Çetin Altan, 88 yaşında yaşama veda etti. 1960’lı yıllarda, sol hareketin gelişmesinde muazzam bir etkisi olmuştu. Önce Milliyet, daha sonra Akşam gazetesinde “Taş” başlığı altında yazdığı yazıları, on binlerce insan tarafından okunur, elden ele dolaşırdı. TİP miting ve toplantılarında yaptığı konuşmalara sırf onu dinlemek için binlerce emekçi akın ederdi. Büyük bir yazar olduğu kadar, eşsiz bir konuşmacıydı. 1960’lar solu dendiği zaman akla, TİP’le birlikte Çetin Altan gelir.
Ölene kadar kalemini elinden bırakmadı. Genel bir değerlendirme yapacak olursak, kalemini her zaman özgürlük düşmanlarına batırdığını söyleyebiliriz.
Güle güle Çetin Altan.
G.Z.
22 Ekim 2015
keşke yunan vatandasi olduğu icin turkiyeden sinir dişi edilen 3 aylik kizini da kollasa, sahip ciksa, yokluk içimde yunanistanda sürünmesine firsat vermeseydi.
anonim.. bari ölünün arkasından edebiyat yapma servet-i finun
http://rahmi-yildirim.blogspot.com.tr/2015/10/kiralik-donek-cetin-altan.html
Modern devşirmeler olarak ezilen sınıf mücadelesinden ezen sınıf hegemonyasına transfer olan döneklerin öncelikle kişilik bozukluğuna bağlı ahlaki sapma içinde olduklarını, dönek ahlakının kendilerince “aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet” diye tanımlandığından söz ediyorduk.
İtirafçılık gibi dönmek de sicilini temizleyerek, yeni bir hayat ve o hayata uygun yeni bir kimlik, kişilik ve ahlak edinmektir. Yeni hayatında dönek, yeni ahlakı, kimliği ve kişiliğiyle artık maddi gücü elinde tutan sınıfın hizmetindedir.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır, mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. İtirafçı için olduğu gibi dönek için de kural, itiraf ederek geçmişini kusmak, dahası, ezen sınıfın tetikçiliğini yapmaktır. Entelektüel tetikçi olarak dönek, ihanet ettiği sol değerleri sermayenin pazarında işportaya çıkartacak ya da hastalık diye itibarsızlaştırıp dönekliği meşrulaştıracak, sermaye düzenini kutsayacak ve güce tapınacaktır.
Dünyada ve Türkiye’de sosyalizmin itibarın zirvesinde olduğu yıllarda “Onlar Uyanırken” adıyla “Türk Sosyalistinin El Kitabı”nı yazan kıdemli dönek Çetin Altan da öyle yaptı. 12 Mart 1971 darbesi döneminde hapse atılınca uyandırmayı bırakıp kendisi “uyandı”. Kendisi uyandıktan sonra ilk olarak halkı defterinden sildi; neo-liberalizm devrinde ise işçi sınıfını da tarihin mezarlığına gömdü ve gönlünün başköşesindeki yeri burjuvaziye verdi.
Çetin Altan gönlünün başköşesindeki yeri burjuvaziye verse de döndüğünü hiçbir zaman kabul etmedi. Zaten dönekler iki türlüdür. Kimisi ruhunu, beynini ve vicdanını tapusuyla birlikte satar; kimisi de kiraya verir.
Ruhunu, beynini ve vicdanını tapusuyla birlikte satanlar hiperaktif saldırgan olurlar, arkadaşlarını ölümcül tuzaklara düşüren itirafçılar gibidirler. İtirafçı, terk ettiği mücadeleyi mahkûm etmeye, itirafıyla eski yol arkadaşlarını avlamanın erdemli bir davranış olduğuna kendisini ve muhataplarını ikna etmeye çalışır. Tapusuyla transfer olan dönekler de kendi bireysel zafiyetleri yerine hasbelkader katıldıkları mücadeleyi mahkûm ederler, mücadelenin bazı yanlışlıklarını ve aşırılıklarını genelleştirirler. Yanlış olan kendileri değil, mücadeledir! Nitekim, rol modeli “pseudo dönek” yanlışlığın sol mücadelede olduğunu, yeni başkaldırı ruhunun siyaset düzleminde değil bilim, ekonomik girişimcilik ve iletişim düzleminde aranması gerektiğini söylüyordu: “‘Elveda Başkaldırı’ kitabını yazdım. Komünizmin yıkılışını gazeteci olarak Rusya’da yaşadım. Ve Hürriyet’in genel yayın yönetmeniyim. Ya o yanlıştı. Ya bugün bizler yanlışız…”[1]
Elbette mütevazılık edip bugün durduğu noktanın yanlış olabileceğini söylememektedir. İsyankâr bir özgeçmişi olmasa da Ertuğrul Özkök dönekliği sahiplenmekte ve dönekliğe methiye düzmektedir. Çünkü, akademisyenliği de gazeteciliği de tapusunu elde tutamayacak kadar sığdır, yüzeyseldir; mecburen ruhunun, beyninin ve vicdanının tapusunu vermiştir.
Çetin Altan ise dönekliği sahiplenmez, döndüğünü kabul etmez. Çünkü, tapusuyla satmak yerine kiraya vermiştir. Hayat tecrübesi, entelektüel donanımı ve birikimi, tapusunu elde tutmaya yeterlidir. Bu yüzden kiralıktır, dönekliği kabul etmek yerine en fazla günah çıkartır, değişip geliştiğini, değişimin ve ilerlemenin misyoneri olduğunu savlar. Değişimin misyoneri ve filozofu rolünde, kendi tekil günah çıkarmalarını ve nedametini toplu terapiye dönüştürmeye çabalar, ola ki rüzgârın yönü değiştiğinde bir kez daha dönmeye kapıyı açık tutar.
Elveda Yoksullar Merhaba Para Babaları
Kıdemli döneğin ömrünün bir döneminde sosyalizme meyletmesi, sonra dönüp burjuvaziye biat etmesi, başlı başına kitap konusu olacak ayrıntıda ve önemdedir. Eksik kalma pahasına bir özet verirken vurgulanmalı ki, Ertuğrul Özkök’ün isyankârlığı ve dönekliği ne denli sahte ise Çetin Altan’ınki o denli gerçektir.
Kendi anlatımına göre, paşa torunu olarak köşklerde doğup büyümesine karşın çocukluğunda sevgiden ve ebeveyn ilgisinden yoksun kaldı. “Sekiz yaşında yatılı okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı. Sevgi görmeyince insan, beğenilmek ister. Sevilmemiş çocuklar farkında olmadan kendilerini beğendirmek isterler. (…) Sevilmemiş insanlar, insanları mahkûm etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye.”[2]
Ahmet Tulgar’la söyleşisinde, “Hazin bir hikâyedir benim hayatım” diye acındırır kendisine. Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü, Viski romanlarına da malzeme yaptığı çocukluk ve gençlik anıları ıstırap duyulacak acılıktadır. Zengin yoksul ayırt etmeden, çocukların ezici çoğunluğunun yaşadığı acılıktadır. Eşi Solmaz Kâmuran, İpek Böceği Cinayeti adlı biyografide Çetin Altan’ın çocukluğunun yalnızlık ve can sıkıntısı içinde geçtiğini vurgular. Sekiz yaşında Galatasaray Mektebi’ne yatılı verilmiştir. “Okul, Pazar akşamı, henüz sekiz yaşında küçük çocuk için korkutucu ve ıssızdır. Ondan başka iki öğrenci daha vardır. Akşam yemeğini yer ve kendisine gösterilen yatakta uyur. Sabah, belki de rüya görmüş olduğunu umarak uyanır, etrafına bakar, gri metal dolabı görür. Hayır, bu bir rüya değildir… Sekiz yaşındadır ve yapayalnızdır. Galatasaray’da bir Pazar gecesi başlayan bırakılmışlık duygusu onu çok etkiler ve tüm yaşamına duygusal anlamda damgasını vurur. Yeteri kadar sevilmediğini ya da en azından diğer çocuklardan daha az sevildiğini düşünür hep.”[3]
Çetin Altan yaşlılığında bile çok sık olarak annesiyle ilişkilerinden yakınır. Solmaz Kâmuran da “Annesi onu yeteri kadar sevdi mi sevmedi mi, bunun kararını bizler veremeyiz ama, belki de bu sevgi açlığının yirmi bini aşkın köşe yazısı ve kırk iki cilt kitabın yaratılmasında payı vardır…” diye yazar.
Yalnız ve mutsuz bir çocukluk yaşayan Çetin Altan, çocukluk ve ilk gençlik dönemindeki sevgi, ilgi ve cinsellik açlığıyla, kendini beğendirme içgüdüsüyle, yetişkinlik döneminde düzinelerce kitap, binlerce yazı kaleme alır.
Özcesi, Çetin Altan çocukluğunda ve ilk gençliğinde acısını çektiği ilgi, sevgi ve cinsel açlığı doyurma, beğenilme, alkışlanma isteğiyle yüklüdür. Galatasaray Mektebi’nden sonra paşazadeliğin de yardımıyla başladığı gazetecilik yaşamında, alkışlanma isteğini doyuracak olanaklar bulsa da daha fazlasını istemektedir. Devir sosyalistlik devridir, o da sosyalistlikte karar kılar. 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in önerisini kabul ederek milletvekili seçilir, yazılarından dolayı açılmış davalarda dokunulmazlık da kazanır. Meclis’te, mitinglerde sosyalizmin sesi olur, alkışlandıkça alkışlanır. O hızla, Türk Sosyalistinin El Kitabı’nı yazar. “Türkiye’nin ezilen horlanan, çağının dışında bırakılmış emekçilerini” kendi gücüyle iktidara gelip kurtulmaya çağırır.[4]
Meclis’te öldüresiye linç girişimi belki de hayatının dönüm noktasıdır. Usul usul TİP ve sosyalizmle arasına mesafe koyar. Zaten, sosyalizmden esinlenen kitle hareketi zirveye ulaşmış, inişe geçmek üzeredir. TİP’in hezimete uğradığı 1969 seçimlerinde yeniden aday olmaz, peşinden 12 Mart 1971 darbesi gelir ve Çetin Altan gözaltına alınır.
Sosyalizm selinin kapıp sürüklediği yüzlerce entelektüelden biriydi. Malum, sel gider kum kalır. Gidenlerden biri de Çetin Altan’dır. Büyük Gözaltı’da (1972) can korkusuyla başladığı uyanma serüvenini Bir Avuç Gökyüzü (1973) altında tamamlar, nihayet sosyalistliği Viski (1974) kadehinde eritir!
Gözaltına düşen ve işkenceye yatırılan biri, hayattan koparıldıkça kendi içine gömülür, çocukluğuna sığınır. Çetin Altan da Büyük Gözaltı’nda öyle yapar; kendi içine gömülür; ama, çocukluğuna sığınamaz. Çünkü çocukluğunda sevgisiz, yalnız ve mutsuzdur. Romanda fırsat buldukça mutsuz bir çocukluk yaşadığından yakınır. Annesi kapıları çarpıp duran bir kadındır. Çoğu kez odasına kapanıp kapıyı kilitlemektedir. Kendisiyle ilgilenen olmamıştır. Mızmızlandığı zaman, anne, kapıları açıp kaparken dayakla korkutmuştur. Şrak diye vurmuştur da. Buna karşın, anne odasına kapandığında kapısında oturup öyle beklemiştir. Annesi kapıyı açtığında otururken görsün ve sevsin, dövmesin umuduyla. Yakınlığa ve şefkate öylesine açtır. Sonra küçücük yaşta yatılı okula vermişlerdir. Okula kapatılmayı hücreye kapatılmakla bir tutar. “Beni getirip bırakmışlardı oraya. Yapayalnız kalmıştım ve gözaltındaydım.”[5]
Hep getirip çocukluğuna dayandırdığı güçsüzlüğünü, korkaklığını gözaltında daha derinden duyumsar. Alevli bir şehvetle ölmek istediğini, dik durabilmek için kendi kendine telkinin yarar sağlamadığını anlatır: “Ölüme dimdik yürüyenleri, ölümle alay edenleri; ipleri, kurşunları, cellatları hiçe sayarak, ölümü kahkahayla karşılayanları düşünerek yüreklendirmek istiyordum kendimi. Ama bir türlü özdeş olamıyordum onlarla. Bir buzlu cam giriyordu onlarla arama.”[6]
Büyük Gözaltı’nda çocukluğuyla hücre arasında gidip gelir ve noktayı koyar: “Ben aslında ipekböceğini kozasının içindeyken öldürmüştüm.” Öldürdüğü sosyalist Çetin Altan’dır.
Viski’de kurguladığı “Rezil Köpek”in hayatı ve devrimciliğiyle Çetin Altan’ın hayatı ve devrimciliği arasındaki paralellik de dikkat çekicidir. Hayatındaki travmaları, dönüm noktalarını romanda “Rezil Köpek”e de yaşatır. “Rezil Köpek’in yolu bir okula düşer. Dershaneyi, yemekhaneyi, yatakhaneyi dolaşır ve kolu bacağı kopmuş bir çocukla karşılaşır. Çocuk, ‘Rezil Köpek’e içini döker: “Beni buraya geldiğim gün linç ettiler.”
Roman kurgusu içinde evde ve küçücük yaşta bırakıldığı yatılı okulda çektiği yalnızlığı ve mutsuzluğu anlatmaktadır. “Nallı Böcek” adını verdiği çocuk, tıpkı Galatasaray Mektebi’ndeki Çetin gibi yalnız ve mutsuzdur. Hafta sonlarında öteki çocukların anneleri babaları gelip çocuklarını götürürler, Nallı Böcek kendi kendisiyle baş başa kalır. Gidecek yeri yoktur. Harçlığı varsa sinemaya gider, tekrar okula döner. Büyüyünce çok güzel bir karısı olacak, çocuklarını yatılı okula göndermeyecek, anasız babasız bırakmayacaktır…
Çocukluğunu romanda “Nallı Böcek”e yaşattığı gibi sosyalistliğini de “Rezil Köpek”e yaşatır. “Rezil Köpek” “enayilik” etmiştir. “Önce evinin içini düzelteceğine dünyayı düzeltmeye” kalkmıştır, karısının ömrü ise “sarhoş beklemekle geçmiştir.” Sonuçta enayiliğinin cezasını görmüş, kurtarmak istediği halk tarafından linç edilmiştir. “Onun payına düşen ceza daima işkenceydi…”[7]
Dün kendisini alkışlayanları artık başka gözle görmektedir: “Üstüne doğru yüzlerce kişi geldi mi? Hem de kurtarmak istediğin yüzlerce kişi. Kafana taşlarla sopalarla vurdular mı, beynini parçaladılar, kollarını bacaklarını kopardılar mı? Beni her seferinde linç ederler. Her seferinde kollarımı bacaklarımı beynimi toplar, yerli yerine yerleştiririm. Ve uzaktan bakarım kanımı yalayan köpeklere.”[8]
Artık alkış almadığına göre enayiliğin lüzumu kalmamıştır! Kasketli işçinin ağzından “Boş ver ağabey, bana ne, ben mi kaldım dünyayı düzeltecek?” diye iç hesaplaşmasını yapar, “Rezil Köpek”. Sonrası, kendisini alkışlasın alkışlamasın, halka nankörlük ve düşmanlıktır: “Onlar bizi linç ettikçe biz de onları linç edeceğiz.”[9]
Gerçekten de linç ettiği, intikamını aldığı söylenebilir. Sınıfsal sömürü ve baskının, sömürgecilik ve emperyalizmin bütün geri ülkelerde yaptığı insani tahribatı, açtığı toplumsal yaraları sadece Türklere özgüymüş gibi abartarak, halkı sürekli aşağıladı. Diyalektik nedenselliği tersine çevirerek, köylerde tenis kortu ve kuaför olmadığı, satranç ve briç oynanmadığı için ülkenin geri kaldığı, halkın yüzde 80’inin mesleksiz olduğu gibi absürd tezleri süslü sözlerle yineleyip durdu.
Halkı da kendisiyle birlikte Viski kadehinde eritip “yağlı kaygan bataklığa” gömmekle kalmadı Çetin Altan. Neo-liberalizm devrinde André Gorz, Elveda Proletarya diyerek, işçi sınıfını tarihe gömdü! Sınıflar kalmadığına, tarihin sonu geldiğine göre sınıf ve devrim mücadelesi de kalmamıştır, kaldıysa bile en devrimci sınıf burjuvazidir. Artık aslolan devrim değil değişim, uyum, istikrar ve reformdur. Çetin Altan, André Gorz’dan geride kalacak değildi, o da işçi sınıfını süpürüp tarihin çöp sepetine attı: “İşçi sınıfı artık ilerici bir sınıf değil. (…) Evrensel değişimin bayrağı bugün önce bilimcilerin elinde. Sonra da, işçi sınıfını tarihe doğru süpürerek, yeni teknolojilerle üretim yapanların elinde. Türkiye’de değişimin bayrağına TÜSİAD sahip çıkmaya uğraşıyor.”[10]
“Elveda Sosyalizm” Merhaba Emperyalizm
Dönek ahlakının parametreleri “aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet” diye sıralanır.
Aldatma, sadakatsizlik, ikiyüzlülük ve ihanet ezilen sınıfadır, mazlumadır. Muhabbet ve biat ise artık burjuva sınıfınadır. Ne ki dönek ahlakının yönelimi en güçlü olanadır. Bu yüzden dönmenin, düşmenin sonu gelmez. Devir, emperyalizmin küreselleşme devridir. Döneklik menzilinin son durağı ise emperyalizmdir.
Türkiye’nin kıdemli döneği de bu kuralın dışında kalmadı; o da yerli sermayedarın kapılandığı güce, yani emperyalist burjuvaya kapılandı. Türk Sosyalistinin El Kitabı’nda diyordu ki, “Batı’da emekçi sınıflarına taviz verecek ve sınıflar arası dengeyi az çok sağlayacak yeteneği vardır burjuva sınıfının. Sermayesini iki yüz yıl öncesinden bütün yeryüzünü sömürerek biriktirmeye başlamıştır.” (s. 56).
Hızını alamayarak, iç sömürünün dış sömürüden ayrı tutulamayacağını, sadece dış sömürüye, yani emperyalizme karşı çıkmanın yeterli olmayacağını, her iki sömürüyü birlikte def etmek gerektiğini vurguluyor, “Gerçekten Türkiye’nin bağımsızlığını isteyenler, bunun içerde devam edecek bir sömürü düzeniyle mümkün olamayacağını anladıkları ölçüde cepheyi güçlendirir ve zaferi yakınlaştırırlar” diyordu (s. 73).
Hidayete erip önce yerli halkı, sonra işçi sınıfını “yağlı kaygan bataklığa” gömdükten sonra, kendisini en çok alkışlayacak efendiyi Türkiye’nin dışında buldu. “Emperyalizm nedir?”, Türk’ün bunu bilmediğine fetva verdi: “Türkler, ‘emperyalizmi, kapitalist devletlerin, yoksul ülkeleri sömürmesi sanıyorlar… Öyle değil mi? Değil. ‘Emperyalizm, yoksul ülkelerin sömürülmesi değil, gelişmesini engellemektir. Endüstri üretimine geçemesinler de, kapitalistlerin üretimlerini almayı sürdürsünler, diye. Küreselleşmenin, ‘emperyalizmin yeni bir çehresi’ olduğunu iddia edenler var. Sen ne diyorsun buna? ‘Monizm’den, yani ‘komünizm’den, hiçbir şey anlamamış olmak, diyorum. Yeni teknolojilere dayalı bir üretim modeli, dünyadaki 5 milyar yoksulu zengin etmek zorunda. Yoksa hızla artan üretimi kim emecek? Marx’ın vaktiyle saptadığı bir gerçek, şimdi uygulamaya giriyor.”[11]
Kıdemli dönek, emperyalist burjuvazinin dünyadaki tüm yoksulları zengin edeceği müjdesini(!) vermekle ve küresel burjuvaziyi aklamakla kalmamış, küresel faşizmin Irak halkı üzerine çullanmasını kadeh kaldırarak kutlamaya da çağırmıştı:
“ABD Başkanı Bush, kendine özgü birtakım değişik çıkar hesaplarıyla da saldırsa Saddam’a; 20 – 25 yılın sonunda, bambaşka bir tablonun ortaya çıkmasına neden olacaktır Yakındoğu’da… (…) Türkiye de, küreselleşme sürecinin içindedir ve gitgide daha çok saydamlaşacaktır. Enseyi karartmayın ve 2003 yılını, ‘evrensel değişim’e kadeh kaldırarak kutlayın…”[12]
“5 yıl süreyle Diyarbakır’da 80 bin Amerikan askerinin konuşlanmasından da ne çıkar yani? (…) Mehmetçik’in de büyük katkısı dokunacak Saddam’ın devrilmesine…”[13]
“Irak savaşını da, fazla büyütmeyin gözünüzde. Şayet çıkarsa, daha da hızlı saydamlaşır Türkiye…”[14]
Türkiye’nin ezilen insanlarından sonra Ortadoğu’nun zavallı halklarını da yağlı kaygan bataklığa gömen kıdemli dönek, bağımsızlık fikrini ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkını karalamaktan da geri durmadı. Bağımsızlık hareketleri silah fabrikatörlerini zengin eden sözde kurtuluş hareketleridir. Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan ulus-devlet modeli ucube olarak doğmuştur. Yer küresinin 5 kıtasında pıtırak gibi 200’ü aşkın ulus-devlet kurulmuştur. Ama sonuçta 7 milyarlık dünya nüfusunun 4 milyarı yoksul, 1 milyarı da açlık sınırının altındadır. Türkiye’de yağmanın durmasını Türkler değil, Amerikalılar istemektedir. Türkiye 20’nci yüzyılı ıskalamıştır, ama 21’inci yüzyılı ıskalamasına izin verilmeyecektir. Türkiye, ABD ve AB eliyle demokratikleştirilecek ve Ortadoğu’nun eksen ülkesi yapılacaktır! Enseyi karartmaya lüzum yoktur (Çetin Altan’ın hemen hemen her yazısı).
Döndüğünü kabul etmeyip Marxizmi tekeline alsa ve emperyalizmin dünya ölçeğinde sömürü düzeni olmayıp yoksulları zenginleştireceğini, Türkiye’yi saydamlaştıracağını savlasa da hayat kıdemli döneği doğrulamadı, doğrulamayacak da. Ne dünya yoksulları zenginleşiyor, ne Irak halkı Saddam’dan kurtulmakla rahata erdi ne de Türkiye saydamlaştı. Saydamlaşması komşu bir halkın katledilmesine bağlıysa, Türkiye saydamlaşmasın daha iyi!
Döneklik yeterince utanılası bir düşkünlüktür. Dönüp düşmenin sonu yoktur. Varsa bile Sigmund Freud ve Haydar Dümen’in uzmanlık alanına girer ki, ayrı bir yazı konusudur.
Okuyucuya not: Bu yazı DEVŞİRMELER DÖNEKLER adlı kitabımda, Çetin Altan hakkındaki iki yazıdan ilkidir.
[1] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Ekim 1997.
[2] Ahmet Tulgar, “Hazin bir hikâyedir benim hayatım”, Milliyet Pazar, 7 Nisan 2002.
[3] Solmaz Kâmuran, İpek Böceği Cinayeti, Inkılap Kitabevi, İstanbul 2006, s. 27.
[4] Çetin Altan, Onlar Uyanırken, Bilgi Yayınevi, Ankara 1967, s. 79.
[5] Büyük Gözaltı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1999, s. 183.
[6] Büyük Gözaltı, s. 183.
[7] Çetin Altan, Viski, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1998, s. 263.
[8] Çetin Altan, Viski, s. 21.
[9] Çetin Altan, Viski, s. 62.
[10] Çetin Altan, Sabah, 8 Temmuz 2001.
[11] Çetin Altan, Sabah, 8 Temmuz 2001.
[12] Çetin Altan, Milliyet, 27 Aralık 2002.
[13] Çetin Altan, Milliyet, 26 Aralık 2002.
[14] Çetin Altan, Milliyet, 4 Ocak 2003.
yazarın “Dönek” üslubuna ve yaklaşımına kesinlikle katılmıyorum, yalnızca gönderildiği için yayınlıyorum. G.Z.
Kesinlikle bu rezilin rezilini atmanizi dilerim..
Cetin altan Türkiyenin en önemli yazaridir.büyük düsünürdür.
Acimizda sonsuzdur..Türkiye bitiyor….
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/cetin-altan-969999/
soner yalçın da bugün çetin altan’ı yazmış
Çetin Altan’ın büyük düşünürlüğü nedir acaba? Arkasından konuşmak doğru değil ama böylesine ölçüsüz övgüler yapmak da doğru mu? Özal’ı öven, AB’yi savunan, Irak savaşını savunan birisiydi.
Irak işgalini bu sözlerle savunan birini bu kadar göklere çıkarmanız neyin nesidir?Bu işin bir vebali yok mu?
Tek sözle ona buna bir sürü etiket takarken bu kadar açık işgal savunuculuğunu nereye koyuyorsun Gün?
“5 yıl süreyle Diyarbakır’da 80 bin Amerikan askerinin konuşlanmasından da ne çıkar yani? (…) Mehmetçik’in de büyük katkısı dokunacak Saddam’ın devrilmesine…
Çetin Altan, Milliyet, 26 Aralık 2002.
“Irak savaşını da, fazla büyütmeyin gözünüzde. Şayet çıkarsa, daha da hızlı saydamlaşır Türkiye.
Çetin Altan, Milliyet, 4 Ocak 2003.
Hani hep…
“Enseyi karartmayın” demişti ya…
Aslında…
Enseyi ilk karartan o oldu!..
Hep anlattı:Turgut Özal’la tanışmış ve anlamış ki; ikisi de aynı toplumu oluşturmak istiyormuş!
Hiç inandırıcı değildi!
Sihirli sözcüğü “bedel” idi. Hep, “bedel ödemekten” yakındı.
Bir daha “bedel ödemek” istemedi. Hepsi bu…
Tüm “yoldan ayrılıp dönmek isteyenler” gibi “döneklik manevrasını” fikirle taçlandırmak istedi. Hepsi bu…
Yani, ayartılmadı. Teşneydi!
En soldan en sağa savruldu; neoliberalizmin/vahşi kapitalizmin bayraktarlığını üstlendi.
Özal’la “düşünsel ortaklık” kurmasını şöyle okumalıyız:
Katledilen sosyalist Allande’nin safından, katleden darbeci faşist Pinochet tarafına geçti. 1970’lerde “Friedrich Hayek”ler-“Milton Friedman”lar tarafından “Şili laboratuvarında” oluşturulan neoliberalizme boyun eğdi!
Her şeyin alınır ve satılır olduğu- “serbest piyasaya” düştü.
Döneme yenildi.
Yoksulları, emekçileri, köylüleri ve yoldaşlarını sattı!
Düzene teslim oldu.
Onun için bağımsızlık ve ulusal onur alay konusuydu artık. Tek kurtarıcısı vardı; AB!
Zengin burjuva masalarında solgun kırmızı karanfil olmayı tercih ederek yeni hayata soyundu.
Paşa torunu, aslına rücu etti!..
İTİFAR ETMELİYDİ
Çetin Altan son mektubunda diyor ki:
“Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi…”
Sanırım son şakasını yapmış olmalı!
Desteklediği Özal’ın ve Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasiyi getireceğine mi inanmıştı?
Demokrasiyi değersizleştiren bu vahşi piyasa hegemonyası değil midir?
Özgürlüğü ve barışı, vahşi kapitalizmin yok ettiğini nasıl görmez, anlamaz?
Hayal ettiği ülkeyi “kumarhane ekonomi” ile inşa edecekti!
Şaka mı bu mektup?
Ne yazdığının farkında mı?.. “Yeni muhafazakarlık” diye yutturulan dinci iktidarların bu toplumu uygarlaştıracağına mı inandı?
Hepsi hayal ettiği ülke içinmiş meğer…
Özal sayesinde yaptığı tv programlarında ve yazdığı “liboş kalesi” Sabah’ta “piyasaya” övgü dizmesinin sebebi buymuş!
“Değişim masallarıyla”; ülke ekonomisinin, ülke siyasetinin ve ülke kültürel hayatının yok edilmesine kılıf bulmaya çalışmasının sebebi buymuş!
Hadi canım sizde…
“Yeni halkı” toplumsal muhalefeti yıkarak mı yaratacaktı Çetin Altan?…
Gül’ün gülle tartıldığı bir dünyayı kurmaktan vazgeçip, paranın tapılan tanrıya dönüştürülmesinin aracısı olduğu için özür dilemeliydi!
Son mektubunda özeleştiri yapmalıydı!
Bugün bu topraklarda tüm değerler parayla alınıp satılıyorsa, vebalinin omzunuzda olduğunu itiraf etmeliydi!
Üç-beş badem bıyıklı yapmadı bu büyük çöküşü; son 35 yılda Çetin Altanlar çok zarar verdi bu canım ülkeye!
Ölçüyü kaçıracak şekilde “kafasız düşünme” dönemini alkışlaması unutulabilir mi?
Maalesef… Çetin Altan çoktan ölmüştü aslında…
KAVGA ETTİK
Marksizm bizim topraklara bilim olarak gelmedi/gelemiyor.
Ülkemizde türküyle-şiirle; vicdanla- ahlakla solcu olundu/ olunuyor.
Sosyalizm bilgisinin yüzeysel olduğu, bilinç noksanlığının yaşandığı 1960’lı yıllarda, Çetin Altan gibi kalemi ve ağzı laf yapan birinin yıldızının parlaması kolay oldu.
“Aramanın” değil “bulduğuna inanmanın” dönemiydi o yıllar.
Oysa…
Çetin Altan’ın entelektüel zenginliği yoktu. Kaba bir sömürü edebiyatıyla romantik gençlerin alkışını alan politik meddahtı.
Bugün… Vıcık vıcık övgüyle “filozof mertebesine” ulaştırılan Çetin Altan’ın özgün tek düşüncesi yoktur.
Tanzimat döneminin tercümeci/aktarmacı münevverlerinin son temsilcisiydi. Yani…
Az gelişmiş ülkenin ucuz sözlerin kahramanı!
Kendini geliştirmek istemedi. Hesabını bilen “esnaf aydıncığı” olmayı tercih etti! Sonuna kadar yararlanmasını da bildi.
12 Eylül rejiminin yarattığı “kültürel hegemonyanın” medya ve edebiyat lobileri sayesinde, el üstünde tutulup, “ömrü” uzatılmaya çalışıldı. Örneğin..
“Yazı ustası” dediler! Sormazlar mı; sizin çıtanız nerededir?
Sadece iki yazı yazdı. Birini 1960’lı yıllarda, diğerini 1980’li yıllarda! Diğerleri sadece tekrardı!
Edebiyatçılığı mı? Erdoğan tarafından ödüllendirildi; daha ne olsun!
Uzatmak istemiyorum.
Yoldan ayrılıp geri dönenlere sözüm olmaz.
Devrimcilik bu topraklarda ağır işçiliktir. Yükü kaldırmak zordur; dönek’i anlarım.
Acı çekme yeteneği her insanda olmaz, bilirim.
Ancak…
Ruhunu satıp, omurgasını aldırmış kimi dönekler, döneklikle kalmıyor; çektikleri tüm acılara rağmen bu ülkeden ve bu toprağın insanından umudunu kesmeyen ülkenin fedakar çocuklarının hayatlarını karartmaya çalışıyor.
Çetin Altan hep bedel ödemekten bahsetti. Fakat…
Kendisi de ağır bedellere sebep oldu. Ergenekon-Balyoz sürecinden bahsetmiyorum; bu konuda hafızalar taze.
Uğur Mumcu’ya “ajan” lekesini atmaktan geri durmadı. Vs.
Ama şimdi bunlara girmek istemiyorum.
Çetin Altan ile tanışıyordum.
Hatta, “Oradaydım” belgeselinde TBMM çatısı altında dayak yemesini konu edecektim. Çekim sırasında tartıştık. Programı terk etti!
Aylar sonra lokantada şarap kadehlerimizi tokuşturduk. Barışmasını bilmiyorsanız kavga etmeyeceksiniz. Ne kadar sert fikir tartışmalarına girsem bile selamı kesmemeyi tercih ediyorum.
Cenazesine de gitmek istedim; Sanem Altan’a baş sağlığı dileyecektim. Medyadaki abartılı övgüleri okuyunca vazgeçtim.
Bu kadar mı gerçeklerden kopuk yaşıyor medya?
Olan da yine bana oluyor; “ölenin arkasından böyle yazılır mı” diyorlar.
Ne yani…
Gerçeğin öldürülmesine sessiz mi kalayım?
Soner Yalçın
27 Ekim 2015
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/cetin-altan-969999/
Murat Belge’yi “Birikim” dergisini çıkardığı yıllarda tanıdım. Bir süre de yazıştık. O sıralarda bu ülkede marksizmi çok iyi bilen ve bunu Satre-Althusser geleneğinde en iyi analiz eden birkaç kişiden biri olarak biliyordum. Yıl 1970’lerin ortalarıydı. Mektupları hala bir yerlerde durur.
Bir diğer kişi de Mete Tunçay’dı. Mete Tunçay, SBF’de “misafir öğrenci” olduğum 1980’li yılların başında hocam oldu.
Bir diğeri, çocukluk arkadaşım Levent Çuhalı’nın dayısı Sadun Aren’di. Onunla dama oynardık, bir kere olsun yenememiştim, ama tavırlarıyla çok şey anlatabilen bir adamdı. İnsan olmanın gereklerini yapmak, o sıralarda henüz “delikanlı” olan beni çok etkilemişti.
Mete Tunçay, Macar felsefecisi ve estetik üzerine kitaplarıyla tanınan Georg Lukac üzerine de bir sunum hazırlamamı istemişti benden.
Ben de o sunumda fena halde çuvallamıştım. Lukac’ın siyasi görüşlerinden çok edebiyat ve sanat üzerine görüşlerini anlatmaya çalıştıkça, Mete hoca da üzerime gelip, siyasi görüşlerinden söz etmemi istemişti.
Edememiştim, ama o hırsla da Lukac’ın siyasi görüşlerini öğrenmeye başlamıştım.
Oysa basit bir kurnazlıkla, yani estetik veya sanat üzerine görüşlerini siyasi olarak çevirmeyi başarabilseydim, eminim ki Mete hocanın da estetik ile ilgili sınırlı bilgisinin üzerinde bir sunum yapabilecektim.
Ama gençlik işte. Aklım o kadar çalışmadı. Karşımda, “sol ideolojiyi” öğrenmek üzere huzuruna çıktığım koskoca Mete Tunçay duruyordu. Kurnazlık ne kelime, bildiğimi bile tekrarlamakta zorlanmıştım sunumda.
Murat Belge’ye yazışmalar aşamasında yenilmiştim.
Şimdi onlar söylüyorlar ya (Mete Tunçay henüz söylemedi belki, ama sessizliği anlamlıydı yıllardır), benim belki otuz yıl öncesine dönüp “kandırılmışım” demem gerek. Böyle bir şey işte siyasi sistemleri, ideolojileri ve felsefeleri öğrenmeye çalışmak yerine öğretenin ağzına bakarak kendi yaşam biçiminizi belirlemek.
Hasan Cemal’i, Adalet Ağaoğlu’su, Ayşe Kulin’i ve şu sıralarda hiç ortada görünmeyen devletin “akil” insanları nasıl kendilerini “kandırılmış” olarak görüyorsa, bir dönemin gençliği olarak buna en çok itiraz etmesi gerekenler benim gibiler.
Biz de kandırılmışız gerçekten, ama yıllar yıllar önce…
ÇETİN ALTAN ‘KANDIRILDIĞINI’ BİLE ANLAYAMADAN VEDA ETTİ!
Bir yığın insan 13 yıllık AKP iktidarı döneminde hallaç pamuğu gibi dağıldı gitti. Çetin Altan gibileri ise kandırıldığını bile anlayamadan bu hayata veda etti. Sırada daha bir çok “kandırılmış” insan kitlesi var ve sıralarını bekliyorlar. “Yetmez ama evet” listesinin bir yığın aydını, yazarı, öğretim görevlisi, “ağır toplar” itiraf hareketine geçtiğinden kendilerine yer bulamıyorlar sanki. Değilse, koro halinde toplanıp “aldatıldık” diye bağıracaklar da alan dar…
Şimdilere geldiğimizde, geriye, yaklaşık 30 yıl öncesine bakıyorum ve o sıralarda mangalda kül bırakmayanların bir arpa boyu yol gitmediklerini de görüyorum.
NASIL OLDU DA BERLİN DUVARI’YLA YERLE BİR OLDULAR!
1980 öncesinin bu “sıkı” devrimci hocaları, akil adamları, teorisyenleri nasıl oldu da Berlin duvarı ile birlikte yerle bir oldular?
Nasıl oluyor da, bayrağını taşıdıkları düşünceleri, hayatlarının son çeyreğine girdikleri şu günlerde “çanak” sorularla reddetmek zorunda kalıyorlar? Ya da “kandırılmayı” bir erdem olarak görebiliyorlar?
Sol ideolojinin bir “çıkmaza” sürüklendiğini, tüm Avrupa’nın “Hıristiyan Demokratlar” tarafından kuşatıldığını görmek mi onları böylesine umutsuz hale getirdi?
Marks’ın ideolojisine sıkı sıkıya bağlı olduklarını haykırdıkları yıllardan sonra, şimdi artık yüzlerine taktıkları plastik maskeleri çıkarmanın utancını mı paylaşmaya çalışıyorlar? Tarih, siyaset kürsülerini koca cüsseleriyle işgal ettikleri günlerden bu güne sadece “kandırıldık” sütresinin gerisine kaçmak mı geliştirebildikleri? Peki bizler ne olacağız? Yetiştirmeye çalıştığınız binlerce öğrenci? Elimizde bayrak gibi sallamak gafletinde bulunduğumuz yazılarınız, dergileriniz, tezleriniz?
BU NASIL BİR İŞ!
Ne diyordu 6 yıl kadar önce Mete Tunçay: “Sosyalizm öncelikle demokrat olmak zorunda.” Güzel laf. Doğan Avcıoğlu’nun “büyük şirketlerin devletleştirilmesiyle sosyalizme gidiş” görüşünü de yanlış buluyor üstad. Ama Sadun Aren’e hak veriyor: “Sosyalizm kalkınma yöntemi değildir. Sosyal adalet, eşitlik, insan haklarıyla ilgili bir değerler setidir.”
Bunu söylüyor Mete Tunçay, Sadun Hoca’ya da hak vererek söylüyordu üstelik. Ama sosyalizme varmak için aşılması gereken yolları yıllarca “mırıldanan” Tunçay, Belge gibi aydınlar işin en başına dönüp, gençliğinde bir kez bile aklına getirmediği demokratlığı, sosyalizmin birinci şartı olarak önümüze sürdüler. Üstelik de şimdi “demokratlığın” AKP’nin hiçbir kademesinde olmadığını acı şekilde öğrenerek.
Bu nasıl bir iş?
Demokrasi şu anda belki de en çok tartışılan kavram. Bir sürü ayın, demokrat, hocalarımız vb, AKP’nin “istibdat” döneminde bile onların ne kadar “demokrat” olduğundan dem vurdular. İlk Ergenekon soruşturmaları ve tutuklamaları zinciri zayıflattı, ama kırmadı. Bazıları suskunlaştı, bazıları ise daha vahşice yapılanların “bağırsak temizleme” olduğunu söyledi. Türkiye’nin bağırsaklarını temizlemesine bizler aldırmadık, ama güvendiğimiz, inandığımız aydınlar “askeri vesayet ortadan kalktığı” aldatmacasının arkasına sığınıp sessiz kaldılar. Doğruydu askeri vesayet ortadan kalkıyordu, ama çok daha ağır bir vesayetle karşı karşıyaydı Türkiye, susmayı yeğlediler.
Nedir acaba aldatılan aydınlarımızın “demokrat” kelimesinden anladığı? Nedir sosyalist kültürde demokrat sözcüğünün karşıtlığı?
Türkiye 20. Yüzyılın son çeyreğinde demokrat değildi de, şimdi demokratik kazanımlarda çok büyük mesafeler mi kat etti? Neydi bunlar?
Yuvarlak sözcüklerle konuşmak artık bu çağın işi değil. Gençken yedik…
“Türkiye bir demokratik hukuk devletidir” diyen çığırtkan laf ebelerinden farkı neydi bütün bunların?
Düşünce yapısının bir zamanlar öz suyunu oluşturan Marks herhalde kahkahayla gülerdi sosyalizm için önce demokrat olmak zorunluluğuna? Doğruyu değişik yollardan dolaştırıp, başka kelimelerle insanların önüne koymak ile ABD yeniden keşfedilmiyor.
Tersi mümkün müydü Belge, Kulin, Ağaoğlu, Cemal vb?
AKP-Cemaat ortaklığı bozulup da dengeler tamamen değişince, AKP kanadının “kandırılmışız” sözleri aydınlarımızın da hoşuna gitmiş olmalı ki, onlar da bu sanal savunmanın arkasına sığınmakta hiçbir “beis” görmediler.
O halde bunu söylemenin anlamı ne?
Mümtaz İdil
27 Ekim 2015
http://odatv.com/cetin-altan-kandirildigini-bile-anlayamadan-veda-etti-2710151200.html
Tabii bunlar kötü ama Çetin altan gelecekte bunlarla anılmayacaktır. İnsanların tarihini belirleyen, daha çok toplumsal etkileridir. Çetin Altan on binlerce emekçininin sola yönelmesini sağlamıştır yazılarıyla. Yukarıdaki satırların ise bir sivrisinek vızıltısı kadar toplumsal etkisi olmamıştır.
Su emeperyalzm meselesi üzeine konusunda birseyler yazacaktim. Burada yazayim…
Ahh zavallilar,geriden geriye süper zekalilar.. Yatip kalkip abd diyen zavalllilar…
Anti.abd ciligin merkezi olan iran mollalari bile simdi abd yle dostluk kuruyor…
Anti ABd nin en büyük merkezi olan Küba ABD yle iliski kuruyor!
Dünya dönüyor sen ne dersen deee!
Dünya dönek… Enseniz degil kafanizin icide kara..
Büyük bir yazar,entellektuel cetin altani anlamaniz cok zor..Türkiyenin aydinlanmasinda büyük hizmet etmis bir insan..
Simdide itler seviniyor..Mit yenikleri seviniyor..Mit in It in cocuklari sevinsin..aldirmayalim..enseyi karartmayalim..
hortlak arkadaş demagoji yapıyorsun. Ç.Altan büyük düşünür diyorsun da başka birşey demiyorsun. Ç.Altan Irak işgalini savunmuş açıkça. Bu iddia uydurma mı diyorsun. Yalan mı söylüyorlar. Irak işgali iyi birşey mi, bizler de mi savunmalıyız. Ç.Altana saldıranlar kötü diye Ç.Altanın bu söyledikleri doğru mu oluyor. “İt” gibi ifadeler kullanmadan anlatın da anlayalım bunu. Irak işgalini savunmasıyla ilgili bir açıklama getirin. “Ç.Altanı anlayamazsınız” da ne demek, peygamber mi bu? Açıklayın da anlayalım.
Gün 10 nolu yorum hakkında ne düşünüyorsun. Emperyalizm vs aslında solcuların hezayanları mı sence?
Olur miu hiç öyle şey. Emperyalizm bir gerçekliktir ve bugün dünya olaylarını emperyalizm olgusunu dikkate almadan anlamak mümkün değildir. Yalnız solcularda da emperyalizmi ezbere indirgeyen bir hata vardır gerçekten de.
Yeni okudum 11.arkadas..
Birakinda demogoji yapalim biraz..
Tarihe mal olacak cok aydini etkilemis degerli,zeki bir sanaatci icin biraz demogoji yapalim..
Nasil bugün Rusya-Abd digerleri ISId a karsi savasmasini kurtarici olumlu buluyorsam ozamanda Saddam sapigina karsida sadece ABd degil diger ülkelerde istirak etmesini dogru bulururdum..
Cetin Altan in fikrini bilmezdim..Bu konudada herkesden daha dahice söylemis..
Nasil Nato Libya halkina yardim ettiyse ayni sekilde Binlerce milyar dolara patlayan kendi askerlerin canina da patlayan irak a diger korkak ülkelerde istirak etmeliydi..
Sonucta cok aciyada patlasa irakta zorba züppe rejim gitmis yerine,secimle basa gelen hükümet kurulmus..
Kürtleri katleden bir irak degil kürdistan özerkligi kurulmus!
Buna sadece saddamci olanlar karsi gelmis yada saddam vari dinci ler hortlamis..
Bizim sözde solcularda bunlarin arkasina takilmis..
Saddam’ı yıkıp, Irak’a demokrasi getireceğim diye mezhep savaşlarını kışkırtıp aslında IŞİD’i oluşturan ABD’dir.
Aslında Saddam’ı da IŞİD’i de getiren ABD’dir. Bunu görmeyip direk ABD’ye habire övgüler düzmek zırvalıktır.
Bahtlıdır şol kişi kim dünyada adı kala
Ölmedi diridürür âb-ı hayat içmiş gibi
Âşık Paşa