XXI. Yüzyılın İlk On Yılları, Dünya Ölçeğinde Devrimler Dalgasının On Yılları Olacak
FB: Devrim, beklenmedik biçimde ortaya çıkan [zuhûr eden] sosyal/politik radikal dönüşümü ifade ediyor. Bizde eski dildeki karşılığı inkılap, Batı dillerinde revolution, etimolojik olarak Latince revolvere’den türeme, İtalyancası rivoltare… Aslında modern zamanların bir kavramı. Galiba ilk defa 1450’lerde ortaya çıkıyor. Fakat sosyal politik bir dönüşümü ifade etmek üzere ilk kullanılışı, eğer doğru biliyorsam 1688 “Şanlı İngiliz Devrimi”yle oluyor… Tabii sosyal-politik alan dışında da oldukça yaygın bir kullanımı söz konusu. İşte “bilimsel devrim”, “sanayi devrimi” vb. Yani var olanın köklü bir değişime uğraması anlamında… Copernicus 1543‘te yazdığı, gezegenlerin güneşin etrafında döndüğüne dair el kitabına, revolutionibus orbim coelestium başlığını koymuş… Bizde devrim kelimesi tuhaf bir şekilde çoğul olarak da kullanılıyor. Atatürk devrimleri gibi… Oysa devrim kelimesinin çoğul olarak kullanılması tam bir sulandırmadır…
Arap dünyasını saran ve devam eden son isyan dalgasıyla birlikte, “devrim nedir” sorusu açıkça olmasa da gündeme gelmiş gibi görünüyor. Bu konuda tam bir kafa karışıklığı olduğu da mâlûm… İstersen baştan başlayalım. Sana göre devrim nedir?
GZ: Kanımca devrim büyük bir toplumsal alt üst oluş, eski toplumsal düzenin yıkılması ve yerine yeni bir toplumsal inşanın başlamasıdır. Bu bakımdan devrimi bir “an” olarak görmek yanıltıcı olabilir. Elbette tarihlerle de saptanan bazı zirve noktalar vardır. Örneğin 1789 Fransız devrimi ya da 1917 Ekim devrimi gibi. Ama bu, yanardağın tepesinden lavların dışarıya büyük bir volkan patlaması olarak çıktığı andır. Evet ama bunun öncesi ve sonrası yok mudur? Mutlaka vardır. Fransız devrimi çok önceden başlamıştı ve 1789’da olup bitmedi, bütün bir XIX. Yüzyıla yayılarak devam etti. Keza Sovyet devrimi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılda başladı, XX. Yüzyıl boyunca devam etti. Patladığı yerde devam etmesi değil sözünü ettiğim. Ulusal sınırları aşan, dünya çapında sarsıntılarla devam eden bir devrim söz konusudur.
Devrimi bir an gibi algıladık geçmişte. “Devrimden sonra şunu yapacağım” gibi laflar bol bol dolaşırdı aramızda. Oysa devrim bir milat değildir. Öncesi ve sonrasıyla devam eden bir süreçtir o. Bu yüzden “sürekli devrim” kavramını da pek benimsemem. Bu, “kulaklı eşek” demek gibi bir şeydir. Eşek kulaksız olamayacağına göre devrim de zaten sürekli, süregelen bir şeydir. Yani fazladan lafa gerek yoktur.
Bununla birlikte, anarşistler “devrim” sözcüğünü tek başına kullanmak yerine, “toplumsal devrim” kavramını kullanmayı yeğlerler. Bunun nedeni de geçmişte Marksistlerle yaptıkları politik devrim-toplumsal devrim tartışmasıdır. Marks, toplumsal devrim için bir politik devrim aşaması öngörmüş, anarşistler ise politik devrimi reddetmiş, doğrudan toplumsal devrimi savunmuşlardı. Bana da politik devrim aşaması yanlış geliyor. Daha doğrusu, toplumsal devrim için politik iktidarı ele geçirmek, yani yeni bir devlet kurmak oldukça sorunlu. Çünkü devlet kurulur kurulmaz devrimi bitirir. Bütün deneyler bunu gösterdi.
Sanırım politik devrim anlayışıyla devrimi bir an olarak gören anlayış arasında da bir bağlantı var. Yani bir ayaklanma olacak ve politik iktidar ele geçirilecek. Devrim bu. Daha doğrusu devrim bununla başlıyor. Oysa benim düşünceme göre böyle bir an yok. Yani politik iktidarın ele geçirildiği anı hayal etmek yanlış. Hatta bence öyle bir an varsa da bu an devrimi başlatmıyor, bitiriyor.
Örneğin Libya’yı alalım. Orada bir devrim var mıydı, bu tartışılır. Yoksa tamamen manüplasyon muydu, bu da tartışılır. Ben diktatörlük ve baskının olduğu her yerde devrimlerin de kaçınılmaz olduğuna inanırım. Akıbeti bende her ne kadar acıma duygularına yol açtıysa da ne yazık ki Kaddafi de bir diktatördü. Baskıcıydı. Eğer manüplasyon varsa bile bu manüplasyon halkın gerçek özgürlük duygularının harekete geçmesiyle başarıya ulaşabildi. Neyse, şimdilik bunu bir kenara bırakırsak, Libya’da bir ayaklanma oldu. Toplumsal bir alt üst oluş yaşandı. Bir noktada NATO devreyle girdi ve devrim şansını ortadan kaldırdı. Ama NATO devreye girmeseydi de muhalifler kendi güçleriyle iktidarı ele geçirselerdi devrim yine bitmiş olacaktı. Çünkü iktidarı ele geçirdiler ve geçirdikleri andan itibaren artık devleti koruyucu bir güce dönüştüler. Devleti devraldılar ve artık hapishaneler onlar için çalışacak. Kısaca söyleyecek olursak, Libya’da gerçek bir devrimci kalkışma var idiyse de bu, hem NATO, hem de iktidarı ele geçiren muhaliflerce bitirildi.
Ama bu, devrimin tamamen bitirildiği, sona erdiği anlamına gelmiyor elbette. Devrim alttan alta işlemeye devam edecektir. Neden? Çünkü orada sosyal çelişkiler devam ediyor, sömürü devam ediyor, emperyalist-kapitalist sistemin mekanizmalarının yarattığı huzursuzluklar devam ediyor.
Yeniden başa dönecek olursak, devrim bir an olmadığı gibi, bir partinin programıyla belirlenen bir şey de değildir. Bizim sol hareketler bunu böyle algılıyor. “Bir devrim programın var mı” diye soruyorlar birbirlerine. Oysa devrim programlarla olmaz. Hatta tersine, devrim programları da yıkar geçer. 1917 Nisan’ında Lenin, Bolşevik partisinin bütün programlarını devrim karşıtı ilan etti. Program durağan bir şey, devrim ise dinamik. Her an yeni sürprizlere açık. Bu yüzden, kendimizi programlarla zincirlemek yerine hayatın karmaşıklığını kavramaya ve coşkun bir nehir gibi akıp giden bu karmaşıklığı kavramaya çalışmak çok daha devrimci bir tutumdur.
Devrimin üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisinden doğduğu görüşünün de gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Seninle birlikte yazdığımız Devrimi Yeniden Düşünmek-I (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2010) kitabında bunu bir miktar irdelediğimizi sanıyorum. Ama daha da derinleşmek gerekir. Devrim elbette toplumsal çelişkilerin ürünüdür ama onu üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye bağlamak bir tür ilerlemeciliğe de yol açabiliyor. Ya da şuralar şuralar geri ülkeler, oralarda üretici güçler yeterince gelişmediği için devrim olmaz, olsa bile sonuç Rusya’daki gibi başarısızlıktır türü Menşevik bir görüşü de ön plana çıkarabiliyor. Oysa “geri” denen yerler aynı zamanda dünya kapitalizminin sömürüsünün en ağır yaşandığı yerlerdir ve buraları fokur fokur bir devrimci kaynaşma içindedir. Arap halkları da sanıldığı gibi, salt parlamenter bir sistem kurulması için değil, temelde kapitalist sömürünün yarattığı büyük huzursuzluk nedeniyle ayaklanmış bulunuyor. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan, ulusal sınırları aşan, anti-kapitalist bir toplumsal devrimdir.
FB: Tunus ve Mısır’da peş peşe devrimler parladığında, “sol” çevrelerde şöyle bir değerlendirme yapılıyordu [hâlâ yapılıyor]: Bunun arkasında mâlûm güçler var… Tabii kimin kastedildiği belli: ABD ve Avrupa bölgeye yeni bir “düzen” vermek istiyor, bu amaçla da halkı sokağa döküyor. Bu tür zırvalar sol dışı çevrelerden, burjuva odaklardan gelse o kadar rahatsız edici olmazdı. Bu soldan, üstelik ‘radikal’ oldukları sanılanlar tarafından dillendirilince işin şekli değişiyor. Bazıları bunu ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesinin” bir aşaması olarak görürken, bazıları da [belki çoğunluk] bu isyanları yöneten bir örgütün ve önderliğin olmayışını, bu devrimleri küçüksemek için bir gerekçe olarak ileri sürüyorlardı. Hatırlarsın, bunun üzerine Orta Doğu ve Arap Dünyasında Yeni Dönem başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. Bunun kitlelere sadece yukardan bakanların değil, Avrupa-merkezli bakışın da sonucu olduğunu yazmıştım. Aradan geçen zamanda belki Libya’daki emperyalist komplo ve Suriye’deki belirsizliğin de etkisiyle bu anlayışın daha da yaygınlaştığı anlaşılıyor. Öyleyse durumu netleştirmek gerekiyor. Sözünü ettiğim yazıda da ifade ettiğim gibi, devrimden söz etmek üç şeyden söz etmektir: 1. Devrimi her zaman halk yapar; 2. Devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez, öngörülemez; ve 3. Hiç bir devrim diğerine benzemez [bu yüzden de devrim ihraç edilir bir şey değildir ]…
Tabii, Mısır ve Tunus’la diğerlerini ayırmak gerekiyor. Mısır’daki ve Tunus’daki devrimdi ama diğerleri farklıydı. Mısır’da sadece Tahrir Meydanında bir milyonu aşkın genç, yaşlı, erkek kadın, Müslüman, Hıristiyan, laik, vb. insan toplanmamıştı, nerdeyse tüm Kahire ayağa kalkmıştı ve sadece Kahire de değil, Mısır’ın her yerinde, tüm kentlerinde rejim karşıtı devasa bir kalkışma söz konusuydu. Halkı otakrasiye karşı ayaklandıranlar Batılı güçlerin istihbarat örgütleri, yabancı misyonlar değildi. Bu devasa halk hareketini bir emperyalist manipülasyonu saymak, devrimin ne olduğundan habersiz olanların bir uydurmasıdır ama aynı zamanda o halk kitlelerine de büyük bir haksızlıktır. Neden Mısır’daki, Tunus’daki halk hareketlerini küçümsediler? Çünkü, kafalarında bir devrim modeli var ve o modele uymayan hiçbir hareketi muteber saymıyorlar. Tabii devrimi de örgüt yapacaksa ve ortada bir örgüt yoksa, demek ki, ortada bir devrim de yoktur… Biraz tarih bilgisine sahip olan biri bunları söyleyebilir mi? Bu güne kadar bu dünyada hangi devrimi örgüt yapmıştır? Elbette bunu söylemek, örgütün önemini hafife almak demek değildir. Lâkin devrimin mantığı farklıdır ve kendine özgü kurallara göre tezahür ediyor. Tunus’da devrimin hemen öncesinde kim “isyancıları” destekliyordu? Obama mı, Sarkozy mi, Berlusconi mi, Zapatero mu, Cameron mu? Kim? Bırakın isyancıları desteklemeyi, öyle bir şeyi hiçbiri beklemiyordu bile… Sadece emperyalistler değil, ne Tunus’da Binali, ne de Mısır’da Mubarek yönetimleri öyle bir şey bekliyorlardı… Neden? Çünkü devrim öngörülebilir bir şey değildir de ondan… Rusya’da Romanov hanedanının düşmesinden daha üç gün önce [1917] İngiltere’nin Saint- Petersbourg’daki büyük elçisi Londra’ya gönderdiği mesajda: “Bu gün bazı karışıklıklar oldu ama bunlar ciddi şeyler değil” diyordu. Benzer bir durum İran İslam Devrimi öncesi için de geçerliydi. İran’da mitinglerin, gösterilerin en yoğun günlerinde, Şah rejiminin düşmesinden beş ay önce, CIA tarafından Washington’a gönderilen bir raporda: “İranda devrimci bir durum yok, dahası devrim öncesi bir durum bile yok” deniyordu. Dönemin ABD başkanı James Carter de, İran’ın “dünyanın en karmaşık bölgesinde bir istikar adası” olduğunu söylüyordu. [ Bu vesileyle istikrardan kimin neyi anladığı da netleşiyor olmalı…] Ve başta ABD ve İngiltere olmak üzere Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti Şah’a tam destek veriyorlardı… Devrimi öngöremeyen sadece kurulu düzenin efendileri değildir. Devrimcilerin de devrim anını kestirmesi mümkün değildir. Nitekim Lenin 1917 Ocak ayında: “ Belki de biz eski kuşak, gelecek devrimin kesin savaşını göremeyeceğiz” diyordu… İnsanlık tarihinin seyrini değiştiren “Büyük Fransız Devrimi”nde de durum farklı değil… Bastille’in halk tarafından ele geçirilmesi üzerine kral XVI. Louis: “ Fakat bu bir isyan?” dediğinde, Lincourt Duke’ü’: Hayır efendim, bu bir devrim” karşılığını veriyor… Devrim modern zamanların bir kavramı ve bu güne kadar gerçekleşen tüm devrimler, öngörülemezlik kuralını doğrulamıştır.
İşte devrimin bu özelliğinden dolayı tüm devrimler herkesi, bu arada devrimcileri de şaşırtıyor. O kadar ki, istihbarat örgütlerini bile şaşırtıyor. Limonin takma adıyla Bolşevik Partisine sızmayı başaran, Çar’ın gizli polis örgütü Okhrana’nın ajanı şöyle diyordu: “ Patlamaya başlayan haraket, hiç bir partinin hazırlığı olmadan, hiç bir ön tartışma olmadan patladı, önceden hazırlanmış bin plana göre başlamadı. Devrimci çevreler ancak ikinci günün sonunda tepki vermeye başladılar” Eğer önceden bilinseydi devrim olur muydu? Demek ki, öngörülemediği için mümkün oluyor. Yani devrimler her zaman beklenmedik yerde ve zamanda “patlıyor” ve dostu düşmanı şaşırtıyor…
GZ: Galiba söyleyeceklerin bitmedi ama istersen ben burada araya gireyim. Belirttiğin gibi, devrim öngörülebilen bir şey değil, geçmiş bütün devrimler bunu doğruluyor. Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiğinde Lenin kendi partisinin elemanlarını hücrelerinde uyuklamakla eleştirmişti. “Ne yapıyorsunuz o küçük hücrelerinizde, çıkın da sokakta neler oluyor bakın” demişti. Çok da haklıydı. Ama 1917 Şubat devrimini Lenin de dahil, hiçbir önder ve parti tahmin edemedi. Lenin, o günlerde Zürih’te felsefi çalışmalarına gömülmüştü. Troçki Amerika’daydı. Devrim en çok devrimcileri şaşırttı. Bizim sol bunları görmüyor, görmek istemiyor. Neden? Çünkü onlar için devrim, halkın, ezilen insanların ayağa kalkmasından çok, bir örgütün iktidarı ele geçirmesinden ibaret. Yeni TKP’nin yayın organı Sol dergisinde de bu yönde bir yazı yayımlandı. Devrimci parti (kendileri gibi komünist adlı bir partiyi kastediyorlar sanırım) olayları yönlendirmiyorsa, devrimci bir program kitlelere yol göstermiyorsa orada devrimden söz edilemez dediler. Gerçekten komik. “Devrim onay merkezi” gibi çalışıyorlar anlayacağın. Orada biz yokuz, yol gösteremiyoruz, o halde bu devrim değildir demeye getiriyorlar. Emma Goldman’ın, “dans edemediğim bir devrim devrim değildir” sözünü komikleştirerek bunlara uygulayabiliriz: “Benim olmadığım bir devrim devrim değildir.”
Oysa devrime kalkışan kitleler kimseden izin almazlar, onay beklemezler. Dahası, ayağa kalkan kitleler bile o anda nasıl büyük bir devrimi gerçekleştirdiklerinin tam bilincinde olmayabilirler. Bilinç her zaman önde giden bir şey değildir. Hatta toplumsal olaylarda bazen ve hatta çoğunlukla geride kalır ve sonradan oluşur. Bunu söyleyerek bilinç unsurunu küçümsemek istemiyorum elbette. Bir devrimin selameti açısından bilinç çok önemlidir ama “önce bilinç oluşsun, insanlar bir iyice bilinçlensin, ondan sonra devrim olsun” diyemezsiniz. Deseniz bile bunun bir hükmü yoktur. Nasıl ki, “önce depreme bir güzel hazırlanalım, çadırlarımızı kuralım, olacaksa deprem ondan sonra olsun” denemezse, “önce bilinçlenelim, sonra devrim olsun” da denemez.
Kaldı ki, bizatihi devrimin kendisi bilinci hiç beklenmedik şekilde, müthiş bir şekilde yükseltir. O zamana kadar devlete biat eden, “allah devlete zeval vermesin” diye boyun büken insanlar bir anda olup biteni kavramada muazzam bir bilinç sıçraması yaşarlar. Yani önce bilinç, sonra devrim demek yerine, bilinç devrimin değil, devrim bilincin motorudur demek daha doğrudur.
Nitekim Mısır’daki gelişmeler de bunu gösteriyor. Milyonlarca insan çürümüş Mübarek rejimine karşı ayaklandı ve sonunda onu devirdi. O zaman, Sovyet devrimiyle bir analoji yaparak, Şimdi Sıra Kadetlerin Devrilmesinde başlıklı kısa bir yazı yazmıştım. Anlatmak istediğim şuydu: Mübarek devrildi ve ordu idareyi ele aldı, kısa zamanda serbest seçimlere gideceğine söz verdi. Ordu yönetimi, 1917 Şubat’ından sonra Rusya’da kurulan I. Geçici Hükümete benzetilebilir. Ordu’nun bir süreç içinde, Rusya’daki Kadetlere benzeteceğimiz Müslüman Kardeşlerle birlikte yeni bir baskı ve sömürü düzeni kuracağı besbelliydi. İlk aşamada ayaklanan kitleler tatmin olmuş ve sevinmişlerdi ama orduya ve düzen partilerinin manüplasyonlarına karşı giderek bir tepki içine girecekleri de kesindi. Nitekim, Kasım ayı gelince, Tahrir Meydanı orduya, orduyla işbirliği yapan Müslüman Kardeşlere ve devrimi durdurmak isteyen diğer burjuva unsurlara karşı çıkan ezilen insanlarla yeniden dolmaya başladı. Bu, devrimin ikinci aşamasıdır. İnsanlar süreç içinde sorunun Mübarek’in devrilmesiyle hallolmayacağını çok iyi kavradılar. Devam eden devrim onları eğitti, bilinçlendirdi. Yani yukarda dediğim gibi, bilinç arkadan yetişti. Bir devrimci parti ya da örgüt istediği kadar böyle şeyleri öngörmüş olsaydı (ki pek yok böyle bir örgüt), bu öngörünün kitlelerin bilincinin yükselmesindeki payı çok az olacaktı. İnsanların bilinci kendi deneyimlerinden öğrenerek adım adım gelişir. Yoksa dışlarındaki bir gücün onlara akıl vermesiyle değil.
Şimdi Mısır’da saflar son derece netleşmiş durumda. Bir tarafta devrimi durdurmak isteyen ordu, burjuvazi ve Müslüman kardeşler var. Diğer tarafta da, Mısır’daki kapitalist sömürüden muzdarip kitleler. O kitleler, bilinç olarak elbette hâlâ anti-kapitalist bir noktada değil. Ama engellerle karşılaşa karşılaşa ve o engelleri devire devire giderek bu bilinci de edinecekler. Sonunda meselenin salt bir rejim meselesi olmayıp, bir sistem meselesi olduğunu görecekler. Yeter ki, Libya’da olduğu gibi devrim yolundan saptırılmasın. Yeter ki, “kitlelerin adına” hareket eden bir “öncü”, devrim adı vererek (bugün pek öyle bir durum gözükmüyor) iktidara el koymasın. Kitle seli ve devrim kendi yolunu bulacaktır.
Bu arada, bugünkü devrimi bir dünya devrimi olarak da kavramak gerektiğini düşünüyorum. Devrim dalgası, diyebilirim ki, 200 yıldır ilk kez bu kadar yaygınlık kazanmış bulunuyor. Devrimin fay hattı, İrlanda ve İngiltere’den başlıyor, oradan Fransa, İspanya, İtalya, Arnavutluk ve Yunanistan’a iniyor. Bu hattın karşısında, Kuzey Afrika’da bir paralel hat daha var. Tunus, Libya, Mısır. Ve Mısır üzerinden, Yemen’den geçerek Ortadoğu’ya ulaşıp Bahreyn’e, Suriye’ye ve İran’a varıyor. Bir başka fay hattı Amerika kıtasındadır. Wall Street’i ele geçir eylemi şimdilik durulmuş gözüküyor ama Birleşik Devletler büyük patlamalara gebe. Çünkü kapitalizmin içinden çıkması imkânsız bir kriz dünyayı sarsıyor. Artık işsizlikle ve ayrıcalıklarını kaybetmekle yüz yüze bulunan orta sınıflar da ayağa kalkmaktadır. Şili’de öğrenciler ayaktadır. Latin Amerika ülkeleri de kaynayan kazandır. Öte yandan, ÇHC denen devlet bir dinamitin üstünde oturmaktadır. Bu ülke çok uzak olmayan bir zamanda muazzam bir ayaklanmayla sarsılacaktır. Ucuz emek sömürüsünün had safhaya vardığı bu kapitalist ülkedeki komünist partisi diktatörlüğünü milyonların sırtlarında daha fazla taşıyacağını sanmıyorum.
İşte böyle baktığımızda, Büyük Ortadoğu Projesi falan denen şeylerin hiçbir hükmü kalmaz. Kitleler ne projeleri ne de programları takarlar. Gerçekten devrim isteyenler, paranoyaları ve muhafazakârdan da muhafazakâr önyargılarını bırakıp bu dünya devrimi dalgasına omuz vermeli, halk kitlelerinin özlemleri yönünde ilerleyecek anti-kapitalist bir dünya devrimini körüklemelidirler. Yani Enternasyonal’de dendiği gibi: “Devrim ateşini körükle…” Ancak bunu yaptıkları zaman gerçekten “devrimci” sıfatını hak edeceklerdir.
FB: Bir kaç gün oluyor, bir televizyon kanalında “konunun uzmanları” Orta Doğu”yu tartışıyorlardı. İşte ABD ne yapmak istiyor, AB ne istiyor, Türkiye ne istiyor, İran ne istiyor… lâkin hiç biri orada yaşayan insanlar ne istiyor sorusunu sormuyorlardı. Aksi halde ne o programa izin verilir, ne de “konunun uzmanları” oraya çağrılırdı… Devrim, ezilen ve sömürülen sınıfların “ artık senin beni olmamı istediğin gibi olmak istemiyorum, kendi istediğim gibi olmak istiyorum, kendim olmak istiyorum” dedikleri anda patlıyor, spontane bir şekilde kitlelerin “korku duvarını” aştıkları zamanda ortaya çıkıyor. Tabii devrimin genişliği, yaygınlığı ve derinliğiyle, karşıdevrim arasında da bir ilişki var. Eğer devrimin kapsayıcılığı önemliyse, karşı devrimin etkili olması da zorlaşıyor. Senin de söylediğin gibi, dünya ölçeğinde bir devrim dalgasının, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk on yıllarına damgasını vuracağını söyleyebiliriz. Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, olması mümkün değil… Tabii devrimin gündemde olması demek, karşıdevrimin de gündemde olması demektir, dolayısıyla zaferin kesinliği diye bir şey söz konusu değil… Zira, sistem giderek duvara toslamakta, “büyük insanlığa” teklif edebileceği artık bir şeyi yok, dolayısıyla oyalama, aldatma, kandırma yeteneği de kaçınılmaz olarak hızla aşınmakta. Meşruluk temeli çökmekte… Çürüyen ve çürüten, “bunak kapitalizmin” artık insanlığa teklif edeceği bir şey yok ama sürece acilen müdahale edilmesi, aracın direksiyonunun vakitlice değiştirilmesi gerektiği bir zamanda olduğumuzun da bilincinde olmak gerekiyor. Zira, insânî ve sosyal kötülüklere ekolojik yıkım, felâketler birikimi de eşlik ediyor.
Devrimle ilgili olarak iki hususa açıklık getirmek gerekiyor: Örgüt sorunu ve entelektüelin işlevi. Bir kere örgüt ve örgütlülük vazgeçilmez, lâkin benim “örgüt paradoksu” dediğim bir şey var. Tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir amaç, bir ideal için kurulan örgüt, belirli bir eşik aşıldığında başlangıçtaki amaca, varlık nedenine yabancılaşıyor, bürokratlaşıyor, yozlaşıyor. Bunu, savunma amaçlı örgütlenmelerde de [sendikalar] veya sistemi aşmayı amaçlayan örgütlerde de [sol, sosyalist, komünist partiler] görmek mümkün. Burada bunun nedenleri üzerinde durmamız uygun değil ama sonuç itibariyle paradoksal bir durumun varlığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla genel olarak devrimden söz edildiğinde, bu paradoksu sorun etmek büyük önem taşıyor. Velhasıl, bu durumun aşılması yönünde teorik tartışmalar yapmak ve bürokratlaşmanın, yozlaşmanın bertaraf edilmesi için ne tür önlemler, yenilikler gerektiği üzerinde kafa yormak önemli. Olabildiğince vertikal [dikey-hiyerarşik] olmayan örgütsel işleyiş ilkeleri keşfetmek önemli… Bu da demokrasi tanımını gözden geçirmeyi gerektiriyor. Geride kalan dönemin örgüt modelleriyle sınıfsız toplum yolunda ilerlemek mümkün değil. Bu konuda ciddi bir teorik sorgulama gerektiğini söyleyebiliriz. Zira, bizzat örgütler var olanı aşmanın engeli haline geliyorlar. Kendileri birer iktidar odağı, odakçığı haline geliyorlar, dolayısıyla retorikle realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
İkincisi, devrim süreçlerinde entelektüel işleve yüklenen anlam ne olmalıdır sorusu. Bir kere şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, gerçek entelektüelden yoksun hiç bir toplumsal hareketin başarı şansı yoktur. Çünkü, ideali, ütopyayı, perspektifi inşa eden entelektüellerdir. Tabii orada söz konusu olan, Gramsci anlamında, ezilen halkların, sömürülen sınıfların “organik entelektüelleridir”. Entelektüel, devrim öncesinde, devrim anında ve devrim sonrasında önemli bir işlev üstlenebilir. Yeni, orjinal ve devrimci fikirlerin derece derece halk kitleleri tarafından içselleştirilmesi, “fikirlerin maddi birer güç haline gelmesi” büyük öneme sahiptir. Tabii bu, “dışardan bilinç götürme” anlamında değil. Karşıt bilincin kitleler tarafından içselleştirilmesi şeklinde. Kendisi de ezilen-sömürülen sınıfın tarafında olan entelektüel, mevcut sistemin teşhir edilmesinde, onu aşmanın olanakları üzerinde, muhtemel bir toplum düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda bilinç sıçramasına katkıda bulunabilir. Sol örgütler entelektüel işlevi küçümsüyorlar, çünkü entelektüelin, ayıplarını açığa çıkarma istidadı ve yeteneğinden çekiniyorlar… Yıllar evvel Özgür Üniversite’de dersleri izleyen bir genç vardı. Bu genç aynı zamanda bir sol partinin de üyesiydi. Örgüt yönetimi onun Özgür Üniversite’ye devam ettiğini öğrendiğinde, uyarıyor: “ Bir daha oraya gitme, biz sana gerekli olanı öğretiriz” diyorlar… Örgüt bir kere dünyanın gerçekliğinin tapusunu cebine koymuşsa,… düşünmeye, şüphe etmeye, araştırmaya ne gerek var… Bunları söylerken entelektüeli ve onun misyonunu yücelttiğim gibi bir anlam çıkarmak asla doğru olmaz. Zira bu dünyada yüceltilmeyi hak eden hiç bir şey yoktur, olmamalıdır ve buna entelektüel de dahildir. Aksi halde hem entelektüeli ve onun misyonunu yüceltmek hem de komünist toplum perspektifinden, sınıfsız toplumdan söz etmek büyük bir çelişki olurdu…
GZ: Tamamen katılıyorum. Yüceltmemek ve kitlelerden üst bir mevkiye koymamak koşuluyla entelektüellerin rolü çok önemli. Sol bu noktada da çelişkili ve sarkacın her iki ucu açısından da hatalı bir yönelim içinde. Bir yandan, belirtiğin nedenlerle entelektüelleri tehlikeli görüyorlar ve onları örgütlerinin rakibiymiş gibi algılıyorlar. Bir de tabii, Stalinist dönemin, entelektüelleri horlayan ve baskı altına alan geleneğini devam ettirmeleri söz konusu. Ama diğer yandan, örgütlerinin dışındaki popüler entelektüellere, yani şu senin sözünü ettiğin, “konunun uzmanları”na karşı da tiksindirici ölçüde bir hayranlıkları, hatta onların karşısında bir aşağılık duyguları söz konusu. Bu tür sistem içi entelektüellerin sempatisini kazanmak için binbir takla atıyorlar. Aslında Stalin döneminde de böyleydi. Bir yandan Sovyetler Birliği’nin içinde entelektüelleri baskı altına alır ve en kalitelilerini yok ederken, bir yandan da, örneğin Avrupa kamuoyunda tanınmış entelektüellere Sovyetler Birliği övgüsü yaptırabilmek için yapmadıkları şaklabanlık kalmazdı.
Bence bugün devrimin sağlıklı bir mecrada ilerlemesinin ilk koşulu, solda ve genel olarak değişimin başını çekecek radikal-devrimci kesimlerde muazzam bir entelektüel devrimdir. Eski kabuğun kırılıp atılması için bu şart. Eski hurafeler, efsaneler, putlar, teorik uydurmalar, önyargılar, inkârcılıklar gümbür gümbür yıkılmalıdır. Yani bir zamanlar Nazım Hikmet’in bir başka bağlamda açtığı “Putları yıkma” kampanyası gibi bir şey gerekli. Her şey sorgulanmalı, her şey. Gün ışığı görmemiş hiçbir karanlık nokta bırakılmamalı. Her şey tartışılmalı. Eski paradigma altüst edilmeli. Bunun yerine konacak yeni paradigmanın da her yanı yeniden ve yeniden gözden geçirilmeli. Bütün bunlar sonsuz bir özgürlük ortamı içinde ama birbirinin gözünü çıkartmadan tartışılmalı. Özellikle de senin belirttiğin örgüt konusu. Örgüt gerekli ama daha baştan ne olduğu, nereye varacağı belli olan bürokratik örgütlerle bu işin olamayacağı artık açık seçik ortaya çıkmış bulunuyor. O halde tartışma konularından biri de “nasıl bir örgüt?” olmalıdır. Monolitik, baskıcı, merkez komitesinin ağzına bakan örgütlenmelerle bu iş olmaz ve zaten insanlar tekrar tekrar bozuk bir aleti denemezler. Bir alet çalışmıyorsa çalışmıyordur. Bir denersin, iki denersin, hadi emin olmak için üçüncü kez de denersin diyelim ama çalışmadığını görünce onu bir kenara atar ve yeni bir alet ararsın kendine. Örgüt de eğer bir fetiş aracı değilse, devrim için bir araçsa, yararlılığı, işlevselliği açısından ele alınmalı ve yeniden oluşturulmalıdır.
Lenin’in Yaklaşan Felaket diye bir broşürü vardı.
Biz de bugün Yaklaşan Devrim demeli miyiz? Bence demeliyiz. Ama gerçekten yaklaşıyorsa onu karşılamaya hazır olmak bir zorunluluktur. Tabii bu sözlerimden devrimi bir “an” olarak algıladığım sonucu çıkarılmamalıdır. Bu sadece bir metafordu. “Yaklaşan devrimin” içindeyiz zaten. Bizi, bütün bunları bugün daha da ısrarlı konuşmaya sevk eden de bu değil mi zaten?
FB: O halde bu söyleşiye: “XXI. Yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler dalgasının on yılları olacak” başlığını koyabiliriz…
5 Aralık 2011
Argo ve hakaret nedeniyle kaldırılmıştır
Gün Zileli, buraya yorum yapan adamları sana sayıyla mı veriyorlar? Ve sen Avrupa yerine Tibet’te keşişlik mi yaptın da bunlara tahammül edebiliyorsun? Güzel bir söyleşi olmuş, umarım bu tip sohbetlerin sayısı artar. Eline sağlık…
Fena mı işte kardeşim, benim kitaplarımda kendimi eleştirdiğim satırları buraya yeniden (çarpıtarak ve bayağılaştırarak da olsa) alıntılamış oluyorlar. Onlara ne kadar teşekkür etsem azdır 🙂
Bir önceki yorum, hakaret ve sözlü şiddet içerdiği için kaldırılmıştır.
Bu sitede mutlak özgürlük egemendir. Her türlü eleştiri, doğruluğuna ve yanlışlığına bakılmaksızın doğrudan doğruya, moderatörsüz girer ve kaldırılmaz. Ancak, ister şahsıma olsun, ister bir başkasına olsun, hiç kimseye hakaret edilmesine, argo kullanılmasına, küfre ve sözlü şiddete izin verilmez. Bu, site izleyicilerinin özgürlüğüne duyulan saygının bir sonucudur.
Yorumunuz ne yazık ki, argo kullandığınız için kaldırılacaktır.
insaf et GZ, en ufak bir hakaret, argo, hele şiddet mevcut mu idi o eleştiride? “bam telime dokundu” de de anlaşılsın.
Ne merak ediyorsun yahu? Anarşist dediğin meraklı olmaz (!).
Aynı içerik argosuz, hakaretsiz yazılırsa kaldırılmayacaktır.
kişilerden kalkan ve kişisel garezlerle kişileri olumsuz tüketebilmek maksadını aşamayıp tartışılan makalenin konusunu eleştiremeyip derinleştiremeyen tartışmalar hem giderek kişisel hakaret seviyesine hemde asıl konunun derinleşememesine neden olabilmektedir lütfen tartışma etiği.Nihayet zileli olabilmek özgürlükçü devrimci anarşist olabilmek çokta zor değilmiş bu ve benzeri veya hiç benzemez milyonlarca konuyu konuşabilmek dururken aslında hayatta hiç karşılığı kalmamış tükenip tarihin çöplüğüne gitmiş konu ve kişilere odaklanmak beni üzmüştü yoksa özgürlükçü henüz delirmemiş galiba röpörtaj çok isabetli gündemi yakalayıp anlayışı verdiği mesaja katılmamak mümkün değil.başkayanın ve zilelinin bir önceki makalede yeni bir şey diye söylemeye çalıştığım sistem aslında bireylerin kendi arasındaki ilişkileri reddetmesinin krizini yaşıyor ve çözmeye çalıştıkça daha büyük krizler yaratıp kendini hızla tüketiyor.asıl can alıcı krizi yaşamadı o da bireyin üzerine inşa edilen ideoloji olan liberalizmin bireylerin bir biriyle ilişkisi o da yetmez doğayla ilişki içinde bireyin üzerine inşayı reddettiği için doğa krizinide yaşamaya başlayınca sistemin asıl çöküşünü göreceğiz görüşü hakkında zilelinin görüşünü öğrenmek isterdim.100 puanlık uzmanlık sorusu başkaya ve zilelinin röpörtajındaki devrim anlayışına bende katılıyorum bunun anlamı bu anlayış leninist devrim teorisinin dışında farklı bir devrim teorisi diyebileceğimiz bu anlayışın ülkemizde politik organizasyon olarak en yakın duran siyaset hangisidir? eksiklerine rağmen şurda yapılanlar yada yapılamayıp söylenenler bu devrim anlayışına daha yakındır eksiklerine rağmen diyebileceğiniz bir cevap varmıdır?ip,perinçek,yalçın küçük TKP nin devrim anlayışımı daha yakın başkayanın görüşlerine ÖDP-SDP-ESP-BDP yada Halkların demokratik kongre partisi hangisinin daha çok benzediği sorusuna zilelinin cevabı nedir.
Bugünkü koşullarda Kürt ulusalcılarını kendime çok daha yakın bulurum, çünkü devletin baskısı altındadırlar. TC devletinin savunucusu Türk ulusalcılarına tamamen karşıyım, ancak halihazır hükümetin baskı ve haksızlıkları karşısında gerekirse onları da savunurum. Adil olmak politikaya göre belirlenmez.
Gerçekten Kürt ulusalcılarını kendine çok daha yakın mi buluyorsun, yoksa sitene yazan nadir insanlardan birini daha kaçirmamak için oportünizm mi yapiyorsun? Anlayana.
Harabi yoldas’in makalesi, “Sosyalist Zemin” tartisma Forumu.
Gün Zileli nin hakkını yememek gerek… O kadarda kadir bilmez değilmiş meğer… Bugün epeyce yol aldığı devrim ve sosyalizm düşmanlığı kulvarında bulunmasında emekleri unutulmayacak olan piri, çok değerli büyüğü Periçek’e karşı işlenen adaletsizlik, Gün beyi epeyce üzümüş…. Önceleri içerden Marksizm Leninizme yapmış olduğu küfürleri, şimdilerde üstüne geçirdiiği Anarşistlik urbasıyla, gerekli – gereksiz her yazısında tekrarlamakta bıkmayan Gün efendi, Perinçekten aldığı devrim – sosyalizm düşmanlığı geleneğine sadık kaldığını, ustasına olan borcunu bir biçimde dile getirerek yinelemiş…
Son yazılarında birinde, yine her zamanki gibi, adını bile duyduğunda donunu doldurduğundan emin olduğumuz, Staline küfürlerini tekrarlayarak konuya girmiş… Tanımayanlar bilmez ama, Gün bey, çok alakasız da olsa, bir yolunu bulup Staline küfür etmeden edemez derecede ahlaksızlık batağına batmış bir dönek diyemeyeceğim ama bir burjuva enteldir…
Öncelikle yazısında, Perinçekle aynı örgütün içinde bulunduğunu beyan ederek, ast-üst ilişkisini gizlemeye çalışmış. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, içinde bulunduğu örgütte hepisinin beyinciği Perincekin izin verdiği kadarına çalışabilir. Ama, yalandan kim ölmüş… Beyimiz, son on yılı örgüt içi muhalefet yaparak geçirdiği yalanını sallamaktadır… Ve buna birçok insanı inandırdığı da sayfasına katılım gösteren zavallılardan anlaşılmaktadır. Doksanlı yıllara kadar Perinçek ve ekibinin yediği her halta ortak olan Gün efendi, son on yılına muhalif oldum diyerek kendini ne kadar aklayabilir, o da ayrı bir konu…
Perinçek in hiç bir zaman silahlı halk ayaklanmasından yana olmadığını itiraf eder görünüp, sanki kendisi farklı düşüncede imiş , Perinçekin Ergenekon gibi tehlikeli bir örgütle ilişkilendirilmesini kabullenemiyor beyimiz… Devrimci bir örgütün silahlı eylemi ile devletin karanlık bir cinayet şebekesini aynılaştırarak ne yaman bir eski Perinçekçi olduğunu bu yazısında da gösteriyor… Tabi bu arada Perinçeki temize çıkarmak için örgüt içinde işlemiş oldukları bir kaç kabahati de bilmediğini açıklıyor. Amaç, Perinçekle birlikte kendi yediği haltlarıda gizlemek… Oysa, Perinçekin bizzat, İbrahim Kaypakkayı ve Ali Haydar ı öldürme planları yaptığı sosyalist kamuoyunca bilinen bir şeydir… Beyimiz, Periçekin Ergenekon gibi tehlikeli eli kanlı bir örgütle ilişkilenmeyeceğine kanıt üretme derdinde…( Bu arada, Perinçekin sol içi çatışmalara uzak olduğu yalanını da eklemekte bir behis görmemiş. Oysa, Oktay Çiğdemal, Faysal Kelleci ve Yusuf Dal sadece benim ilk elden hatırladığım kişiler, Perinçekçi ihanet cephesi tarafından katledilen devrimciler olarak…)
İlacın bazı durumlarda tersinden alınması misali, Gün beyde ağa-babası Perinçek i temizlemek için aynı yönteme başvuruyor…Güya, Perincekin böyle bir örgütü kurma faaliyeti içinde olamayacağını kanıtlamaya çalışıyor. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, Ergenekon iddianamesinde böyle bir sorun yok. Örgütün eski asker-polis bir ekip tarafından kurulduğu, devletin bir yan örgütü iken, zamanla bunun dışına çıkıp kendine mahsus eylemler ve amaçlar gerçekleştirdiği bilinmektedir… Perinçek , Yalçın Küçük gibi kimi soytarıların örgüte katılımı sözkonusu olabilir ancak… Ki bugünkü tavırları ile böyle olduklarını bizzat bu kişiler itiraf etmiş gibiler… Perinçek in bugün politik olarak savunduğu hat, Ergenekon örgütünün program ına tamı tamına uymaktadır… Şu kesin ki, Perinçek 1970 lerden beri devlete sunduğu hizmetleri, muhalif konumuna geçen bazı eski asker emeklileri sayesinde, Ergenekona katılım şeklinde sürdürmüştür… Elinde tuttuğu radyo-tv ve medya kuruluşları aracılığı ile şu an yürüttüğü faliyet tamda Ergenekon faaliyetidir.
Fazla uzatmaya gerek yok sanırım… Gün Zileli bugün Perinçekten aldığı kültürü, tüm devrimci harekete malederek eleştirip, sosyalizme küfür etmenin dayanağına dönüştürürken içine düştüğü ahlakyoksunluğu çukurunda debelendikçe, bizde buradan onun devrim ve sosyalizm düşmanlığını teşhire devam edeceğiz…. Kaldıki, Gün Zileli bu uğursuz çukurda yalnız değildir. Geçmişinde şu yada bu biçimde devrim kervanına katılıp bundan buyük bir pişmanlık duyan bırçok zevaat Gün bey ile yapmış olduğu yarenliiğin hesabını elbette devrimci kamuoyuna verecektir
Övüyor musun yeriyor musun, sizin zihniyete geçmişte bulaştığı için biz onu yargılamıyoruz, çünkü biz değişime dönüşüme inanıyoruz.
ikincisi o beyinciği “liderler tarafından çalınmış”örgütlerden uzaklaşıp özgürlükçü olmuş, görünen o ki sizlerin beyincikleri hala lidelerinizin elinde de ordan biliyonuz. çünkü bu ülkede beyinciği liderinin elinde olmayan örgüt elemanı yoktur. çünkü bütün örgütler dikey oluşur. aynı askeriye gibi emir komuta zinciri vardır. o zincirde özgür davranmak isteyenlerde bakar ki lider olmazsan başka yolu yok, hemen ayrılıp bir örgütçükte o kurar. bu böyle devam eder gider…
öbür taraftan bu devrimci kamuoyu dediğinde siz ve öbür stalinist örgütler mi…
( Yani demek istediğiniz: )Devrim eşittir, Kuantum. Doğru mu?
Eğer/madem öyleyse; o zaman sormak isterim: Neden Materyalizmi unuttuk? -Materyalizmi… Yani, Bilimi. Yani: CERN’i…
harabi yoldaşın makalesi yorumuda bilinen tükenmişlerin tekrarından öteye geçemeyip yukardaki röpörtaja hiç bir eleştiri yada katkısı olamayan kişi odaklı bile olamayan yorum olmuş.zilelinin 1.soruya cevabı olan kürt ulusalcılara daha yakın olduğu ropörtajdaki görüşlerin cevabına katılıyorum düzelte gibi durdu tabiki kendi görüşünün neye yakın olduğunu söylemiştir ama ben röpörtajdaki görüşlerin neye yakın olduğunu sormuştum galiba ikiside aynı kapıya çıktı ve bence kendine özgürlükçü anarşistim diyenede yakışan bu olabilirdi.2.sorunun cevabını alamadık hani liberalizmin azami kendi faydasını düşünen birey üstüne anlayışını inşa etmesi diğer bireylerle ilişkisi ve doğa ile ilişkisi meselesi tezi hakkındaki görüşünü merak etmiştim ben okumadım ama hocam başkayanın bu görüşü yazdığını söyledi bilgi verebilirse sevinirim.bir diğer konu kürt ulusalcıları meselesi biliyorsun ben emma,berkman,kropotkin hayranı anarşizmi savunup içinde kendimi gerçekleştirebildiğim ve siyaset yaptığım pratiklerde kürt demokratik özgürlükçü siyasetinde kürt ulusalcılığı ve onun inşasını göremedim tam tersi pratikler gördüm bende mi sorun var yoksa batıda bu siyasetin pratiğinde olmamdan benim göremediklerim olabilir diyemi kürt ulusalcıları diyorsun benim yaşadığım pratik tam tersi şimdiye kadar sosyalist,marksist ve devrimci geleneklerdeki pratiklerimden dahi az milli duygular pratiği gördum bu tanıyı nasıl yapmalıyım görüşlerini merak ettim.site takipçilerinin röpörtajdaki asıl anlayışa ilişkin görüşlerinide merak ediyorum arkadaşların buna odaklanması konuyu derinleştirebilir
(üzülerek söylüyorum ama) PKK-BDP Kürt ulusalcısıdır. Onlara “ulusalcı” denmesi için illaki “milli duyguları” ön plana çıkarması şart değildir. Kürt özgürlük hareketi Kürt burjuvazisiyle (yani “ulusal burjuvazi” ile) ve Kürdistan’daki toprak ağaları ile ittifak halindedir; ayrıca Kürt hareketi “önce yeni anayasa, sonra statü, sonra (belki) demokratik cumhuriyet” şeklinde özetlenebilecek aşamacı ve geniş-cepheci bir siyasi rotaya sahiptir. BDP’yi ulusalcı yapan da bu tarz yönelim ve tercihleridir. Tabii bunları BDP’yi öcü gibi göstermek amacıyla söylemiyorum; Kürt ulusalcıları Türk ulusalcılarına kıyasla daha ilerici bir noktadadırlar, çünkü PKK-BDP’de güçlü bir aşağıdan emekçi dinamizmi vardır. Ancak BDP; “ulusal” burjuva, Barzanici, pro-AKP, Nurcu ve sol-liberal kesimlerle “cephecilik” siyaseti yürütmeye devam ederse yavaş yavaş emekçi dinamizmini de kaybedecektir diye düşünüyorum.
özgürlükçü yoldaşa, benim fikrimi sormuştun daha önce kürt özgürlük mücadelesi hakkında, aşağıda anlatılanlarla karşılaştırırsan eleştirilerin sebebinide bence görürsün…
Zapatistalar: ‘Başka bir siyaset mümkün!’
ZEYNEP GAMBETTİ
2011 yılının Ocak ayında Zapatista hareketi olarak bilinen ve dünyada pek çok insanın hayranlığını uyandıran başkaldırı 17’nci yılına, başkaldırıya önderlik eden Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) ise 27’nci yaşına girdi. Demokratik özerklik tartışmalarının alevlendiği günümüzde, EZLN’nin mücadelesini bu denli kalıcı kılan nedir sorusu önem kazanmaktadır. Kanımca bu sorunun yanıtı, Zapatistaların eril siyaset, çatışma ve restleşme stratejileri, tabandan kopan önder çıkarları ve oy kaygısının çok ötesinde, yeni ve ilkeli bir siyaset biçimi geliştirmeye olan bağlılıklarıdır. Meksika ordusunun bölgedeki yoğun paramiliter faaliyetine, Zapatistalar ile siyasi partiler arasındaki gerginliğe, bölgenin aşırı yoksul ve yoksun olmasına rağmen sönümlenmeyen direnişin sürebilmesi, geliştirilen özerklik modeli ile ilintilidir.
Özerklik deneyimi, siyasi-askeri bir oluşum olan EZLN ile taban demokrasisinin sorunsuzca birarada bulunamayacağının kabul görmesiyle başlamıştır. Zira ordu, sivil halkın aldığı kararlara karışmaktan kendini alıkoyamıyordu; ya halktan emir alacak şekilde dönüştürülecekti ya da tasfiye edilecekti. Her iki durumda da, karar verme mekanizmalarının halka devri gerekiyordu. Özeleştiri veren EZLN, 2003’ten beri tüm idari görevleri Zapatista topluluklarına devretmeye başladı. Böylelikle, dönüşümlü olarak idari görevler üstlenen köylülerin, gerçek anlamda bir özyönetim mekanizması inşa etmelerinin önü açıldı. Zapatistalar bugün kolektif tarım, yeni bir adalet anlayışı, alternatif sağlık, devrimci eğitim, otonom yönetimsellik gibi birbirinden farklı alanlarda takdir edilesi bir deneysellik ve yaratıcılık sergilemektedir.
Somut olarak anlatmak gerekirse, Zapatista yönetimindeki Chiapas bölgesi, 5 koordinasyon merkezi etrafında örgütlenen 38 otonom belediyeden oluşur. Ancak temel ve nihai karar verme merci köydür. Birbirine yakın olduğu için temas içinde bulunan 12-22 köy bir coğrafi bölge oluşturur; 3-4 bölge ise Devrimci Zapatista Otonom Belediyesi (MAREZ) adı verilen ikinci karar mercii altında birleşir. MAREZ üyeleri kendilerine bağlı köy nüfusunu biraraya getiren Halk Meclisleri tarafından 3 yıllığına seçilen delegelerden oluşur; 15 yaşından büyük herkes (kadın ve erkek) delege seçilme hakkına sahiptir. Koordinasyon görevini yürüten İyi Yönetim Cuntası (JBG) ise birkaç MAREZ’i birleştiren üst birimdir.
Sistemi kısaca tasvir etmek gerekirse, JBG’nin 8 üyesinin yarısı bir hafta, diğer yarısı öteki hafta hizmet verir. Bunun nedeni her üyenin köydeki sorumluluklarını yerine getirmesi gereğidir. JBG’ye veya MAREZ’e seçilmek bir avantaj değil, tam tersine angaryadır. Bu görevi icra ederken hiçbir maaş alınmadığı gibi, yönetimdekiler köydeki ortak işlerden azat edilmezler. Bir kez seçilen bir daha seçilmez ve böylece rotasyon sağlanmış olur. JBG’nin faaliyetlerini denetleme görevi ise, yine köyler tarafından seçilen ve rotasyona tabi tutulan Gözetim Komisyonları’na verilmiştir. JBG’nin görevi, belediyeler ve bunların hizmet verdiği köyler arasında koordinasyon sağlamak, köy veya belediye temsilcilerinin taleplerini dinlemek, topluluğu ilgilendiren projelere kaynak tahsis etmek, eğitim ve sağlık hizmetlerinin kesintisiz gerçekleşmesini sağlamak ve ortak toprak ve kaynakları gözetmektir. JBG bir karar aldığında, bu kararın hem ilgili belediye, hem de ilgili köyler tarafından onaylanması gerekir. JBG sadece koordine eder, yani kimse adına konuşamaz, karar alamaz, yalnızca tavsiyelerde bulunabilir. Zapatista birimlerinin hepsinde kararlar kolektif olarak alınır. Katılan herkesin bir kez konuşma hakkı vardır. Herkes sırasını kullandıktan sonra eğer tartışma tatmin edici olmadıysa veya söylenmemiş bir şeyler kalmışsa bir kez daha söz alınabilir. Özellikle halk meclisi toplantıları 2-3 gün sürebilmektedir. Kararlar çoğunluk oyu ile alınsa bile, oylamanın sonucunun herkes tarafından kabul edilmesi gerekir, yani herkesin sonuca razı olması kıstası aranır.
Özerkliği sürdürebilmenin maddi temelini Zapatistalar, alternatif ekonomik örgütlenme kurarak sağlamışlardır. Tarımda, ticaret ve geçim kaynaklarında son derece titiz etik kurallar belirlenmiştir. Güven ve katılımcılık, dayanışma ve işbirliği geliştirilmesine çalışılmaktadır. Benimsedikleri 10 devrimci kanundan biri olan Tarım Kanunu, “toprak işleyenindir” ilkesi üzerine kurulur. Buna göre, kötü nitelikte olan 100 hektar, iyi kalitede olan 50 hektar topraktan daha büyük tüm tarım arazileri, başta topraksız köylüler ve sezonluk tarım işçileri olmak üzere halka dağıtılmıştır. Bunlardan elde edilen ürünün tüketilmeyen kısmı kooperatif, çiftçi işletmeleri veya kolektif üretim üniteleri üzerinden değerlendirilir. Gençlerin aileden bağımsızlaşmasını sağlamak için onlara 15 yaşında küçük bir parça toprak tahsis edilir. Eğer bir bölgede bir ürün yetiştirilemiyorsa, o ürünün yetiştiği bölge ile adalet ve eşitlik temelinde değiş-tokuş gerçekleştirilir. Meta fetişizmini mümkün kılan soyut emeğe karşı ürettikleri çözüm, kooperatiflerde üretilen eşyaların üzerine fiyatla birlikte üretenin ismini ve harcanan emek süresini yazmaktır. Keza, kapitalizmin verimlilik ve zaman arasında kurduğu bağlantı da Zapatistaların mücadele ettikleri tahayyüllerden biridir. Kurdukları katılımcı ekonominin gereklerine göre üretilen ürünler, dünyada varolan alternatif ticaret ağları aracılığıyla satışa sunulur. Örneğin Zapatistalar piyasa değeri yüksek olan kahveyi, Via Campesina gibi devrimci çiftçi ağlarına veya adil ticaret yapan perakende satış birimlerine göndermeyi tercih ederler. Dünyada böylesi ağların sayısı gittikçe arttığı için, ürünlerini pazarlarken tüccar ve arabulucuların pençesine düşmemeyi büyük ölçüde başarırlar. Başka deyişle, kapitalist piyasaya alternatif bir pazar yaratabilmişlerdir.
Eğitim, Zapatistaların en ilerlediği alanlardan biridir. Milli eğitim müfredatını, okullarını ve diplomasını reddeden Zapatistaların, kendi okulları vardır ve müfredatı da kendileri belirlerler. Hangi derslerin öğretileceği eğitimciler, aileler ve çocukların kendilerinin katıldığı toplantılar sonucunda belirlenir. Resmi tarih yerine Meksika yerlilerinin tarihi, fizik yerine politika, biyoloji yerine (veya yanında) tarım ve hayvancılık, resmi dil olan İspanyolca’nın yanında yerlilerin kendi dilleri öğretilir. Asgari veya azami eğitim süresi yoktur; çocuklar kendi kapasitelerine ve kendi hızlarına göre ilerlerler. Kimse okuldan atılmadığı gibi, not sistemi de yoktur. Öğrencilerin başarılarını aileler değerlendirir. İhtiyaca göre çocuklar 1 ay okulda kalır, sonra 1 ay veya 15 gün ailenin yanına dönüp tarlada veya köydeki görevlerini yerine getirirler.
Çocuklar kolektif sorumluluk almaya (yani işbölümünde bir yer kazanmaya) 15 yaşından itibaren başlarlar (okumak isteyenler bundan muaf tutulurlar). 15 yaşındaki her çocuk komisyonlarda çeşitli görevler üstlenir. Tüm komisyonlarda bulunduktan sonra, 17 yaşına geldiğinde çocuğa toplulukta kalıp kalmayacağı soruluyor. Eğer kalırsa, ona da diğer tüm Zapatistalara hak tanınan büyüklükte bir toprak parçası verilir. (Bunlar genelde Zapatistaların büyük toprak ağalarının atıl arazilerini işgal etmekle ele geçirdikleri topraklar.) Böylelikle miras derdi, aileye bağımlılık, ailenin çıkarlarını topluluğunkinden üstün tutma gibi faktörler de ortadan kalkmış olur. Yani her birey 17 yaşında tam anlamda otonom kılınır: özyönetim anlamında da, ekonomik bağımsızlık anlamında da. Kızların da hakları erkek çocuklarıyla aynıdır.
Ayrıca ihtilaf veya hak ihlali durumlarında JBG’ler adli merci görevini görür. Zapatistaların adalet anlayışına göre cezalar “kapatma” olarak değil, ihlali telafi etme olarak veriliyor. JGB’ler diyalog ve sorun çözme mercii olarak işler, bir ceza önerebilir ama emredemezler. Zapatistalıktan atılmayı gerektiren bazı suçlar vardır elbette: bir erkeğin eşine veya başka bir kadına şiddet uygulaması, alkol veya uyuşturucu kullanmak, kaçakçılık yapmak, hükümetten yardım veya rüşvet almak veya hükümetle işbirliği yapmak gibi. Alkol hem savurganlık, hem de saldırganlık yüzünden yasaklanmış. Kadınların erkek egemen anlayışa karşı verdikleri mücadele, alkol kullanımının ve – bununla ilişkili olsun veya olmasın – aile içi şiddetin Zapatistalıktan çıkarılma sebebi olmasını sağlamış, temel bir ilke haline gelmiştir.
Son sözü EZLN’nin 6’ncı Lacandon Ormanı Deklarasyonu’ndan aktarmak gerekirse: “Bizi zorunluluk bir araya getirdi ve artık yeter diyoruz. Başkalarının gelip bizim sorunlarımızı çözmesini beklemek için ne zamanımız, ne de sabrımız kaldı.” Daha önceleri “Silahımız sözümüzdür” diyen Zapatistalar artık “En esaslı silahımız kurduğumuz düzendir. Biz kendi otonomimizi örgütlüyoruz” diyorlar.
* Zapatistalar üzerine Türkçe’ye çevrilen en “içeriden” ve en kapsamlı kaynak kuşkusuz yıllarını topluluklarla birlikte yaşayarak geçirmiş Gloria Muñoz Ramirez’in Ateş ve Söz. 20. ve 10. Yılında EZLN kitabıdır (Ayrıntı Yayınları, 2003)
http://www.politikart1.blogspot.com dan alınmıştır.
Fikret hocam yine izlenimleri gördükleri ve görecekleriyle tarhte içimizdeilerini tamamiyle belirtmiştir.Devrim için dünyada zemin hazır heran yeni bir dünyanın kurulması için devrimle dans etmeliyiz