1950′lı yıllarda İstanbul’da yaşayanlar anımsar, bir “çapkın hırsız” efsanesi İstanbul’u neredeyse bir yıl boyunca çalkalamıştı. Bu öyle bir “çapkın” hırsızmış ki, girdiği evlerde hem yükte hafif, pahada ağır ne varsa götürüyormuş, hem de evin hanımıyla ya da genç kızıyla hoşça vakit geçirmekten geri kalmıyormuş. Büyük yetenek! Büyük cüret! Ama tabii, bütün bu tür dehşedengiz efsanelerde olduğu gibi, halkın da tahayyülüyle iyice absürdleşen bir palavra!
Bu palavra nasıl ortaya çıktı ilk, kimse bilmiyordu, ama “çapkın hırsız” bir “gerçeklik” olarak her an yanıbaşımızdaydı, Muhtemelen ilk ortaya çıkışı, gerçek bir çapkının, evin beyi aniden çıkageldiğinde evden kaçışı sırasında, evin hanımının, pencereden atlayıp kaçan gölgenin kendisine de sarkıntılık eden bir hırsız olduğunu iddia etmesiyle olmuştu. Tabii, bu efsanenin yayılmasının, çapkınların ve sevgililerinin işine yaradığına kuşku yok. Aaaa… o gölge mi, çapkın hırsız olmalıydı… Bu, polisin de işine gelmişti. Bütün faaili meçhul hırsızlık ve tecavüz olayları, artık kolektif bir varlığa dönüşmüş “çapkın hırsız”ın üstüne yıkılır, böylece dosya kapanırdı. Tabii bir süre sonra, Aziz Nesin’in “Fil Hamdi” öyküsünde olduğu gibi çok sayıda “çapkın hırsız”ın yakalanmaya başlamasıyla işin suyu çıktı.
Bir yaz gecesi “çapkın hırsız” bizim mahallede de (Arnavutköy, Vezirköşkü sokak) arz-ı endam etti, daha doğrusu ettiği rivayet olundu. En çok eğlenenler biz çocuklardık tabii ki. Bulaşıcı kolektif korku biz çocukları ne eğlendiriyordu anlatamam, hem korkuyor, hem de bu oyunun bitmemesi için dua ediyorduk. Mahallenin gençlerinin ve büyüklerinin hali ise işin en eğlendirici yanıydı. Hepsi ciddi ciddi el fenerleriyle, lüks lambalarıyla ve sopalarla teçhizatlanmıştı, bacaklarında da pijamaları eksik değildi elbette. Birisi, “işte orada” diye bağırıyordu karanlığa doğru ve bütün bu “kahramanlar” sürüsü o yana koşuşuyordu, biz ufaklıklar da arkalarından tabii. Tam bir kolektif paranoyaydı bu. Bedava kahramanlara ise gün doğmuştu!
Şu günlerdeki, gerçek failler tarafından körüklenip devletin suçlarını iyice görünmez hale getiren Ergenekon kolektif paranoyasına ne kadar da benziyor. Önce devlet içindeki kliklerin kapışması olarak başladı, şimdi ise, ne idüğü belirsiz ve inandırıcılıktan uzak bir hırsız-polis oyununa ve ulusal paranoyaya dönüşerek devam ediyor.
Medyadaki gayretkeş liberalleri okuduğum zaman, karanlıklara doğru ellerinde fenerlerle ve sopalarla koşuşan pijamalı erkek sürüsünü hatırlamadan edemiyorum. “İşte ha, şu tarafta” deyip, hepsi birden o tarafa koşuşturuyor, imaj aynı, gerçekten aynı.
“Seçilmiş” (valla ben seçmedim, kendimi tenzih ediyorum) hükümete karşı darbe yapmak isteyen bir örgüt varmış. Bu ne biçim darbeci bir örgüttür ki, silahlarını yedi kat yerin altına saklıyor. Şöyle bir manzara düşünebiliyor musunuz: Darbe gecesi, ülkenin çeşitli yerlerinde kazılar yapılıyor.
“Ne oluyor kardeşim burada, yeni metro mu açılıyor?”
“Hayır beybaba, bu gece darbe yapacağız da silah çıkarıyoruz…”
Darbecilerin en beceriksizi olarak bilinen Talat Aydemir bile böyle bir saçmalık yapmamıştı. Silah uzmanlarının açıkladığına göre ise, gazeteye sarılan silah yeraltında iki günde küflenir, paslanır, işe yaramaz hale gelirmiş. Silahı yeraltında korumak için kilolarca balmumu gerekirmiş. Biz “çocuklar”, dinlediğimiz masala inanmak istiyoruz da, masalcı teyzede iş yok, hiç inandırıcı değil.
Karanlığa doğru “aha kaçıyor” diye koşuşturan “liberal mahallelilerden” çoğunu tanıyorum, Çoğu eski “mahalle” arkadaşım. Bunlardan biri olan Halil Berktay’ın bir yazısını okudum geçenlerde. Medyada boy göstermediğim, popüler olmayan, hatta anti-popüler yayınlarda ve sitelerde yazdığım için beni okuyacağını sanmazdım, okumuş demek, şerefyab oldum!
Adımı vermeden beni, “herkesekon” diyerek, Can Dündar’ın “heryerekon” benzetmesinin kötü bir taklitçisi olmakla suçluyor. Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi! Bir arkadaş hatırlatana kadar Can Dündar’la benzer bir kelime oyunu yaptığımın farkında değildim oysa, yani Can Dündar’ı okumamıştım, okusaydım, bir anlamda 2. Baskı yapmayacak kadar feraset sahibiyim elbette. Ama ömrü boyunca, Çin’in Peking Review dergisinden aşırmacılık yapmış ve çalakalam bir sürü şey yazmasına rağmen, hayatı boyunca tek satır orijinal fikir ileri sürme yeteneği gösterememiş Halil Berktay’ın, benim de kendisi gibi aşırmacılık yaptığımı sanması doğal, bu yüzden kusurunu bağışlıyorum. Bağışlamadığım tek şey, gençliğinde “hakim sınıf klikleri” üzerine kılı kırk yaran yazılar yazan Halil Berktay’ın, bu kliklerin en başında Sabancı ve Koç gibi büyük patronları görürken, hayatının ileri safhalarında bu kliklerin bizzat emrine girmesi, onların maaşlı yazarı haline gelmesidir. Oysa hayat ne kadar kısa, değer mi? Kubbede hoş bir sada bırakmak varken.
Hadi yine Halil Berktay yıllar yılı bu alanlarda, taklit, kopya falan iyi kötü kalem oynatan birisi. Ya şu İsmet Berkan nereden çıktı?
Gecekondu adı Türkçeye özgüdür ve çok orijinaldir.
“O tepede bir ev falan yoktu, nerden çıktı öyle aniden?”
“Gece kondu abi…”
Şu halkın yaratılıcılığına bakın. Bir gecede ev konar da, yazar konmaz mı? İşte İsmet Berkan da böyle bir gecede konan yazarlardan. Gecekondu yazar! Adını sanını kimse bilmez, geçmişini kimse bilmez, nerden gelir, nereye gider kimse bilmez. Bir gecede Radikal adlı radikallikten uzak gazetenin baş köşesine konuverir.
Geçen yıl, kızım Irmak Zileli’nin bir yazısını köşesinde yayımlaması münasebetiyle tanıştığım Derya Sazak’la görüşmeye gitmiştim. Hemen açıklayayım, Irmak’a ilişkin dedikodu yapmak için görüşmedim Derya Sazak’la. Benimle tanışmak istemiş. Irmak’ın sözü sadece bir cümleyle geçti aramızda. Yakın arkadaşlarımın dışında kimseyle kızımın dedikodusunu yapmam ya da onu çekiştirmem. Zaten Derya Sazak da çok kibar davrandı ve bu konuyu hiç açmadı, sadece bir tanışma ve siyasi durum üzerine bir değerlendirme görüşmesiydi. O sırada Ergenekon davası bu kadar zırvalamadığı için ikimiz de “acaba” havasındaydık, sadece ben bazı kuşkularımı belirttim diye hatırlıyorum.
Derya Sazak, beni Aydın Doğan medyasının yazarlara ayrılmış lokanta bölümünde yemeğe de davet etti, sağ olsun. Yan masada siması yabancı gelmeyen üç şahıs daha yemek yiyiyordu. “Önemli” yazarlardan oldukları her hallerinden belliydi, kanaat önderlerimize şöyle bir baktım, bizleri biçimlendiren, kafalarımızı yönlendiren bu ünlü olması gereken şahsiyetlere. Nerden bileyim Derya Sazak’ın beni onlarla tanıştıracağını, ne haddime. Ama gerçekten tanıştırdı. İsmet Berkan’ı o zaman tanıdım. Papağana benzeyen suratını (gerçekten papağanları küçümsemek gibi bir tavrım yok, sadece benzetme olarak alın) bana çevirme lütfunda bulunan İsmet Berkan, “ha evet, duymuştum adınızı” dedi, “Fukuyama’nın Tarihin Sonu kitabını çevirmiştiniz, değil mi?”
Yani bu kadar olabilir. İnsan hiç değilse kendine yol gösteren en önemli “ders kitabının” çevirmenini karıştırmaz. Eti senin kemiği benim diyerek kanaatlerimizi teslim ettiğimiz kanaat önderimizin bu yanlış kanaatine çok bozuldum ve hemen düzeltmek gereğini duydum: “Hayır, sanırım karıştırıyorsunuz, öyle kitapları asla çevirmem.” “Hımmm” dedi ve yürüdü gitti, ne özür dilemek, ne bir şey. Hadi benden özür dilememesi bir şey değil de, bu kanaat önderimiz, bizi her gün irşat edip kafamızdaki pürüzleri gidermek için elinden geleni ardına koymayan yazarımız, eğer yazarlığa ilişkin diğer işlerinde de bu kadar dikkatsizse ve sapla samanı birbirine böylesine karıştırıyorsa vay halimize diye düşünmekten kendimi alamadım.
Evet, itiraf edeyim, şahıslarla uğraşmak biraz hoşuma gider. Birilerine bir şeylerden dolayı takmışsam bir parmağıma dolarım ki, demeyin gitsin. “Çapkın hırsız” avına çıkmış eli sopalı ve fenerli kanaat önderlerimizle ilgili daha çok anılarım, onlarla ilgili söyleyeceğim çok şey var…
Gün Zileli
28 Ocak 2009