“1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne” kitabı üzerine bir değerlendirme yazısı
- Bilgehan Uçak
- Eylül 06 2020 11:15 Gmt+3
Flaubert, Madam Bovary’de -Sâmih Tiryakioğlu’nun çevirisi- şöyle diyordu: “Putlara dokunma, yaldızı elinde kalır sonra.”
Onu o kadar değerli ve yüce gösteren yaldız eline bulaştığında dokunduğun şey de gökten yeryüzüne iniyor ve artık ulaşılabilir olduğu için eski yüceliğini yitiriyor.
İcat ettiğin palavra mitleri cafcaflı laflar ve büyük törenlerle süslüyorsun, böylece kutsalın, kutsallığına yaraşır bir de hikâyesi oluyor.
Kutsallık belli bir aşamaya yükseldiğinde artık sorgulanamıyor, miti hakikatin yerine koyan kalabalıklar sayesinde sorgulayan hain ilan edilip ocağın dışına atılıyor.
Onlar putlarına asla dokunmadan öylece izlemeyi tercih ediyor, varlıklarını kalabalıklar sayesinde duyumsuyorlar çünkü.
Dünyanın her yerinde resmi tarihyazımı bu sürecin en belirgin görüldüğü alanlardan biri ama birçok zaman çeşitli örneklere rastlamak mümkün.
Gün Zileli’nin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni, Şubat’tan Kasım’a 1917 Devrimlerini ve Lenin’in Bolşevik Partisini sorguladığı “1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğü’ne” adlı kitabı bu sorgulamayı Sol’un teoriden pratiğe geçmiş tecrübesi için yapıyor.
22 Şubat’ta, benim de konuşmacılarından biri olduğum panel düzenlendi kitap hakkında.
Zileli özünde şunu söylüyor: “Şubatta gerçek bir devrim yaşandı; kasımdaysa Bolşevikler devrime darbe yaparak diktatörlüklerini kurdular, dolayısıyla buna sosyalist bir devrim denemez ve Bolşeviklerin Lenin öncülüğünde başlattıkları ama Stalin’le arş-ı âlâya ulaşan zorlamalar, öldürmeler, yok etmeler hiçbir şekilde meşrulaştırılamaz.”
Ekonomist Barış Soydan kitabı kendi solculuk macerasıyla birlikte ele aldı, ben tam da o dönemlerde geçen Azap Yolları adlı romandaki bir kahramanın gözünden anlatmaya çalıştım ama aramızdaki tek Stalinist olan Meriç Şenyüz, Gün Zileli’nin tezlerine de, genel olarak bizim söylediklerimize de karşı çıktı.
Bu yazıyı yazmadan önce Meriç’in sunumunu yeniden dinledim.
İlk dinlediğimde, orada, gerçekten inanmış bir Stalinist görmenin heyecanını yaşamıştım, bana antik çağlardan kalan bir tarihi eser gibi görünüyor Stalinistler ama bu sefer, ikinci dinleyişimde, Meriç’le taban tabana zıt düşündüğümüzü fark ettim.
Başta da liberalizm.
Barış Soydan’ın alanına giriyorum: Ekonomik liberalizme bir ölçüde birlikte karşı çıkabiliriz ama piyasasız bir ekonominin olmaması gerektiğini düşünüyorum, sadece piyasa da yetmiyor, zaten en büyük açmaz sanıyorum burada, sadece serbest piyasanın at koşturduğu bir ekonomik anlayış hayatın her alanına korkunç eşitsizlikler getiriyor.
Fakat siyaseten liberal olmanın önemi en az “eşitlik” isteği kadar değerli, siyasal liberalizmi savunmamayı ve “benim dediğim doğrudur” diye özetleyebileceğim dayatmacılığı savunmayı anlayamıyorum.
Sevgili Meriç, taş gibi bir partinin önderliğinde gerçekleştirilecek bir devrimin başarılı olacağından, 1956 yılına kadar SSCB tecrübesinden öğreneceğimiz çok şey olduğundan, toplumun bilinçleneceğinden, tarihin öznesi olmaktan, Marksizmin tarihe bakarkenki bilimselliğinden söz ederken, Bolşevizmi ve proletarya diktatörlüğünü savunduğunu üstüne basa basa söyledi.
Hatta, Stalin’den bile öğreneceklerimiz olduğu görüşünde, “tek ülkede sosyalizm” onun zaferiymiş.
Tabii buna Nazilerle mücadelesini de eklemek gerekiyor: Wehrmacht’ı ilk olarak Stalingrad’da durduran, ardından Varşova’dan çıkaran, son olarak da Berlin’e girerek yok eden Kızıl Ordu’ydu.
Aydınların öldürülmesiymiş, biliminsanlarının kovulmasıymış, ÇEKA’ymış, özgürlük diye bir şey kalmamasıymış, fikir hürriyetinin yerinde yeller esmesiymiş, sanatın tornadan çıkmışçasına aynılaşmasıymış, Gorki’nin şüpheli ölümüymüş, Troçki’nin ta Meksika’da bir ajan tarafından kar küreğiyle…
Bunları hiçbir önemi yok, yeter ki proletarya diktatörlüğü varolsun!
Bugünlerde Murat Belge’nin eski bir kitabını okumaya giriştim, Sosyalizm Türkiye ve Gelecek’in yayımladığı tarihte, 1989, SSCB bile yerli yerinde duruyor.
Murat Belge, kitabın başında muhteşem bir tespit yapıyor: “Gramsci, Rusya’daki devrime şüpheyle bakmadı. Ama Gramsci İtalya’da Bolşevik örgütlenme tarzının ve gene Bolşevik tarzı bir devrim ve iktidar mücadelesinin savunmasını yapmadı. Neden? Çünkü Rusya ile İtalya arasındaki önemli toplumsal yapı farkını gördü. Bu, en önemli konu: Belirli toplumsal konjonktürde denenmiş ve başarılı olmuş bir süreci, model olarak benimseyip, belirlenmiş bir başka toplumsal konjonktürde uygulamaya koymak sosyalizmde dogmatizm’in temelidir. Sonuçlar tekrar edilemez. Önemli olan, bir toplumsal konjonktürde başarılı olmuş deneyimin üstüne düşünme ve tasarlama yönteminden yararlanmayı bilmek, o yöntemle öteki toplumsal konjonktürde başarılı olacak deneyimi zihinde inşa edebilmektir.”
Bizdeki solcuların bir bölümü doğrudan Stalinist oldukları için aradan geçen zamanı, farklılıkları, en basitinden şu internetin varlığının getirdiği akılalmaz yeniliği yok sayıyor, hüsranla neticelenmiş bir tecrübeyi allayıp pullayarak yeniden satmaya çalışıyorlar.
Tabii ki bunun bir karşılığı olmuyor, ne burada ne dünyanın şu an herhangi bir yerinde “eski tip” bir sosyalizmin peşinde koşan marjinal addedilebilecek kesimler hariç kimse yok.
Gün Zileli, kitabında 1917’de yaşananları neredeyse gün gün ele alıyor, ne oldu, nasıl yansıdı, toplumu nasıl etkiledi, Bolşevikler iktidarı ele geçirirken ne söylediler, ele geçirdikten sonra ne yaptılar…
Gün Zileli’nin Lenin için söylediklerinin bir benzerini Jorge Semprun, “Yves Montand” kitabında Fidel Castro için söylüyordu: Söylemlerle eylemler arasındaki devasa uçurum.
Meriç, “proletarya diktatörlüğünde” ısrarcı ama bugün bırakın diktatörlüğünü, “proletaryanın” tanımını yapmak bile hayli zor.
Sanayi Devrimi’nden başlayıp yüzelli seneyi ele alalım.
“Kol emeği” ile “beyin gücü” rekabeti o günlerde nasıldı, bugün nasıl?
Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmadıkları için en nihayetinde işçi diyeceğimiz CEO’ları, futbolcuları, sosyal medya fenomenlerini, reklam yüzlerini ve daha birçoğunu nereye koyacağız?
Kapitalizm, kendisini dönüştürüp işçiye “zincirinden başka şeyler” de vermeyi başarmışken, sosyalistlerin aynı yerde sayıklamaya devam etmesi ve bir asr-ı saadet peşinde ömür geçirmeleri ilericilik midir?
Hangisi daha devrimci, kapitalizmin kendini dönüştürme gayreti mi yoksa sosyalizmin durduğu yerde öylece beklemesi mi?
Özellikle internetin bulunmasıyla beraber sınıflar da ister istemez giriftleşti.
Bir üniversiteli zıpırın fikri, hiçbir sermaye gerektirmeden iki sene içinde Boeing firmasını satın alabilecek düzeye gelebiliyorsa, bunu bizzat o fabrikada çalışan herkesin düşünmesini de engelleyemezsiniz.
Yani, hem proleter hem de küçük ya da büyük çaplı “kendi işinin sahibi” olabilir herkes.
En azından böyle bir fırsat var, bunun getirdiği umut da cabası.
Tabii ki herkeste böyle olmuyor, hatta oranlarsak belki çok az insanda oluyor (diyalektik bunu gerektiriyor) ama topluma gösterebileceğin çok sayıda örnek var ve bu, insanlara cazip geliyor, sosyal mobilizasyonun bir anda roketlenebileceği bir çağda “proletarya diktatörlüğü” anakronik bir heves olarak kalıyor.
Mesela, hem özel okulda öğretmenlik yapan hem de sosyal medya üzerinden -dükkân kirası, fatura vs yok- özel pastalar yapıp satan bir arkadaşım var, satışlarını düzenli yapabileceğinden emin olsa yanına bir de eleman alacak, en büyük hayali bu.
Devrim olduktan sonra onu nereye koyacağız, ben emin değilim.
İşçi değil, ömrü yeterse en azından şu ikiyüz sene içinde bilinçlenmesi, proletarya falan demesi mümkün değil, umurunda da değil.
Ne öneriyor bizim Stalin ve Sovyetler hayranları onun gibi milyonlarca insana?
Hiç.
İşin doğası gereği doğruyu bildiğinden emin insanların, “eşitlik” gibi asla eskimeyecek bir ideali çağdışı yöntemlerle dayatması solculuk mudur?
Gün Zileli, kitabıyla sadece “tarihin çöplüğüne çoktan def edilmiş” olan Stalinistlere değil, Leninistlere de savaş açıyor.
O yüzden de Candan Badem gibi Stalinistler tarafından ocak dışı ilan ediliyor.
Oysa Zileli, bu kapsamlı araştırmasıyla, Sol’un ideallerini değil ama bütün putlarını yere çalıp bizi üstünde düşünmeye sevk ediyor.
Abi bu ilgini çekebilir:
https://www.wsws.org/en/articles/2020/10/02/pers-o02.html