sınırsız ölçüde hâkimiyet tanıyan siyasal diktatörlüktür.
Bu tür diktatörlükler de aslında tek bir kategoride kolay kolay toplanamazlar. Bunların da çeşitleri vardır: Totaliter tek kişi diktatörlükleri, totaliter tek parti diktatörlükleri ya da askeri diktatörlükler; otoriter, parlamentolu ya da plebisiter diktatörlükler gibi.
1930’lu yıllar tek partili ideolojik-totaliter diktatörlükler devri olarak görülebilir. İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm, İspanya’da Franko rejimi, Sovyetler Birliği’nde Stalinist diktatörlük, Türkiye’de ulus-devletçi, modernist tek parti diktatörlüğü bu döneme damgasını vurmuştur. Bu rejimlerin aşağı yukarı hepsinde katı bir ideolojik yönelime bağlanmış tek partinin diktatörlüğü söz konusudur.
1950’lerde, Nazi ve faşist rejimlerin yıkılmasından sonra, ABD’nin güdümündeki parlamentolu oligarşik diktatörlükler ve Sovyetler Birliği’nin güdümündeki kurucu tek parti rejimleri döneme damgasını vurdu. ABD’nin güdümündeki oligarşik diktatörlükler, her ne kadar seçimle iktidara gelmiş gibi gözüküyorlarsa da aslında halkı ordu ve polis gücüyle sindirmiş otoriter diktatörlüklerdi. Örneğin o dönemde, Küba’daki Batista diktatörlüğü ve Dominik Cumhuriyetini uzun yıllar yöneten Trujillo diktatörlüğü, bu tür otoriter diktatörlüklerdi. Aynı soğuk savaş döneminde ABD ile SSCB bloklarının dışında kalan ve “Bloksuz ülkeler” adı verilen ülkelerde de, Türkiye’nin tek parti rejimine benzer tek parti diktatörlükleri kurulmuştu. Bunlar da, Türkiye’deki Kemalist diktatörlük gibi kurucu diktatörlüklerdi ve bir ulus-devlet inşasını önlerine görev olarak koymuşlardı. ABD’den çok SSCB’ye yakın bir konumda bulunuyorlardı. Bu ülkelerde, Latin Amerika’daki oligarşik diktatörlüklerden farklı olarak, bir seçim oyunu bile oynanmıyordu, daha doğrusu, yapılan göstermelik bazı seçimlerde ikinci bir partinin yarışmasına ya da göstermelik bir basın özgürlüğüne bile izin verilmiyordu. Oligarşik diktatörlüklerdeki paranın gücünün yerini, bu tür tek parti diktatörlüklerinde doğrudan ordu gücü almıştı.
1970’li yıllarda, özellikle Latin Amerika’da oligarşik diktatörlüklerin halkın özgürlük mücadelesine karşı yeterince dayanıklı olmadığı anlaşılınca, bu sefer yine ABD’nin desteğindeki askeri darbe rejimleri (Arjantin, Şili) ön plana çıktı. Bu tür ABD destekli askeri darbe rejimlerinin ilk belirgin örneği, 1967 yılında Yunanistan’da kurulan albaylar cuntası rejimi, son örneği de Türkiye’deki 12 Eylül askeri rejimiydi. ABD ve bu ülkelerdeki oligarşiler, halkların özgürlük mücadelesiyle baş edemedikleri noktada, oligarşik diktatörlüğün görüntüsel parlamentosunu da ortadan kaldırıp ya da askıya alıp yerine doğrudan askeri dikta rejimleri getiriyorlardı. Bu askeri rejimler bir süre “ortalığı temizledikten” sonra, genelde iktidarı yeniden oligarşinin göstermelik parlamenter diktatörlüğüne devrediyorlardı.
Bu arada, SSCB’nin desteğiyle bir süre için dinamik ve “ilerlemeci” bir görüntü veren ulus-devletçi ve kurucu tek parti diktatörlükleri, SSCB’nin dünya hegemonyası mücadelesinde gerilemesi ve içine kapanmasıyla uluslararası desteklerinden yoksun kalınca iyice çürüme yoluna gittiler ve halk üzerindeki baskılarını daha da arttırdılar. 1990’lı yıllarda SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte hiçbir tutamakları kalmadı ve bunlar, çoğunlukla ABD ve batının desteğiyle ya da doğrudan işgaliyle veya müdahalesiyle (Irak, Libya) ortadan kaldırıldılar.
Bir yandan askeri diktatörlüklerin sona ermesi, bir yandan da eski tek parti rejimlerinin teker teker yıkılmasıyla ve kapitalizmin neoliberalizm çağının egemen olmasıyla birlikte, batılı burjuva diktatörlüklerinin ya da burjuva demokrasilerinin (ikisi de aynı anlama gelir) dışında dünya çapında hâkim rejim türü, parlamentolu ya da parlamentosuz (Çin) mafyatik-oligarşik-otoriter diktatörlükler oldu. Bu diktatörlüklerin özellikleri şunlardır:
* Parlamentolu-otoriter diktatörlük rejimlerinde görünürde partiler ve “serbest” seçimler vardır. Ancak bu düzenlerde her şey paranın hâkimiyetine ve dolayısıyla baştaki sömürücü mafyatik oligarşinin hâkimiyetine dayandığından egemen oligarşik partinin diktatörlüğünü seçim yoluyla değiştirmek aşağı yukarı imkânsızdır.
* Bu mafyatik-oligarşik rejimlerde görünüşte, burjuva demokrasilerinde olduğu gibi bir “basın ve söz özgürlüğü” vardır. Ancak gerçekte her şey baştaki oligarşik azınlığın parasal gücüne bağlıdır. Dolayısıyla basındaki aykırı sesler titizlikle ayıklanır ya da susturulur. Olmadı, Rusya’da olduğu gibi, susturulamayan gazeteciler mafyatik oligarşinin gizli ya da açık infazları yoluyla saf dışı bırakılır.
* Bu rejimlerde görünüşte batılı burjuva rejimlerindekine benzer bir hukuk sistemi varmış gibi görünür, fakat esasında burjuva demokrasilerindeki “kuvvetler ayrılığı” bile fiilen yürümez hale getirilmiş ve hukuk, oligarşik diktatörlüğün otoriter çıkarlarına sıkıca bağımlı hale getirilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, oligarşik diktatörlüklerin, Mısır’da ya da son günlerde Tayland’da örneği görüldüğü gibi, halkın mücadelesiyle işlemez hale geldiği ve derin bir krize düştüğü durumlar olabilir. Böyle durumlarda emperyalist-kapitalist sistemin global “çare” ya da “çözümleri” gündeme gelir ve geri planda bekleyen ordu uzun ya da kısa vadeli olarak iktidara el koyar, düzenlemeler yapar, ABD’nin ve batılı ülkelerin desteğiyle iktidarı yeniden oligarkların otoriter rejimlerine devreder.
Kavranması gereken en önemli nokta şudur: Artık günümüzdeki global kapitalizm koşullarında, Kuzey Kore gibi birkaç ülkenin dışında, su sızmayan, otarşik totaliter rejimler kalmamıştır. Çin’i bile, tek parti rejimine rağmen, dünya global kapitalist ekonomisiyle karmaşık ilişkilerinden dolayı Kuzey Kore gibi otarşik bir totaliter diktatörlük olarak değil, geneldeki oligarşik-otoriter diktatörlükler kategorisinde ele almak daha doğru olur gibi geliyor bana. Günümüzde, batının dışındaki genel trend, seçimli ve parlamentolu, hatta “serbest medyalı” otoriter-mafyatik-oligarşik diktatörlük rejimleridir. Esas olan budur.
Dolayısıyla, Türkiye’deki AKP diktatörlüğü de bu tür rejimler kategorisinde yer alır. Buradaki oligarklar, parasal güçlerine dayanarak halk üzerindeki diktatörlüklerini halkın “onayı”yla sürdürürler. Diktatörlüklerini ayakta tutan aşırı kârlarını büyütmek için maden işçilerini ölüm kuyularına maden işçilerinin “onayı”yla, hatta ısrarıyla sürerler. Kendi oligarşik diktatörlüklerini, parasal güçleriyle yarattıkları karton bir medyanın borazanlığı ile sürdürürler. Buna ayak uydurmayan medya patronlarını tehdit ederler, daha olmadı vergi denetimleriyle yıldırma yoluna giderler. Burjuvazinin kendilerine direnen kesimlerine kredi sistemleriyle, vergi denetimleriyle ve ihale ayarlamaları yoluyla diz çöktürürler. Hukuksal alanda yeniden ve yeniden düzenlemeler yaparak hukuku kendi diktatörlükleri için dikensiz gül bahçesi haline getirirler.
Bu sistem onlar için çok elverişlidir. Çünkü onlara, “ben diktatör olsaydım… ortalıkta dolaşabilir miydin, bana diktatör dediğin halde hâlâ dışarıda olabilir miydin ya da yaşıyor olur muydun” deme olanağını sağlar.
Bunu kim söylüyorsa, hiç tereddüt etmeden, onun günümüzün diktatörü olduğuna karar verebiliriz.
Gün Zileli
26 Mayıs 2014
guzel bir yazi
oligarşik azınlığın parasal gücünü kesmek ve sivil diktayı yıkmakla ilgili somut çözüm önerisi de yazmalı idin gün abi… gezi direnişinin yıl dönümü yaklaşırken.
bu yazıda çözüm önerileri yer almadı Tolga. Artık bir başka yazıda…
gün; aşağı yukarı her yazından sonra 3-5 arkadaş ”somut çözüm önerisi yazmıyosun” diye sitemkar oluyorlar. doğrusunu söylemek gerekirse benimde beklentim o.. tabi somut çözüm yazmakda öyle kolay bişey değil.. aslında diktatöre karşı çözüm belli.. yazsan; olaylar o doğrultuda gelişmez se vay haline.. günde bin kez bin arkadaş kafana kakar; sen böyle demedinmi?
iyi de kronoloji takip ediyosun. beklentileri karşılıyosun.
kolay gelsin.. saygılar..
RTE’nin bu sözleri, M.Kemal’in “Ben diktatör olsaydım bana bu soruyu soramazdınız.” sözünü hatırlatıyor.
ben diktatör olsaydım bana bu soruyu soramazdınız
stalin’in 1942 yılında toplanan sovyet kongresi’nin sonunda moskova aile çay bahçesinde, öğretmenlerden birinin “hocam! birçok avrupalı muharrirler yazdıklarında, eserlerinde sizi diktatör diye nitelendiriyorlar. buna ne buyurursunuz?” sorusuna cevap falan vermeyip sözkonusu öğretmenin kafasını ortadan ikiye böldürdüğü de bilinmektedir. daha sonra da “bakın ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. benim diktatör olmadığıma şuradan karar veriniz, ben diktatör olsaydım bunu hemen burada, çay bahçesinin ortasında yaptırır mıydım. önce bir mahkeme kurar, arkadaşı yalandan yargılar, sonra kılıfına uydurur astırırdım” demiştir. bence çok daha samimi ve sevimli bir yaklaşım.
https://eksisozluk.com/entry/20842611
böyle bir olay olduğunu sanmıyorum. Fıkra olmalı.
“Ben diktatör olsaydım devleti feshederdim.” 🙂
Bakunin
Tabii Bakunin’in böyle bir sözü yok. Bu söz daha çok “devlet ilerde sönümlenecek” diyen Marksistlere uyuyor.
Bir de Tayyip’e lâf ediyorlar…
Bir siyasi liderin düşünsel yapısını değerlendirirken, günün siyasi gereklerine göre yoğrulmuş birtakım bilinçli formülasyonlardan çok, bunların arkasındaki zihniyete ışık tutan ipuçlarını araştırmak bazan daha aydınlatıcı olabilir. Nutuk, bu açıdan zengin derslerle doludur.
Nutuk‘ta ilk dikkati çeken nokta, Milli Mücadele sırasında ve sonrasında herhangi bir nedenle ve herhangi bir ölçüde Gazi’nin emir ve iradesine karşı çıkmış olan istisnasız herkesin, vatan haini, satılmış, özel çıkarlar peşinde koşan, ya da en hafifinden gayrıciddi veya aptal kimseler olarak sunulmalarıdır. Dürüst, vatansever, ve az çok zekâ sahibi oldukları halde kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeyebilecek kişilerin varlığı, reisicumhurun kabul ettiği ihtimaller arasında bulunmaz.
Atatürk’ün, görüş veya eylemlerini tasvip etmediği kişiler için Nutuk‘ta kullandığı deyimlerin bazıları şöyledir:
“Bedbaht”,
“insanlık evsafından mahrum”,
“şuuru milliyi felce uğratmak”,
“hainane teşebbüsat”,
“menfi ruhlu kimseler”,
“zavallılar”,
“zevatı malumenin hıyaneti”,
“zatı gafil”,
“her türlü habaset ve hıyanet ve acz ü meskenet”,
“şeytanetkâr tedbirlerle milleti iğfal etmek”,
“şahsi hırs ve menfaat veya hiç olmazsa cehalet”,
“aciz zavallılar”,
“akıl ve ferasetlerindeki mahdudiyet”,
“tab’ ve ahlaklarındaki za’ıf ve tereddüt”,
“milleti zehirlemek”,
“akl-ı eblehfiribane”,
“milleti iğfal ve meskenete irca maksadı güdenler”,
“nazır diye toplanmış birtakım sebükmağzan”,
“alçak bir padişahın deni fikirleri”,
“heyeti fesadiye”,
“ahlaksızlıklarıyla tanınmış eşhas”,
“sakim ve hayvanca bir düşünce”,
“bihissü idrak insanlar”,
“eblehane, echelane ve miskinane hareket”,
“miskin ve adi”,
“düşman aleti”,
“teşebbüsatı melanetkârane”,
“fesat tohumları”,
“eşhası muzırra”,
“hafif”,
“memleketi baştan başa ateşe vermek için olanca vüs u gayretiyle çalışmak”,
“maksadı mahsusu hainane ile teşkil edildikleri mevsuk”,
“menhus zevat”,
“korkak”,
“namus ve mukaddesat hakkında laubali ve gayrıhassas”,
“cebin, imansız, cahil”,
“çirkin gururlarını tatmin”,
“ikbal, haset, vehim ve ila gibi avamil ile hareket edenler”,
“hayasızlık”,
“adi bir mahluk”,
“paralı uşak”,
“millet meclisine kadar girebilmiş vatansızlar”,
“hayasız, hadnaşinas, küstah ve boğaz tokluğuna düşman casusluğu yapacak kadar pest ve erzil tıynette”,
“aciz ve korkak insanlar”,
“müfsid mikroplar”,
“sefil”,
“idrak ve vicdandan yoksun”,
“mülevves bir tahtın, çürümüş, çökmüş ayakları”,
“aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk”,
“pespaye”,
“bir vehim ve hayal için Türk halkını mahvetmek isteyenler”,
“alçakça ve caniyane maksat”,
“gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet”.
Burada sözü edilenlerin ezici çoğunluğu, ilginçtir ki, Milli Mücadeleye Mustafa Kemal ile birlikte atılmış ve o mücadelenin en ön saflarında yer almış, ancak bazı konularda farklı görüşlere sahip oldukları için Gazi’yle yolları ayrılmış olan insanlardır. Nutuk‘un en sert polemikleri, bir yanda başta Rauf olmak üzere, Karabekir, Refet, Mersinli Cemal, Cafer Tayyar ve Nureddin Paşalar ve Celaleddin Arif Bey gibi Milli Mücadele önderlerine, diğer yanda Ahmet İzzet, Ali Rıza Paşalar gibi İstanbul hükümetlerinde Milli Mücadele yandaşları olarak tanınmış olan kişilere yöneltilir. İkinci planda ise, ülkenin çıkarına en uygun hareket tarzının ne olduğu konusunda, şu ya da bu gerekçeyle Milli Mücadelecilerden farklı düşünen kişiler vardır. Üstelik nutkun söylendiği tarihte bu insanların tümü iktidardan uzaklaştırılmış, birçoğu yurt dışına sürülmüş ve bazıları idam edilmiş bulunmaktadır. Yani, sıcak bir mücadelenin belki bir ölçüde haklı göstereceği bir şiddet veya infial burada sözkonusu değildir. Daha çok Gazi’nin mütehakkim kişiliğinden gelen bir tahammülsüzlük ağır basmaktadır.
Türk siyasi hayatına İttihat ve Terakki ile giren ve cumhuriyet döneminde süren bu üslup günümüzde de etkisini kaybetmiş değildir.
http://www.derindusunce.org/2009/04/02/tayyip-nutuk-kemalizm/
yemeklerinizde iki tutam stalin olmasa olmuyor mu? 🙂
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dogu-perincek/41580-dogu-perincek-sopasi-olmayan-diktator-olamaz.html
http://birgun.net/yazi-goster/selcuk-candansayar/26-5-2014/zorba-nasil-korkutulur-2730.html
olmuyor. Çünkü konu totaliter diktatörlükler.
Ben daha iyi diktatör olurum demek istemiş. 🙂
Bildiğim kadarıyla Aydınlıkçıların tarihinde hiç silahlı kadrosu olmamış. Ordu, polis desen zaten İP’ye tam güvenmezler. İlerde İP iktidara gelse bile iktidar onu at misali sırtından atar. Yani demem o ki Perinçek’in de sopası yok 😀
Gel de bunu Robespierre karikatürü D. Perinçek’e anlat!
“diktatör mü değil mi” tartışmasını bir de şu açıdan ele alır mısınız: rte’ye diktatör diyenlerin bir kısmı, ki içlerinde solcu ip, tkp gibileri de var, suriye diktatörü esad’ı kahraman sayıyorlar. bu çelişkiye değinmeden bırakmanızı manidar bulmak istemiyorum. 🙂
rte’nin diktatör olup olmadığı tartışmasını günümüzde ilginç ve polemikli kılan asıl husus bu çünki. mesele rte’nin diktatör olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı değil; zaten nasılsa bütün burjuva devletleri sınıfsal olarak diktatörlüktür. rte’nin hakim olduğu bugünki düzende serbest seçimler yapılabiliyor ve siyasî mücadele nispeten serbestçe verilebiliyor. onun ötesinde ister diktatör olarak tanımlayın, ister tanımlamayın.
ama asıl polemikli olan kısma gelince, rte’nin diktatör olarak tanımlanması günümüzde bir kutuplaşmanın simgesel önemdeki belirleyicisi olmuş durumda. esad’a, putin’e, çin’deki ve kuzey kore’deki rejime tek kelime laf edemeyenlerin korosuna mı katılmaya sevkediyorsunuz bizi?
ya da daha geniş olarak soracak olursam, berkin’in ölümüne karşı alanlara çıkıp, burakcan’ın ölümünü sessiz bir olgunlukla geçiştirenlerin safına mı katılmamızı istiyorsunuz?
bir kere, kendi adıma, sözünü ettiğiniz diktatörlüklere karşı yeri geldiğinde her zaman sesimi yükseltmişimdir. Bu yazıda da aynı perspektif vardır. Bir ülkede seçim olması orada siyasi anlamda diktatörlük olmadığını göstermez. İP’in RTE’ye diktatör dediği konusunda yanılıyorsunuz. Yukarıda bir arkadaş D.P.’nin yazısını yollamış, onu okuyunuz. Burakcan ise, akp’nin kurbanıdır ne yazık ki. Berkin Elvan’ın öldürülmesine toplumun duyduğu büyük öfkeyi dengelemek için o çocuğu bile bile ateşe sürdü akp. Bunun hesabını, desteklediğiniz akp’nin yöneticilerinden sormalısınız.
Koşa koşa Atatürk’ten örnek veren insanların akp’nin gelirken ilk döneminde ab ve daha da demokratikleşme vaadi verdiğini unutmayı seçmesine diyecek ne var ki.
şu nokta siz atatürk’e atıf yaparak ya o dönemin bu dönemden daha iyi olduğunu ya da türkiye’nin 75 senedir ilerlemediğini söylemektesiniz. bence ikisi de varmak istediğiniz sonuçlar değil. ancak kafa çalışmayınca yazılan yazılar insanın kendini yenmesine yol açar.
atatürk’ün nutuk’ta ne dediğine değil de hakaret sayısına bakan adamların akp döneminin yükselişine destek vermiş olması da olayın diktatörlükte olmadığını anlatmaya yeter.
hem atatürk’ü hem de bu dönemi hakkıyla eleştirenleri bu yazdığımdan ayrı tutuyorum. ancak bugün dahi nutuk’tan hakaret ayıklayan kafa, türkiye’ye başkanlık sistemi önermektedir.
travmalarını ülkeye mal eden adamların yediği yetmez ama evet hapı yetti. yetti de arttı.
hayatım boyunca kemalist olmadım, üzerine kemalizme karşı engelleyemediğim bir alerjim de var.. ancak tayyip’in zorbalığına mazeret üretmek için nutuk’u ve kemal’in yaptıklarını imdada çağırmak şark kurnazlığının dik alasıdır. 2014 ylındayız. dünyanın nerede olduğunu görecek kadar kafanız çalışmıyor olamaz, belli ki art niyetlisiniz. örnek vereyim, 1920’lerde dünyada idam cezasının olmadığı tek bir ülke yoktu. bugünse idam cezasının insanlık dışı bir uygulama olduğuna dair çok genel bir kabul var. bu yaklaşımlar tayyip’in çıkıp kürsülerden ismet inönü döneminde ekonomi kötüydü demesine ya da soma cinayetini 1860’taki kazalarla kıyaslamasına benziyor. işte sapla samanı karıştırmak müzmin bir liberal ve dinci hastalığıdır.
“Kemalizm’e değil sadece AKP’ye karşı olmak gerekir, çünkü o dönem bitti, üzerinden 75 yıl geçti”
demekle
“İslam’a değil sadece Kemalizm’e karşı olmak gerekir, çünkü o dönem bitti, üzerinden 1400 yıl geçti”
demek arasında hiçbir fark yoktur.
İkincisi, Kemalizm bitmedi, hala iktidarda. Türkiye Kemalizm’i atmıyor, Kemalizm safra atarak hakimiyetini pekiştiriyor. Devletle Kemalizm arasında bir çatışma yok. Varolan uyuşmazlık sadece Kemalist kadrolar arasındadır, bu türden bir uyuşmazlık Türk siyasetinde yeni değildir. Hepsi aynı ölçekte Kemalist birden fazla partiden oluşan Türk siyasi yelpazesi bir nevi tali uyuşmazlık sayılabilecek gruplaşmalara her zaman sahne olmuştur. Buna karşılık Türk siyasi partileri arasında esasta bir uyuşmazlık hiçbir zaman vaki değildir.
ama sayın gün hocam, ben sizin başka ülkelerin diktatörlerine söz etmediğinizi söylemedim. ben sizin, buradaki “diktatör”ü yerden yere vururken, başka ülkelerin diktatörlerini “boyun eğme”meye çağıran sol(!)cuların bu durumundaki çelişkiye değinmediğinizi belirttim.
siz evet, tüm diktatörlüklere karşısınız elbette. aksini düşünemem bile. ama asıl konu olan bu değil. asıl konu ve asıl ilginç olan, bizdeki “diktatör tayyip” veya “padişah tayyip” kampanyasını başlatıp yürütenlerin, diktatörlük konusundaki sicilleri ortadayken,içinde sizin de yer almaktan geri durmadığınız böylesi bir kampanyanın akla getirdiği soru işaretleri olsa gerek.
“bir ülkede seçim olması orada diktatörlük olmadığını göstermez.” doğru. tek ölçüt seçim değildir. suriye’de de seçim var, kuzey kore’de de. ama iktidardaki grup oyların yüzde 90 küsurunu alıyor daima.
bir ülkede seçim olması tek ölçüt değildir ve diğer ölçütlere de bakılır. farklı görüşlerden siyasî partiler var mı ve rahatça politik çalışma yapabiliyor mu? bu ölçüte göre bizde diktatörlükten söz etmek insafsızlık olur. “komünist” parti de var, kürd hareketinin yasal uzantısı parti de var, hüdapar diye dinci bir parti bile var. en son adında “kürdistan” olan bir parti bile kurulabildi.
ve sizler, diktatörlükten söz ediyorsunuz!..
seçimlere katılabiliyor ve diledikleri gibi siyasî çalışma yürütebiliyorlar. ama aldıkları oylar yüzde birkaçı bile bulmuyor. kusura bakmayın ama bunun diktatörlükle ilgisi olamaz. 🙂
en az oyu alıp sesini bu kadar çok çıkaran başka bir kesim var mıdır dünyanın başka bir ülkesinde?
tabii ki çıkarsınlar… da, işte, kaale alınmayınca da kimseyi suçlamasınlar.
burakcan’ı öldüren katil örgüt bu eylemini açıkça üstlendi ve ahlaken de, siyaseten de bunu savundu. siz hâlâ akp’nin üzerine atıyorsunuz. oysa anı kitaplarınızda bir dürüstlük ve içtenlik sezinlemiştim. demek, siyasî mücadele size hâlâ irasyonel bir hırs yükleyebiliyor.
o hırsla hızınızı alamayıp, beni de akp’yi desteklemekle etiketlemişsiniz. bunu nasıl anladınız, anlamadım. çünki bu yönde bir cümlem olmadı. hiç olmazsa eğip bükebileceğiniz bir önermemin belki gelmesini bekleseydiniz. 🙂
Diktatör heveslisi despot işte yahu. Daha diktatör olamamış. Yavrusu yavrusu…
“Bu diktatörlük meselesini netleştirmek gerekiyor. Öncelikle şunu kaydetmekte fayda var: Sınıfsal anlamda bütün kapitalist düzenler bir diktatörlüktür….”Bu tanımlama bir yanı ile doğrudur…
*
Ama bence yeterli değildir; “Nüansların” süreç içinde bambaşka bir canlının evrimine yol açabileceğini görmezden gelir! Örneğin tüyleri dökülmüş bir mamut, gelecekteki filinin atasıdır…. Ve Mamut yok olacaktır! İlk anda önemsiz bir ayrıntı gibi görünebilir! Ama yol açabildiği ve yaşayacak bir “yeni tür” için hayati önemdedir!
Bu “toptancı” bakış açısı da mücadelenin önemli ara taktiklerini, ara biçimlerini dışlayarak, bizi ya atıl kılar; ya da gereksiz, yenilgiyi koşullayan zamansız ataklıklara sürükleyebilir..
*
Topyekun bir dışlama devrim arifesinde doğrudur ama olağan evrimsel süreç içinde varlığın “olumlu/olumsuz” yanlarını veya “geleceğe kalan/yok olanı” görmeme riskini yaratabilir…
1978-79 da “kahrolsun faşist diktatörlük” diyerek slogan atarak korsan yürüyüşlere katılır, mücadelemiz için moral eylemleri yapardık. Sonra 12 Eylül Darbesi geldi… Faşist Diktatörlüğün gerçeği geliverdi!
Ve Neler oldu?
Oysa o yılların devrimcileri olarak egemen sınıfın siyasal karakterini gerçekten “iyi” tespit edebilmiş olsaydık… Daha hazırlıklı olabilirdik… tanımdaki yanlışın bu denli vahim sonuçları olacağını o zaman öğrendik! (mi?)
Ben de her zaman RTE’ye Diktatör olarak tanımlıyorum… Ama biliyorum ki, değil! Değil, çünkü buna izin vermiyoruz! Zavallı! En büyük hayaliydi bu! Ama yaptırmıyorlar! Biliyoruz; çok az kalmıştı… Ve gezi ile bu “zavallının” hayallerine engel olduk! Şimdi kızıyor. Asıl arzusunun hala gerçekleşmediği hırsıyla ve bu güçlük karşısında umarsızca soruyor; “ben diktatör müyüm? Diktatör olsaydım eğer…” Dürüstçe yanıtlayalım…” Evet; hala değilsin! Bu ise senin kusurun değil!”
Ve hala “kıl payı” diktatör değil! Ve o bu “kıl payını” aşmak için “takdir edilecek” bir mücadele veriyor!
O, bilinen bir akıl ve ruh sağlığı taşıdığı söylenemeyecek bu “patolojik ruh’un” salt fiziksel, yani akılsız, yani tarihsel, yani ilksel bir koşullanmışlığın anaforuna sürüklemek istediği milyonlarca gövdeyi (Hitler de ne çok gövdeyi ortak bir katliam şehvetine sürüklemişti…) hala pervasızca sürükleyemediği için hala diktatör değil!
Yine de… Yine de bu “kıl payı” ve “diyalektik gerçeklik” hatırına ona “Diktatör” denilmesinde temel bir hata yoktur…
Ama siyasal evrimsel süreçlerin biçimlemesi gereken mücadele ve buna bağlı olarak “illegalite” yoğunluğunu hesaplayabilmenin tartıları içinde “diktatörlük” tanımında daha iyi “teraziler” kullanılmasında yarar olacağını sanıyorum…
RTE bir diktatör değildir! Ama bir diktatör olduğunda iş işten geçmiştir; ve bu bağlamda “diyalektik olarak” bir diktatör olduğu var sayımıyla mücadele etmek tarihsel bir bilincin zorunluluğudur!
görünen köy kılavuz istemez 🙂
“1978-79 da “kahrolsun faşist diktatörlük” diyerek slogan atarak korsan yürüyüşlere katılır, mücadelemiz için moral eylemleri yapardık. Sonra 12 Eylül Darbesi geldi… Faşist Diktatörlüğün gerçeği geliverdi!
Ve Neler oldu?
Oysa o yılların devrimcileri olarak egemen sınıfın siyasal karakterini gerçekten “iyi” tespit edebilmiş olsaydık… Daha hazırlıklı olabilirdik… tanımdaki yanlışın bu denli vahim sonuçları olacağını o zaman öğrendik! (mi?)
…
RTE bir diktatör değildir! Ama bir diktatör olduğunda iş işten geçmiştir; ve bu bağlamda “diyalektik olarak” bir diktatör olduğu var sayımıyla mücadele etmek tarihsel bir bilincin zorunluluğudur!” o. gürsel
bu iki paragrafınız birbiriyle çelişiyor, farkında mısınız?
okmeydani maske direnis ve kücük burjuva TKP/SIP üzre:
TKP’ ye ait SOL Haber Portalının kullandığı, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan. ve TKP kaynaklarında yaygılaştırılan yazıda kullanılan görsel.(emre döker in yazisi)
Yazıya fazla değinmeyeceğiz, kısaca yazıda ki İddia odur ki ” Okmeydanı’nda ki direnişçiler MİT elemanı” Bu iddia Okmeydanında yaşamayan ABF genel başkanı’na ait. ABF genel başkanı Okmeydanı’nda yaşamıyor ve Okmeydanı Cemevi ile düşünce ve aleviliğe bakış açıları olarak farklıdır. Bu İddiayı dile getiren ABF genel başkanına bir şey demiyoruz çünkü Tarih boyunca saflarımızda böyle yezid soyundan gelenler alevi halkı içinde zaten yer edinemezler..
Bizim lafımız TKP’ ye. TKP nin bu İddianın üzerine hemen atlaması ve yaygınlaştırması. Herkes bilir ki özellikle Okmeydanı’nda yaşayanlar Silahlı direnişçiler halktan insanlar ve devrimcidirler. Sadece Cepheli değiller üstelik. İçlerinde MLKP, TKP/ML ve değişik devrimci örgütlerden oluşmaktadırlar. Ki bu Sadece Okmeydanı ilende sınırlı değildir. Gazi Mahallesi, okmeydanı, Nurtepe, Küçük Armutlu, Gülsuyunda farklı ideolojilerden devrimciler mahallelerini polis teröründen korumak için silahlanmışlardır ve bu Meşru bir harekettir. Çünkü Ne Okmeydanı, ne Gazi mahallesi TKP’ lilerin kümelendiği Kadıköy, Beyoğlu barlarına benzemezler. Her sokağında ayrı bir şehidin izi vardır Mahallelerin. Mahallelerde evladı, akrabası şehit vermeyen, tutsak düşmen, gözaltında kaybolmayan yoktur. O Her hafta Galatasaray meydanında oturan cumartesi annelerinin bir çoğu bu mahallelerde otururlar. Siz evlerinizde tv başında Silahlı direnişçiler gördüğünüz zaman irkilebilirsiniz alışık olmadığınızdan ama Mahalle halkı için bunlar o kadar normal şeyler ki. Çünkü O mahalleler yine o silahlı direnişçilerin emekleri ile kurulmuştur. Her tuğlasında devrimcilerin kanı ve alın teri vardır. Yoktan var etmişlerdir mahallelerini. 90’lı yılların başlarında Arazi mafyalarına karşı çatışmış bedel ödemişlerdir. Şimdilerde ise Polisin mahallelere saldığı Uyuşturucu çeteleri ile mücadele ediyorlar. Hasan Ferit Gedik bu çetelere karşı Mücadele ederken katledildi. Her allahın günü polis baskınları ile uğraşırlar, bir şafak vakti özel timler ellerinde silahlarla mahalleyi basar, mahallenin gençlerini götürüp ya işkence eder bırakır yada sonrasında tutuklar yada Hasan Ferit gibi, Berkin gibi, Uğur gibi katleder. Gezi sürecinde bu mahallelerden on binler akın etmiştir taksim’ e . Geziden sonra da 1 gün olsun direniş eksik olmamıştır. Herkes evlerine çekildi ama Mahalleler evlerine çekilmedi. Çünkü Mahalle halkı devrimcilerin etrafında örgütlüdür. Silahlara yabancı değildir. Sokakta Silahlı direnişçileri gördüğünde mahalle deyimi ile ” Hızır yardımcınız olsun, siz olmasanız polis hepimizi katleder” şeklinde silahlı direnişçileri alkışlarlar.
Peki TKP’ nin amacı ne ? Adı Komünist olan bir parti Silahlara karşı mıdır ? Küba’dan Sovyetlere devrim silahla yapılmadı mı ? Yunanlı, Bulgar partizanlar faşizme karşı elde silah savaşıp faşizmi yenilgiye uğratmadılar mı ? Hayır Komünistler Devrimin silahla yapılacağına ve silahla korunacağına inanırlar. Faşizme karşı savaşan devrimciler çıkabildiği gibi sahte komünist örgütlerde çıkabilmektedir ve devlet bu sahte komünistlere imtiyazlar tanır çünkü halkın gerçek devrimci örgütlere gitmesini engellemek için bu tabela komünistleri faşizm için bulunmaz nimetlerdir. Bunlara sınırlar çizilmiştir, bu sınırları geçmedikleri taktirde faşizmin bunlarla alıp veremediği bir şey yoktur.
Can Yücel’in dediği gibi ”ülkemizde Komünist olmak tüzük değil, büzük gerektirir”
İşte bu TKP’ gibi hareketler büzüğü olmayan tüzük komünistleridirler.
Silahlı direnişçiler bunların gerçek maskelerini gösterdiği, devrimciliğin yasalar ile değil bedel ödeyerek yapılacağını gösterdikleri için bu devletten izinli TKP gibi komünistler devrimcilerin mücadelesine gölge düşürmek için her fırsatı kullanırlar.
Kemal’i mi eleştirmeli, Tayyip’i mi
Roni Margulies
Türkiye’nin sorunu İslam mıdır?
Yoksa Kemalizm midir?
Gündelik anlamda sormuyorum. Çok daha genel, uzun vadeli, tarihsel anlamda
soruyorum.
Şu veya bu partiye oy vermek, şu veya bu somut politikayı savunmak anlamında değil, bir üst soyutlama düzeyinden bakarak soruyorum.
Geleceğin toplumunu tasavvur edebilmek açısından, daha adil, daha eşitlikçi, sömürüsüz, baskısız bir toplumun önündeki engelleri kaldırabilmek açısından soruyorum.
Sormamın nedeni ani bir felsefe merakı değil.
Türkiye’de son 15 yıldır yaşanan tüm siyasî gelişmelerin temelinde bu sorunun yattığını düşünüyorum da, o nedenle soruyorum.
“Yok yahu!” diyeceksiniz. Binlerce başka önemli konu sayacaksınız, ayrıntılı şeyler anlatacaksınız, meselelerin çok daha karmaşık ve çokyönlü olduğunu söyleyeceksiniz.
Elbette var.
Ama hepsinin temelinde, kökünde bu soru ve toplumun bu soruya verdiği cevap yatıyor.
Örneğin, AK Parti’nin üç kez seçim kazanmasının ve Başbakan’ın 2023’e kadar iktidarda olmayı planlamasının kökünde bu soruya toplumun çoğunluğunun verdiği cevap var.
CHP’nin çook uzun zaman iktidara gelemeyecek olmasının ve küçük ulusalcı “sol” partilerin silinip gitmiş olmasının kökünde bu cevap var.
On beş yıldır Türkiye’de yaşanan tüm keskin saflaşmalarda safları tayin eden, bu soruya verilen cevap.
Şeriat geliyor mu, gelmiyor mu? Necmettin Erbakan’ın başbakan olma hakkı var mıdır, yok mudur? Abdullah Gül cumhurbaşkanı olabilir mi, olamaz mı? Başörtülü bir kadın Çankaya’da oturabilir mi, oturamaz mı, Tapu-Kadastro dairelerine girebilir mi, giremez mi? Tehlikenin farkında mısınız, değil misiniz? Ergenekon var mıdır, yok mudur? Genelkurmay’da darbe planları yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır? Lav silahı lav silahı mıdır, boru mudur? Islak imza ıslak mıdır, kuru mudur? Silivri’de yatanlar vatan kahramanı mıdır, suçlu mudur? Anayasa, az da olsa çok da olsa, değiştirilmeli midir, değiştirilmemeli midir? 19 Mayıs törenleri tank, top ve tüfeklerle yapılmalı mıdır, yapılmamalı mıdır? Orhan Pamuk vatan haini midir, romancı mıdır? Devletin gasp ettiği azınlık mülkleri iade edilmeli midir, edilmemeli midir? Yalçın Küçük zırdeli midir, dünya çapında bir aydın mıdır? Soner Yalçın ırkçı ve Ergenekoncu bir pislik midir, Türk gazeteciliğinin onuru mudur? Suriye’de Esed emperyalizme karşı savaşan bir kahraman mıdır, eli kanlı bir diktatör müdür?
Daha sayfalarca devam edebilirim. Ama gerek yok herhalde.
Hemen hemen hiç kimse bu soruların cevabını düşünürken, “Dur bakalım, Türkiye’nin sorunu İslam mıdır, yoksa Kemalizm midir? Ona göre karar vereyim” dememiştir elbet.
Ama insanlar aptal olmadığı için, bu toplumun büyük çoğunluğu, ayrıntılı ve değişken görüşleri ne olursa olsun, doksan yıldır nasıl yaşadığını, ceberut ve silahlı bir devlet tarafından nasıl yaşattırıldığını biliyor. Ve bundan hoşlanmıyor.
Bu büyük çoğunluğun İslam’la, dinle, dindarlıkla hiçbir sorunu yok. Ama kendisine Kemalizm adı altında dayatılan yaşam ve düşünce tarzıyla, bunların dayatılma tarzıyla, sopa kullanılması ve aba altından sopa gösterilmesiyle sorunu var. Yani Kemalist devletle sorunu var.
Önce Refah, sonra da AK Parti’nin ortaya çıkışı ve yükselişi, işte bu sorunun cisimleşmiş ifadesi, siyasî yansıması. Toplum bu partilere İslamcı oldukları için değil, ama Kemalist olmadıkları için oy verdi. Doksan yıldır sırtında taşıdığı Kemalist devlet yükünün biraz hafifleyeceğini umduğu için verdi.
Ve yukarıda sıraladığım bütün saflaşma noktalarında aynı sağduyuyla davrandı. Resmî ideolojinin değil, onu eleştirenlerin yanında saf tuttu.
Bayram değil, seyran değil, ben bu yazıyı niye yazıyorum?
Şu okuyucu mektubuna cevaben:
“Çetin Altan’a mektup yazanlar ona, eli kalem tuttuğu için, ‘Vur şerefsizlere, vur kompradorlara’ derlermiş. Ben de vur diyorum, ama biraz hedef gözeterek vur, senin dediğin gibi 80 yıl önce siyaset yapanlara değil, bugün siyaset yapanlara söyle söyleyeceğini.”
Yani Kemalizm’i değil, AK Parti’yi eleştir.
Elbette AK Parti’yi acımasızca eleştireceğiz. Eleştiriyoruz.
Ama Kemalist devleti eleştirmeyenler, AK Parti’yi eleştirme hakkını kazanamaz.
AK Parti gelip geçicidir. Kemalizm ise bu devletin temelidir.
Ben sosyalistim. Devletle mücadele etmeyene sosyalist denmez.
http://www.taraf.com.tr/yazilar/roni-margulies/kemal-i-mi-elestirmeli-tayyip-i-mi/22973/
dünkü taraf gazetesinde, erdal doğanın hukuk dersi için inceleme konusu olabilecek bir yazısı vardı…kısaca özetlemeye çalışayım.
“üç tane rahibin kafasını keserken görüntüleri olan magomed abdurakhimov adlı çeçen el kaideci için, savcılıkça soruştuma açılıp açılamayacağı hususunda adalet bakanlığından görüş” isteniyor.
adalat bakanlığının gerekçesi:
1- suçun türkiyenin zararına işlenmesi şartının gerçekleşmediği
(yazıyı kazaya maruz bırakarak erken yollama gafletinde bulundum, özür.. ayrıca adamın ikinci adı abdurrakmanov, düzeltiyor ve devam ediyorum.)
2-“öldürüldüğü iddia edilenlerin yabancı statüsünde olduğu”..vb gerekçeler.uzayıp gidiyor.
mardin hdp milletvekili erol dora konuyu mecliste adalet bakanılına ve başbakanlığa soru olarak yöneltiyor. cevap, savcılığa verilenin aynısı…
ayrıntılarda bu kaideci katilin hangi ilişkiler dahilinde, buralarda at oynattığının bilgileri de var.
başbakan hdp ye “çocukları getirmezseniz B,C planlarımız var” diyerek tehdit ederken, berkin, uğur kaymaz, ceylan gibi yüzlerce çocuğun katilinin yargılanması konusunu hiç hatırlamazzken, biz kime diktatör denip denemeyeceği üzerinde tartışıyoruz..
Roni, yine sağ göösterip sağ vurmuş. 🙂
tkp sip üzerine başlıklı anonim imzalı yazıya katılıyorum. lakin silahı abartmak kadar önemsememek de hata. devrimi yapip korumanìn yolu halkın kendi kendini bilincli bir sekilde yönetmesinin kosullarinin yine halk tarafindan yaratilmasiyla alakali. domuzlar korfezi girisimlerini ancak bu durdurur.
okmeydanı’nı oklarıyla dolduran kızılderililerin ne kadarının kılık değiştirmiş beyaz adam, ne kadarının gerçek kızılderili olduğunun ne önemi var? eylemleriyle bilerek veya bilmeyerek, beyaz adamın “vahşi kızılderili” imajına katkıda bulunuyorlar.
entellektüellere devrimci aydınlara “tespitler güzel ,peki çözüm ney? ” ,” madem çok biliyorsun niye etrafında binlerce insan yok? “, “niye maddi güç değilsin?” yollu elestriler yapılıyor.
bu tür elestriler derinlikten yoksun.
entellektüelin asli vazifesi sorunu tespit -teshir etmek tartışıp bilince cikartmak, tehlikelere isaret etmek değil midir?
fikir adamlıgı sorun çözmekten çok sorunun uzerindeki perdeyi yıttıp atan bir disiplin kanımca.
problemi çözecek olan halktir devrimcilerdir.
devrimleri partiler örgütler ,liderler, degil halklar yapar.
devrimciler devrimci aydınlar devrimlere yön verir.
hem devrim bir “an”degil bir “süreç” meselesi degil mi?
diger yandan kim zileli üzerine düşen pratik
isleri yerine getirmedi diyebilir?
bir aydın bir eyleme katılmasa herkes burun kıvırıyor.bu cok yanlıs bir yaklasim. (kaldı ki zlbir çok aydın ilerleyen yaşına ragmen alanlara çıkıyor,bence çıkmamalılar.veziri,kaleyi piyonlarla kapıştırmak akıl karı iş değil)
gönül her eylemcinin kalemi de kılıcı da maharetle kullanmasını diler ama simdilik böyle bir sey yok.
eldeki malzemeyi idareli kullanmalı.
birde solcularımızın sanki ders cikartmak icin çok okuyormus tartisiyormus gibi sık sık “peki çözüm ney? ” demesini samimi bulmuyorum.
zira hiç bir stalinist,liberal ,legalist veya çatapat tekkelesmis yapı elestrileri dinlemiyor.
kendimden biliyorum.
not : gün agabeyin pratik çözüm önerilerini begeniyorum ben kendi adıma
Bu Roni Dogan Tarkan’in mirasini iyi sahipleniyor yalan degil. Ayni malaklik tam gaz devam. Butun hikayeyi “ideolojik mucadele” ve devletin ekseni olarak kurgulayip, yuruyor. Demokratik devrimin otomatik olarak sosyalist devrime donusebilecegini dusunen karikatur bir leninizm/trockizm. Yalnizca adi degistirilmis Struveculuk. 1905’te az mi laf eder Trocki bu tiplere?
Ana ideolojiyi yikalim, gerisi kolay, ha? Nah kolay nah! Yapisalci kafali seni… Ilk inanc yok olunca, baska bir ideolojiye gecince onun kokeni derin olmaz, ha? Karsinda 1500 yillik koklu bir gelenegin kapitalizmle birlestirilmis, vicdansizlik ve egoizm pompalayan bir hali var. Ustelik hala koy kokenli ve ideolojik odaklarin esnaflar bakkal cakkal tayfasi oldugu bir ulkede. Kolaydi o cukurdan kurtulmak. Aptalliktan kiriliyor bu DSIP hala.
yazıyı okudum, yorumları da… şaşkınım ve gerçekten bilmiyorum. neyi bilmediğimi de bilmiyorum. herkes o kadar haklı, bir o kadar haksız, olsun!.. hiç’lik çelişkiler yumağı içindeyim. başımda bir uğultu, defolup gitmek istiyorum bu topraklardan… gittiğim yere sizi götürmeden kendimle gitmek istiyorum. sizleri makus talihinizle bırakıp k.avrupa ya gidiyorum ben…alaahaısmaladık
-:))) bu RTP Tayyipin adlari galiba..
Ha bunumu tartisiyorsunuz aylardir?!!.. Tabiki kisi olarak Diktator karakterli biri.. Akp ise cogunlukla degil.. Türkiye de degil..
Ditatorlük,padisahlik heveslisi biri olsada Türkiyeyi o yönetmiyor.. 10 yildir Diktator olamamis biri.. Ne onun secmeni,ne türiye,nede Dünya ona bu izni vermez zaten..bos seyler tartisiyorsunuz.. Bizene bu adamdan.. Gelip gecici biri..
Akp de gecici ama kendini yenileyebilir..
Isimiz gücümüz kendimize düsman .fasist aramak.yoksa yok oluruz.. kendimize bakalim ne diktatörlükler var görelim..
ama ama … isletim sistemin halkci degil. devletin devrimcilere ne dedigi umrunda olmasin hakli misin degil misin kriterin bu olmali.medya eli ile bilincler manipuyle ediliyor dogru ama hangi yalan sonsuza dek yasamis?
akp ye oy verenler tayyip i asla diktatör olarak görmeyecek.cünkü tayyipin temel beslenme alani chp tayfasinin bu gune dek kirdigi binlerce ceviz.ne diyor tayyip feyziogluna? denizlerin idaminda dede babanin imzasi var…a
tamam da, kimse dedesinin yaptığından sorumlu tutulamaz ki. çok büyük bir demagoji bu. Kaldı ki, Turhan Feyzioğlu o imzayı atarken artık CHP’li değil, Güven Partili’ydi. GP ise, sağ bir partiydi. Sonuç olarak, devletin bütün cinayetleri esasen sağın desteğiyle gerçekleşmiştir.
1970 li yılları yaşadım… S. Demirel, Ecevit, Türkeş… Hiç birisi RTE ‘nin yarısı kadar kendinde güç toplamadı… Meclisteki grupları hiç bir zaman liderin dudaklarına bakmadı… Partilerde farklı güç odakları vardı. TSK ise arka planda güç devşirme çabasındaydı… vs. vs..
Faşist Diktatörlük değildi… Daha sabırlı mücadele edilebilirdi.
**
Oysa bugün RTE’nin yönetiminde Diktatörlük tanımına göre eksik olan ne ki? İstediği her şey tartışmasız yasa haline geliyor… Partisinden kimse itiraz edemiyor… “Yok yasa, yap yasa!”
TSK ve polis emrine amade…
HSYK, İnternet yasaları ortada…
“Kıl payı eksik” olan da muhalif parti ve basının hala kapatılmamış olması mı?…
En son polislere de “vur emri” verdi ya!
Yusuf Cemal
Tarihten örnek vermek yanlıştır. Günümüz koşullarında ulusçuluk, kurucu lider kültü, İslam ve Kemalizm dinleri ortadan kalkarsa, yerlerine düzeni sağlayacak yeni bir tahakküm ideolojisi koymak imkansızdır.
devrim kara, devletin devrimcilere ne dediğini umursamam zaten. ama haklı olan kim, hakikat nerede, bunu umursarım. gördüğüm kadarıyla haklılık ve hakikat, onu sahiplenmekle tarihsel olarak yükümlü olanlardan ne yazık ki biraz uzakta ve sahipsiz durumda.
bunu anlatmaya çalışıyorum. ama birileri “görünen köy kılavuz istemez” deyip etiketi yapıştırıyor hemen. 🙂
evet, junior feyzioğlu dedesinin imzasından değil kendi imzalarından sorumlu tutulabilir. ama onlar da pek matah imzalar değil. 1 saatlik bir talk show da dahil bu matah olmayan imzalarına.
yine evet, güven partisi, chp’den farklı ve sağ bir partiydi. ama chp de sol bir parti değildi ve deniz’lerin idamında tamamen suçsuz değildi. vekillerini serbest bıraktı ve idamlara “evet” diyenler arasında chp’li vekiller de vardı.
aslında görünmeyen köy de kılavuz istemez 🙂
Sonra da görünen köy kılavuz istemez deyince kızıyorsun. Buraya AKP propaganda merkezlerinin seçim öncesi ürettiği propaganda malzemesini taşıyorsun. Gerçek şudur: CHP esas olarak idamlara karşı oy vermiştir. İçinden bir kısım milletvekili korktuğu için oylamaya katılmamış, az bir kısmı da AP’lilerle birlikte idama oy vermiştir. Aleyhte oy veren, 50 kadar CHP milletvekili ve Mehmet Ali Aybar’dır. CHP tam kadro aleyhte oy verseydi de, Meclis’teki ezici AP çoğunluğunun oylarıyla Deniz’ler yine asılacaktı. Bugün Menderes’in idam resimlerini TV ekranlarından teşhir eden, askeri vesayete karşı mücadele lafları eden AKP’liler işte bu AP geleneğinin, bu ordu yalakalığının devamıdırlar, dolayısıyla CHP’ye “tencere dibin kara” diyecek kadar bile ak bir tarafları yoktur. Kaldı ki CHP, son anda anayasa Mahkemesi’ne başvurarak idamları önlemeye çalışmıştır. Niyetim CHP’yi savunmak değil. Yeri gelir, en sert biçimde de eleştiririm ama akp’lilerin yüzsüzlükleri de yetti artık.
evet akp, o zamanki sağcı ve idamcı zihniyetin devamıdır. zaten erdoğan da “ben olsaydım öcalan’ı asardım” demiş birisidir. ama bunun böyle olması chp’nin de bu sağcı ve idamcı gelenekten çok muaf olduğu anlamına gelmez.
menderes’leri asan darbe yönetimi chp ve inönü ile çok sıkıfıkıydı. menderes’lere karşı düzenlenen örgütlü yalan kampanyasının (yüzlerce gencin öldürüldüğü ve betonun içine gömüldüğü iddialar vb.) arkasında ordu kadar chp de vardı.
deniz’lerin idamında chp ve inönü elbette süleyman demirel kadar suçlu değildir. ama “idamcı vekiller arasında chp’liler de vardı” dedim diye beni klavuz gerektirmeyecek kadar açık bir akp propagandacısı ilan etmen ve chp’yi savunmak için bu kadar canla başla neredeyse barikat direnişi vermen çok ilginç. oysa 80 öncesindeki bir tv reklamından ilhamla eskiden chp ve adalet partisi için: “yok aslında birbirimizden farkımız…” denirdi.
Aralarında fark olduğunu düşünüyorum. Fark şu: Biri iktidar, öbürü muhalefet. CHP iktidar, örneğin kısa ömürlü Serbest Fırka muhalefetken yine aralarında bu iktidar ve muhalefet olmaktan gelen fark vardı. Yani o zaman yaşasaydım, muhalif Serbest Fırka’ya biraz daha hayırhah bakardım. İşte böyle dostum. Anlayacağın, ben müzmin bir iktidar karşıtıyım. Nerede bir iktidar varsa (devlet iktidarı olması da şart değil) benim düşmanımdır. Tarihten örnek verecek olursam, Jakobenlere karşı ayaklanan Vandee köylülerini (ki, bu köylülerin “karşıdevrimci” olduğu söylenir) desteklerim. Umarım derdimi anlatmışımdır.
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/bilal-erdogana-protesto-soku-h28891.html
Baskın Oran’dan ‘küçük despot’ Metin Feyzioğlu’nun dekanlık hikâyesi
‘Küçüğü konuşma adabını, büyüğü resmi protokolü ihlal etti. Çok normaldi çünkü ikisi de aynı familyadandı: Tipik despot, yani müstebit’
Baskın Oran*
Küçük despot ile büyük despot
Danıştay’ın 146. Yılı töreninde dinleyicileri çok şaşırtan, ama “iki esas oğlan”ı tanıyanlar için pek doğal bir hadise yaşandı: Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu (MF), Danıştay’ın açıklamasına göre “İdari yargı ve avukatlık mesleğiyle ilgisi olmayan konulara büyük ölçüde yer” veren, “özel günümüzün anlamıyla bağdaşma”(yıp) “ev sahibi kurum mensupları da inci(ten)”ten upuzun bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan da (RTE) yine kıpkırmızı olup şuurunu kaybetti, “yalancı, edepsiz” diye ağzını bozdu. Sonra da, cumhurbaşkanını peşine takmış vaziyette töreni terk etti.
Küçüğü konuşma adabını, büyüğü resmi protokolü ihlal etti. Çok normaldi çünkü ikisi de aynı familyadandı: tipik despot, yani müstebit. Olay, tabiat kanunları gereğince büyük despotun küçük despotu yemesiyle ve izleyicilerin de tarafların tıynetine yakından tanık olmalarıyla sonuçlandı.
Avukatlığı ve siyasi kimliği
RTE’yi, malum, arif olamayana bile tarif gereksiz. MF’yi ise arif olana bile gerekli çünkü sahnede yeni sayılır. Gerçi, önemli davalarda avukat olarak adını duyurdu: Münevver Karabulut cinayetinde baba Nida Garipoğlu’nun; RTE’nin has adamı, Mavi Hat operasyonunda adı geçen eski FB Asbaşkanı ve Limak şirketi sahibi Nihat Özdemir’in, ayrıca 2009’da Bursa Kemalpaşa’da 19 işçinin ölümüyle sonuçlanan grizu patlamasında ruhsat sahibinin. Dalan’ın savunması için 5 milyon dolar istediği dedikodusu da çıkmıştı.
Ama hepsi fasarya; çünkü herkesin savunulma, avukatların da hayatını kazanma hakkı var. Bütün meramım: Bu profesör meslektaşım hayatında hiç gariban savunmuşa benzemiyor. (Belki de haksızlık yapıyorum, çünkü şu tweet’i yolladığı haberi şu anda geldi: @metinfeyzioglu “Madenlerimiz çok değerli dedik de madencilerimizi kıymetlimiz yapamadık. #Soma’da acının kömürleştiği yerdeyiz”).
Asıl mevzuya gelmeden, çünkü onunla çok bağlantılı, MF’nin temel siyasal kimliği. TGB’ye demeç: “İçinde hiçbir şekilde ırkçılık barındırmayan Atatürk milliyetçiliği ve buna dayanan ulus devlet aşağı çekilirken, doğrudan doğruya ırka dayanan Kürt milliyetçiliği yukarı çıkarılıyor” (02.04.2013, 10:05). Mesaj: “Talat Paşa Komitesi’ni kutluyor, başarılar diliyorum” (Aydınlık, 19.01.2014,08:46). Ergenekoncular için demeç: “mücadele etmeseydik, bugün canlarımız hâlâ zindandaydı” (Aydınlık, 11.05.2014, 16:51). Yani, CHP içindeki Ulusalcıların, MF’yi eleştiren F.Loğoğlu’na çemkirivermeleri boşuna değil.
Ama, 40 yıllık meslek hayatının temiz bir 10 yılını, Prof. Doğramacı ve mutemet dekanı Prof. Necdet Serin gibiler tarafından dört kere meslekten atılmakla geçiren bir asistan eskisi sıfatıyla esas mevzuma geleyim artık.
Üniversitede yaptıkları
1999’da Timuçin Köprülü adlı yeni mezun genç, asistanlık sınavını kazanıp Ankara Hukuk’ta doktoraya başlıyor (2001). Konusu: “Uluslararası ve Ulusal Ceza Hukukunda Soykırım Suçu”. MF, ceza hukuku anabilim dalı başkanı, bu tezin yöneticisi ve Tez İzleme Komitesi Başkanı. Komite zaman içinde altı kez toplanıp “başarılıdır, devam etsin” raporu veriyor.
MF, Hukuk’a dekan oluyor (2007). Yaptıklarının kokusu SBF’ye kadar geliyor. Durmadan polis çağırıyor. Polisler, asistanları tanıdıkları halde (“Paşa paşa göstereceksiniz, siz öğrencilerin hocasısınız, polisin değil!”), her girişte kimlik soruyorlar, her girişte gerginlik.
Bu yeni uygulamaya itiraz edenlerden biri de asistan Timuçin. Dekanı ve hocası MF’ye Haziran 2007’de, kimlik sorma yetkisi olmayan özel güvenlikçi tahriklerini dilekçeyle bildiriyor. Cevap: “Kural ihlalinde bulunarak, kimlik gösterme yükümlülüğümüzü ihlal ettiğiniz anlaşılmıştır.” O sırada bir de asistan arkadaşını darp eden polislere müdahaleden açılan falan var. Beraat ediyor ama, bütün bunlar doktora teziyle boğuşurken oluyor; yaşayan bilir. Güç bela bitirip Eylül 2007’de teslim ediyor.
Bundan sonrası, uslu olmayan asistanlara çok uygulanmış bir pantomim: Tez sekreterlikte bekliyor, asistan zaman yitirmemek için elden (tutanaksız) dağıtıyor, jüri üyelerinden biri hastalanıp çekiliyor, yedek üye elimde çok tez var okuyamam deyip çekiliyor. Neticede jüri, tezin MF’ye ulaştırılmasından yaklaşık üç ay sonra, Kasım sonunda toplanıyor. Zaten ertesi gün de gencin asistanlık süresi dolacak.
Jüride MF diyor ki, tez elime 10 gün önce ulaştı, henüz okuyamadım. Asistan diyor ki, ben Eylül’de teslim etmiştim. MF’de yazılı kanıt var: Kasım tarihli tesellüm tutanağı. Arkasından, “okumadığı” tez hakkında sorulara başlıyor: “Neden Tehlirian [Talat Paşa’yı öldüren] davasının sahte belgelerle beraatla sonuçlandığını yazmadın?” Bu siyaset değil, teknik bir hukuk tezidir, cevabını alınca da: “1915 olaylarını soykırım olarak nitelendiren Lemkin’e nasıl dipnot verdin?” Jüri üyesi bir doçent, tezde alıntı olarak geçen, “Kendisini gerilla olarak isimlendiren gruplar da soykırım suçu faili olabilir” ibaresini gösterip, “Hukukta gerilla diye bir şey yoktur” diyor. Jüriden bir hoca bunun UAD kararlarında geçtiğini söylediği halde ısrar ediyor: “Ama bunlar tehlikeli sözler!”
Kamu kaynağı koruyucusu
Sonuçta iki üye “başarılı” diyor, üç üye “düzeltme” istiyor. Asistanlık süresi ertesi gün dolduğu için de asistanın ilişkisi kesiliyor. Kendisiyle konuştum, bana öyle geldi ki, ona esas koyan atılmak değil de, ertesi gün dekanlıktan gelen kağıt: “Kütüphaneden aldığınız kitapları hemen iade ediniz.” Ben de yaşamıştım, anlarım.
Baba Diyalektik devreye giriyor: MF, “tezdeki fikirlerle derin görüş ayrılıkları” gerekçesiyle çekiliyor; ardından da “tehlikeli” diyen doçent. Asistan iyot gibi açıkta kaldı. Ama tez yöneticiliğinden ayrılan jüriden de istifa etmiş sayılınca, yeni bir jüri atanıyor ve asistan 20.06.2008’de “oybirliği”yle başarılı bulunuyor.
Tam o sırada Bölge İdare Mahkemesi de asistanlıktan ilişik kesme kararının yürütmesini durduruyor. Rektörlük bu kararı uyguluyor. Asistan görevine dönecek. Ama MF, aynen RTE gibi her şeyi not eden biri. Anabilim dalını topluyor, 1’e karşı 3 oyla karar: “Kamu kaynaklarının tasarruflu kullanılması gereğinden hareketle, asistana ihtiyacımız yoktur.” Oysa, Doç. Türkan Sancar’ın muhalefet şerhi kürsüde eleman açığının had safhada olduğunu, Timuçin’in daha asistanken derse sokulduğunu… yazmakta.
Baba Diyalektik diyorum size, hâlâ anlatamadım: Küçük despot, konuşma adabı ihlaliyle İslamcı büyük despota (D. Bahçeli’nin tabiriyle) “gollük pas” vermiş, bu kişi de, gol atayım derken Davos amfisinde yaptığını Danıştay amfisinde rezil etmiş oluyor.
Not: RTE’nin hiç sevmediği Aziz Yıldırım’ın “Terbiyesizler! Ahlaksızlar! Paralı köpekler!” diye şuurunu kaybetmesi kimden esinlenmişti acaba?
_______________________________________
* (Radikal 2, 18 Mayıs 2014. Yazının daha kısa bir versiyonu da Agos’ta yayımlandı)
evet gün hocam, derdini anlattın ama sanırım ben kendi derdimi anlatamadım henüz. bak mesela bir örnek vereyim, taze: az önce tarafsız bölge programı’nda ödp başkanı alper taş şöyle dedi: “gezi direnişi sayesinde akp başkanlık sistemine geçemedi. böylece sivil diktatörlüğe geçmekten kurtulduk.”
iyi ama sizler halen bu adama diktatör demiyor musunuz? bu ne yaman çelişkidir böyle! adam, başkanlık sistemine geçilmesini başaramadığı için sivil diktatörlüğe geçilemediğini söylüyorsunuz ve yine de adama diktatör diyorsunuz.
şimdi ben senin gibi değilim gün hocam. senin gibi bakamıyorum. yani, iktidar değil, muhalefet diye onun saçmalamalarına, hatalı yanlarına karşı hoşgörülü yaklaşamıyorum. 16 numaralı mesajımda gayet sağlam ölçütler, veriler sundum. o ölçütlere göre diktatörlükten söz edemeyiz. bilimsel olarak böyle.
ama asıl konu şu: bu insanlar, “diktatör”, “padişah” vb diyenler, kendi eksiklerini gizlemek için bunu söylüyorlar. çığırtkanlık yaparak yetmezliklerini saklamaya çalışıyorlar.
eskiden 141-142 var diye sosyalist partilerin seçimlerde başarısız olduğunu sanır ve söylerdik. oysa gördük ki bu maddeler kalkınca ve kp adlı bir parti kurulunca bile bir gram etkisi olmadı. kitleler, emekçiler kendilerini sömüren kapitalist düzenin partilerine oy vermeye ve onları desteklemeye devam ettiler.
bunu gizlemek için diktatör söylemi sürdürülüyor. ama o diktatöre karşı seçimlere katılıp boy ölçüsü alınıyor. sonra yine aynı söylem. kısır döngü…
yoksa ister diktatör densin, ister padişah. bana ne? zaten öyle olmak ister de. yapısı da müsait. ama henüz bir merkez bankasına bile söz geçiremiyor. görüşünü açıklayınca kendi bakanları bile merkez bankası başkanını destekleyen açıklamalar yapıyorlar hemen.
yani diktatörse diktatör. neden temcit pilavı gibi tekrarlıyorsunuz? başka lafınız yok mu? günde beş vakit tekrarladığınız bir tür namaza çağrı mıdır bu laf? umarım ben de derdimi anlatabilmişimdir. 🙂
Anlattın ama sanırım benim anlayışımda bir sorun var. Diktatör her şeyi yapabilen kişi demek değildir, yani kısacası diktatör Tanrı değildir (ki tanrı bile her şeyi yapamaz 🙂 ) Tarihten örnek verecek olursak, Abdülhamit rahmetli, bir diktatördü ama onun yönetimi altında da birçok muhalefet vardı, nitekim sonunda devrildi de bu muhalefet sayesinde. Hatta öyle ki, muhaliflere el altından para bile veriyordu sürgündelerken, onları satın alabilmek için. Kısacası diktatör algımızı değiştirmek gerekiyor. Bir başka örnek Robespierre’dir. Diktatördü ama ulusal mecliste bir günde devrildi ve giyotine yollandı. Küba’da Batista bir diktatördü ama orada seçim de vardı. Diktatörü belirleyen, toplumu konsensüs yerine diktatörce ve tekelci yöntemlerle yönetmeye kalkışması, toplumun kendisine karşı olan kesimlerini şeytanlaştırmasıdır ki, bu RTE’ye tıpa tıp uymaktadır.
Despot dedik ya… Diktator yavrusu…
Bir tarihçi şöyle diyordu bir yerde: Eğer Türkiye 50’de çok partiye geçmeseydi de, tek parti (diktatörlüğü) devam etseydi, o zaman 70’lerde bir yerde tıpkı Franco diktatörlüğünün ardından İspanya’nın, çok köklü demokratik reformlar yapması gibi, gerçek demokrasiye geçerdi… Bu tabii bir sepükasyon. Ama Türkiye’nin diktatörlükten hiçbir zaman tam olarak çıkmadığını hatırlatan bir spekülasyon. RTE yoktan var olmadı, o ve partisi bir anomali, bir sapma değil, CHP’nin büyüttüğü diktatörlük ağacının bir dalı. Belki en üst, en sivri dalı, ama bir dalı. Marguiles gibi AKP’yi Kemalizm’in anti tezi olarak görmek yerine aynı ağacın dalları olarak bakmalı.
Diktatörlüğün temel ölçütü kanun çıkarma hızıdır. Meclismiş, sandıkmış, göstermelik muhalefet partileriymiş vs. bunlar sadece makyajdır. Kanun çıkarma hızı ile otokrasinin yoğunluğu arasında doğru orantı vardır.
doğru.
Nefret söylemleri yayınlanmıyor.
karsi devrimcisiniz beyazsiniz ……gun zileli karsidevrimci dogu perincek karsi devrimci, teslim tore karsi devrimci, siniz karsi degrimcisiniz…
Küfürlü ve provakatif mesajlar yayınlanmıyor.
Ama ama bence dogru bir noktaya parmak basiyor. Ben Turkiye de 1980 eylulunden beri acik fasist bir diktatorluk oldugunu dusunurum ama burada Tayyip’e diktator demek, ama sadece Tayyip’e diktator demek biraz siritmiyor mu?
Sorun su; son 3o yilda yani 12 eylul yonetimi ilk secimleri duzenlediginden bu yana bir suru hukumet geldi, Ozal’da dahil muhalefetin diktator diye yaftaladigi tek kisi Erdogan.
Bakiniz ne Ozal, ki kendisi Erdogan’dan daha az saldirgan degildi, koruculuk kanununu surgun kanunlarini cikarmistir, olaganustu hal bolgesi onun isidir, ozellestirmenin, neoliberal ekonomi politikalarinin mucididir, ne Ciller ( tak sak pasa isini hatirlayin, bir de oldurulen binlerce faili mechulu bir de Sivas’i bir de benzer binlerce olayi) ne de CHP li hukumetler diktatorlukle yaftalandi. Burada AKP nin CHP den ya da DYP den daha fazla otoriter oldugu iddiasi dogru degildir. DYP ya da Anap ta en az Tayip kadar otoriterdiler, sonucta 12 eylul yasalari altinda hukumet oldular.
O zaman ortaya cikan manzara su; Turkiye solunun geneline gore sorun sistem de degil ama Erdogan’da yani Erdogan giderse mesela bir CHP hatta MHP ( adil olmak gerekirse MHP kismini tum sol kabul etmez pek, ama eden solcular cok) bile gelse diktatorlugun onu kesilmis olucak ve Turkiye biraz daha demokrat olucak. Turkiye solu secimlerdeki tavrini bu politikaya gore belirledi. Oyleki Ankara’da MHP kokenli CHP li adaydan dolayi bagimsiz sol bir aday cikarilmasina ragmen, bagimsiz aday 1500 civarinda oy ancak alabildi. Bu kadar az oy solcularin cogunlugunun CHP nin MHP li adayina sirf diktator Erdogan’i def etmek icin oy verdiklerini gosteriyor. Istanbul’u soylemiyorum bile hemen hemen solcularin hepsi Sarigul gibi bir adama oy verdi
Bu politika devleti gozardi ettigi icin aptalca bir politikadir ve Erdogan’i degistirme sansi da yoktur. Genis halk kitleleri egitimsiz vb olabilir ama salak degildir. Eger sistem degismeyecekse, ayni kalacaksa, bir hukumet gidip yerine ayni sistemin kurallarina gore oynayan bir baska hukumet gelecekse, halk bu hukumetler arasinda kendi isini en cok yapana oy verir. Sonucta AKP ozellikle tarikatlar vb yolu ile genis halk kitleleri ile bagini surduren bir hareket. Nitekim tum sokak muhalefetine ragmen halk CHP ye ya da MHP ye degil gitti tekrar Erdogan”a oy verdi. Bir cok solcu ise kendi politikalarina kizacaklarina o hayal kirikligi ile halka kufrettiler. Dusunsenize adam marksist icerde yillarca yatmis sirf halk MHP li bir adama ya da Sarigul’e oy vermedi diye halka kiziyor. Turkiye solunun ben bundan daha kotu bir duruma dustugunu hatirlamiyorum.
Ancak fasizm karsiti bir hareket, Sadece Erdogan hukumetini degil ama yasalri ile anayasalari ile polisi ordusu vb ile, neoliberal ekonomik yasalari, emperyalizm ile ittifak politikalari ile bu sisteme dogrudan karsi cikan bir sol hareket, bu talepleri sokaklara tasiyan bir sol hareket genis halk kitlelerinin AKP nin ve CHP de icinde diger gerici partilerin etki alanindan kurtulmasini saglayabilir. Boyle bir sol hareket sadece Erdogan hukumetini degil ama tum gerici partileri hedeflemelidir. Diktatorlukten kurtulmanin kosullari iste o zaman ortaya cikar.
O yuzden diktatorluk vurgusu Erdogan’a degil ama devlete ve gerici siyasi partiler de icinde olmak uzere devlet kurumlarina yapilmalidir. Bunu da en iyi karsilayacak kelime fasizmdir.
RTE’nin yardımına koşan biri daha çıktı 🙂
Moby Dick’in peşinde hırslarının esiri olan, tüm sosyal bağlarını koparan, insanlığını kaybeden ve kendisiyle birlikte tüm gemiyi felakete sürükleyen Kaptan Ahab’dan başkası değil bu adam. Diğer başka bir sürü yapıyı da çağrıştırıyor.
Ahmet bu kez haklı bence…12 eylül faşizminin anayasası yürürlükteyken oluşan tüm iktidarlar, bu anayasal zihniyetten icazet alan, güdümlü hükümetlerdi. akpli hükümet de temelde aynı “suyun yolu”…ama nedense biz diktatörlük ibaresini sadece RT Erdoğan için kullanmayı “hatırladık”…
bunun açıklaması ne olabilir?
bence işin sırrı küresel sermaye ile kurulan ilişkilerde…
bu konudaki düşüncemi muhtelif vesilelerle ifade etmeye çalıştığım için, lafı uzatmadan kısa bir notla yetineyim.
akp de diğer tüm tc hükümetleri gibi, resmi ideolojinin ve onun “gizli-derin vb” desek de basbayağı ayan beyan ortada olan “asıl, çekirdek devletin” izin verdiği alanda at koşturmayı kabullenen icazetli hükümetler zincirin sondaki halkası…
ancak gerek içerdeki sermaye birikiminin yetersizliği, gerekse de “resmi istanbul dükalığının tüm engellerine rağmen, palazlanan ve pazar arayan anadolunun sermaye gücünün artan baskısı…gerekse de, iletşimdeki son gelişmelerin de sonucu olarak dünyadan haberdar bir kuşağın varlığı ardından kürt dinamiği başta olmak üzere baskılanan grupların kimlik talepleri, resmi asıl çekirdeğin devletin egemenliği konusundaki kaygılarının artmış olması….akp üzerinden bir teceddüd “yenilenme” ihtiyacı hasıl etmiş görünüyor.
ancak istenen, bu yenilenmenin “türk-sünni eril devletin” yapısında bir değişime yol açmayacak oranda tutulması… bunu için küresel ekonomik ilişkilerin getirebileceği olası riskler az buz tahmin de edilebildiğinden, kendilerince önlem de alınmış…
milliyetçilik-ulusalcılık-ulusolculukla beraber kemalist “çağdaşlık” ifadeleriyle yönlendirilecek olan kadın hareketi ve geleneksel sünnilik fobisi üzerinden hareketlendirilecek olan alevi kitlesi…vb bu gruplar, “küresel sermayenin entegrasyonunda isten meyen sonuçlara doğru yelken açılması halinde “sigorta” olarak düşünülmüş…uzanlar-genç parti, n. erbakan-h.baş ve müslüman milliyetçiler ve ulusal kanal üzerinden ip ve mhpden buraya yönlendirilen kesimler…
bu proje sezer zamanında yürürlüğe asıl devlet projesi olarak yürürlüğe kondu…
ancak meret rakı, şişede durduğu gibi durmuyor…akp devletin ideolojik ve ekonomik sıkışmışlığından “kurtarabildiği oranda, aynı zamanda da eskilerin istanbul dukalığı değil de, yeni küresel ilişkilerle mücehhez burjuva sınıfın devleti olmaya doğru hızla yol almakta…
dolayısıyla, devlet artık sadece “burjuva beyaz kemalist ama sunni türklerin değil, dindar da olabilen, kürt de olabilen “yeter ki küresel sermayeden kar devşirsin her türden burjuvazinin müşterek devleti olmaktadır.
bundan rahatsızlık duyan eski devlet sahibi sınıfların paniklemesi neticesindeki feryadıdır duyulan, öncelikle… bu onun diktatör olmadığı anlamına gelmez… neden daha öncekilere bu vasfı uygun görmemekliği açıklar, o kadar…
Simdi Tayyip’in diktatorlugu de bir garip diktatorluk. Adam siradan halka gelince astigi astik kestigi kestik, ama is baska seylere gelince yalanci pehlivan. Merkez Bankasina karisamadigini kendisi soyluyor zaten, aslinda bu sadece Turkiye ye ozgu degil Emperyalist tekeller ekonomik politikalarin uygulanmasinda onemli olan MB ya da para kredi kurulu gibi kurllari zaten hukumetler denetiminden cikarali baya oldu. Bu sekilde halkin azda olsa secim sistemi yolu ile kendi ekonomik politikalari uzerinde etki yapmalarinin onu kapatilmis oldu.
Ama zurnanin zirt dedigi yer de burasi. Bir sol hareket eger emperyalizmin ekonomik politikalarina, neoliberal politikalara, ozellestirmeye, islerin taseronlasmasina vb karsi cikamayacksa o zaman nasil insanlari orgutleyecek. Eger bunlara karsi cikacaksa da o zaman da sadece Erdogan’a degil ama bu sistemi savunan tum parti ve gruplari hedefine koymak zorunda. Daha once de soyledim eger sistem degismeyecekse, Tayyip gidecek ama Kemal gelecekse ama hersey ayni kalacaksa insanlar niye Tayyip yerine Kemal’i secsinler?
Tayyip elbette diktator olmak isteyen bir insan, ama baskanlik sistemi de dahil olmak uzere tum politik adimlari tekellerin politik programinin bir parcasi olan Erdogan kendinin degil ama tekellerin adamidir. O yuzden vurgu ERdogan”a degil ama dogrudan kapitalist sisteme ve onun egemenleri olan tekellere yapilmalidir.
bir de şöyle bakmanızı öneririm: ab’ye girmek isteyen bir ülkede diktatör olma şansı nedir? kendi içindeki kürd sorununu çözmek isteyen ve özerklik tartışmalarının yaşandığı bir ülkede diktatörlük ihtimali binde kaçtır?
bakın az önce haberlerde mısır’daki darbeci sisi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde oyların %97’sini aldığı haberini dinledim. diktatörlük böyle bir şey işte.
bizdeki “diktatör”(!), oyların ancak %45’ini alıyor ve demek ki sizler rahat baş edebilirsiniz. 🙂
totaliter diktatörlükle otoriter diktatörlük arasındaki farktı gösterir bu. Kendileri açısından ikisinin de avantajları dezavantajları vardır. Totaliter diktatörlüğün seçim masalına kimse inanmaz, diktatörün kendisi en başta olmak üzere. Ama otoriter diktatör, “milli irade” masalıyla hükmünü bir süre daha sürdürür. Oysa arkasında milli irade değil, sermayenin iradesi vardır.
diktatörü “otoriter ve totaliter” diye ayırmak siyaset bilimine yaptığın eğlenceli bir katkı olarak ele alınabilir. amaa…
eskinin iki kutuplu dünyasında abd teorisyenleri dünyadaki baskıcı ve yasakçı ülkeleri buna benzer ifadelerle ikiye ayırıyordu. doğu blokundaki ülkelere “totaliter rejimler”; batı kampına mensup faşizan ülkelere ise, kendisine müttefik veya uydu olduğu için, “otoriter rejimler” diyordu.
dolayısıyla senin bu katkın bunu hatırlattığı için biraz kopya, biraz da trajedinin komedisi gibi algılanabilir.
alaycı cevabın için teşekkürler ama böyle bir ayrım var. Hatta ayrım üçlüdür: 1. Totaliter diktatörlük; 2. Otoriter diktatörlük; 3. Demokratik diktatörlük. Örneğin bugünkü Kuzey Kore 1. kategoriye girer. Burada tek parti vardır. Söz ve basın özgürlüğü kesinlikle yoktur. Tam bir polis rejimi hüküm sürer. Türkiye 2. kategoride yer alır. Bunlar seçimlere rağmen tek parti hâkimiyetine dayanırlar. Seçim ve muhalefet otoriter rejimin örtüsüdür. Kısıtlı ve tehdit altında bir söz ve basın özgürlüğü vardır. Basın mensupları satın alınır, direnen gazeteciler, Türkiye’de olduğu gibi basın patronlarına yapılan ekonomik ve siyasi baskılarla kovdurulur. Bu rejimler polis kalkanıyla ve biber gazıyla korunur. Hukuk tam bir komidedir. Türkiye bu tür rejimlerin en iyi örneklerindendir. 3. kategoride batılı ülkelerin rejimleri yer alır. Bu rejimler sınıf diktatörlüklerini siyasi demokrasileriyle yürütürler. Sermayenin egemenliğinde bir basın özgürlüğü vardır. Yine sermayenin egemenliğinde bir parlamento ve hukuk söz konusudur. Burjuvazinin kendi iç ilişkileri açısından demokratik, halkla burjuvazinin ilişkileri açısından yarı-demokratik rejimlerdir bunlar. Burada ezilenler demokratik diktatörlüğün yarattığı demokrasi ilüzyonuyla rızaları alınarak yönetilirler. şu yazıya da bir bakınız: http://www.gunzileli.com/2012/12/02/reeldemokrasisinin-uc-temeli/
ciddi cevabın için de ben teşekkür ederim ve bu sefer “ama”sız bu yazdıkların bana daha makul geldi.
ama işte, bak burada yine bir “ama” devreye girdi, yine de yukarıda yazdıklarınla çelişiyor bunlar. bak mesela şunu demişsin:
“Burada tartışılan, temeldeki sınıfsal diktatörlük değil, siyasi ve toplumsal alanda tek kişiye ya da tek partiye sınırsız ölçüde hâkimiyet tanıyan siyasal diktatörlüktür.”
hem sınırsız hakimiyet olacak hem de totaliter değil, otoriter olarak tanımlanacak. bunu kafamda tahayyül edemiyorum. hem sınırsız hakimiyet ve hem de basında her gün kendisine hakaretler ve küfürler yağdırılmasına engel olamayacak. elinden gelen tek şey, her demokratik ülkede olan şey, yani mahkemeye vermek olacak.
eh, böylesi “otoriter diktatör”e katlanabiliriz sanırım.
üstelik aldığı oylar kitle desteğinden kaynaklanıyor ve seçimlerde ciddi bir şaibe gözlenemiyor. muhalefetin bir kediye bu kadar yoğunlaşmasından da anlaşılıyor bu.
yarın kitle desteği azalırsa, muhalefet de adam gibi çalışır ve ortaya ciddi bir seçenek sunarsa, pekala iktidardan uzaklaştırılabilir. mesela cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olur da seçilemezse, işte sonun başlangıcı…
bu arada daha önce “bir de şöyle bakmanızı öneririm: ab’ye girmek isteyen bir ülkede diktatör olma şansı nedir? kendi içindeki kürd sorununu çözmek isteyen ve özerklik tartışmalarının yaşandığı bir ülkede diktatörlük ihtimali binde kaçtır?” şeklinde bir mesaj daha göndermiştim ama onu görmemişsin herhalde veya gelmemiş olabilir.
AB’ye girme meselesi artık gündemde yok. Onlar da girmek istemiyor, AB de almak istemiyor zaten. Sınırsız diktatörlük meselesini sıanırlanmamış diktatörlük olarak anlamamak gerekir. Diktatörlük sınırsız bir şekilde kendini dayatmak istiyor ama bunu engelleyen birçok iç ve dış faktör var ve onu sınırlandırıyor. Zaten çatışma da bu yüzden şiddetleniyor. Gazeteler ise hukuki yollarla değil, perde arkasından tehditlerle kontrol ediliyor, yola getiriliyor. Kaç gazeteci bu şekilde işinden edildi.
aby’ye girmek istemiyorylar artık.
“siyasi ve toplumsal alanda tek kişiye ya da tek partiye sınırsız ölçüde hâkimiyet tanıyan siyasal diktatörlük” lafınla “diktatörlük sınırsız bir şekilde kendini dayatmak istiyor ama bunu engelleyen birçok iç ve dış faktör var ve onu sınırlandırıyor.” cümlen çelişiyor. bak sen kendin diyorsun, engelleyen faktörler var ve onu sınırlıyor. yoksa elbette diktatör olmak ister. engelsiz ve sınırsız bir hakimiyeti kim istemez? ancak biz anarşistler ve gerçek sosyalistler istemeyiz. 🙂
bu çatışma bir diktatörlükle sonuçlanabilir. ama henüz bunu söyleyemeyiz. ama bu çatışmadan ve güçler dengesinden belki de tam tersine, daha reformcu ve demokratik çözümler çıkacağını da düşünebiliriz.
basına baskı yeni değil. hep vardı ve şimdi nispeten daha iyi bile denilebilir. en azından bu kapışma sayesinde farklı kanallardan haber alabiliyoruz. bunda internetin de katkısı var tabii.
izzet kezer diye bir gazeteci vardı ve devlet onu pkk ile girişilen bir çatışmada öldürdü. ama suçu pkk’nin üzerine attı. hiç bir basın organı gerçeği yazamadı. ama bir ara mehmet ali birand 32. gün’de bunu söyleyiverdi.
şimdi böyle değil. gazeteci işten atılıyor ama gidip başka gazete veya kanalda iş bulabiliyor.
lice’yi basıp pkk’nin üzerine atıyorlardı. yüzlerce kişiyi ortadan kaldırdılar. ama kimse o zamanlar “diktatörrr” demiyordu. her nedense… 🙂
O zaman da ordu diktatörlüğü olduğunu söylüyorduk.
Türkiye’nin otoriterleşmesi veya diktatörlüğe gitmesiyle Kürtlerin özerkliği arasında bir ilgi yok. Hatta Kürtler bağımsız bile olsa olmaz. -Kürt bölgeleri dışında kalan- Türkiye’deki muhalefet çoğunlukla Kürt düşmanı CHP-MHP (onun dışında İP-HEPAR vs) kitlesinden oluşuyor. Bunlar, Kürt hareketine olan düşmanlıkları nedeniyle devletin, dolayısıyla devletin başındaki AKP’nin elini güçlendiriyorlar.
RTE 11 yıldır başbakan. 80 darbesinden itibaren RTE’den önce 3 yıldan uzun süre başbakanlık yapan yok, en baştaki 6 yıllık Özal hariç. O da zaten darbenin getirdiği adam, üstelik çamuru RTE’ye en çok benzeyen. Sırf şu veriden bile uyanmanız lazım, nasıl diktatörmüş RTE’den öncekiler? Şiddet dozu son derece yüksek otoriter yönetimler vardı evet. Ama AKP’nin eline geçirdiği stabilite, herşeyi kuşatan hegemoni (Gezi’de kırıldı), tek adam kültü yoktu. Eskiden ordunun gölge diktası vardı ülkede, 2007’de o dikta kırıldı dikta AKP’ye geçti olay budur.
80 sonrası tarih zarfında gözlemlediğim tek demokratikleşme AKP’nin ilk birkaç yıllık döneminde yaşandı. Bunda kriz sonrası yere serilmiş Derviş’in acı reçetesini içmiş olmamızdan dolayı sınıf mücadelesinin dibe vurmuş olması, o dönem etkili olan AB rüzgarları ve AKP’nin “çıraklık” döneminde diktayı geçene kadar ayıya dayı deme uysallığı vardı. 2007’den itibaren bu üç unsur da ortadan kalktı.
AKP öncesi TR siyaseti şuna benziyordu: https://www.youtube.com/watch?v=niqVS6ovS68
Net bir şekilde değişik ideolojik eğilimler oldukça yalın savunuluyor. Mesut Yılmaz liberalizmi, İnönü sosyal demokrasiyi, Erbakan sosyal devlet – faiz demagojisi kırması islami-popülist adik düzenini, Perinçek devlet sosyalizmini filan savunuyor. Bu programdan 10 sene sonra ise ideolojiler öldü, tek bir apolitik, politika-sonrası ideolojik ortam kaldı: neoliberalizm. Neoliberalizmi stabilize etmeye aday da iki eğilim, AKP’nin muhafazarak otoriterizmi ile CHP’nin Kemalist otoriterizmi. Baykal’dan sonra CHP’ye eser miktarlarda sosyal demokrasi unsurları eklendi çok şükür onun dışında TR siyasi arenasında bir gram gelişme yok.
Hayal bile edilemez böyle bir şey günümüzde. Padişah bey gelecek de, diğer parti liderleriyle efendi efendi fikir yarıştıracak. Her gün hakaret etmek şeytanlaştırmak hedef göstermekle meşgul. Diğer partiler diye birşey bile kalmadı nerdeyse.
Başbakan sanırım Mesut Yılmaz bu sırada.
+ Devletin televizyonu TRT’de yayınlanıyor bu program.
Bugün katıksız bir yandaş medya organı, AKP borazanı olarak işletilen TRT’nin böyle gayet dengeli tarafsız bir formatta tartışma programı sunmasını düşünebiliyor musunuz.
Gerçekten de…
ekonomik sistem ile siyasal rejim arasındaki uyum/suzluk dolayısıyla yapılan üçlü tasnife bakarak, şu sorular da sorulamaz mı?
1-diktatörsüz diktatörlükler olabileceği gibi; tersine, diktatörlüksüz diktatörler de olabilirmiş mi demek gerekir?
2- o halde “kitle ve iktidar/dikta ilişkileri”, neden-sonuç bağlamında nasıl açıklanmalı?
3-o zaman da “tabi-yet” halleriyle, kitlelerin yarattığı dikta(törlük) ile diktatörlerin kıvama getirdiği kitle-ler anlamında TEBA ve HALK (yani devletin siyasal erkinin kullanımının dışında duran veya onu ret eden) ayrımı önem arzetmiyor mu?
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dogu-perincek/41877-dogu-perincek-devlet-teorisi-dersi-degil-akp-iktidarini-yikma-dersi.html
akp iktidarını yıkma mı, yıkama mı? 🙂
Feyzioglu denizlerin idamı için imzayi attıgında sag bir partideymis tayyip in lafini referans aldigim icin yanildim bu bana ders olsun. Diger yandan duzenin sol bacagi chp yi akp den ayırmamalı. Chp de akp gibi gericidir kanımca.
Son gunlerde takip edebildigim kadariyla Dogu Perincek sanki anlasma yapilip disari cikarilmis gibi,sizin gorusleriniz nasil cok merak ettim.
Tabii bunu bilmemiz mümkün değil, fakat Akit gazetesine verdiği demeç ve diğer yazıları, AKP ile zımni bir ittifak olduğunu ortaya koyuyor.
Sopaya taktı Perinçek. RTE’nin şahsi diktatörlük kuracak sopası yokmuş.
Son birkaç yıldır bütçeden polise harcanan paranın askere harcanan parayı geçtiğini fark ettiniz mi?
http://i.sozcu.com.tr/wp-content/uploads/2014/05/33.jpg
(http://mustafasonmez.net/?p=4288)
Yani devletin kendi silahsız vatandaşına karşı kendini koruma kaygısı başka devletlerin ordularına karşı savunma kaygısından daha yüksek bir bakıma. (Bakunin’in dediği gibi her ordu öncelikli olarak kendi halkına karşı örgütlenmiştir aslında onu da unutmadan..) Başka ülkelerde bu oranlar nasıldır bilmiyorum öğrenmek iyi olurdu.
Şimdi bu haki şiddetin yerini mavi şiddetin aldığı ülkemizde RTE, polisine güvenemiyor mu? Polis cemaatin olduğu için filan mı? Pardon o tapelerden sonraki 8-9 bindi galiba emniyet personeli sürülmesi mevzusunu gözden gizlemeye mi çalışıyo Perinçek bey Cemaat’e karşı milli RTE ile olan koalisyon savaşında? “Nasıl sabrediyorsunuz hayret ediyorum” açıklaması polisine güvenmeyen bir diktatörün açıklaması değil, vurun öldürün koçlar diyen bir diktatörün açıklamasıdır.
Ayrıca RTE’nin bir de MİT ile kurduğu sıkı fıkı özel ilişki var onu da saklayacaksın gözlerden öyle mi? Bas bas bağırdı Taraf bile, bizzat başbakana bağlı olağanüstü genişletilmiş kolluk işlevleri üslendi MİT yeni düzenlemelerle.
Ama ordu, ordu sopası yok değil mi RTE’nin? GK ile 2007’de hesapları kesti RTE, ordunun tepesine iktidarını kabul ettirdi. Kabul etmeyen azınlık tepe kadroları Ergenekon ile içeri tıktı, ve en son onları da iktidarının kriz anında yedeklemek için saldığını düşünüyorum. Perinçek, 2000’den beri olduğu gibi bu kadroların sözcülüğüne devam ediyor. Orduda RTE’ye karşı bir hissiyat varsa, henüz yeterince kolonize edemedği orta-alt kademelerde, belki vardır. 27 Mayıs’vari bir hissiyat, cılız ve örtük olarak, belki vardır (tamamen tahmini konuşuyorum).
3 sopanın 2 buçuğu RTE’nin elinde, hiç merak etmeyin.
RTE, Hakan Fidan adlı MİT müsteşarına göbekten bağlıdır. Şu ülkede en çok güvendiği zatın Fidan olduğunu, kaderlerinin birbirine bağlandığını düşünüyorum. Cemaat Fidan’ı Oslo’da PKK ile gizlice görüşmeleri yürütüyor diye vatana ihanetten yargılamaya kalktığında (Oslo krizi) RTE şak diye kanunları değiştirip kurtardı kendisini. Belki de Fidan’dan RTE’ye geçeceklerdi, Aralık’ta Bilal’den RTE’ye geçmeye çalıştıkları gibi. RTE’nin Bilal’i arabaya bindirmesi, balkona çıkarması, ok attırıp parlatmaya çalışması Fidan’ı korumak için kanun değiştirten aynı korkunun eseridir.
O zaman Fidan tehlikede demektir. İktidar soba gibidir. Belli bir mesafede ısıtır. Çok yaklaşırsan yakar.
Evet, RTE’nin üç sopası, iyi bir yazı konusu olabilir.
“Kemalizm’e değil sadece AKP’ye karşı olmak gerekir, çünkü o dönem bitti, üzerinden 75 yıl geçti”
böyle bir fikri öne süren yok. araya islamı da katarak ortamı bulandırmışsınız.
dünya 75 sene önce, bugünkü tecrübelerine ve demokrasi kıstaslarına sahip değildi.
bu basit cümleden bile bir şeyler çıkartırsınız artık.
“Güzel” insan sistematik şiddeti vicdanında mahkum eden, insanlara, hayata ve insan-insanlığa “gönül” aydınlığıyla bakabilendir. Dini, tanrısı, biçimi, “örtüsü” olan veya olmayana…
Umut varsa eğer, bu insanlarla var; “Dincilerin” arasında “dinsizleri” anlamaya çalışan, “Stalinistler” arasında Özgürlükçü Sosyalistleri, milliyetçiler arasında Kürt’leri, Süniiler içindeyken Alevileri, İktidardayken muhalif, ezilenleri… unutmayanlar…
Bu kadının “düşünce-duygu dünyasının”, “insana inanmak” için haklı olduğumuzu gösteren milyonlarca kanıttan güncel olanı olduğumu düşünüyorum. (Kemalist Laikçi “dinciliğin” yanlışlığını gösteren bir kanıt! -Ve bu cümleyi de de tarihsel olarak M. Kemal’i “haklı” bularak yazıyorum!)
***
Arzu Yılmaz, Zaman gazetesinin dünkü (31.05.2014) sayısında hayat hikayesini anlattı. Başörtüsü yüzünden 2001’de İngiltere’ye giden Yılmaz, orada azınlık olarak bulunduğu yıllardan sonra Türkiye’ye döndüğünde karşılaştığı Gezi Parkı’nda yaşadıklarını ve düşündüklerini anlattı. Arzu Yılmaz’ın Zaman gazetesinde yer alan yazısının tam metni şöyle:
“2013 Mayıs’ının sonunda internetten izlediğim Gezi’de sökülen ağaçlara vatandaşların gösterdiği tepki videosu beni derinden etkilemişti. Sade vatandaşlar ve aktivist gençler, diğer ağaçların da söküleceği haberini alıp parkta nöbetleşe kalmaya karar vermişti. Kararımı vermiştim: Ertesi gün ben de parkıma sahip çıkmaya gidecektim.
1977 doğumluyum. … Lisedeyken bir arkadaşıma ‘Alevilerden nefret ediyorum.’ demiş, arkadaşımdan da ‘Ama ben de Alevi’yim.’ yanıtını almıştım. Egeli damarım devletçi ve milliyetçi akıyor, bundan gurur duyuyordu.
… Yurtdışına çıkış hikayem 20’li yaşlarda dinimi keşfetmemle başlar. 24 yaşımda da kapanmayı tercih ederek kariyerimi, ailemi, ‘İstanbul’umu terk ettim. O yaşa kadar özgür yaşayan ‘Bağdat Caddeli’ ruhum 2000’lerdeki Türkiye’de daha da dar olan çalışma imkânları ve bana örtümden dolayı ayrımcı bakan gözlere dayanamazdı.
…
Parkta aldığım ilk haber, sabahın 5’inde çadırları yakan polislerin ağaca tırmanan bir genci coplayarak testislerini yırtmasıydı, genç ben geldiğimde Şişli Etfal’de ameliyattaydı. … Gezi Parkı’na çıkan yolun sonunda artık devlet babanın beni tahakküm altına alan, düşünceme kadar beni kontrol edip yönlendiren, ‘devlet döver de söver de, ne yaparsa hakkıdır’ düşüncesinin silinmeye başladığını, Matrix filminde vücudundaki kabloları kopararak özgürlüğe acı bir şekilde kavuşan Neo gibi hissediyordum. Canım acıyor, beynim zonkluyor, ben ne yapabilirim diye etrafıma bakınıyordum.
Pankart hazırlayan gençler gördüm, eğilip yardım ettim. Yeni uyanan gençlere börek ve ayran aldım. Parkı baştan sona dolaştım, ağaçlara çaput bağlayan hippi kızlar, ekolojik mesajlarla doğru yolda olduklarını birbirine hatırlatan muhabbetler, imza toplanan masalar, ağaçların altında uzanıp kitap okuyanlar, parka sosyoloji laboratuvarı muamelesi yapan akademisyenler… 80 darbesindeki düşmanlığı anlamaktan yine uzaklaşmıştım işte…
Saat 14.00’te parkta forum yapıldığında en önde ayakta yerimi aldım. Farklı kesimlerden oldukları tiplerinden ve konuşmalarından belli belki 200 kişi parkta olmaktan dolayı çok mutluydu, uzun zamandır AKP hükümetinin ‘saltanatvari’ kararlarından özel ve mesleki hayatlarında bıkkınlık yaşamışlardı. Hiç unutmuyorum, mikrofon uzatılan biri Başbakan’a ağır bir söz söyledi öfkeyle. Forumdaki herkes bu beyi ayıplayarak sesini yükseltti ve bu tavrı tasvip etmediklerini, haklıyken haksız olmak istemediklerini belirttiler. …
14.00’teki foruma basın alınmadı zira kaç gündür polis ve idarecilerden gördükleri baskı ve şiddet medyaya doğru yansıtılmıyordu, daha doğrusu hiç haber yapılmıyordu. Onlar da yaşadıklarını resim ve videolarla sosyal medya üzerinden paylaşıyorlardı. 19.00’da yeni bir forum sözüyle kalabalık dağıldı, ben de evin yolunu tuttum…. İnsanlar sevsinler, tasvip etmesinler, artık bu dilden, hakarete uğramaktan ya da başkalarının, seçtiği başbakan tarafından aşağılanmasından bıkmıştı, ve artık bu bir son olsun istiyordu.
Başörtüsü sorunundan dolayı 2001 Ocak’ında yurtdışına yerleşme kararı almıştım. Öncesinde başörtüsü ile ilgili yaşanan sıkıntılar bende korku hali de oluşturmuş. Taksim’de kalabalıklar toplanınca, içimi bu korku sardı, tekrar Gezi’ye gidemememin sebebi de bu oldu. Beni haklı çıkaran gelişme gecikmedi: ‘Kabataş’ta kapalı bayana yapılan zulüm’ her kesimden insanı derinden sarsmıştı. Başbakan, Kabataş olayıyla beni hassas yerimden yakalamış, önüme görünmez bir blok örmüştü. Ama Başbakan bunu hep yapıyordu. Hassasiyetleri profesyonelce kullanan Başbakan, devletin hisseden, düşünen en fonksiyonel aygıtıydı.
Ait olduğum muhafazakar kesim, sakini olduğum site ve çevresi hatta akrabalarım Başbakan’ın söylemlerini efsunlanmış gibi dinliyor, dış mihrakların her zamanki oyununa lanet okuyarak oraya gidenleri kınıyorlardı. Bir kesime göre, ölen gençlerimizin zaten devlete ‘karşı’ gelmeleri suçtu, ölmeleri kendi hatalarıydı. Gerçeği anlatma çabalarım yerini sessizliğe bıraktı, 2013 yazım sancılı geçti.
Cemaat-AKP gerginliği ve Soma’daki elim hadise sonrası devletin tavrı beni başta anlamayan arkadaşlarımın benden özür dilemelerine sebep oldu. Parkta geçirdiğim 5 saat hayatımda aldığım en kaliteli derslerden biriydi, torunlarıma anlatacak büyük bir hatıraydı. Pişman olduğum tek şey ise, tekrar Gezi’ye katılmayışım oldu.”
1920’ler Türkiyesi demokrasinin nesnel koşullarına sahip miydi?
Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve ertesindeki göreli özgürlük rejimine karşın, Türkiye sonraki yıllarda gerçekten demokratik bir düzeni yaşatabilir miydi? Burası şüphelidir. Çeşitli ekonomik gelişim göstergelerinin demokrasinin önkoşullarını oluşturduğu yolunda, doyurucu bir toplumbilimsel kuram bulunmamakla birlikte; aralarındaki nedensellik ilişkileri kanıtlanmasa da, demokrasinin en azından belli gelişkinlik ölçütleriyle eşzamanlı olarak geldiği söylenebilir. (Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti…, s. 332)
Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi demokrasi kurmadı demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebekesi kurmadı demekle aynı anlama gelir. (A. Taner Kışlalı, Mustafa Kemaller Görev Başına, s. 162)
Demokrasi eğer siyasi iktidarın serbest genel oyla seçildiği düzenin adı ise, bunu yürütmek için sandık imal edip oy pusulası basmak ve oyları az çok güvenilir şekilde tasnif etmek için gereken altyapı dışında ne gibi sosyoekonomik koşullar gerektiğini anlamak güçtür. Atina’da MÖ 508 yılında demokrasi kurulmuş ve yüz küsur yıl pekala yürütülebilmiştir. İsviçre’de de demokrasi yediyüzüncü yılını tamamlamak üzeredir; üstelik bu sürenin uzunca bir kısmında İsviçre Avrupa’nın sosyal ve ekonomik bakımdan en geri ülkelerinden biri olmuştur. Atatürk’ün kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabına inanmak gerekirse, “Sumer, Elam ve Akat Türkleri” daha MÖ 5000 yıllarında demokrasiyi hayata geçirmişlerdir.
1923 Türkiyesi gibi fakir, okuryazar oranı düşük, sanayii kıt, ulaşım olanakları gelişmemiş, nüfus çoğunluğu köylü bir toplumda demokrasi gerçekten işleyebilir miydi?
“Demokrasi” deyimine birtakım ütopik anlamlar yüklenmediği sürece bu soruya olumsuz cevap vermek için bir neden göremiyoruz. Sosyoekonomik gerilik, muhakkak ki her yurttaşın siyasi sürece eşit ve aktif olarak katılmasını bir ölçüde imkânsızlaştıran bir faktördür. Fakat her yurttaşın siyasi sürece eşit ve aktif katılımı, demokratik işleyişin ne zorunlu bir unsurudur, ne de gerçek hayatta belli bir ölçünün ötesinde realize edilebilecek bir hedeftir. Yönlendirici bir ideal olarak belki değeri olabilir; ama böyle bir katılım olmadan da, gerçek dünyada demokrasiden beklenen faydalar (siyasi iktidarın kısıtlanması, kamuoyunun serbestçe oluşması, toplumsal çıkar ve eğilimlerin devlet yönetimine yansıması) pekala sağlanabilir.
Demokraside esas olan,
a) seçimlerin serbest ve düzenli olması,
b) toplumun yeterince geniş bir kesitinin seçme hakkının olması,
c) iktidarın seçimden çıkması veya serbestçe seçilmiş bir parlamentoya karşı sorumlu olmasıdır.
Toplumsal katılımın darlığı, bazı açılardan “eksik” bir demokrasi anlamına gelebilir; bazı toplusal çıkar ve inançların siyasete yeterince yansımaması sonucunu doğurabilir. Fakat katılım darlığının, parlamenter rejimin istikrarı ya da kamu özgürlüklerinin sağlamlığı üzerinde herhangi bir – olumlu ya da olumsuz – etkisi bulunduğu, bugüne kadar kanıtlanabilmiş bir husus değildir. Her halükârda, “eksik” de olsa demokratik parlamenter rejim, tek kişinin ya da küçük bir oligarşinin ülkeyi keyfince yönettiği rejimden, nitelikçe farklı bir şeydir.
Bu tesbitlerden sonra, geriye sorulacak iki soru kalmaktadır.
Birincisi, Türkiye’de 1923’ten önceki demokratikleşme deneylerinin başarısızlıkla sonuçlanmalarının nedeni, acaba sosyoekonomik koşulların uygunsuzluğu mudur?
İkincisi, benzer bir devirde ve coğrafyada, Türkiye’ye benzer sosyoekonomik koşullara sahip oldukları halde demokratik parlamenter rejimi işletebilmiş devletler var mıdır?
Sırasıyla bu iki soruya değinelim.
I. Geçmiş denemeler
Türkiye’nin ilk demokrasi denemeleri, tekrar anımsayalım ki, 1923 veya 1946 değil, 1876 ve 1908’de gerçekleşmiştir. Bu denemelerin niye başarısız kaldıkları ise muamma değildir, ve toplumun fakirliği yahut okuryazar oranının düşüklüğü ve telefonun icadı gibi şeylerle değil, gayet somut birtakım iç ve dış siyasi koşullarla ilgilidir.
1876: 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyetin, II. Abdülhamid tarafından, birbuçuk yıl sonra askıya alınmasının iki nedeni gösterilir.
Bir kere Abdülhamid, iktidarı kimseyle paylaşmaya niyetli değildir. Parlamenter anayasayı kabul etmesi veya eder gözükmesi, tahta çıkabilmek için Mithat Paşa cuntasına ödediği bedeldir. İktidarını sağlamlaştırdığı an, hem paşayı hem anayasasını tasfiye etmekte gecikmeyecektir.
İkinci neden, imparatorluk yapısının tehlikeli istikrarsızlığıdır. Meşrutiyet ilanından altı ay sonra Rusya Osmanlı devletine savaş açmış; 1878 Şubatında düşman, Türk ordusunu hezimete uğratarak İstanbul kapılarına dayanmıştır. İmparatorluğun günlerinin artık sayılı olduğu inancı yaygındır; bundan ötürü Osmanlı idaresi altındaki ulus ve zümrelerin birçoğu (örneğin Bulgarlar, Rumlar, Ermeniler, Lazlar) yeni siyasi arayışlar içine girmişlerdir. Bazıları Ruslara yaklaşmakta, başkaları Rus tahakkümü olasılığına karşı Batılı güçlerin desteğini aramakta, daha başkaları iki tarafı karşılıklı oynayarak bağımsızlık peşinde koşmaktadır. Bu grupların serbestçe söz söyleyebildikleri, hatta sayısal çoğunluğu temsil ettikleri bir rejim, devletin çökmesiyle sonuçlanabilir.
Nitekim Meclisin feshine yolaçan kriz, bir dış politika krizi olmuştur: Ayastefanos’ta konaklayan Rusların İstanbul’a girme ihtimaline karşı Osmanlı hükümetinin İngiliz donanmasını yardıma çağırması üzerine Mebusanda hükümet sert eleştirilerle karşılaşmış, bunun üzerine 13 Şubat 1878’de meclis süresiz tatil edilmiştir.
1908: İkinci Meşrutiyetin, 1908 devriminden dört-beş yıl sonra İttihat ve Terakki zorbalığına yenik düşmesinde de aynı iki faktörün etkisi izlenebilir.
1908 devrimine önayak olan İttihat ve Terakki kadroları gerçi başlangıçta “hürriyet” fikrine gönülden bağlı gözükürler. Ancak sahip oldukları “gizli örgüt” ve “vatan kurtarma” zihniyeti, iktidarı başkalarıyla paylaşma fikrine yabancıdır; benimsedikleri Türkçü ve şovenist ideoloji, imparatorluk nüfusunun büyük bir kısmına devlet yönetiminde söz hakkı tanımayı reddeder; siyasi deneyimsizlikleri, 1911-12’de partinin parlamenter kanadının dağılması ve iktidarın bir süre kaybedilmesi ile sonuçlanmıştır.
Bunların etkisiyle “hürriyetçi” kadronun siyasi fikirleri hızla evrilecek, ve 1913’te kanlı bir darbeyle hükümeti deviren Enver, bir anda cemiyetin liderliğine yükselecektir. Bunu izleyen beş yıllık dikta döneminde İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin bulaştıkları olağanüstü boyutlardaki parasal yolsuzluklar ve kanlı entrikalar, sınırsız iktidarın çürütücü cazibesi karşısında siyasi ideallerin ne kadar hızlı buharlaşabildiğinin acı bir göstergesidir.
1913 olayının öbür nedeni, yine devletin dağılma tehlikesidir. İttihat ve Terakki yönetiminin fanatik milliyetçiliği ile birleşen beceriksizliği sayesinde, 1908’i izleyen birkaç yılda Bulgaristan imparatorluktan kopmuş; Girit, Arnavutluk, Suriye ve Arabistan ayaklanmış; onlardan esinlenen Anadolu Rumları ve Ermeniler de ayrılık havasına girmişlerdir. Demokratik bir seçimde müslüman ve Hıristiyan azınlık mensupları, Meclis üyeliklerinin yarısından fazlasına sahip olacaktır. Sansürsüz İstanbul basınının toplam tirajının önemli bir bölümü (belki yarıya yakını) Ermenice ve Rumcadır; önde gelen Türkçe gazetelerin bazılarının yöneticileri de gayrımüslimdir. 1912-13 Balkan Harbinde Osmanlı devleti, küçümsediği dört küçük Balkan ülkesi karşısında ağır bir hezimete uğramıştır. Yenilgiden sonra imparatorluk dahilinde yeni ayaklanmalar çıkması olasıdır. Nitekim “partilerüstü” Ahmet Muhtar Paşa hükümetinin Balkan olayları karşısında içine düştüğü acz ve kararsızlık, 1913 darbesinin dolaysız gerekçesini oluşturur.
1923: 1876 ve 1908 demokrasi denemelerinin uğradığı fiyaskoda, o halde, bellibaşlı iki nedene tesadüf etmekteyiz. Bunlardan birincisi yönetici zümrenin iktidarı paylaşma konusundaki isteksizliği ise, ikincisi imparatorluğu tehdit eden gerçek tehlikelerdir.
Milli Mücadele ertesinde kurulan rejimin, daha kuruluş aşamasında serbest seçimlere dayalı parlamenter düzeni reddedişinde, anılan nedenlerin ikincisinin izine rastlayamayız.
1923’te Türkiye artık dağılma tehlikesi içinde değildir. Ülke sınırları içinde kayda değer bir Hıristiyan azınlık kalmamış; ayrı bir ulusal kimliğe sahip olan bellibaşlı müslüman topluluklar – Arnavut ve Araplar – kendi ayrı yollarına gitmişlerdir. Geri kalan müslüman nüfus, Milli Mücadelenin kaynaştırıcı potasında, az çok ortak bir ulusal ruh edinmiştir. 1922’deki zafer yeni devletin askeri “fizibilitesini” kanıtlamış, ikiyüz yıllık çözülme sürecinin sonuna gelindiği inancı yaygınlaşmıştır.
1925’teki Kürt ayaklanmasıyla gerçi yeniden bir bölünme ihtimali belirir gibi olmuştur: bu olay, Takrir-i Sükûn Kanunu yoluyla parlamentoyu ezmek ve rejimi son kalan muhaliflerinden ayıklamak için kullanılacaktır. Fakat bu kez durum, 1878 veya 1913’ten farklıdır. Bir kere isyan – öncekilere oranla – ciddi boyutlarda değildir: sınırlı bir askeri harekâtla iki ay gibi kısa bir sürede bastırılabilmiştir. İkincisi, uluslararası diplomaside ayrı bir Kürt devleti kurmak yönünde bir eğilim gözükmemektedir: İngiltere olaya eğer karıştıysa, Musul’daki pozisyonunu sağlamlaştırmaktan başka bir amaç gütmüş olamaz. Üçüncüsü ve en önemlisi, parlamentoda ve merkez basınında Kürt hareketini destekleyen kimse yoktur. Terakkiperver Fırka mensuplarından bazılarının isyana elaltından destek verdiklerini – inanması pek güç olmakla beraber – bir an için kabul etsek bile, 280-küsur kişilik mecliste toplam TCF üyesi en çok 30’dan ibarettir. Yani geçmiş örneklerin aksine, serbest bir meclis ve serbest basının ülkenin dağılmasına yol açacağını düşündürecek bir neden yoktur.
Hükümetin isyanı bastırma şeklini eleştirenler gerçi az değildir; ancak bu, bilindiği gibi, devleti parçalamak istemekten epey farklı bir şeydir.
Özetle, geçmiş demokrasi denemelerini başarısızlığa mahkûm eden “objektif koşulların” ikincisi, 1923’te bertaraf edilmiş gözüküyor. Geriye iktidar sahiplerinin iktidarı başkalarıyla paylaşmaktaki isteksizliği kalıyor, ki bu konuda durumun 1878 ve 1913’ten farklı olduğunu düşündüren bir ipucuna sahip değiliz.
II. Paralel örnekler
Çokuluslu imparatorluğun riskli yapısından kendini kurtaran cumhuriyet Türkiye’si, birçok bakımdan, 19.cu yüzyılda Osmanlı devletinden kopan dört Balkan ülkesini – Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan – andıran bir sosyal yapı arzeder.
Ulusal bileşim bakımından Balkan ülkeleriyle Türkiye arasında büyük bir benzerlik vardır. Türkiye’nin Kürt sorununa karşılık Bulgaristan’ın Türk, Yunanistan’ın Arnavut ve Türk, Romanya’nın Macar, Sırbistan’ın Arnavut ve Boşnak azınlıkları sıkıntı kaynağıdır. Ancak egemen ulus beş ülkenin her birinde kesin çoğunluğa sahiptir, ve uzun süren kurtuluş mücadeleleri sırasında oldukça güçlü bir ulusal bilince kavuşmuştur.
Dört Balkan ülkesi ile Anadolu-Trakya Türkiye’si arasında sosyoekonomik göstergeler bakımından da büyük bir fark yoktur.
Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya gerçi eski imparatorluğun nisbeten zengin tarım alanlarını devralmışlardır; buna karşılık 1830’da kurulan Yunanistan, Osmanlı arazisinin en fakir ve geri yörelerinden biridir (daha sonra kazandığı Tesalya ve Makedonya topraklarıyla, arayı kısmen kapatacaktır).
Ticarete ve denizciliğe açık olan Yunanlılara karşılık, Bulgar, Romen ve Sırpların ezici çoğunluğu köylüdür. 1910’da bir milyona yakın nüfusu olan İstanbul ve 180.000 nüfusu olan İzmir’e karşılık, Atina ve Pire’nin toplam nüfusu 141.000, Sofya’nın nüfusu 102.000, Belgrad’ın nüfusu 140.000’dir: yani “kentlilik” açısından Türkler, komşularından bir hayli ileridir.
Siyasi durum ise farklıdır. Dört Balkan ülkesinin üçü 1860 ve 70’lerde serbest ve çok partili seçimlere dayalı meşruti parlamenter rejimi kabul ederek, uzun bir süre istikrarlı bir şekilde sürdürebilmişlerdir.
Yunanistan’ın bağımsızlık savaşı sırasındaki (1821-30) ilk demokrasi deneyi gerçi fiyaskoyla sonuçlanmış; 1843’teki birinci meşrutiyet anayasası da parlamento üstünlüğünü kurmayı başaramamıştır. Ancak 1864’teki ikinci anayasa ile, geniş bir basın özgürlüğüne ve tek dereceli genel seçimlere dayalı parlamenter düzen kurulabilmiştir. 1909 reformuyla kitle tabanını genişleterek seçim sistemindeki aksaklıkları düzelten parlamenter rejim – 1922 yenilgisini izleyen bir dizi ciddi sarsıntıya rağmen – 1936’ya kadar, toplam 72 yıl ayakta kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı ertesinde demokratik rejim yeniden kurulacak, 1967-74 arasındaki yedi yıllık askeri fasıla hariç, günümüze dek sürecektir.
Meşruti anayasa altında Yunan kralının rolü, Türkiye’de 1950’den sonra cumhurbaşkanının sahip olduğu konumdan çok farklı değildir. I. ve II. Konstantin’lerin 1913-22 ve 1964-67’de parlamenter hükümete karşı giriştikleri kuvvet denemeleri, Türkiye’nin çokpartili dönemde yaşadığı çeşitli müdahale teşebbüsleriyle karşılaştırılabilir.
1878’de fiilen bağımsız yönetime kavuşan Bulgaristan, ertesi yıl kabul ettiği anayasayla tüm Balkan ülkelerinin en özgür, çoksesli ve istikrarlı parlamenter rejimini oluşturmuştur. Genel oy hakkı ve tek dereceli seçim 1879 anayasasıyla tanınmış; Köylü Partisi ile Sosyalist Parti, erken tarihlerden itibaren parlamentoda temsil edilmişlerdir. Demokratik rejim 1922’yi izleyen yıllarda darbeler ve darbe teşebbüsleriyle sarsılmışsa da, 1935’te kral Boris’in parlamentoyu dağıtıp idareyi şahsen ele alışına kadar, 66 yıl boyunca varlığını korumuştur. Bu süre içinde Bulgar devleti üç büyük savaş ve iki önemli yenilgi yaşadığı, Makedonya ve Ege Denizine çıkış gibi en temel iki ulusal davasının kaybedilişine tanık olduğu halde, serbest parlamenter düzenden taviz verilmemiş olması ilginçtir.
Yukarıdakilere oranla daha sorunlu bir parlamenter rejim Romanya’da 1866 anayasasıyla kurulmuş, 1938 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Sırbistan’da 1869’da kurulan anayasal rejim ise istikrara kavuşamayarak, 1941’e kadar sürekli darbe ve rejim mücadeleleriyle sarsılmıştır.
Gelir, eğitim, sanayi, ulaşım ve kentleşme düzeyine ilişkin Yunanistan ve Bulgaristan’ın 1910 istatistikleriyle Türkiye’nin 1925 istatistikleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. Döneme ait güvenilir nitelikte ulusal gelir hesapları yoktur. Bütün parasal değerler, 1910 yılı sabit değerleri üzerinden sterline çevrilmiştir. Kentleşme başlığı altında, sırasıyla, nüfusu 100 binin üzerinde ve 10 binin üzerinde olan kentlerde oturanların genel nüfusa oranı, ve tarım sektöründe çalışanların toplam iktisaden aktif nüfusa oranı gösterilmiştir. Türkiye’nin kentleşme rakamları, 1927 genel nüfus sayımından alınmıştır; 1925 nüfus sayısı, 1927 sayımından (yıllık %2 artış hesabıyla) geriye projekte edilmiştir.
Üç ülkenin ihraç malları, ham ve yarı işlenmiş tarım ürünleri ile madenlerden ibarettir; ipek (Türkiye ve Bulgaristan), şarap (Yunanistan) ve gül esansı (Bulgaristan) dışında, dışsatımı yapılan mamul eşya yoktur. Ciddi sayılabilecek bir ağır sanayi üç ülkede de bulunmamaktadır. Mütevazı boyutlarda elektrik üretimine her üç ülkede 1901-1908 yılları arasında başlanmıştır.
Türkiye, kentleşme oranı bakımından iki komşusundan bir hayli ileri, buna karşılık eğitim altyapısı bakımından geridir. Okuryazarlık oranlarına ilişkin güvenilir bir sayı yoktur; ancak bu alanda da iki Balkan ülkesinin Türkiye’den ileri oldukları anlaşılmaktadır. Demiryolu ve telgraf ağları, ülkelerin yüzölçümü ve nüfus yoğunluğuna oranla birbirine yakın düzeydedir.
Kişi başına kamu harcamaları açısından Türkiye Yunanistan’ın yarısı, Bulgaristan’ın %70’i düzeyindedir. Ancak bu rakamlarda, büyük ülke olmanın getirdiği nisbi tasarruflar hesaba katılmalıdır: on milyonluk bir ülkeyi yönetmek için gereken para, sözgelimi ikişer milyonluk beş ülkeyi yönetmek için gerekenden daha az olabilir. Karşılaştırma amacıyla belirtelim ki, örneğin ABD’nin 1925’teki kişi başına kamu harcamaları federal, eyalet ve belediye düzeyinde toplam 120 dolar/25 sterlin dolayındadır; bir başka deyimle Yunanistan’ın 12, Türkiye’nin ise 22 katı kadardır.
Kişi başına ihracat rakamları açısından arada ciddi bir fark görülmemektedir. Sağlam GSMH istatistiklerine sahip olduğumuz 1950-sonrası dönemde Türk ihracat gelirlerinin GSMH’ya oranı % 3 ila 8, Yunan ihracat gelirlerinin GSMH’ya oranı ise % 9 ila 11 dolaylarında oynamıştır. Benzer bir orantı şayet 1910/25 yıllarında da geçerliyse, bu yıllarda Türkiye’nin kişi başına milli gelirinin aşağı yukarı Yunanistan’ınkine eşit olduğuna hükmetmek gerekir.
İki komşu Balkan ülkesinde özgür parlamenter rejimlerin ilk kurulduğu 1860 ve 70’li yıllara ait sosyoekonomik göstergeleri bulmak mümkün olamadı. Ancak bunların, 1910’a ait rakamlardan daha geri oldukları varsayılabilir. Bir başka deyimle Yunanistan ve Bulgaristan’ın demokratik yönetimi ilk benimsedikleri dönemdeki sosyoekonomik koşulları, 1925 Türkiye’sinden bir hayli daha geri olmalıdır.
Günümüzde, bilindiği gibi, Yunanistan’ın kişi başına geliri Türkiye’nin yaklaşık altı katı dolayındadır. Bulgaristan’ın son yıllarda içinde bulunduğu karışık durum sağlıklı bir kıyaslamaya imkân vermemekteyse de, sosyoekonomik altyapı açısından bu ülkenin – komünist rejim yıllarındaki uzun duraklamaya rağmen – Türkiye’den bir hayli ileri olduğu bilinmektedir. Türkiye’nin 1923-1950 yılları arasında yaşadığı ekonomik duraklamanın, bu sonuçlarda ne gibi bir etkisi olduğunu araştırmak yararlı olabilir.
Sonuç
“Koşul”lardan söz edenlerin asıl söylemek istedikleri şey, sanırız başkadır. 1920’lerde Kemalistler açısından Türkiye’de demokrasinin koşulları yoktur; çünkü en geç 1923 veya 1924’ten itibaren CHP rejiminin serbest seçim ve serbest basın ortamında iktidarda kalabilmesi imkânsızdır. Koşullar hazır değildir, çünkü koşulların hazır olması için önce halkın “eğitilmesi”, sonra Kemalist kadronun her ne koşulda olursa olsun iktidardan düşmemesini sağlayacak tedbirlerin alınması gereklidir. Sözü edilen tedbirler, 1946-50’de, 1960-65’te, 1971-73’te, 1980-83’te Kemalist aparatın başlıca uğraş konusunu oluşturmuşlardır. Koşullar henüz olgunlaşmamış olacak ki, bugün de hala aynı uğraş sürmektedir.
http://www.nisanyan.com/?s=soru-4
Tayyip Atatürk
Haydar Işık
Atatürk, Türkiye’nin mutlak sahibiydi. Öylesine bir sahiplik ki, Türkiye’nin malı-mülkü, insanı-hayvanı, parası, çiftlikleri, askeri, topu-tüfeği ona aitti. Hatta Türkiye’nin hanımları da ona ait olmuş olmalılar ki, ilişkileri konuşuldu. Aslında olmadığı halde zorla bir ulusun atası yapılmış, Türkiye varı yoğuyla ona verilmişti. O mu istedi? Yoksa yalakaları mı onu arşa çıkardılar başka bir sorun. Kadın kılığında kaçtığı yıllar geride kalınca, hani meşhur yargılamalar ve infazlar teröründe güçlü olunca, bazıları onu mitleştirdiler. Bir yandan efsane yapıldı, diğer taraftan beton ve brozdan heykeller döküldü. Sonra Türk kafalar bu doğrultuda betonlaştırıldı. Ders kitapları hezeyanlarla doldu. İttihat ve Terakki iktidarı sürdürüldü. Neydi bu İttihat pisliği? „Tek millet- tek devlet- tek dil- tek din” Yani Enver-Talat ve Cemal’den sonra değişen neydi? Atatürk. Sözde Çanakkale’de şarapnel gelmiş onu saatinden vurmuş, Bingazi Aslanını Allah Türke bağışlamış. Oysa yalanlarla yükseltilen; aslında Bingazi’den kaçan, Suriye’den kaçan, Kürt aşiretlerine sığınan biriydi. Sonra ders kitaplarına bulutlardan siluetlerini koydular. Atatürk’ü yere göğe sığdıramadılar. Yeryüzünde hiç bir halk bu kadar acayiplik yapmaz. Ama Türkler her türlü rekoru kırarak onu Atatürk yaptılar. 2000 yılında TIME dergisinin açtığı ankete Türkiye görülmemiş bir histeriyle, onun geçmiş bin yılın en büyük devlet adamı olduğu yönünde oy kullandı. Fakat sonunda fukara bir Kürt seçildi. Selahaddin Eyyubi. Kürtlerin „Mısto Kor” dedikleri zatın katliam makinesi askerdi. Kürt soykırımlarında Piran, Zilan ve Dersim’de nasıl davrandıklarını anlatmama gerek yok. Ermeni, Asuri soykırımlarında ve Rum tenkil tehcirinde bu katliam makinesi oldukça büyük fonksiyon gösterdi. Bu katil camiası, „Peygamber Ocağı” yapıldı. Belki de yakıştığını bildikleri için bu ünvanı verdiler.
Bugün bu meşhur ocak daha iyi katliamlara hazırlanıyor. Demir kaskın üzerine yeşil türban çekilmiş, yayılmacı Hanefi mezhebi yapılmış. Dün rakı keyfi serbestti, bugün başındaki sultan gereği duldada içiliyor. Dün Çankaya rakı içilen diyardı, bugün tesettürlü oldu. Dün Kürdün dili, kimliği, kültürü yasaktı, bugün yine yasak. Dünün „tekliği” bugün de sürüyor. İttihat’tan beri ne değişti? Ermeni ve Asuri soykırımdan geçirildi, gayri Müslimler bitince, hey bu Kürtler ne oluyor? Sonra „Peygamber Ocağı” dedikleri katillerini dalga dalga Kürdistan üzerine sürdüler. İşte bunları konuşmak için paneller hazırladık.
Velhasılı kelam, 6.ve 7. Ekim tarihlerinde „1937/38 Dersim Soykırımı” panellerine davet ettiğimiz Türkiye’nin aydını ve vicdanı Murat Belge ile konuştuk, dinledik. Murat Belge omurgası olan bir aydındır. Her rüzgara kapılan biri değildir. Batılı bir aydın, hümanist bir kişilik ve saygın bir filozoftur. Keşke Murat Belge gibi bir kaç yüz Türk daha olsaydı. Murat Belge insan, hem de büyük bir insandır. Onu tanımak şüphesiz bir müzeyi gezmek gibi bir duygudur. Türk halkını ve Türkiye’yi fevkalade tanıyan namuslu bir bilim adamıdır. Hani başkasının ısmarlaması ile yazacak biri değildir. Bir seneyi aşkındır TARAF Gazetesinden para alamıyormuş. Bize ters gelen düşünceler, beğenmediğimiz şeyler yazılırsa, kızarız. Önyargılarımız gelişir. Taraf’ı sistemin, cemaatin gazetesi görürüz. Haklı veya haksız eleştirimiz olur. Bana göre Taraf’ta polis ve işbirlikçi Kürtlerin yazmaları eleştirilecek yanlardır. Neyse Tayyip Atatürk’ün Kürdü …oğlu çekti yerine gitti.
Yeniden Atatürk’e dönelim, rakı masasında varın ispat edin, Türkler ari ırkındandır. Veya Türkler için Kuran tefsir edin, yani Türklere uygun bir din anlayışı yaratın. Bu da günümüzün Müslüman Biraderleri, Libya’da Kaddafi’yi boğazlayan, Bingazi’de ABD elçisini parçalayan, Halep’te, Şam’da insanları vahşice kesenlerdir. Türkiye’de ise, Allah-u-Ekber deyip Kürde saldırandır. İşte Atatürk’ün bu ari ırkı ve Türko-İslam sentezi şimdi Sultan Tayyip Atatürk tarafından yönetiliyor. Hatta Atatürk bu kadar büyük imtiyazlarla donatılmamıştı. Tayyip Atatürk, Türkiye’nin tek egemeni, tek sahibidir. „Kürt kardeşim” derken, Kürdü kendisinin malı, kölesi gördüğü açıktır. Yani Kürde, onun bağışladığı kadar hak hukuk verilecek. Gerisini isterse, yeter la, deyip Peygamber Ocağını üzerine sürecek. Üstelik Atatürk buna göre yoksuldu. O askeri okuldan geliyordu, fakir Türkiye’nin sahibiydi. Ama bu din okulundan çıkan, hem zengin Türkiye’nin hakimi, hem de faizi haram saysa da deveyi hamuduyla yutanıdır. İnsani hakkı için dağa çıkana ise,”terörist ve öldürülmesi gerekir.” diyor.
Murat Belge, Kemalist askeri sistemden nefret etmeli ki, sivil demokratik hakkı olan görüşleriyle karşı durmuş. Bu arada bana göre en büyük yanılgısına imza atmış olmalıdır. „Sivillerle mücadele etmek, askerle mücadele etmekten daha kolaydır.” dedi ve benim; bu sivil sistem çelik kaskın yeşil türban ile yer değiştirmesidir, yanıtımı sanırım sessiz kabul etti. Sayın Prof. Dr. Murat Belge’nin anlatımlarından kalan, Türkiye’yi; elinde çekiç tutan birine benzetmesi çok yerindeydi. Elinde çekiç tutan ise çiviye vurmayı düşünür. İşte bugünün ahvali budur. Batılılaşmayan Türk elinde çekiçle zayıfa vuruyor. Türkiye’nin Kürt sorununu çözeceğine inanmayan Belge bir Avrupalı seyyahı anlatırken; Yeşilırmak nehrinde balık görünce Türke sorar, ne yapıyorsunuz? Biz yaklaşınca onlar kaçıyo, yanıtını alır. Türkler sudan çıkanı sevmez, suyu sevmez, diye vurguladı. Beş vakit namaz kılanın nasıl su kullandığı bilinir. Biz askerin geriletilmesi yönünde destek sunduk. Ancak asker geriletildi ama iktidar bu olguyu doğru kullanmadı. „Ben olsaydım onu asradım.” diyen birinin, Kürtle barış yapmayacağı artık aşikardır. İşte zurnanın zırt dediği nokta burasıdır.
Kürt daha çok Müslüman olmakla kölelikten kurtulmaz. Birlik olunmazsa, kurtulmak hayal olur. Kürt coğrafyasının her rengi, her sesi, soluğu ve değeri bir olursa, bu teklik bataklığından kurtuluruz. Bakınız ne diyor Tayyip Atatürk, anadil yok. Peki TRT 6 verdi diyenler, orada görünen tosunlar ve misafir gittiği evin hanımı olan sözde sanatçılar, vicdanını bir kaç kuruşa satan soytarılar bu sözlere ne der acaba? Kürt yalakaları aydın gören halkımız uyanmadıkça, maalesef bu kaos sürer. Dersimli evine Atatürk posteri asarken, Seyid Rıza’yı bin defa daha asıyor. Şimdi Tayyip Atatürk yolunda yürüyen, onun posterlerini asanlarda, ne evrensel, ne de Kürt halkının vicdan anlayışı var. Onlar para pul peşindeler.
Diaspora halkımıza gelince ve Dersim özelinden bakınca maalesef gelişmiş bir vicdan anlayışı gözlemlenmiyor. Hani Dersimli aydındır, Dersimli değerlerine bağlıdır… derler. Almanya’da yüz bini aşkın Dersimli var. Kemal Atatürk’ün Türkiyesi soykırım yaptı. Kaç kişi bu soykırıma karşı maddi manevi elini taşın altına koydu? Bir avuç insan oğlu insanı geçmedi. Biz mi anlatamadık. Yoksa yanlış mı yaptık. Tabii önce kabahati kendimizde görmeden başlamalıyım. Neden halkımıza Seyid Rıza’nın vicdan anlayışını veremedik? Neden halkımız bunca kendisinden, soyundan uzaklaşırken, dilinden, kültüründen, değerlerinden koparken daha fazla çaba gösterip yardım etmedik. Kendisini yaşayan neden Dersim acısıyla uğraşsın?Asar duvarına Tayyip Atatürk’ü, oturur altında içer rakısını. Çıkarı önemlidir. Kendisini yaşatan, neden Kürdistan’ın acısıyla uğraşsın? Bu işi sadece dağdaki gerillaya ovadaki siyasetçiye bırakmak vicdan mı? Bundan baş eğmeyen halkımı savunan yiğitleri tenzih ederim.
Yeniden Atatürk’e dönelim. O Şeyh Said’e kal ve Seyid Rıza Piri darağacına çekti, çok kan döktü. Tayyip Atatürk ise fırsat bulsaydı Öcalan’ı asacağını söylüyor. Dün 9 Ekimdi, Kürde hazırlanan global komplonun ilk adımıdır. Öcalan 9. Ekim 1998 de Suriye’den çıkarıldı. Avrupa ona iki metrekare hapishaneyi bile çok gördü. Şimdi Tayyip Atatürk, Rojava Kürdüne saldırma tezkeresi çıkardı. Her dünyevi olayın gölgesinde bir katliam yapmıştır Türk devleti. Birinci Cihan Harbi içinde Ermeni soykırımı, İkinci Dünya Savaşı başında Dersim soykırımı yapıldı. Şimdi ise, Tayyip Atatürk, Suriye savaşı çıkarmakla güney Kürtlerine karşı katliam hazırlıyor. Kürdün uyanık olması gerekiyor.
Rojevakurdistan
http://www.gomanweb.org/index.php/tum-haberler/oene-c-kan-haberler/1321-haydar-is-k-tayyip-atatuerk
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 10. maddede dile getirilen ifade özgürlüğünün, 9. maddede konu edilen inanç özgürlüğü gerekçesiyle hangi koşullarda kısıtlanabileceğini, bir düzine kadar içtihatla net bir şekilde tanımlamıştır. Bellibaşlı sınırlar iki tanedir. Birincisi, eğer bir inanca yönelik eleştiri, o inancın sahiplerini inançlarını ifade ve icra etmekten menedecek ölçüde kaygı ve çekince doğuracak nitelikteyse, o eleştiri hukuka aykırıdır. Örneğin, Sayın Başbakanın ateistler, Zerdüştler ve bazı Aleviler hakkındaki ifadeleri suç teşkil eder.
http://nisanyan1.blogspot.com/2014/06/gene-peygamber-davas.html
http://i1.kym-cdn.com/photos/images/newsfeed/000/711/376/569.jpg
http://i.imgur.com/UtPcPbA.png