Devrim Ruhu, Gecekondu Yoksullarıyla Ayakta!
İstanbul’un gecekondu semtlerinde, 15-16 Haziran 1970’den bu yana görülmemiş şiddette, doğrudan devlet güçlerini hedef alan büyük bir devrimci patlama oldu. Bu Mart patlaması, belki de başlayan yeni bir devrimin ilk habercisidir. 1789 Fransız Devrimi ya da 1917 Şubat devrimi de böyle spontane patlamalarla başlamıştı.
Nedir bu Devrimci patlamanın kitle temeli? Büyük kentlere göçedip sınıf atlama, ya da en azından çoluğunu çocuğunu okutup kenarda köşede bir iş bulup daha iyi bir hayat yaşama illüzyonu artık sona ermiştir.
Şehirlerin, İstanbul gibi koca metropollerin insan yutan, yaşamın bir işkence haline geldiği birer bataklık, birer hasta şehir olduğu su yüzüne çıkmıştır. İşte bu bataklık şimdi çiçeklerini vermektedir. Devrimci patlamanın kitle temeli kapitalizmin istihdam edemediği, yani işsiz bıraktığı, köyden kente yığılmış işsiz ve yarı-işsiz gecekondu yoksulları kitlesidir. Direngen özü de doğal olarak, kapitalizmin kendilerine hiçbir gelecek vadedemediği umutsuz gecekondu gençleri yığınıdır. Mutlaka direnişin içinde fabrika işçileri, ya da başka mesleklerden insanlar da vardır ama bunlar esas kitleyi oluşturmuyorlar. Esas direngen güç, yaşları 15 ila 25 arasında olan işsiz ve umutsuz gençlerdir. Ve bu bize şu gerçeği gösteriyor: Sendikalar, kitle örgütleri gibi, sistemle kitleler arasında arabulucu roller oynayan örgütler tarafından ehlileştirilememiş, böyle bir ehlileştirmeden, konumları gereği uzak olan kitledir esas devrimci patlamanın temeli. Bugünkü devrimci patlamanın fitili bu kitledir. Gecekondulu kadınlar da keza aynı kitlenin önemli bir kesimini oluşturmaktadırlar. Bu kitlenin içinde elbette çeşitli devrimci örgütlerin sempatizanları bulunmaktadır ama hareketin kendiliğinden patlamasını bu örgütlerin organize ettiği de yalnızca burjuvazinin bir uydurması ve yakıştırmasıdır. Bu kitle, elbette kendiliğinden ortaya çıkan bir haberleşme şebekesine sahiptir. Ama bu haberleşme ve iletişim şebekesi yukardan örgütler tarafından manüple edilebilen bir şey değildir. Daha çok alevilik, hemşerilik, mahallelilik ve akrabalık ilişkilerinin kendiliğinden ördüğü bir şebekedir bu. Mahalleler arası dayanışmanın bu kadar kısa sürede ortaya çıkması ve başka mahallelerden insanların da patlama bölgesine akın etmesi yalnızca bunun göstergesidir.
Bu saptama bizi bir genellemeye götürebilir. O da şudur: Türkiye’de devrim, temel olarak, ne işçilere, ne memurlara, ne okumuşlara dayanmayacaktır. Türkiye’de devrim, gecekonduların bu işsiz umutsuzlar kitlesine dayanacaktır. Çünkü onların gerçekten de zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur, sisteme gerçekten onulmaz bir öfke duyanlar onlardır, ölümü hiçe sayanlar onlardır ve onları sisteme bağlayacak ne aracı sendikaları ne de kitle örgütleri vardır. Türkiye’de devrim ne köylük bölgelerden, ne dağlardan gelecektir. Ne de işçi sınıfının düzen içi sendikalarının göstermelik genel grevlerinden gelecektir. Metropollerin göbeğindeki, korkunç yoksulluğu ve umutsuzluğu, hatta alçalmayı barındıran o sonsuz gecekondu apartman semtlerindeki işsizler kitlesinden gelecektir. Çünkü gerçekten sistem dışı olan işçi sınıfı değil, onlardır. Ve devrim sanıldığı gibi ne bir fikri yükselmeyle, ne elde edilen haklarla, ne demokratik haklarla, ne örgütlerle, ne planlı hareketlerle, ne “genel kurmayların” öncülüğüyle gelmiyor. Bir paradoks gibi gözüküyor ama devrim yoksulluğun, baskının, hiçe sayılmanın, aşağılanmanın, umutsuzluğun, hatta alçalmanın ürünüdür. Ve sanıldığı gibi örgütler tarafından manüple edilemeyen bu kitle bir “başıbozukluk” içinde değildir. Hepimizin açıkça gördüğü gibi, polisin silahına, panzerine göğüs gererken kaosun ve direnişin yaratıcısı bu kitle, aynı zamanda korkunç bir uyum ve dayanışma içinde hareket etmiştir. Nasıl bir dayanışma ve savaş ruhudur o! Bir kısım gençler polisin silahına karşı taşlarını fırlatıp geriye taş toplamaya çekilirken, arkadakiler onların yerini doldurmakta ve böylece kitlenin geri çekildiği izlenimini vermemek için kahramanca savaşmaktadırlar. İşte budur kaosun o korkunç ve hayranlık uyandırıcı uyumu. Bu kitlenin hiçbir özveriden kaçınmayan ve ölümü küçümseyen yenilmez ruhu!
Kitlede müthiş bir yerellik ruhunun canlandığı dikkati çekmektedir. O mahalle devletin değildir, oraları ucuz işgücü deposundan başka bir şey olarak görmeyen ve varlığını bile unutan burjuvazinin değildir, kendi zulüm yuvaları karakollarda halka işkence yapan devlet güçlerinin de değildir, böyle bir olay meydana geldiği zaman bu mahallelerin varlığını hatırlayıp ve korkudan yanına alevi önderlerini alıp oraya girmeye çalışan Bülent Ecevit’in ya da Yıldırım Aktuna gibi devlet bakanlarının da değildir. Bu mahalleler o mahallenin çilesini yaşayan mahallenin yoksul halkınındır, gençlerindir. Bu yüzdendir ki, Yıldırım Aktuna’nın küçüksemeyle sözünü ettiği o 15-16 yaşındaki gençlerin “çekil git mahallemizden, bu mahalle bizimdir” demeleri son derece haklı bir tepkidir. Gerçekten de o mahalle, orada yaşayanlarındır ve bu yüzdendir ki, bundan sonra o mahalle halkı kendi özörgütlenmesini yaratarak kendi kendini yönetmek yönünde adımlar atacaktır.
Gaziosmanpaşa’da olanlar, bir alevi-sünni çatışması değildir. Gerçek bir halk-devlet çatışmasıdır. Orada yaşayan halkın alevi olması, yalnızca, halkın sınıfsal konumuna ek olarak ve bununla bağlantılı bir şekilde yoksul alevi kitlesine uygulanan baskılara gösterilen tepkinin daha da büyük olması sonucunu vermiştir. Çünkü yoksul gecekondu halklarının, yoksulluklarının yanısıra bir de alevi olmaktan dolayı baskıya uğradıkları bir gerçektir. Öte yandan alevi yoksul halk, son Sıvas olaylarının ardından meydana gelen yargılamalarda burjuva devletinin adaleti hiçbir zaman yerine getirmeyeceğini, alevileri yakanları himaye ettiğini açık seçik görmüştür. Burjuva adaletine olan son inançlar da böylece yıkılmıştır. Bu yüzden tepkinin misliyle ortaya çıkmasından ve öncelikle alevi gecekondu semtlerinden gelmesinden daha doğal bir şey olamaz. Devrimler her şeyden önce devlet ideolojisinin kitleler üzerinde yıkılmasıyla başlar. Bu anlamda, başlayan bir devrimdir.
Hepimizin açıkça izlediği gibi, gecekondu yoksulları sünnilerle ya da dincilerle çatışmadı. Doğrudan doğruya ayrılıkçı devlet güçleriyle, baskıcı polis güçleriyle çatıştı. Açıkça saptayalım ki, derindeki sorun alevilik sorunu değildir. Alevilik yalnızca yüzeydeki örtüdür. Bu örtüyü kaldırdığımız zaman açıkça şehir yoksullarının devlete ve burjuvaziye karşı direnişini görmemiz işten bile değildir.
Doğu Perinçek, kitle hareketini karalayabilmek için sünni dükkanlarına saldırılmasını kınıyor. Ama bu davranışın eleştirilmesi başka bir şeydir, bundan dolayı kitle hareketini hakim burjuvazinin diliyle provakasyon ve halk düşmanlığı olarak nitelendirmek ayrı birşeydir. Hiçbir vahşi kitle fırtınası öyle o kadar nazik, o kadar ayırtedici, o kadar bilinçli olmuyor. Kitle patlamasıyla birlikte bu tür olayların ortaya çıkmasından daha doğal bir şey olamaz. Ancak önemli olan nokta, bundan sonra, hareketin, burjuvaziyle dirsek temaslarına sahip orta sınıf alevi önderlerinin etkisi altına girip, onların bu hareketi kullanarak, burjuvaziyle pazarlığa oturmalarına meydan vermemektir. Hareketin yoksullar hareketi olma özü korunmalı, alevilik görünümü en azından arka plana itilmeli ve bu hareketin de hegemonik bloktaki çeşitli güçlerin kendi egemenlik mevzilerini güçlendirmelerine dayanak haline getirilmemesine dikkat edilmeli, hatta giderek bu yoksullar hareketinin sünni nüfusun bulunduğu gecekondu semtlerindeki yoksullarla temasa ve dayanışmaya geçmesi sağlanmalı, yalnızca mahalleler değil, bütün alanlar mücadele alanı haline getirilmelidir.
Gaziosmanpaşa’daki patlamanın ardından Ankara’da ve İstanbul’un merkezinde ortaya çıkan protesto eylemlerinde görüldüğü üzere aracı rolü oynayan kitle örgütleri kitleyi hemen denetim altına almaya girişmişler ve yatıştırma yöntemlerini uygulamaya başlamışlardır. Demokrasi ve aydın platformları o her zamanki “barış ve hoşgörü” yaveleriyle ortalığa dökülüp tabandan gelen halk patlamasının önünü tıkamaya çalışmakta, sanki halkın sözcüleriymiş pozunda televizyon kanallarında boy göstermektedirler. Burjuvazi ve devlet güçleri, bu aracı rolün çok iyi farkında olduklarından hemen bu tür örgütlerin önderleriyle bağlantıya geçmekte ve kendilerinden önce kitle hareketini onların bastırmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Kitle hareketi, bu aracı örgütlerin kendi mücadelesini bastırmaktan başka bir işlevi olmadığını bilerek bu tür önderlikleri reddetmeli ve alternatif olarak kendi özörgütlenmesini, kendi doğal önderlerini önplana çıkartmalıdır. Bilinmelidir ki, bizi dıştan yönetecek ve bastıracak bir örgüte değil, kendi iç bağlarımızdan oluşan bir şebekenin güçlendirilmesine gereksinim var.
Burjuvazi korku ve telaş içindedir. Uzun yıllardır devlet güçlerini bu kadar doğrudan doğruya hedef alan bir kitle hareketi görülmemişti. Ve burjuvazinin kendi medyasının ekranlarından, halkın korkunç öfkesini ve o pek güvendiği polislerinin ellerinde silah olduğu halde, polise taşla karşı koyan gençlerin önünde birbirlerini çiğneyerek kaçışlarını gözlerken dehşete kapılmasını anlamak mümkündür. Bu korku ve telaş 32. Gün programında M.Ali Birand’ın “nasıl olabilir bu kadar şiddetli bir patlama” sözlerinden anlaşılabilmektedir. Ve şimdi bütün hegemonik blok (Kemalist Doğu Perinçek de dahil) “bu bir provakasyondur”, “sükunet” , “Hoşgörü, barış” ve “biz bu filmi daha önce gördük” diye ağlaşıyor. Hayır! Siz bu filmi daha önce görmediniz. Korkmayın, şöyle arkanıza yaslanın ve o aşağıladığınız, hiçe saydığınız, devlet güçlerinizle bastıracağınızı, medyanızla uyutacağınızı sandığınız yoksul halkın, size seyrettireceği yepyeni filmleri izlemeye hazır olun.
Gün Zileli
15 Mart 1995
Apolitika, Nisan 1995