Toplumsal mücadele aşağı yukarı her zaman toplumsal ve sınıfsal güçlerin bloklaşmalarıyla yürütülür. Geçmişte bloklaşmaların kötü sonuçlarından hareket eden anarşistler günümüzde bu tür bloklaşmalardan uzak dururlar, en fazla farklı anarşist oluşumların oluşturduğu “kara blok” gibi hareketlere sıcak bakarlar. Geçmişteki bloklaşmaların vardığı olumsuz sonuçlara ilişkin eleştirileri (Sol Komünistler de aynı eleştirileri yapar) doğru ve haklıdır aslında. Ama günümüzde, bu olumsuz sonuçlarda hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi bir tavır takınmaları doğru değildir. Kendileri de kaçınılmaz olarak kimi bloklaşmalarda yer almış, hatta bazı örneklerde bu olumsuzluklarda başı çektikleri bile olmuştur. Örneğin Çin devriminin başlangıç aşamalarında Çin’deki “Paris anarşistleri” denen bir anarşist eğilim Guomintang’la bile bir blok kurmaya çalışmış ve giderek Guomintang’ın işbirlikçisi haline gelmiştir. Keza, Rus devrimi sırasında bir kısım anarşist, devrimin en önünde yer almakla yetinmeyip, iktidarı alan Bolşeviklerle bir blok oluşturmayı amaçlamış, giderek Bolşevizmin içine kaynamış, hatta Çeka adlı polis örgütünde bile görev alıp ilkelerine ihanet etmişlerdir. Meksika’da, Cumhuriyetçi Carranza hükümetiyle ortak bir blok oluşturan anarko-sendikalistler, Zapata’ya karşı silahlı milis gücü bile oluşturmuşlardır. İspanya Devrimi sırasında, Franko’ya karşı ortak blok oluşturalım derken, ilkelerinin hilafına Largo Cabellero hükümetine katılma hatasını yaptıkları ise bilinen bir örnektir. Anarşistler, Marksistlerin korkunç tarihi hatalarına haklı olarak amansız darbeler indirirler ama kendi bu tür hatalarını pek ön plana çıkarmak istemezler. Oysa mücadelede yer alan hiçbir güç “sütten çıkmış ak kaşık” değildir. Bununla birlikte, anarşistlerin, bloklaşmaların devrimi zafere değil yenilgiye ya da yozlaşmaya götürdüğü yönündeki genel eleştirileri dikkate alınmalıdır. Elbette her türlü bloklaşmanın yanlış olduğu noktasına gitmeden. Bloklaşmanın yozlaştırıcı etkilerine karşı uyanık olmak başkadır, her türlü bloklaşmayı reddetmek yine başka.
2014 yılı içinde oluşan Birleşik Haziran Hareketi’nin İstanbul’daki ilk toplantısına katıldım ve Ankara’da daha geniş bir bloklaşma şeklinde tecelli eden oluşumuna bir anarşist olarak imzamla destek verdim. Neden?
Çünkü, yukarıda da anlattığım gibi, toplumsal mücadelenin ancak birbirine yakın toplumsal ve siyasal güçlerin bloklaşmasıyla gelişeceğine inanıyorum. Gezi-Haziran hareketi de, esasında, böyle bir toplumsal bloklaşmanın fiilen ve defacto, aşağıdan oluşmasının örneğiydi. Özgürlük düşmanı bir iktidara karşı bütün toplumsal güçler kendilerini gayri-resmi ve fiili bir blok halinde bu harekette ifade etmiş, harekete katılan bütün güçler arasında kendiliğinden bir dayanışma ortamı oluşmuştu.
BHH’nin bu oluşumu devam ettirme isteğinde olduğunu gördüm ve bu yüzden destekledim. Birincisi, BHH, ulusalcılıkla arasına bir sınır çekiyordu; ikincisi, özgürlük düşmanı AKP iktidarını ve bu iktidarın destekçisi “liberalizm”i hedef alıyordu; üçüncüsü, Kürt ulusal hareketine karşı olumlu bir tutum sergiliyor ve bu hareketle en azından dirsek temasını sağlamaya çalışıyordu; dördüncüsü, Gezi-Haziran isyanının özgürlükçü ve aşağıdancı ruhuna sahip çıkıyor ve bu ruhu yaşatmaya çalışıyordu.
Bununla birlikte, BHH’nin bazı zaafları olduğunu da tespit etmek zorundayız. Bunları dile getirmezsek hareketin sağlıklı bir yönde ilerlemesi mümkün olmaz. Bu yazıda, gördüğüm zaafları sıralamaya çalışacağım.
En önemlisi, BHH, temsil ettiği iddiasında bulunduğu Haziran hareketinin özgürlükçü ruhunun oldukça gerisindedir bugün. Bunun sebebi bence, hareketin aşağıdan değil, bildiğimiz sol örgüt ve partiler tarafından yukarıdan örgütlenmesidir. Elbette burada gelecek itirazı tahmin ediyorum. Bu örgütler, “biz inisiyatif göstermesek kimsenin kıpırdayacağı yok” diyeceklerdir. İlk inisayitifin bu örgütlerden gelmesine bir itirazım yok, ancak ilk inisiyatiften sonra örgüt yapılarının ve kadrolarının geri çekilmesi ve inisiyatifi örgütlü ya da örgütsüz “talimat dışı” devrimcilere bırakması gerekirdi. Peki “onlar bu işi yürütemezse ne olacak” diye itiraz edilebilir. Varsın yürütemesinler. Hiçbir şey olmaması kötü bir şeyler olmasından iyidir, bunun göze alınması gerekir. “Kötü bir şeyle” kastettiğim, eski tas eski hamam, işlerin parti kadroları tarafından kotarılmasıdır. Oysa Gezi’de böyle olmamıştı. “Gezi bir anlık bir patlamaydı, sürekliliği yoktu” denebilir ama yine itiraz edeceğim. Belki de “talimat dışı” devrimcilerin bir türlü harekete geçmemelerinin nedeni geleneksel sol partilerin aşırı inisiyatifinden çekinmelerindendir. Siz sahayı boş bırakın, bakalım neler olacak, bırakmıyorsunuz ki.
İşte böyle olduğu için Gezi’nin özgürlükçü ruhundan bir uzaklık göze çarpıyor. Ne demek istiyorum? Toplantılarda birileri söz aldı da engellendi mi? Hayır, böyle bir şey olması gerekmez illa. Edindiğim izlenime göre, toplantılarda yapılan konuşmalar ruhtan yoksun. Ezberlenmiş kalıplarla konuşuyor herkes, bilinen sol parti toplantılarında olduğu gibi. Daha vahimi, kimse kimseye değmiyor. Paralel çizgiler birbirine değmez. Oysa bizim paralel çizgilere değil, çatışan çizgilere ihtiyacımız var. Yani toplantılarda aynı yöndeki sade suya tirit temennilerin yerine birbiriyle çatışan tezlere ihtiyacımız var. Kıyasıya bir çatışmaya. Elbette bununla kavga etmeyi, kaş göz yarmayı kastetmiyorum. Olması gereken, “sessizliğin sahte uyumu” değil, “çatışmanın gerçek uyumu”dur. BHH toplantılarında bunu göremiyoruz. Çatışmanın ve eleştirinin olmadığı yerde özgürlüğün var olup olmadığı anlaşılmaz. BHH’ne temel eleştirim bu.
İkinci eleştirim, BHH’nin, Kürt siyasal hareketine karşı başlangıçtaki olumlu yaklaşımına rağmen, sonraki bildiri ve duyurularında bu konuda neredeyse tamamen sessiz kalınması (elbette bildiğim kadarıyla yazıyorum bunu, belki bilmediğim açıklamalar olmuştur). Bu, BHH içindeki CHP’li bileşenlerinden çekinmenin ürünü olabilir mi? Bilmiyorum. Ama Birgün gazetesine yaptığım kısa bir açıklamanın bu konudaki son paragrafının çıkarılmış olması bende bu tür kuşkuları (herkes bir ölçüde paranoyak olabilir tabii!) körükledi. BHH’nin Kürt siyasal hareketiyle daha geniş bir bloklaşma oluşturmasına ilişkin sözlerimi içeren paragraf Birgün editoryalı tarafından neden çıkarılmıştı? Bu konudaki itirazımı gazete yönetimine bildirince ertesi gün, açıklamanın bu kısmını da yayınladılar. Fakat bu sefer “TC devletinin bölgesel kolonyalizmi” cümleciğinden “TC” ibaresi çıkarılarak (Açıklamamın tamamını aşağıya veriyorum. Siyaha boyalı paragraf, birinci gün yayınlanmayıp itirazım üzerine ikinci gün yayınlanan paragraftır. Hem siyah hem altı çizili olan kelime hiç yayınlanmadı). Elbette Birgün editoryalı BHH’yi temsil etmez ama yine de bu bir şeylerin göstergesidir. Üstelik bu açıklama BHH adına yapılmamıştı, bu hareketi destekleyen bir fani olarak sadece beni bağlardı. Benim açıklamalarımı bile tırpanlayan bir zihniyetin özgürlükler açısından nasıl bir algı içinde olduğunu varın siz tahmin edin.
Buna bağlı olarak üçüncü bir eleştirim daha var. Laiklik konusu. BHH’nin son açıklamalarında laikliğe daha fazla, daha fazla vurgu yapılmaktadır. Bunun sebebi, iyice yoğunlaşan dinci baskılara karşı laiklik kalkanını daha fazla kullanma güdüsü olabilir. Buna belli ölçülerde hak vermekle birlikte, esas sebebin CHP bileşenlerine hoş görünmek olduğu gibi sezgi içindeyim. Elbette BHH laikliği benimseyebilir. Ben de bir anarşist olarak laiklik vurgusuna neden karşı olduğumu açıklarım ve hareket içinde bu konuda bir tartışma açabilirim. Yani BHH’nin laiklik vurgusu bu harekete omuz vermeme hiçbir zaman engel değildir. Tartışma özgürlüğüm elimden alınmadığı sürece. Laiklik vurgusuna neden karşıyım? Çünkü laikliğin olduğu yerde devlet vardır. Şu söyleyeceğim belki felsefi bir tartışmadır ama laiklik yerine sekülarizm dense bir itirazım olmazdı. Çünkü sekülarizmle laisizm her ne kadar aynı şey gibi algılanırsa da tam anlamıyla aynı şey değildir. Laisizm, devletle din işlerinin ayrılması, sekülarizm ise toplumsal algının din formlarına karşı dünyevi formlarca belirlenmesidir. Laisizmde dinle devlet ayrışır, üniter devletlerde devlet laisizm adına dini kısıtlar, hatta baskı altına alır; sekülarizmde ise devlet müdahalesi söz konusu değildir, toplumun kendi kültürel yapısını din dışı öğelere göre oluşturması belirleyicidir. Ama dediğim gibi, bu nokta belirleyici değil benim açımdan. Sadece konu açılmışken değinmek istedim.
Dördüncü eleştirim (ki birinci eleştirimle yakından bağlantılıdır), BHH’nin toplumsal tabandaki devrimcilerden çok toplumsal şahsiyetlere önem ve kıymet veren tutumudur. Bir arkadaş benim sitede sormuş, “yürütmede seni göremedim, ayrıldın mı” diye. Ayrılmadığımı belirttim ama hemen ardından ekledim: “yürütme kurullarını sevmem”. Benim yürütmeyi sevip sevmemem değil önemli olan. Toplumların bazı alışkanlıkları ne yazık ki, toplumsal mücadelenin en devrimci kesimlerine de bulaşıyor. Toplumlar, hareket tarzlarını ünlülere, toplumsal şahıslara bakarak belirler. Toplumsal devrimci bloklar da bundan azade değil. Bunu bir noktaya kadar doğal kabul etmek gerekir ama bir yandan da değiştirmeye çalışmak gerekmez mi? Yukarılardaki isimler yerine toplumsal mücadelenin içindeki devrimcilerin görev ve inisiyatif aldığı bir aşamaya doğru gitmek gerekmez mi? Hele hele bilinen isimlerin ardı ardına sıralanması, bu hareketin aşağıdan bir hareket değil, bir adım sonra birbirlerinin gözlerini oymaları büyük ihtimal olan siyasi partilerin “birbirini ağırlayan körler ve sağırlardan” müteşekkil bir hareket olduğu izlenimini vermez mi? Yazıya girerken bir yönüyle eleştirdim ama bu noktada, anarşizmin yukarıdan maniple edilen bloklaşmalara eleştiri ve uyarıları hiç de yabana atılamaz.
Eleştiri sert mi kaçtı? Evet, ben sert eleştiriden yanayım. Açık, sert ve tok eleştirinin gerçek ittifakın birinci şartı olduğunu düşünüyorum.
Gün Zileli
30 Aralık 2014
Birgün gazetesine verilen ve ancak iki günde yayınlanan (yine eksik olarak) açıklamanın tam metni
“Türkiye solu, ‘cephe’den çok söz etmesine rağmen tarihi boyunca ciddi bir cephe veya blok kuramamıştır. Bırakın bunu, kendi içinde de parçalanmıştır. Birleşik Haziran Hareketi ile ilk kez böyle bir şans doğmuş oluyor ki, bunun arkasında elbette büyük Gezi İsyanı bulunmaktadır. Öyle sanıyor ve umuyorum ki sol (elbette devrimci bir akım olarak anarşizmi de katıyorum) birlikte mücadele etmenin ve dayanışmanın değerini artık önemli ölçüde kavramış bulunuyor. Bölgesel hegemonyacı TC devletinin ve AKP diktatörlüğünün Ortadoğu’daki yayılmacı siyasetleri ve içerideki baskıcı yönetimi koyulaşarak devam ederken, Birleşik Muhalefet Hareketi bir an önce, aşağıdan bir hareket olarak toparlanıp Kürt devrimci hareketiyle de daha geniş bir blok oluşturmanın yollarını bulmalıdır.”
21 Ekim 2014
Merhaba;
KP ve HTKP gibi grupların olduğu bir birleşim için çok beklendik değil mi? Bu grupların “kötü çocuk” olmalarından değil altına imza attıkları teori’den bahsediyorum.
” işçi sınıfı, sırf kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. ” -Ne Yapmalı-
Bu yaklaşımı, sadece işçi sınıfı için değil toplumun tüm kesimleri için benimsedikleri net. Bu durumda “taban hareketinin işlevi, onlar açısından sadece kitleyi derleyip toparlama ve ertesinde kendi çekirdek örgütlerini genişletme olacaktır. Bile bile lades demek niye?
Gezi direnişinde olduğu gibi kısa/orta vadeli yanyana gelişlere itirazım yok (-ki hayat zaten kendisi dayatıyor bunu) ancak uzun vadeli, cephe tarzı yaklaşım yanlış diye düşünüyorum.
İnasnbu sitesinde yayınlanmış yazımdan alıntı yapıyorum. (Mersin’de “Birleşik Haziran Hareketi” (BHH) toplantısı yapıldı.)
“Toplantıda tartışma olmadı. Bir karşı görüş bildirilmedi. Anlaşılan parti olarak bir araya gelemeyecek Sosyalist Hareket, muhalefet olarak bir araya gelmeyi deniyordu. Gezi İsyanına yol açan kent ve tabiatın kapitalistik yağmasına ait muhalefet imkanları konuşulmadı.
Bir konuşmacı “gezi isyanının” siyasal muhalefetin eksiklerini gösterdiğini söylese de gördüğüm kadarıyla Gezi İsyanının yalnızca “isyan” bölümü önemseniyordu. Neden olduğu, neden-nasıl patladığı, neden tüm muhalefet ve sosyalist partilerin de çok dışında gerçekleştiği, isyana kimlerin katıldığı, isyandaki “anarşist” eğilim… Bunlara değinen olmadı. Bu algı ve bilinen sol gelenekteki ısrar, BHH’nin, Gezi İsyanı ile birleşmesinde ciddi güçlükler olduğunu veya zamana ihtiyacı olduğunu düşündürdü bana…”
Ortak muhalefet hareketi şart.. Mutlaka gerekli.. GZ’nin tespitlerine ekleyecek de çıkaracak da bir şey yok.. İnsan ümitli olmak istiyor… Buna rağmen ümitli değilim… En doğru görünen seçim boykotu.. Ama Kürt siyasal hareketi de boykot etmezse.. üstüne üstlük seçimlere parti olarak girer, % 10 barajını geçemezse…
Her ne ise… Ve sonuç ne olursa “biz bunu hak etmişiz” diyerek oradan da başlamaktan başka yapacak bir şey yok..
Seçime 24 saat kala bile “her şey olabilecek” bir ülkede bunları konuşmak için çok erken…
Ama birleşik muhalefet konusunda “parti-örgüt” çıkarlarının, beklentilerinin olmaması gerekirdi… Korkarım var..
Abi sen de gazetelerin içinde kenarından köşesinden temas etmiş bir insansın. Kelimesi kelimesine yayınlamak bazen dizgi açısından mümkün olmuyor. TC olmasa da anlaşılır mı deyip çıkarmış da olabilirler. (Bence hangi devletten bahsettidiliği TC olmasa da açık) Bunu da göz önüne al bence. Yoksa ertesi gün de yayınlamazlardı. Saygılar sevgiler.
ortak hareket edebilmenin tarihinin fazlasıyla eksik olduğu türkiye siyasi hareketinden (tüm fraksiyonlarıyla)bir anda kusursuz bir yapılanma beklenmiyor mu sizce?Anlıyorum anarşist bir perspektiften bakmaya çalışıyorum bende sizin gibi lakin bir şeyi atladığımızı düşünüyorum tüm eksikliklerine rağmen günümüz şartları ortak(birleşik) hareketi acilen dayatmaktadır geçen hergün kitleler için gençler için hazirana bir şekilde dahil olmuş herkes için daha fazla yılgınlık getirmektedir tüm bu eleştiriler ve daha fazlası hareket içinde tartışılmalıdır elbette ve inanıyorum ki gezi ruhunu yaşamış insanlar da bunu özgürce tartışmaktan kaçmayacaklardır,
haklı olmanı çok isterim.
Eleştiri yılgınlık getirmez, dinamizm getirir. Mesela ben bu yazıyı yazmasam sen de bu yorumu yazmayacaktın. Doğru eleştiri yanlış eleştiri diye bir şey olmaz. Her türlü eleştiri yararlıdır. Yanlış eleştiri bile insanın kendisini denetlemesini sağlar.
İyi niyetini paylaşmak isterdim Gün, çünkü ben de aynı beklentide idim ama görünen o ki bütün iyi çabalara rağmen birileri hala bu beklentilerin ötesinde bir hesap kitap içerisinde.YAZIK
Sen varsan bir fazlayız
Birlesik haziran formlar seklinde orgutleniyor.. İsteyen herkes katilip sozunu soyleyebiliyor..delege olabiliyor ve turkiye yurutmesine girebiliyor..bu katilim hala acik ve mucadele icinde dahada gelişecek.. Bunlar geziden sonra solun kulandigi yeni bir orgutlenme anlayisi.. Memleketin bu kadar karanligi suruklendigi bir surecte sosyalistlerin cekirdeginde oldugu bir halk haraketi icin onemli bir adim.. Bu tahrihsel surecte gezide yanyana durun ilerici aydinlanmaci tum guclerin yanyana gelmesi gerekiyor.. Ama siz biz diyerek mucadele edilmesi şart..akp faşizmine karşi laiklik mucadesi verecegiz elbette 6 yaşindaki cocuklari kadin olarak goren bu sapik zihniyetin toplumsal karsiligida var malesef.. Asagidan bir laiklik mucadelesi vermek şart.. Bu anlamda ilk barîkati egitim alanina kuracagiz sizinde yapici desteginizi bekliyoruz..,
bhh bileşenlerinden kp yöneticisi kemal okuyan, dün sol haber’de bhh hakkında başka pek çok şey söyledikten sonra, “partilere de dolaylı yoldan güç verecek bir toplumsal hareket” açıklamasını yapmış. buradan stalinistlerin bhh’yi neden destekledikleri ve bhh’de ne aradıkları bir miktar anlaşılıyor. anlaşılamayan şey, gün zileli’nin bhh’de ne aradığı. kendisinin oraya, stalinistlerin, kemalistlerin ve liberallerin arasına vitrin süsü olarak konulduğu çok açık. bakın biz o kadar kapsayıcıyız ki anarşistleri bile alıyoruz aramıza mesajı veriyorlar güya. bu mesaj ve imaj önemli. çünkü bhh, sosyal demokrat dünya görüşüne sahip, düzen içi bir aktör. yürütme kuruluna aldıkları chp’lilerle chp-ml olarak yola devam ediyorlar. gün zileli de orada bir tür yetmez ama evetçi işlevi görüyor.
Haziran direnişi özellikle siyasi partilerden bağımsız ama kendi meşreplerinde örgütlü Anarşist, devrimci marksist gençliğin önderliğinde gelişti ve sol partiler gelişen ruha teslim olmak durumunda kaldılar.( CHP, HDP dahil)
Direniş bitince (özellikle büyük kentlerin ilçe merkezlerinde) hareketi kalıcılaştırmak için harcanan çabalar sonuç vermedi. Bunun nedeni sorgulanmalı ki o ruhun yeniden uyanması sağlanabilsin.
BHH, Gün’ün tespit ettiği gibi aşağıdan değil, mevcut partilerce yıkarıdan aşağıya örgütlenmek istenmesi nedeni ile gezi ruhunu inkar etmektedir. Gün, “ilk inisiyatiften sonra örgüt yapılarının ve kadrolarının geri çekilmesi ve inisiyatifi örgütlü ya da örgütsüz “talimat dışı” devrimcilere bırakması gerekirdi” diyor.
Bir öneri de benden: Söz konusu ,17 aydır her hangi bir çaba harcamadılar. Harcadılarsa da ortada bir ürün mevcut değil. Mevcut partilerin yukarıdan aşağıya kendi kontrollerinde de gelişme şansı yok. Olsa da yozlaşmaya mahkum olur. O halde, samimi tüm parti ve çevreler, aşağıdan yukarıya gelişecek, kendi içinde doğrudan demokrasiyi işleterek yaşam ve çalışma alanlarında partililerin parti kimliği ile değilde özgür özneler olarak yer alacakları MECLİSLERİN kurulmasına ön ayak olabilirler mi? Böyle bir anlayışı benimlerse sol örgütler, geziye ruh veren gençliğin de bir anda ortaya çıkacağına inanıyorum. Ben sol örgütlerin böyle bir modele sıcak bakacaklarına ihtimal vermemekle birlikte “göle yoğurt mayası çalmayı” öneriyorum. (ne de olsa Konya’lıyım.)
burada kendilerini anarşist addedip yorum yapanlara şaşırıyorum., haziran hareketi.,statik.,,duragan.,,merkezci birçok bileşenlerine hayat ve dinamizm ğetirmiştir.,forumlardan gelen ve içinden biri olarak hiçbirşey kazandırmasa .,meclislerde tartışmayı.,ortak dengelerde buluşmayı ., yaşlı genç buluşmasını.,,değişik ğörüşleri kazandırmıştır: yakında sokak ve ğenişleyen mücadelesinde birleşim için kaynaşma sağlayıp,,bir ğüç olmaya çalışacaktır.,,halkın umudu olmaya çalışacaktır. tabandan pek çok yeni dinamikler çıkaracaktır.,,,,,,bütün bunlar kampüs anarşistlerini de memnun etmezse.,,,ne diyeyim kardeşim., kendi yoluna bakacaktır.,,,selamlar.
bhh yürütme kurulu üyelerine bakın. çoğu kp, htkp, ödp’de tepe yöneticisi. stalinist partilerin merkez komite üyeleri var beş altı tane. gün zileli büyük bir akıl tutulması yaşıyor. dostları onu uyarmıyorlar. yazık.
ilahi Sait. Bu “kampüs anarşisti” deyimi bana 44 yıl önceki beyaz aydınlık-kırmızı aydınlık yarılması sırasında kullanılan “kampüs maocusu” deyimini hatırlattı. 🙂
Gün Zileli’nin eleştirilerini yan yana koyunca doğrusu BBH’den fazla bir şey beklememek gerekir diye düşündüm.
Gerçi Türkiye’de sol ve sosyalizm zaten önemli düzeyde otoriter Stalinist, Marksistler’in güdümü altındadır. Böyle bir durumda oluşan tablonun da bu şekilde olması şaşırtıcı değildir.
Kısaca Türkiye solu ve sosyalizmi önemli ölçüde otoriter Marksist hakimiyetin egemenliği altındadır. Bu bakış açısıyla 21. yüzyıldaki kapitalizmin getirdiği sorunlarla ve onunla mücadele etmek pek mümkün görünmüyor.
Karamsarlar şeyler yazmak istemezdim. Fakat mesele sadece bir şeyler yapmak değil, doğru ve yerinde bir şeyler yapmak çok önemli . Yoksa her seferinde olayları tekrar tekrar yaşanıyor. Üstelik yapılan hataların bedeli her seferinde katlanarak artıyor. Evet hata yapma özgürlüğümüz var, ama aynı hataları defalarca ve defalarca tekrarlamak bizi çıkmaza sürükleyecektir. Einstein’ın da dediği gibi “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır”. Stalinist ve otoriter Marksist görüşler büyük hatalar yaptılar. Ama aynı hatalarında son derece ısrarcılar ve bize bunu ısrarla, farklı şekilde paket haline getirip çözüm diye sunuyorlar.
Tarihin bize öğrettiği bir şey var, o da şu: geçmişteki hatalardan ders almayanlar onu tekrarlamaya mahkûmdur. Bu çok bilinen bir görüş olsa hala da geçerliliği ve önemini koruyor. Her şeye rağmen düşük bir ihtimal de olsa daha etkili platformlar oluşturabilir. Ama şimdilik bu oldukça düşük bir ihtimal olarak görünüyor.
daha aynı meydanda yan yana duramayan, diktatöre karşı hak mücadelesinden öteye gidemeyen ezberden konuşan sadece konuşan arada da gidip polisten gaz yiyip evine dönenlerden bir CEPHE de ne yapılır acaba ….tabi azıcık bişeyler okumuş egoları şişmiş bir plazada rekabet ederken de görebileceğiniz tonla az gelişmişi de unutmayalım bence bu ülkede ne anarşizm ne de sol var.Sadece hayaletleri kalmış Anadolumuza ….
daha aynı meydanda yan yana durmaktan aciz ,diktatöre karşı hak mücadelesi yapıp günü kurtaran ,pankartlar inince evlerine ve piyasaya koşan konformist şehirli kimselere ben devrimci demiyorum.Ben herkese soruyorum buradan biz bu evrede miyiz bu demokrasi kazanımı saçmalığı nedir, radikal islam faşizminde .Ha bi de azıcık bişeyler okumuş bir plazaya da terfi olabilecek rekabetçi, kıçından ego fışkıran her şeyi bildiğini zanneden bi ton ahmağı da unutmayalım .Bir ülkede devrimci bile kendini kandırıyorsa artık istersen batı cephesini yeniden kur bi halt beceremezsiniz.Bence bu ülkede ne anarşist var ne de devrimci.Olduğunu iddia edenler var .Ve bunlar gerçeklerinin birer karikatürü sadece .iyi cephelemeler size ….
Eski tas eski hamam!
BHH ta basindan beri icime sinmedi, inanmadim ve basarisiz olacagina olan inancimi da BHH Twitter hesabina daha ilk gün “Aha buraya yaziyorum” diyerek yazdim. Müneccim degilim, kötü niyetli hic degilim; peki ama bunlari nasil söyleyebiliyorum?
Berbat siyasi kültürümüzün sosyalistlerdeki yansimalarini bilmeyen yoktur. O toplantilarin nasil görünmez (aslinda belli) eller tarafindan organize ve manüple edildigini kimbilir kac kere görmüsümdür. Ortada besinci sinif bir siyasi komedi oynanir ve buna inanmamiz istenir. ÖDP deneyimini bile batirmis bir siyasi gelenegin bu defada basarisiz olup birbirine düsecegini tahmin etmek hic te zor olmasa gerek.
Sosyalistlerin 12 Eylül’den beri yasadigi tüm bölünmelerin müsebbibi olan sahsiyetlerin BHH’nin de köse baslarini tutacagindan hic kuskum yoktu ve nitekim öyle de oldu. Simdi aralarina sürpriz isimleri (Gün Zileli gibi) almis olmalari sadece vitrin icindir. Kendilerine yeni bir güven kredisinin acilmasi icindir. Zamani geldiginde yine “sen, ben ve bir de bizim oglan” kalacaktir.
Falanca gelenegin, filanca sülalenin ve fesmakengillerin mirasyedi liderciklerinin aklimiz ve bilincimizle oynamak üzerine kurduklari bu dalavere iyi ki tabandan fazla yüz bulamadi. Ergen solcu diliyle yazilmis sonuc seysinin ilkesizligi, muglakligi ve tiriskaligi BHH’nin ölüm ilaniydi sanki…
Solun iktidar sahiplerini yenmeden ve onlari basimizdan atmadan, onlarin dört elle sarildiklari o köhnemis, despotik ve sekter “Leninist” parti-örgüt yapilarini dagitmadan ciddi bir blok yaratilamaz.
Tabanin özgür iradesiyle kurulmus, gercek bir özgürlük dili ve ruhuna sahip (Gezi ruhu ve tavri), üzerimizde yer alan degil icinde oldugumuz demokratik ve genis bir blok etrafinda meydanlara akmadan yerimizde saymaya devam edecegiz…
Dogan Demir
ğün.,selam. doğru… **campus mao istleri —-sözü mahir çayanın sözüdür…kurtuluş gazetesi–sayı 1,,,1971., devrimde sınıfların mevzilenmesi adlı yazıdan.
campüs mao istleri ——sözü mahir çayana aittir. kurtuluş -sayı 1 –1971.
kutsaldır mı diyorsun yani?
Birleşik Haziran Hareketi bana kalırsa içinde bulunduğumuz , hızla diktatörleşen siyasal atmosferde tek umut. Bu nedenle BHH ile ilgili bu eleştiri yazısını çok değerli buluyorum.
Eleştirilere gelirsek,
1- Gezinin özgürlükçü ruhu, tam olarak yapılan toplantılara yansımadı, zira zaten aynı kitleselliği de göremedik, Forumlar ilk oluşurken abbasağa forumunun kalabalığını göremedik mesela.Dolayısıyla aslında Gezi döneminin yarattığı atmosfer dağıldığından olsa gerek, bu sefer gelenler, zaten bu konuda daha kararlı olan sosyalist/sol pratiğe yakın insanlardı.Ne yazık ki, herkes gelmedi hatta gezi eylemlerine katılan bazı insanların BHH ‘den haberdar dahi olmadığına şahit oldum. Yani ortada meydanı boş bırakmadan ziyade, meydana kimsenin gelmemesi durumu var ne yazık ki, meydana yine çoğunlukla bu partilerin (ÖDP, TKP,EHP) kitlesi geldi…
Forumların , konuşmaların hareketsiz geçmesini , tartışmalı konulara pek girilmemeye çalışılmasını da yine bu kitlenin fraksiyonel ayrışmalara girmekten sakınması olarak algıladım.Nihayetinde Sol kitlenin kötü deneyimleri var bu konuda..
2-Kürt Sorunu’na mesafeli duruş var gerçekten de, bu hedef kitlenin yani Gezi’ye katılanların büyük bir çoğunluğunun aslında Ulusalcı-Kemalist çizgiye yakın olmasıyla ilgili olabilir.Zira bu kiteyi “korkutan” konular var ki, bunlardan biri de Kürt Sorunu’dur. En son 6-7 Ekim Kobani destek eylemlerinde de görüldüğü gibi, Akp’ye karşı olan batılı kitlenin büyük kesimi bu eylemlere destek vermedi, bir de Kürt Hareketi’nin Gezi’ye yeterince destek olmaması hatta çekimser kalması durumu var.BHH öyle ya da böyle, KÖH’nden farklı yollara sahip bir hareket, nihai olarak bu iki hareketin birleşik bir muhalefet kurması istenilen bir durum ama KÖH’nin Akp ile yaptığı müzakere süreci, bitmeden bu iki hareketin tek bir harekete evrilmesinin yolu kapalı.Ayrı ayrı mücadele içinde olmaları çok daha faydalı ve mantıklı..
Kürt sorunuyla ilgili şunu da söylemeden geçmeyelim; bu konuda BHH ‘ne düşen nihai görev, 1980 ‘den beri ulusalcılığa savrulmuş, Türk ve Kürt Solunu tekrar birleştirmektir. Ancak , bu iş öyle bugünden yarına olacak mesele değil, arada önyargılar var, bu nedenle belli bir süre ayrı yürümek daha doğru olur kanısındayım.Özetle bir ve birarada olabilmek için öncelikle aramıza kesin sınırlar koymalıyız…
Birgün gazetesinin , sansürcülüğü ise gerçekten şaşırtıcı, her ne olursa olsun, bence solun sansürcülüğü teşhir edilmeli ve eleştirilmelidir.
3- Laiklik ya da Sekülerizm bence ana konudur, Yani bu konuya vurgu yapılması çok doğal, BHH hareketi, Dinci gerici iktidara karşı bir harekettir, Bu vurgu, çok geniş bir kitleye hitap eder, işid ve hizbul-kontra ya karşı mücadele verekn KÖH de, Batıda hayat tarzının müdafa etmeye çalışan geniş kitleler de ve Aleviler de bu konuda birleşebilir.
Ancak bu konuda önemli bir durum daha var ki, o da Gezi direnişinin bileşenlerinden birinin de Anti-Kapitalist Müslümanlar olduğu…Bana kalırsa, Laiklik ya da sekülerizm vurgusu, bu dindar kitleyi dışlayacak şekilde olmamalı, ve görebildiğim kadarıyla, BHH içinde toplantılarında bu grup yok.Bence bu önemli bir eksiklik, zira, akp’nin muhafazakar kitlesiyle aramızdaki kültürel bariyerleri aşmamızı sağlayacak tek köprü anti-kapitalist müslümanlardır.Gezi sürecinde İktidarın pek çok yalanının boşa çıkaran bu grup oldu. Bu nedenle onların da BHH içinde olması , tepeden inme, yasakçı değil, özgürlükçü ve toplumsal barışı sağlayan bir laiklik algısına katkı sağlayacaktır.
4-Bu eleştirinize tamamen katılıyorum. Kesinlikle sol cenahça bilinen simaların ön plana çıkarılması , Sol partiler birleşmiş algısı yaratıyor sadece, oysa BHH amacı Gezi Direnişini tekrar canlandırmak oradaki enerjiyi örgütlü hale getirmekti.
Teşekkür ederim katkıların için. Elbette bu vesileyle, tartışmaya katılan bütün arkadaşlara da. Anti-kapitalist Müslümanları yazımda ben de ihmal etmişim, hatırlattığın iyi oldu. Gezi’ye büyük katkıları vardı. o yeryüzü sofraları Türkiye devrimci mücadelesinde unutulmayacaktır.
solcu islamcıları bhh’de istemiyorlar hocam. hatta geçen gün hüseyin aygün antikapitalist müslümanları bhh’de istemediklerini açıkça söyledi. onlarla çok önceden yollarını ayırdılar zaten.
Buna çok üzüldüm. Anti-kapitalist Müslümanların katkısı devrim niteliğinde bir olaydı. Onlar islamcı cepheyi yarıp devrime destek vererek çok büyük bir iş yaptılar. Bunun değeri nasıl bilinmez, bu insanlar nasıl dışlanır gerçekten anlamıyorum.
Merhaba Gün abi,
Özellikle laiklik ile ilgili vurguna katılıyorum. Seküler hayat tarzına sahip olan insanlarımızın ve Alevi kardeşlerimizin duygularını anlasam da sol siyasi görüşe sahip bir Müslüman olarak bu vurgu beni rahatsız ediyor çünkü dışlanmışlık hissi yaratıyor. Hele ki geneleksel sünni bir çevreden geliyorsanız ve benim gibi bağlı olduğunuz İslami bir cemaat varsa. Bu durumda bizim gibi insanlara siyasal islâmdan başka bir yol kalmıyor. Zaten kendi çevremiz sola alerjik, bi de sol çevrelerin bize alerjisi bizi iyice yanlızlaştırıyor. Hüseyin Aygün’e olan bütün sempatimi kaybettim zaten çünkü Mehmet bekaroğlu kadar demokrat birini CHP görmemiştir.
Sevgiler
http://ilerihaber.org/huseyin-aygunden-hazirana-cagri/7666/
GUN ZILELININ USTEKI YAZISINDAN ; Çin’deki “Paris anarşistleri” denen bir anarşist eğilim Guomintang’la bile bir blok kurmaya çalışmış ve giderek Guomintang’ın işbirlikçisi haline gelmiştir. Keza, Rus devrimi sırasında bir kısım anarşist, devrimin en önünde yer almakla yetinmeyip, iktidarı alan Bolşeviklerle bir blok oluşturmayı amaçlamış, giderek Bolşevizmin içine kaynamış, hatta Çeka adlı polis örgütünde bile görev alıp ilkelerine ihanet etmişlerdir. Meksika’da, Cumhuriyetçi Carranza hükümetiyle ortak bir blok oluşturan anarko-sendikalistler, Zapata’ya karşı silahlı milis gücü bile oluşturmuşlardır. İspanya Devrimi sırasında, Franko’ya karşı ortak blok oluşturalım derken, ilkelerinin hilafına Largo Cabellero hükümetine katılma hatasını yaptıkları ise bilinen bir örnektir. Anarşistler, Marksistlerin korkunç tarihi hatalarına haklı olarak amansız darbeler indirirler ama kendi bu tür hatalarını pek ön plana çıkarmak istemezler.
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/12/30/birlesik-haziran-hareketi/#ixzz3NTK7G6kF
Bu hatalari on plana cikarmadiklarin soyluyorsun. Sosyal demokratlarla , uluscularla, musluman antikapitalistlerle ( ticaret ibadettir ) yapilmak istenen birliktelik den dolayi yarin sizde ayni yazindaki gibi hatalarinizi one cikartmiyacamisiniz? Kurt halkini ve ozgurluk mucadelesini yok sayan kendinide bitirir, umutlarida bitirir. Yakalamisinz Gezi Eylemliklerini bir yuzyil daha onunla ovunursunuz. EEE baska birsey olmadiki. uzucu ve acizlik. Kurdistanin her yerinde hergun gezi direnisi oluyor, bu gormemek ulusalcilik, milliyetciliktir. Bunun sonuda fasizmle kardes olmaktir. Dunya halklari, guney Amerika devrimci halklari, kurt ozgurluk hareketini desteklerken sizlerde nasil bole biliriz, nasil yok ederiz, nasil saldirabiliriz diye yeni hiyararsik, kursulerden halka hitap eden elitist onderlerle birliktelik kuruyorsunuz. Dikkat edin Turkiyede kimler ozgurluk hareketini yok etmeye calisiyor. Sizler onlarla bir sekil de , ayni cephede yer aliyorsunuz. Yari tarih sizide suclayacak. Sizler o zaman ne yapalim o donem o gerkiyordu dersiniz. Tipki Stalin anlasmalari, Ispanya anarsitlerin meclisde yer almalari, Lenin Alman anlasmasi. Cin anlasmalari gibi sizler icinde BHH anlasmalari diyecegiz.
Anarsistlerin ne isi olabilir BHH nin icinde.
http://www.aydinlikgazete.com/biri-sizi-gozetliyor-makale,57972.html
Eğer böyle bir hata yapılıyorsa o zaman da gelecek kuşaklar bunu saptar. Benim gördüğüm kadarıyla ortak blok oluşturmaya çalışmak başlı başına hata değildir. Kaldı ki, bu yazıyı dikkatle okumuş olsaydınız Kürt harekityle daha geniş bir blok kurulmasının savunulduğunu görecektiniz. anti-kapitalist müslümanların ticaret ibadettir diye bir sloganı olduğunu sanmıyorum.
Mehmet arkadaşım, moralini bozma hemen. Hüseyin Aygün’ün anti-kapitalist müslümanlarla ilgili çıkışını ben de doğru bulmuyorum ama onu da gönlünden hemen çıkarma, tavsiyem budur. Anti-kapitalist müslümanları kimse keyfi olarak bir kenara atamaz. o böyle düşünüyor olabilir. Bu, aynı safta yer alan insanların aralarındaki farklılıklar olarak ele alınmalıdır. Örnek verecek olursam, bu blok içindeki stalinist arkadaşlar, bu blokta anarşistler yer alamaz dese, bu sadece onların fikri olarak kalır. Bunu eleştiririm ama onları anında karşımda görmem, bir anda silip atmam, tartışırım. Bu bloklaşma içinde çok farklı fikirde insanların yer alması doğaldır. Hüseyin Aygün’ü severim, ama öyle dedi diye anti-kapitalist müslümanlar ortak cephenin dışına atılacak değil. Bunlar aramızdaki tartışmalardır. Dostça tartışmaya devam. Sevgilerimle.
Hüseyin Aygün arkadaşım, sanırım benim sekülarizm-laisizm ayrımıma da bir dokundurmada bulunmuş. Sekülarizm, laisizmin yumuşatılmış şekli değildir. Tersine, dünyevi kültürü devletçi laisizmin dışında düşündüğü için sekülarizm daha devrimcidir. Devletin hiçbir zorunu kabul etmediğimiz gibi laik zorunu da reddetmek gerekir.
Yazının tarihi benim yazımdan önce. Demek ki, dokundurmada bulunmamış, bunu geri alıyorum. ama bu konuda fikir ayrılığı içinde olduğumuz net. Ben sekülarizmi laisizmin yumuşatılmış şekli olarak görmüyorum. Sekülarizm, devlet müdahalesinden arınmış dünyevi kültürdür, dolayısıyla bu kültür anti-kapitalist müslümanları da kapsar.
şöyle bir işi olabilir: anarşistler AKP diktatörlüğüne, dinci saldırıya, ulusalcılığa ve “liberalizm”e karşı olduklarına göre böyle bir blok içinde olmaları doğaldır. elbette böyle bir bloka katılmak istemeyen anarşistler de olabilir ve vardır. Anarşistlerin bu bloktaki varlığı, blokun CHP’nin yedeğine düşmesinin önlenmesine ve hareketin aşağıdan örgütlenmesine bir katkı olur.
Yavuz Alogan arkadaşımız, BHH ile Kürt ulusal hareketi arasındaki temasları kesmeye çalışmış. ulusalcı yönde bir çaba.
Hüseyin Aygün’ün BHH’na tavsiyeleri olmuş, bu öneriler kendine aittir,BHH adına bir söylem değil.Zaten forumlara katılanlarda bilirler, daha ortada net bir siyasal çizgi de yok, katılımcı bir yaklaşım söz konusu, hareket kendi karar verecek ne konuda nasıl bir tavır alacağına.
Sekülerizm vurgusu mutlaka yapılacak, ama bunun bir dindar karşıtlığı üzerinden yapılacağı söylenemez,.Bana kalırsa , türban karşıtlığı vs gibi, eskimiş ve kamuoyunda itibarını yitirmiş siyasi duruşlar zaten bir daha yenilenmemeli.
Son Türkiye Meclisi’nden çıkan kararlarda, öncelikle eğitimdeki gericiliğe karşı mücadele vurgusu var, burada hassas nokta bu tür bir mücadelenin türban mevzusuna girmemesi gerekir.Ama zorunlu din dersine karşı çıkılması, zorunlu osmanlıca saçmalağına karşı çıkılması yapıcı politikalar olabilir.
Üstelik anti-kapitalist müslümanlar da bu konuda bizimle aynı fikirde sanırım. Peki onları dışlama tutumu niye?
GÜN ZİLELİ,HDP SEÇİME PARTİ OLARAK GİRECEĞİNİ AÇIKLADI NE DİYORSUN BU DURUMA?
Sekülerizm veya laiklik adına böyle şeylerin yapılması doğru mudur peki?
http://www.sabah.com.tr/yasam/2014/12/30/unlu-marka-ozdilekten-carsaflilara-hakaret
HDP’nin de bu hareketi tepki çekti;
http://www.nasname.com/a/hdpden-kemalist-fasist-kustahlik
http://www.odatv.com/n.php?n=bize-soz-birakmadilar-0412141200
İfade özgürlüğü içinde çarşaf da eleştirilebilir. Ben yukarıda verdiğiniz örnekleri böyle görüyorum.
Bence riskli bir karar, eğer buna karar vermişlerse. Barajın altında kalırlarsa bütün mv’liklerini AKP alır ve bu da çok kötü olur.
http://ilerihaber.org/yazarlar/metin-culhaoglu/iki-gunun-ardindan/622/
Peki hep parti olarak seçime girdiğinde CHP mi desteklensin?
Tabii ki ifade özgürlüğüne girer. Sadece bu tür tepeden aydınlanmacılığın, küçümseyici dil kullanılmasının bir şey değiştirmediğini düşünüyorum.
Tepeden inmecilik demişken İslam eleştirileri dikkatimi çeken Swami Saraswati’nin görüşlerini de paylaşmak isterim. Nişanyan çevirmiş, şöyle diyor; “Buyurun, İslam dinine “dışarıdan” bir eleştiri. Hem de adam küstah Batılılardan değil, Doğulunun hası. İslam’ın “ilkel” ve “putperest” saydığı bir dinin önde gelen düşünürlerinden biri.”
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/10/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm.html
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/10/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm_31.html
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/11/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm.html
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/11/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm_20.html
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/12/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm.html
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/12/swami-saraswatinin-kuran-elestirisi-6.html
http://marksist.net/utku-kizilok/egitim-surasi-kararlari-akpnin-kendi-suretinde-bir-toplum-hayali.htm
bunu da savunuyor değilim.
CHP’lileri kızdırmayalım diye Kürt mevzusuna mesafeli yaklaşan BHH’nin Aleviler konusunda da bir görüşünün olmaması utanç verici…
Kürtler ve Alevileri değil de sadece ‘sahilleri’ esas alacak bir BHH’den ne çıkar Gün Hoca?
erken yargılara varmayalım bence. Eleştiri tamam ama tukaka ilan etmek olumlu sonuçlara yol açmaz.
Foti Benlisoy’un şuu yazısı aşağıdan örgütlenmeye dikkat çekmesiyle önemli: http://baslangicdergi.org/birlesik-bir-hareket-icin-foti-benlisoy/
http://marksist.net/selim_fuat/laiklik_kisvesine_burunmus_gericilik.htm
merhaba, bence bu hareketin bu topluma ve demokratlara bir borcu var: “yüzleşme”. siz bunu en iyi bilenlerden ve bedelini ödeyenlerden birisiniz. ÖDP ile yaratılan heyecan ve enerjinin nasıl yok edildiği, türlü hesaplaşmalara demokratların nasıl kurban verildiği, araç olarak kullanıldığı vs. biz bu “kadim” sol kültürün değiştiğine, yeni filizlerin yeşereceğine nasıl inanacağız. devletten yüzleşme talep ediyoruz, haklıyız da. ama bizim de yüzleşmemeiz gereken çok şey var. bu nedenle telefonlarla insan devşirme hareketi sarmalayıcı, kapsayıcı gelmiyor. önce birbirimizin yüzüne bakanilir hale gelmeliyiz diye düşünüyorum.
HDP nin icinden bile politiklarinin belirlenmesine yönelik mizildanmalar var iken birlesik haziran hareketinin kurt hareketi ile dirsek temasi nasil olacak, kurt hareketi kendine kendi onderligine tabii olmaktan baska bir turlu Politika tanimiyor. bu acik. yani onlar koltuk temasindan bile APO ya biat anliyorlar. iyi yapmis bir gun sana ..Kurt ulusal sorunu kurt hareketinin disindan dillendirmek var iken APO ya biat onermek anlamina gelir temas. sen taksime cikarsin APO darbe yapiyolar sureci bozacaklar der eylemi dagitir HDP sen ne diyon zileli bizi salakmi saniyon..
Kandil odp yi kendilerine biat etmedikleri icin(onlar biat a birlik diyorlar) tehdit etmisti. Zileli de sanki kandile cagri yapmis, Adam edin su tirk sollarini. sen neye hizmet ediyorsun zileli..
Gün Türk solundan bir cacık olmaz,Kemalizm’i sol diye yutturuyorlar,Yalçın küçülün boynundaki atkı kızıl bayrağın kızılı değil,t.c bayrağının kırmızısıdır.
BHH-den bir şey çıkmaz.Zaten bir şey çıksa Zileli yer almazdı.
Zileli,BHH-ye çağrıldıysa hala mirasını yediği Gün Zileli imgesinden yararlanılmak içindir.
Zileli,Stalin’e küfür yazıları yazmaya bayılır.Ama feodal despotizmin egemen olduğu PKK kuyrukculuğunda sakınca görmez.
Çünkü PKK imkanlıdır.
BHH’nin ise gözü kör,kulağı sağır.
Türkiye-de yaşamadıkları çok belli.
Amerika,Libya-yı,Afganistan’ı,Irak’ı işgal etti.
Amerika Suriye’ye saldırdı.
Amerika İran ve Türkiye’yi bölmek istiyor.
Ama BHH bildirisinde Amerika yok.İsrail yok.
BHH,Zileli ve benzerlerini hala “sol” sanmak gaflet ve delalet durumu mudur yoksa halka ihanet yolunda yürümek midir?
Artık soru budur.
http://serbestiyet.com/muhafazakar-dayatma/
Evet.
O “Özdilek takviminde” çizilmiş olan bir “ifade özgürlüğüdür.” Bu ifade özgürlüğüne “nefret suçu” diyenlerin asıl kendileri “kadına” karşı nefret suçu işleyenlerdir.
Bunları da görecektik! “Hırsıza hırsız” diyenleri tutuklayan zihniyet için bu resim de bir nefret suçu olabilir;
özgürlük bir zamanlar nasıl tanımlanırdı… anımsayan kaldı mı? Özgürlük aydınlanma düşüncesinin bir ürünü ve insanın dinsel tabularından sıyrılarak dünyayı kavramaya başlaması değil miydi? Ve çocuk “özgürlüğü” tarihsel olarak doğru kavramış değil mi?
***
Peki başı açık kadınları fahişe olarak çizen karikatür vb. yapanlar… bu da bir İfade özgürlüğü… Yanıtı da aynı denk eleştiri-ifade özgürlüğü içinde verilmelidir..
Bu öğrenilmek zorunda… Duruma bakıldığında bu “iş” burada” iki kuşak daha gecikecek görünüyor!
Marksist tutum dergisinden alıntıladığım, özet yazı Kürt Hareketine ait “sosyalist” tutuma ait bence önemli değerlendirmeler içeriyor..
************************************
“… Sanki ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist, sol ya da anti-emperyalist olması gerekirmiş gibi!…..”Şimdi gelelim ulusal sorun ve anti-emperyalizm meselesine. Anti-kapitalist içeriği olmayan bir anti-emperyalizmin olamayacağını ve bu temelde ulusal kurtuluşla sınırlı bir mücadelenin tanımı gereği anti-emperyalist olamayacağını baştan belirtelim.” .. Emperyalistler başka hareketleri olduğu gibi ulusal hareketleri de kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isterler. Ama bu böyledir diye, ulusal hareketler ilke olarak tarihsel haklılıklarını yitirmedikleri gibi, onları ezen devletlerin mazlum pozları takınıp anti-emperyalizm kisvesi altında şovenizmlerini haklı çıkarma girişimleri de kabul edilemez. .. Lenin vaktiyle bu noktaya açıkça dikkat çekmiştir…..İşçi sınıfının devrimci davası açısından bakıldığında, tarihsel haklılığı ve gerçek bir temeli olan ulusal hareketler ancak devrimci işçi hareketine açıkça ve fiilen düşmanlık güderse siyaseten gerici bir konuma düşerler…(ki bunu zaman, zaman yapıyorlar! OG) …Bu bakımdan, Kürt ulusal hareketinin emperyalizme muhtaç hale gelmesini istemeyenlerin, önce kendi üstlerine düşen enternasyonalist görevleri yerine getirmesi gerekir. Eğer Türkiyeli devrimciler geniş emekçi yığınları Türk şovenizmine karşı gerçek bir devrimci mücadeleye sevk etmeyi başarırlarsa, işte o zaman mazlum Kürt halkının emperyalistler karşısında eli daha güçlü olacaktır. (Tam da benim anlatmaya çalıştığım şey. OG.)..Bazı sosyalistler ise şovenistlere karşı savunularında uca savrulmakta ve büyük emperyalist güçlerin müdahalesinde sanki hiçbir sorun ve risk yokmuşçasına argümanlar ileri sürebilmektedirler… Ulusal kurtuluş hareketleri halkların uluslaşma sürecinin bir ifadesidir. Dolayısıyla onların haklılığı, sosyalistliklerinden ya da anti-emperyalistliklerinden gelmez. Baskının özgül bir biçimi olan ulusal baskıdan doğar. Marksistler baskının tüm biçimlerine karşı oldukları gibi ulusal baskıya da karşı çıkarlar. .. Marksistlere düşen, bu ideolojik örtüye aldanmamak, ulusal hareketlerin tarihsel-sınıfsal kapsamını unutmamaktır. Özetle ulusal sorunla toplumsal sorun birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin ve Komünist Enternasyonal bu konuda ısrarlı vurgular yapmışlardır…Türkiye sosyalist hareketinde ulusal sorundaki temel zaaf, Kürt ulusal hareketini bir türlü gerçekten ulusal hareket olarak görmeyi istememek olmuştur. Bu temel zaaf, şaşırtıcı gelebilirse de, birbirine tam zıt iki politik tutuma hayat vermektedir. Bir tutum, Kürt ulusal hareketini sosyalist olmadığı için ya da sosyalist kimliğini “yitirdiği” için eleştirmektedir. Diğer tutum ise, onda az çok yeterli bir sosyalist kimlik görerek adeta onun alanı içinde erimeye yönelmektedir…Ulusal kurtuluş mücadelesine taşımadığı nitelikleri atfetmek, kendi görevlerinden yan çizmenin, kendi varlığını hiçleştirmenin bir ifadesidir. Asıl anlamlı ve değerli olan, sosyalistlerin, Türk emekçiler arasında yaygın olan şoven duygulara karşı sınıf zemininde kararlı biçimde mücadele etmeleri, onları şovenizm belâsından kurtarmaları ve devrimci enternasyonalist bir perspektife kazanmalarıdır. Bu çetin bir görevdir ve dobra dobra konuşursak, sosyalistlerin birçoğunu yıldırmaktadır. Bu zorluktan tümüyle kaçarak, işçi sınıfının hareketsizliği ortamında tek güçlü hareket odağı olarak görünen ulusal kurtuluş mücadelesine kendini eklemlemek, tasfiyeciliğin özgün bir şeklinden başka bir şey değildir. ……. Rojava anayasası gerçekte, tam da beklenebileceği gibi, burjuva demokratik çerçevede kaleme alınmış bir metindir ve her türlü sömürüyü reddetme anlamına gelecek bir madde içermemektedir. Aksine anayasada özel mülkiyet hakkı güvence altına alınmakta, ayrıca işçi haklarının korunacağından söz edilmektedir…. Kendi görevlerini yerine getiremeyen sosyalistlerin, Kürt hareketinde sosyalist erdemler keşfetmesi, bir taraftan bir akıl tutulmasıdır, bir taraftan da acınası bir kompleksin ifadesidir…Rojava’daki deneyim bir ulusal kurtuluş mücadelesi deneyimidir ve tanımı gereği burjuva demokratik çerçeveye girer. Kobanê’deki direniş de temelde ezilen Kürt halkının ulusal nitelikte bir direnişidir ve bu haliyle tüm dünyadaki demokratik ilerici, devrimci ve sosyalist çevrelerin desteğini fazlasıyla hak etmektedir. Dahası, bu destek söz konusu çevreler açısından bir görevdir…. Sosyalistlerin kendi asli görevlerini unutarak ulusal kurtuluşçu hareketin içinde erimesi vahim bir hatadır ve Kürt halkının mücadelesine de anlamlı bir fayda sağlamaz.”
http://marksist.net/levent-toprak/kobane-aynasinda-solda-iki-sorunlu-tutum.htm
Ulusalcılar, cumhuriyetçiler, sol kemalistler olmasa dinci gerici faşist anadolu sağcılığı sizi bir kaşık suda boğar. Anadolu köylerinde bir iki alkolik serseri, il ve ilçelerinde geçmişi anarak tatmin olan ve hiçbir ağırlığı olmayan geveze marjinaller olarak halen toplumda bir gücünüz olduğunu mu sanıyorsunuz siz. Rize’de, Konya’da, Trabzon’da yaptığınız birkaç eylemde linç edilmekten zor kurtuldunuz. Halen ulusalcılara kemalistlere laf ediyorsunuz. Ayanoğlu güzel söylemiş. Sizden bir şey çıkmaz. Hepinizi toplasalar zar zor yüzde bir. PKK&HDP kuyruğuna takılırsanız yüzde altı yedi olur. Allah bereket versin. Ama ağızlarınızdan ne büyük laflar çıkıyor öyle. Ayaklarınız yere bassın önce. Ve bastığı yer Anadolu olsun. Vatansız sol olmaz.
Yazıyı ve yazının altındaki yorumların birçoğunu okudum. Genel olarak ve BHH’nin ne olduğundan, ne yaptığından ve nasıl yaptığından bağımsız (ve bilgi sahibi olmaksızın) yazılan yazıların alt metni “bu solcular ne yapsa, olmaz” önyargısından oluşuyor gibi.
Laiklik tartışması da dahil gerçek dünyada neyle mücadele edildiğini hatırlatmak adına şunu şuraya bırakıyorum: http://www.radikal.com.tr/turkiye/saglik_bakani_annelik_tartisilmaz_bir_kariyerdir-1263872
Bir Zileli klasiği…
Gün Zileli ilginç adam. Her zaman “yarı politik” biri olmayı tercih etti. Bir konuyu değerlendirirken işine yarayan olguları alıyor ve kendi siyaset mantığının içine yerleştiriyor. Böylece kendi teorisini kuvvetlendiriyor. Kendi okumasıyla çelişen olgulara ise gözünü kapıyor, yok sayıyor. Asla olguların tümünü hesap ederek bir analiz yapmayı tercih etmiyor. Bu durum da kendisini bir manipülatör yapıyor aslında (Öyle sanıyorum ki kendisi bunun farkında değil).
Zileli, Sendika.org’da çıkan yazısında Birleşik Haziran Hareketi’nin Kürtlere bakışını, kendisinin BirGün’de çıkan bir değerlendirmesine yapılan editoryal müdahaleden okumaya çalışmış. Doğrusu “tamamen saçma” bir yöntem değil. Ne var ki bunu yaparken öyle bir yol izlemiş ki hayret etmemek de elde değil.
BirGün’e verdiği demeçte Zileli, “TC devletinin bölgesel kolonyalizmi” demiş fakat “TC” ibaresi bizim tarafımızdan cümlenin düzenli olması amacıyla çıkarılmış. Bu da Haziran Hareketi’nin Kürtlere olan bakışının bir göstergesi sayılabilirmiş! Zileli şöyle diyor: “Elbette Birgün editoryalı BHH’yi temsil etmez ama yine de bu bir şeylerin göstergesidir.” “TC” ibaresi çıkarıldığında, okuyucunun devlet kelimesinden Sri Lanka devletini çıkarabileceğini atlamışısız, kusura bakmasın!
Şaka bir yana, bu, Zileli’nin belirli olguları kendi teorisi için ayıklaması bakımından güzel bir örnek. BirGün’ğn kendi değerlendirmesine yapılan “müdahalesi”ni, cılız bir argüman olduğunu bilmesine rağmen “Haziran Hareketi’nin Kürt siyasetine bakışı” olarak konumlandırabiliyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü elinde başka veri yok.
Şimdi kendisine soralım, eğer “Birgün editoryalı BHH’yi temsil etmez ama yine de bu bir şeylerin göstergesi” ise BirGün’ün son bir yılda attığı iki Kürtçe manşete (‘Berxwedan Jiyan e’ ve ‘Li hemberi zulme berxwedana hevpar’) ne demeli? Bu da Haziran Hareketi’nin Kürt hareketine bakışını gösteren bir “BirGün icraatı” olamaz mı? (Zileli şimdi de bizi “Kürt ulusalcısı” ilan etmesin!)
Olguları ayıklayıp, kendi çıkarına kullanmak aydın tavrına yakışmaz, bu açıkça manipülasyondur. Zileli olguların tümüyle nesnel bir analiz yapamıyorsa bu işi derhal bıraksın, kamuoyunun da kafasını karıştırmasın.
Vay be mesele doğru olanın ve işçi sınıfının yanında değil de güçlü olanın yanında olmak vb. şeylermiş…
Bu sözlere inanan biri fırıldak gibi güç neredeyse oraya döner. Güç ABD’de ise ABD der, güç Çin’de Çin der vb. Bunların vatanının neresi olduğunu da güç belirler. Gerçek vatanları da doğrular ve ezilen işçi sınıfı değil güçtür.
Deniz;
Gün Zileli yukarıda izlenimlerini yazmış, herhalde onun BHH’nin ne olduğunu bilmediğini söylemiyorsun.
Gün Zileli BHH’nin içinde olan biri olarak bu eleştirileri yapıyor. Öte yandan biz de Türkiye’de solun durumunu biliyoruz, bunlar bilmediğimiz şeyler değil. ÖDP, TKP vb. partilerin durumunu da biliyoruz. Sen BHH’nin bunlardan bağımsız, içlerinde çok az sayıda TKP, ÖDP,HTKP’lı olduğunu mu ima ediyorsun?
Peki o resimde kapalı kadınlar parmaklıkların önünde açıklar da arkada olsaydı yine aynı şeyi söyler miydiniz O.Gürsel?
Toplumun şeklen zıt kesimleri aynı zihniyette aslında.
Farklılıkları şekillerde, şekilciliğin kendisinde değil.
Kadının açıklığı/tesettür, İslam kıyafeti/kıyafet devrimi, Hicri/Miladi takvim, Arap/Latin alfabesi, Osmanlıca/Öztürkçe, Osmanlıcılık/Kemalizm kısacası, özce ikisi de despotik-Doğulu ama şeklen biri Batılı, diğeri Doğulu olan aynı zihniyetin iktidar kavgasıdır olup biten.
İrtica
Rücu’ etmek Arapça “geri dönmek” demek. Sondaki nesne Arapça ayın harfini temsil ediyor, gırtlaktan gelen ve Türkçe karşılığı olmayan bir ses. Aynı Arapça kökten ric’at geri dönüş. Özellikle askerî anlamda kullanılıyor.
İrtica’ da geri dönüş, Arapça gramere göre aynı Arapça kökten türetilmiş bir kelime, ama Arapça değil. Fransızca réaction sözcüğünün siyasi anlamını karşılamak için 1908 yılında İstanbul’da icat edilmiş neo-Osmanlıca bir uydurma söz. O yılın temmuzunda ilan edilen Meşrutiyet idaresine karşı ekim sonlarında Taşkışla’da asker arasında bir kıpırdanma olmuş. 1 kasımda İttihat ve Terakki Cemiyeti zehir zemberek bir bildiri yayınlayarak “irtica tehlikesine” dikkat çekmiş. Kelimenin matbu olarak benim bulabildiğim ilk kullanımı bu.
Ondan sonraki haftalar boyunca İstanbul basını “irtica” nedir, var mıdır, yok mudur, bu kelime uygun mudur, yat kalk bunu tartışmış. 31 Mart 1909’daki askerî ayaklanmadan sonra kelime iyice yerleşmiş.
http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/irtica/2737/
İrtica
“gericilik (Fr réaction karşılığı)” [ İkdam (gazete) (1908) ]
İlk kez Ekim 1908’de “Meşrutiyet devrimine karşı olanlar, eski rejime dönmeyi savunanlar” anlamında kullanılmış görünüyor. Arapçada ender olarak “bayatlama” anlamına rastlanır.
http://www.etimolojiturkce.com/kelime/irtica
Muhafazakâr
“Muhafaza eden” anlamında Osmanlıca bir terkip, ilk yarısı Arapça, öbür yarısı Farsça. Eski sözlüklerde hiç geçmiyor, yani yerleşik bir deyim değil, ama Namık Kemal’de “korumacı, saklayıcı” anlamında bir kere denk geldim. “Muhafazakâr adamdır, bayat ekmeği bile atmaz” gibisine.
İngilizce conservative veya Fransızca conservateur karşılığı siyasi bir terim olarak ortaya çıkması tam olarak 1911 yılı nisan ayına rastlıyor. Hizb-i Cedid (yani “Yeni Fraksiyon”) adını kullanan bir grup milletvekili bu tarihte İttihat ve Terakki’den ayrılıp yeni parti kurmaya girişmişler. Grup üyelerinden Abdülaziz Mecdi Efendi 15 nisanda gazetelerde çıkan demecinde yeni hareketin muhafazakâr olduğunu vurgulamak gereğini duymuş. Belli ki İttihatçılara karşı çıkan herkesin “irtica” damgasıyla damgalandığı bir ortamda yıpranmamış taze bir terim kullanmak istemişler.
Günümüze dek kullanımdaki ikilik değişmedi. Çamur atmak istersen irtica, övmek istersen muhafazakârlık. Yoksa nesne üç aşağı beş yukarı aynı şey.
http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/muhafazakar/2747/
Muhafazakâr
“yenilikçiliğe karşı olan siyasi görüş (Fr conservateur veya İng conservative karşılığı)” [ Tıngır & Sinapian, Istılahat Lugati (1892) ]
http://www.etimolojiturkce.com/kelime/muhafazakar
“Kamu Düzeni” Dedikleri…
Suphi Koray
29 Aralık 2014
Hükümet, “kamu düzeni” kavramını kullanarak bütün anti-demokratik uygulamalarına meşruiyet kazandırmak istiyor. Bugün bu konu daha çok Kürt sorunu kapsamında gündeme gelse de, hükümetin “kamu düzeni ve güvenliği” anlayışı sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu değildir. AKP, anti-demokratik yasa ve uygulamalarıyla tüm toplumun kendisine biat etmesini sağlamaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerde bunun sonuçlarını daha fazla görmeye başlayacağız. AKP, karşısında örgütlü bir işçi sınıfı olmadıkça daha fazla pervasızlaşacak. Muhalefette bulunan diğer burjuva partilerin “kamu düzeni ve güvenliği” konusunda AKP’den hiçbir farkı yoktur. CHP ve MHP’nin de önceliği her zaman devlettir, kamu değil. Hatta bunlar AKP’yi devlet egemenliğini tartışılır hale getirmekle ve kamu güvenliğini sağlayamamakla suçluyorlar. Sonuç olarak, burjuva düzen yıkılmadıkça Türkiye’de kamunun güvende olması mümkün değildir!
Son aylarda başta Davutoğlu olmak üzere hükümet yetkililerinin ağızlarından “kamu düzeni” ve “kamu güvenliği” sözcükleri düşmüyor. Davutoğlu hemen hemen her konuşmasında mutlaka “kamu düzeni” vurgusu yapıyor. Birçok konuda önceliklerinin “kamu düzeni” olduğunu tekrarlayıp duruyor. Başbakan Davutoğlu, özellikle Kürt sorunu konusunda izledikleri politikaya meşruiyet kazandırabilmek için “kamu düzeni”ni gerekçe gösteriyor. Çıkarılan anti-demokratik yasaların ve uygulamaların “kamu düzeni ve güvenliği” için yapıldığını iddia ediyor.
Elbette Edirne’den Hakkâri’ye kamu düzenini tesis edeceğiz diye naralar atan Davutoğlu’nun sözlerinin bir karşılığı oluyor. Bir taraftan Kürt hareketiyle görüşmeler devam ederken, diğer taraftan Kürt illerinde devletin kolluk güçlerinin baskısı ve saldırıları tüm hızıyla devam etmektedir. Aralık ayında biri Diyarbakır’da, diğeri de Yüksekova’da olmak üzere iki genç infaz edildi. Belli ki, hükümet Kürtleri oyalayarak seçim öncesinde AKP aleyhine bir atmosferin oluşmasına engel olmayı amaçlıyor.
Türkiye’de “kamu düzeni ve güvenliği”
Burjuvazi kamu düzeni ve kamu güvenliğinden söz ederken aslında ideolojik bir manipülasyon yapıyor. Kamu kelimesi toplum anlamına gelen bir kelimedir. Burjuva ideologlar burjuva devleti tüm toplumun ortak çıkarlarının cisimleştiği bir aygıt olarak gösterip, kamu ve devlet kavramlarını birbirleri yerine kullanarak emekçi kitlelerin bilincini bulandırıyorlar. Onların kamu düzeni ve güvenliği dedikleri şey, “toplumun barış ve huzur içinde yaşaması” değil, burjuva düzenin ve devletin güvenliğidir. Tam da bu yüzdendir ki, “kamu düzeni ve güvenliğini” sağlamaktan söz eden AKP hükümeti ve devlet, yurttaşlarını sokak ortasında infaz edebilmektedir.
Asyatik geçmişe sahip olan Türkiye’de kamu ve devlet kavramlarının içiçe geçirilmesinin daha derin kökleri vardır. Türkiye’de “kamu” denilince anlaşılan şey ile Batı’da genel olarak anlaşılan farklıdır. Sivil toplumun geliştiği Batı’da kamu denilince toplumun tamamı anlaşılırken, Türkiye’de ise kamu kelimesinden daha ziyade devlet anlaşılmaktadır. Tam da bu yüzden Davutoğlu “kamu düzeni”nden bahsederken “tek devlet, tek vatan” vurgusunu yapmayı da ihmal etmiyor.
Türkiye’de kamu düzeni ve güvenliği denilince ne kastedildiğini anlamak için bu toprakların Asyatik tarihine bakmamız gerekiyor:
“Özel mülkiyet temelinde oluşmuş Batı’nın sınıflı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletiydi ve o sınıfın gücüne dayanmaktaydı. Kolektif devlet mülkiyeti temelinde oluşmuş asyatik sınıflı toplumlarda ise bunun tersi bir durum geçerlidir. Burada tek egemen sınıf olan bürokrasi, devlete dayanmakta ve egemenliğini devlet denen «bürokratik makine» sayesinde sürdürebilmekteydi. Nitekim bu gerçekliğin bir sonucu olarak, Asyatik sınıflı toplumlarda bir «kutsal devlet» ideolojisi oluşmuş ve tüm topluma bu ideoloji egemen olmuştur. Oysa Batılı sınıflı toplumlarda, her toplumsal sınıfın kendi çıkarlarını yansıtan bir «sınıfsal ideolojisi» vardır ve toplumda egemen olan ideoloji de genellikle iktisaden egemen olan sınıfın ideolojisidir.” (Mehmet Sinan, Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, wwww.marksist.com)
Mehmet Sinan’ın vurguladığı üzere, Batı gelişim çizgisinden farklı bir tarihsel sürece ev sahipliği yapan bu topraklarda “kutsal devlet” anlayışı yönetenden yönetilene kadar tüm topluma egemen olmuştur. Asyatik üretim tarzına sahip Osmanlı Devletinin yerine kurulan, kapitalist Cumhuriyetin kurucularının genlerine de aynı kodlar işlenmiştir. Mustafa Kemal, yeni toplumun sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir topluluk olduğunu iddia ediyordu. Böylece yeni devleti sınıflar üstü gösterip toplumun her kesiminin devlete itaat etmesini bekliyordu. Resmi ideolojiye karşı çıkanlar ise tek parti diktatörlüğü dönemi boyunca devletin sopası ile karşı karşıya kalacaklardı. Bu sayede devlete sahip olanlar da herhangi bir muhalefetle karşılaşmadan egemenliklerini sürdürebileceklerdi. Geç doğan Türk burjuvazisi de devletin (sivil-asker bürokrasi) kanatları altında sermaye birikimini gerçekleştirebilecekti. Nitekim Türkiye burjuvazisi aradan geçen uzun yıllar sonucunda giderek palazlandı ve AKP’nin iktidarda olduğu süreç içerisinde Türkiye dünyanın 17. büyük ekonomisi oldu. Ne var ki, bir dönem kanatları altına sığındığı ve kendisini devletin sahibi olarak gören statükocu bürokrasi artık burjuvazinin gelişiminin önünde bir engel haline geldi. AKP, iktidarda olduğu 12 yıl boyunca kendi çıkarları gereği Kemalist devlet mekanizmalarını ve Kemalist ideolojiyi zayıflattı ama geleneksel devletçi refleksler ve zihniyet değişmedi.
AKP’lilerin, Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü de sıklıkla dillendirmelerinin sebebi elbette insanı temel alan bir siyaset izlemeleri değil. Aslında atalarının mirasına sahip çıkan AKP’liler aynı devlet ideolojisini sahipleniyor ve yaşatmaya çalışıyorlar. Tıpkı Osmanlı gibi bugünün AKP’li egemenleri de, öncelikli olarak devleti yaşatmaya çalışıyorlar. Devletin büyümesine faydası olmayacaksa insanın bir önemi yoktur.
Erdoğan’ın ve AKP’nin öncelikli ihtiyacı devleti tamamıyla kendi kontrollerine almaktı. Nitekim gerek asker gerekse de sivil bürokrasiye karşı yürütülen mücadeleden AKP galip çıktı ve devletin merkezine oturdu. Bugün Gülen Cemaatine karşı yürütülen operasyonlar da son tahlilde aynı amacın parçasıdır. Karşıtlarını gerileten veya saf dışı bırakan AKP, böylece bugüne kadar hiçbir partinin sahip olamadığı bir güce kavuştu. Devletin dümenini eline geçirince, liberalleri büyük bir hayal kırıklığına uğratarak demokratik vaatlerinden geri adım attı ve bir baskı aygıtı olarak devletin gücünü daha da arttırdı. Çünkü Erdoğan’a göre kapitalizmin sistem krizinin devam ettiği konjonktürde AKP’yi 2023 hedeflerine ulaştıracak olan demokratik bir devlet değil, otoriter bir devletti. Erdoğan tarihe büyük Türkiye’nin büyük lideri olarak geçmek istiyor. Bu hayalini de ancak büyük bir devlet sayesinde tarihe geçirebileceğini düşünüyor.
İşte bugün “kamu düzeni ve güvenliği” derken AKP’li yetkililerin kastettiği şey onların egemenliğini devam ettirecek olan devletin düzeni ve güvenliğidir. Mehmet Sinan, Batı ve Doğu’yu karşılaştırarak, kamu kavramının Batı’da ve Doğu’da neden farklı anlamlara sahip olduğunu da açıklamış oluyor:
“Batı kapitalizminin ve Batı burjuva cumhuriyetinin tarihsel arka planında, Batı’nın daha orta çağdan itibaren geliştirdiği özerk topluluklar (lonca kuruluşları ve özerk kent oluşumları) vardır. Daha 11. yüzyılda oluşmaya başlayan bu özerk topluluklar, bireylerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek oluşturdukları ortaklıklardı. Bireylerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeye ve katılımcılığa dayanan bu ortaklıklar, daha sonra merkezî devletlerin oluşumuyla birlikte, kendilerini ulusal düzeyde de ifade edeceklerdi. Yani Batı’da sivil toplumun gelişmesiyle birlikte, önce bir bireyselleşme süreci yaşanmış, sonra da bu bireyselliğin kolektif hali olan (bireylerin iradesine dayanan) özerk kent toplulukları (kent komünleri) ortaya çıkmıştır. Bu özerk kent toplulukları, birbirlerine yeminle bağlı yurttaşlardan meydana gelen ortaklıklardır. Dolayısıyla bu özerk mekânlarda, kamusal bir görev olan siyaset de çok geniş bir alana sahip bulunuyordu. Kent yurttaşlarının birbirlerine bağımlı olmaksızın, fakat bir yurttaşlık bilinci içinde sorunlarına çözüm bulmak üzere katıldıkları geniş bir eylem alanıydı siyaset. İşte Batı’nın cumhuriyetinin tarihsel arka planında, böylesi bir toplumsal gelişim süreci yatmaktadır.
“Oysa bir Doğu toplumu olan Osmanlı toplumunda, ne özerk kentler, ne bireysel haklar, ne kenttaşlık ne de yurttaşlık bilinci gelişebilmişti yüzyıllar boyunca. Osmanlı toplumunda yönetici devletlû sınıf (askeriye ve ilmiye) dışında herkes padişahın reayası (sürü) sayıldığından, bu toplumda halkın siyasete katılımı da söz konusu olamazdı. Siyaset, tepedeki dar bir yöneticiler oligarşisinin tekelinde bulunuyordu. Yani toplumsal sınıflara dayanan gerçek bir politik toplumun oluşumu da hiçbir zaman söz konusu olmamıştır Osmanlı’da. Bundan dolayı Osmanlı toplumunda bireysellik ve birey hakları gibi konular hiçbir zaman gündeme gelmemiş ve gücünü devlet dışında bir yerden alan bir sınıf ya da tabaka gelişememiştir. Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır. Bu nedenle insanlar, haklar uğruna mücadele etmek yerine, sırtını devlete dayayarak imtiyaz koparma peşinde koşmuşlardır hep. Evet, Türkiye’deki burjuva cumhuriyetin tarihsel arka planında da işte böyle bir «toplumsal gelişme» süreci yatmaktadır!” (agm)
* * *
“Kamu düzeni ve güvenliği” kavramı bugün Türkiye’nin en can yakıcı sorunlarından biri olan Kürt sorunu ile birlikte anılmakta. Hükümet Kürt sorununun çözümü için “kamu düzeninin” sağlanmasını şart koşuyor. Bunun en önemli sebebi bölgenin kimi yerlerinde devletin otoritesinin zayıflaması ve 6-7 Ekim isyanında görüldüğü üzere devletin bütün baskılara rağmen Kürt halkını zapturapt altına alamamasıdır.
Nitekim “kamu düzeni” şartı 6-7 Ekim olaylarından sonra hükümetin diline pelesenk oldu. Yani AKP istiyor ki, Kürt halkı söylenilen her şeye tâbi olsun, sesini çıkarmasın, devlete güvensin, hâşâ kendini devlet yerine koymaya kalkışmasın. Yukarıdaki satırlarda “Osmanlı’da hak değil, devletin bahşettiği ihsanlar vardır” diyor Mehmet Sinan. Erdoğan’ın ve kurmaylarının zihniyetinde de Osmanlı kuralları devam etmektedir. En ufak bir hak aranmasına dahi tahammülleri yoktur. En demokratik haklarını kullananları bile devletin sopasıyla ehlileştirmeye çalışıyorlar. Devlet otoritesine karşı çıkmak devletin sahipleri için en büyük suçtur. Bu suçu işleyenler sorgusuz sualsiz cezalandırılmalıdır. Kobanê olaylarından sonra küplere binen Erdoğan şöyle buyurmuştu: “Çocukların eline taş verenler, silahı verenler, polislerimizi şehit edenler ortada. Bütün bunlara karşı polisimiz ne yapacak? Hâlâ kalkan mı tutacak? Kusura bakmasınlar, kimse de bu konuda bize akıl vermesin. Artık ne polisimizin ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır.”
Fakat içinden geçtiğimiz dönemin koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda, hükümetin Kürt sorununun çözümü için hiçbir adım atmadan Kürt halkını uzun süre oyalayabilmesi mümkün değildir. Bunun farkında olan hükümet bir taraftan Kürt hareketi ile görüşmeler kapsamında demokratikleşme yasalarından bahsederken, diğer taraftan sözde “kamu düzenini sağlamak için” İç Güvenlik Reformu adıyla bilinen anti-demokratik bir tasarıyı Meclise taşıdı. Bu tasarı yasalaştığında arama izni sözlü olarak alınabilecek, molotof, havai fişek gibi yanıcı maddelere karşı silah kullanabilecek, demir bilye ve sapan bulundurulması ve taşınması yasak olan maddeler kapsamına alınacak. Polis artık savcı izni olmaksızın amirinin onayıyla istediği kişiyi 24 saat gözaltına alabilecek. Hâkim kararı olmaksızın Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanının yazılı emriyle telefonlar dinlenebilecek. Gösterilerde yüzü kapatmanın cezası arttırılacak. Aslına bakarsanız bunlar devletin kolluk güçlerinin zaten uyguladığı yöntemler. Tasarının yasalaşmasıyla birlikte polisin yasadışı olarak başvurduğu bu yöntemler yasal hale gelecek.
Hükümetin “kamu düzeni ve güvenliği”nden anladığı kamuyu zapturapt altına almaktır. 2010 yılında kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı da bu anlayışının sonucudur. Misyonu “terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak” olan Müsteşarlığın toplumun ihtiyaçlarını sağlamak için kurulmadığı yeterince açık. Her türlü hak aramanın, en demokratik mücadelelerin bile “terör” olarak yaftalandığı Türkiye’de, “terörle mücadele” demek aslında kamunun temel demokratik haklarının bile devlet güvenliği adına engellenmesidir.
Hükümet, “kamu düzeni” kavramını bu şekilde kullanarak bütün anti-demokratik uygulamalarına meşruiyet kazandırmak istiyor. Bugün bu konu daha çok Kürt sorunu kapsamında gündeme gelse de, hükümetin “kamu düzeni ve güvenliği” anlayışı sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu değildir. AKP, anti-demokratik yasa ve uygulamalarıyla tüm toplumun kendisine biat etmesini sağlamaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerde bunun sonuçlarını daha fazla görmeye başlayacağız. AKP, karşısında örgütlü bir işçi sınıfı olmadıkça daha fazla pervasızlaşacak. Muhalefette bulunan diğer burjuva partilerin “kamu düzeni ve güvenliği” konusunda AKP’den hiçbir farkı yoktur. CHP ve MHP’nin de önceliği her zaman devlettir, kamu değil. Hatta bunlar AKP’yi devlet egemenliğini tartışılır hale getirmekle ve kamu güvenliğini sağlayamamakla suçluyorlar. Sonuç olarak, burjuva düzen yıkılmadıkça Türkiye’de kamunun güvende olması mümkün değildir!
http://marksist.net/suphi-koray/kamu-duzeni-dedikleri.htm
Yorumları okuyorum da, herkes eski alışkanlıkları eski, fraksiyoncu , gelenekçi reflekslerini göstermiş. BHH ‘ndan bir cacık olmazmış, Yahu sizin fraksiyonlardan bir cacık olmadığı için Haziran diye bir şey oldu zaten…
BHH ‘nin Kürt hareketiyle mesafeli duruşunu sadece çoğu chp seçmeni olan hedef gezi kitlesini korkutmamak olarak anlamamak lazım.KÖH ile BHH nın ayrı yürümesinin belli başlı sebepleri var.
1-BHH sonuçta Haziran ayaklanmasının örgütlü mücadele alanındaki karşılığı manasına geliyor, bu durumda da Akp karşıtlığı temel noktasıdır.KÖH ise bugün Akp ile kapalı kapılar ardında bir müzakere içinde. Bu çelişkili durum, KÖH ile BHH’nin şu an için birleşmesine engel.
2- Biirnci maddeye bağlı olarak, KÖH temelde bir ulusal hareket, ve önceliği Kürt Ulusal haklarıdır, Batıda başlayan ve Kürt bölgelerinde (ne yazık ki) etkin olmayan Haziran Direnişinin yolu tamamen farklı.
3-KÖH’ün hayata geçirdiği HDK/HDP sol bir çatı özelliği kuramadı, zaten temelde KÖH kadrolarınca oluşturulan bir hareket batıda kitleselleşemedi.Bu durumu Duran Kalkan dahi itiraf etti, daha önce HDP projesi önünde engel gördüğü BHH birleşenlerinden ÖDP’yi tehdit eden Kalkan, son yazısında BHH’nin etkisini hesap etmiş olacakki, ÖDP ‘ye Hdp ile seçim ittifakı önerdi.
4-Son Kobani eylemleri de gösteriyorki, KÖH ile Türk solu arasında hala derin uçurumlar var, bu uçurumlar ve önyargılar varken ,BHH ‘nin KÖH ile bir birliğe gitmesi, taktiksel bir hata olur.Ancak uzun vadede BHH’nin güç kazanması sonucunda ortak bir mücadelenin önü açılabilir.
Bu cevap Barış İnce’ye mi ait? Eğer ona aitse bir hatırlatma yapayım. Bu benim Birgün’de ikinci sansüre uğrayışım. Bir seferinde de Barış Süreci üzerine bir yazımı yayınlanlamamışlardı. Sorumlusu da bizzat Barış İnce’dir.
KÖH’ün AKP ile uzlaşmasını önlemek için iki kat fazla çabalamak ve ittifak kurmaya çalışmak gerekir bence.
BHH’den bir cacık olur ya da olabilir diyelim. Ama mesele cacık olması değildir, bu cacığın nasıl bir cacık olacağıdır?
O da az çok belli gibi görünüyor: otoriter ve özgür düşünceye yer vermeyen bir anlayışın hakim olması. Bu oldukça ciddi bir olasılıktır. Aksi ise oldukça düşük olasılık gibi görünüyor. Bu önyargıdır, nerden biliyorsun, şu bu denilebilir.
BHH’de yer alanların nasıl düşündüğünü şu veya bu şekilde biliyoruz. BHH’nin kimlerden oluştuğunu ve bunların daha önce neler yaptığını da az çok biliyoruz.
Dolayısıyla BHH’den bir cacık olur ama bu cacığın anarşistlerin istediği türden bir cacık olacağını hiç sanmıyorum. Daha önce buna benzer partiler, oluşumlar hep aksini söyledi: önyargılı olmayın gelin görün vb. Hep aynı bayat laflar, bin kere söyleniyor. Sonuçta nelerin nasıl yaşandığı da ortada. Tabii bu daha önce hep böyle oldu ama bundan sonra da böyle olur demek değil. Önyargıların esiri değilim, ama kafamızı koparan bir aslana karşı da her defasında boynumuzu teslim edecek de değiliz. BHH uygulamalarıyla bunun aksini gösterirse ikna olabiliriz: ama gördüğüm ve anladığım kadarıyla şimdiye dek BHH bunu başarabilmiş değil.
http://ilerihaber.org/yazarlar/metin-culhaoglu/terazi-ve-siklet/638/
KÖH’ün şu koşullarda Akp ile uzlaşmamasını beklemek fazla iyimser bir yaklaşım bence.Bu konuda KÖH’ü suçlamak ta doğru değil, ilk defa barış için bir iktidar bu kadar istekli, üstelik batıda KÖH’ün ittifak kurabileceği bir güçlü siyası oluşum yok,
BHH kitleselleşir, ve amaçladığı muhalefet cephesini oluştuabilirse, KÖH-Akp uzlaşmasının önüne geçebilir. Aksi durumda KÖH’ün beklentisi, yalnızca, önümüzdeki seçimlerde %10’u geçmek için BHH ile yakınlaşmak olacaktır.Zaten Duran Kalkan şimdiden bunu önerdi bile.
KÖH biraz da barış sonrasını düşünürek hdp projesini oluşturdu , ancak Haziran’a olan çekimserliği tarihi bir fırsatın kaçmasına sebep oldu.Işid’e karşı mücadelede batıdaki seküler kitleyle yakınlaşabilecekken Kobani protestolarında çok ilgisiz olarak M.Kemal’in heykellerini yakarak , batıda aksi bir tepki oluşturdu.Köh kendine batıda seküler bir partner bulmak zorunda, Akp’nin barışı dini temellere dayanan bir barış,Akp’nin istediği barış olursa, Huda-par gibi partilerin hızla yükselişe geçeceğini göreceğiz, bu anlamda KÖH’ünde sorumlulukları var.KÖH artık Türk soluyla yakınlaşma anlamında başka bir hata daha yapmamalı, aksi durumda kendini doğuda İŞİD-Hizbulkontra kıskacında bulacaktır…
@44 Arslan
BirGün “TC” ifadesini çıkardıysa bunun sebebi muhakkak “TC” ifadesinin Kürt Hareketi’nin terminolojisinden geldiği, çok net olmasa da belli bir politik yük içerdiği içindir. Bu çağrışımı/anlam dünyasını benimsemediğiniz için ayıkladığınızı dürüstçe söyleyebilirsiniz.
2 harften tasarruf etmek için veya cümlede dilbilgisi açısından gereksiz olduğu için “durulaştırdığınızı” iddia ederek zekamızla alay etmeyin.
51 nolu, yorumu yapan anarşist arkadaş, BHH ‘nden bir şey olmazı yumuşatarak söylemekle yetnimişsin .BHH ‘ye olan olmusuz yaklaşımın yalnızca, içinde bulunan Marxistlermiş gibi duruyor.O zaman meydanı marxistlere bırakmayın kardeşim, gelin katılın, haziran doğası gereği aşağıdan ve kendiliğinden bir hareketti, bu hareketi eski ortodoks sol gelenekçilere bırakmayalım, biz içinde bulunalım. BHH anarşistleri dışlayan bir oluşum değil zira
Ben o resimde parmaklıkların gerisini, “kapalı” kadınların kendilerini kapattıkları düşünsel “hapishane” olarak algıladım.
“inançlı” insanların bilinen hapishanelere konulması olarak düşünmedim…
Bu bağlamda hepimizin kafasındaki düşünceler aynı zamanda “zindanlarımızdır.”
Hepimiz bir diğerini bu şekilde “eleştirme” özgürlüğüne sahiptir. Örneğin 19. yy Sosyalist örgüt-devrim modeline “yürekten” bağlı olanlar da bana göre bu “soyut” hapishane içine konulabilir… Ve bu sebeple benim gibi düşünenlerin de kendi “hapishanelerinde” tutsak olduğu savlanabilir… Dünya da bir hapishane! Hücre, zindan.. guantanamo benzeri, ebu gureyb… yarı açık vs..
Başa dönelim.. Nazım H. de onca yıl hapishanede yattı.. Nice devrimci de… Ama ruhları, akılları hiç bir zaman tutsak değildi.. En korkunç hapishane işte kimi inançların kendine ördüğü zindanlardır… Bu “zindan” senin özgürlüğün de olabilir… O zaman Tarih’e bakarız… Hangi inançların nasıl bir toplumsal hayat ürettiğine; insanları ne kadar mutlu ettiğine… o toplumdaki suç oranlarına… vahşet katsayılarına…
Anlaşıldı… bazıları için 100 yıl daha yaşanılmak zorunda bu saçmalıklar… milyonlarca ceset daha gerekiyor bu dünya görüşünün; bu kadınları insan görmeyen zihniyetin “ayıkması” için.. 1400 yıl yetmedi… Ne olacak sanki.. Bir yüz yıl daha “gül” hatırınız için Taleban-IŞİD “iddiaları” içinde yaşansın bakalım…
Doğru bence de.
ve “TC”yi Kemalistler fazlasıyla benimsediği için.
BHH Marksistlerin oluşturduğu bir oluşum. Orada Gün Zileli dışında kaç anarşist var? Ya da onun gibi düşünen kişi var? Pek olduğunu sanmıyorum. Kısaca bu oluşumun belirleyici olanı Marksistlerdir.
Gün Zileli bana kalırsa orada vitrin olarak kullanılıyor. Umarım yanılıyorumdur.
Biz anarşistler olarak BHH gibi bir şey başlatamadık. Çünkü Türkiye’de anarşizmin şimdilik böyle bir potansiyeli yok. BHH’ye yön verme gücümüz de yok, çünkü sayısal olarak gücümüz epey sınırlı.
Marksistlerin bulunduğu ortamda çok bulundum artık daha fazla bulunmak istemiyorum.
arkadaşlar, siz gün zileli’nin bhh’yi destekler göründüğüne bakmayın. daha yürütme kurulunda kimlerin olduğunu bile bilmiyor. yürütme kurulu stalinist partilerin tepe yöneticileriyle dolu. gün efendinin haberi yok. yürütme kurulu umurumda değil havalarında takılıyor. bhh’nin ne kadar yukarıdan aşağıya, despotik, hiyerarşik, kemalist bir yapı olduğundan haberi yok. bunları bilmek, tartışmak işine gelmiyor. lütfedip tek bir toplantıya katılsaydı neyin ne olduğunu görürdü. islamcı solcuların ayrılmak zorunda bırakıldığını bile bilmiyor, takip etmiyor ki. pek tabii ki anarşistler bhh’de konu mankeni olabilirler ancak. mitinglerde kalabalık stalinist parti kortejlerinin en arkasında yürüyen marjinal anarşist, çevreci, lgbt gruplara tahammül ederler. ama ancak arkalarında, kortejin en arkasında yürüdüğünüz, fazla sesinizi çıkarmadığınız sürece size de küçük bir yer açarlar. gün zileli’ye de bu kadarı yetiyor zaten. yaş gelmiş 67’ye. bu yaştan sonra ne yapacaktı? bhh imdada yetişti.
yaşım 68. Düzelteyim 🙂
Kutuplaşma Ve Bloklaşma
Türkiye’de neoliberal politikalar şiddetli bir şekilde uygulanmaya devam ettiği sürece kutuplaşma devam edecektir.
Anlaşılan o ki bu neoliberal politikalardan veya onun etkilerinden daha bir süre kurtulamayacağız. Türkiye’de neoliberal politikaları savunan partiler halen çok güçlü ona karşı muhalefet ise halen çok zayıftır. (CHP ve MHP ve sistemin diğer partileri de bu ideolojinin, neoliberalizm ve vahşi kapitalizmin, diğer aktörleridir. Bu yüzden her ne kadar bu partiler farklı gibi olsalar da neoliberalizmin ve büyük sermayenin çıkarlarını son noktasına kadar savunmada ve korumada büyük bir ittifak içindedirler. Bu partiler AKP’ye karşıt gibi görünen ama ona neoliberalizm ve vahşi kapitalizmin istekleri konusunda cömertçe yardım eden partilerdir. CHP’nin Erdoğan’ın başbakan ve milletvekili olması için anayasa değişikliğini nasıl kabul ettiğini, Kemal Derviş’in bir zamanlar CHP milletvekili olduğunu ve AKP’nin 12 yıldır Derviş’in ekonomi planlarını uyguladığını, MHP’nin de iktidar ortağı olduğu zaman IMF ve Dünya Bankası karşısında diz çöktüğü ve onların istediği yasaları çıkması için uğraştığını, o günkü meclisin bu yasaları geçirmek için çalışma rekorları kırdığını vb. daha birçok şeyi unutmamak gerekir.)
Bu yüzden aslında AKP mecliste neoliberal politikaların uygulanması konusunda yalnız değildir. AKP ile birlikte CHP ve MHP neoliberal politikalar konusunda üçlü koalisyon gibi hareket etmekte zaman zaman bu koalisyona HDP de katılmaktadır.
Aslında Gezi Hareketi bu neoliberal politikalar sonucu oluşan gerilimin bir dışa vurmasaydı. Görünen o ki bu gerilim Türkiye’yi üç ana parçaya ayırdı.
1. Neoliberal İslamcı ve muhafazakarlar
2. Laikler
3. Kürtler
Laik grup içinde ulusalcılar, Kemalistler, sosyalistler, CHP’liler vb. yer aldığı düşünülebilir. Gezi olaylarında laiklerin yanında neoliberal politikalardan rahatsız olan İslamcılar, çevreciler , anarşistler gibi oluşumlar da vardı.
AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar bu kutuplaşmayı daha körükleyecektir. AKP peş peşe kazandığı zaferlerle elini her geçen gün güçlendirmekte, devletin tüm kurumlarını birer birer ele geçirmektedir. Bu açıdan AKP otoriter ve totaliter politikaları savunduğu ve bunları uyguladığı için iktidarını sürdürmede büyük bir avantaj yakalamıştır. Böylece kendisine muhalif tüm politik düşünceleri susturmakta ya da etkisiz hale getirmekte, bu da onun gücüne güç katmakta ya en azından muhalif kesimlerin etkisiz hale gelmesine yol açmaktadır.
Fakat dünya ekonomisi çok ciddi bir kırılmanın eşiğinde olup birçok ülkede neoliberal politikalar çok ciddi açmaza ve kaosa doğru sürüklenmektedir. Türkiye’de dünyadaki bu gerilimden kaçınılmaz olarak etkilenmektedir. Sıcak paraya ve küresel sermayeye son derece bağımlı hale gelmiş Türkiye ekonomisi en kırılgan ve riskli ülkeler arasına girmiştir. Neoliberal politikaların artık Türkiye’de çok ciddi bir çıkmaza girdiği, istenen ekonomik büyümeyi sağlayamadığı görülmektedir. Bu yüzden aslında AKP’nin de çok ciddi bir krize doğru sürüklendiğini söylemek mümkün.
Her ne kadar AKP peş peşe seçimleri kazansa ve kazandığı her zaferle daha büyük güce ve imkanlara kavuşsa ve bu imkanları muhaliflerini susturmak ve onları etkisiz hale getirmek için kullansa da ekonomik durgunluğun giderek krize doğru sürüklenmesi insanların geleceğe dair beklentilerinin giderek yok olması durumunu zorlaştırmaktadır. Mevcut bu durum kutuplaşmayı daha derinleştirecektir. Ekonominin giderek zayıflaması kaçınılmaz olarak AKP’nin durumunu sarsacak AKP ise mevcut konumunu korumak için önceden olduğu gibi daha çok kutuplaşmanın diline sarılacak gibi görünüyor. (Ama her seferinde İslama daha çok gönderme de bulunma, laik ve diğer toplum kesimlerinin önemli sorunlarını görmezden gelme veya yok sayma, onlar yokmuş gibi davranma; tüm bunları yaparken şiddetli düzeyde neoliberal politikaları uygulamaları devam ettirme kutuplaşmaları arttıracaktır.) Ama bu AKP’nin bu gerilimden beslenerek gücünü koruma stratejisi her seferinde gerilimi daha da arttıracağı gibi sorunların çözülmesine faydası olmayacaktır. Gezi olayları aslında bu açıdan AKP’ye bir uyarı niteliğinde idi. Ama AKP’nin gerilim ve kutuplaşma ve neoliberalizm dışında başka bir çözümü olmadığı için bu uyarıyı görmezden geldi. Tabii bu defa bu tür gerilimler Türkiye’yi çok daha büyük bir krize, hatta iç savaşlara bile sürükleyebilir. Ne yazık ki bugün gelinen yer burasıdır.
Bu durumda çok geniş cepheyi içine alan bloklaşmalar kurulamayabilir. HDP’nin AKP ile devam eden görüşmeleri Kürt hareketinin Türkiye solundan giderek kopmasına da yol açabilir. Bu tür kopmalar her ne tarafa olursa olsun Türkiye’de çok derin kırılma etkileri oluşturacaktır. Öte yandan AKP’nin sürekli olarak İslami referans alması ona karşıt olarak güçlü bir laik kutuplaşmanın oluşmasına yardım edecektir. Tabii bu tür büyük kutuplaşmalar çok büyük çatışmaları ve kaosu beraberinde getirebilir.
Ne yazık ki uzun bir süre boyunca neoliberal politikalara karşı ne yapılması yerine bu kutuplaşmalarla dolu çatışmalarla zaman geçirecek gibiyiz.
Neoliberal politikaları da hedef alan sosyalist vb. Türkiye için ümit ışığı olabilir. Ama bunu yaparken özgürlükçü bir tutum sahibi olmak işleri daha da kolaylaştıracaktır ve belki de çok zor da olsa istenen çözümü bulmamızı sağlayacaktır. Çözüm için özgürlükçü düşünceler ve yatay örgütlenmeler büyük bir sinerji yaratabilir. Çünkü bu sayede çok daha etkili ve yaratıcı çözümlere ulaşma imkanın yanında toplumun çok daha geniş kesimine de ulaşmak mümkün hale gelebilir.
ulusalcıdan solcu solcudan ,ulusalcı olur…ama devrimci olmaz.
bhh den bir sey çikmaz.çiksa da işimize yaramaz. radikal devrimcilerin en başta yeniden teorik üretime ve kendi içinde birlige ihtiyacı var.bhh deki tiplerin devrim diye derdi yok.tanıyorum başı çekenlerden bazılarını.
yine de devrimciler her yerde oldugu gibi bu olusumun da içinde olmalı ve yönlendirici olmaya çalışmalı.
“taze suya tirit” > bu deyişin doğrusu “sade suya tirit” değil mi?
Evet, doğrusu oymuş. Düzeltiyorum. Sağol uyardığın için.
asagidan orgutlenme mi?
BHH cumartesi taksimde yatagan ozellestirmesine karsi protesto ve basin aciklamasi yapiyor.
ertesi gun, pazar gunu isciler ozellestirmeyi alan sirketle anlasiyor.
asagi?
http://red.web.tr/bhh-bir-avuc-laik-elitist-iste/
Türkiye’de Laikliğin İşlevsizliği Hakkında
Laiklik kuşkusuz önemli bir düşünce. Ama bu düşüncenin önemi epey uzun zamandır biliniyor. Türkiye de epey uzun zamandır laik bir ülke olduğunu söylüyor.
Ama anlaşılan o ki Türkiye’de laiklik başarısızlığa uğradı. Peki neden bu böyle oldu? Sadece Türkiye’de değil Türkiye’ye benzer birçok ülkede, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde de laiklik başarıya ulaşmadı. Gerçi Türkiye’nin bu ülkelere göre laiklik konusunda daha başarılı olduğu söylense de genel anlamda Türkiye’de laikliğin başarısız olduğu söylenebilir. Özellikle uzun zamandır İslami değerlerin toplum nezdinde artan yükselişi karşısında laik toplum kesimlerinin genel bir gerileyiş içerisinde olduğu görülmektedir.
Bunun en önemli nedeni Türkiye’de egemen sınıfın laikliğin toplum tarafından kabul görmesi, benimsemesi ve içselleştirmesi konusundaki isteksizliğidir. Ve aynı zamanda egemen sınıfın içi boş bir laiklik anlayışını savunması; sömürü ile laiklik arasındaki çelişki de sömürüden yana olmasıdır. Diğer bir deyişle Türkiye’de egemen sınıfın toplumdaki işçi sınıfının daha çok sömürüye razı olması için laikten sürekli ödün verip yobazlığı ve diğer dini akımları desteklemesidir. Bu durumda laikliğin işlevsiz kalacağı açıktır ve zaten öyle de olmuştur.
Laiklik çok defa din işleri ile devlet işlerinin ayrı olması olarak düşünülür. Ama toplumun büyük çoğunluğu laik ve seküler düşüncelerden uzak ve üstelik ona karşı ise ne olacak? Eğer toplumdaki insanların büyük çoğunluğu için laiklik olmak bir şey ifade etmiyorsa, din vb. düşünceler daha önemlisi ise bu ülkelerde laiklik giderek işlevsiz hale gelecek, en sonunda da laiklik diye bir şey kalmayacak ya da ölü bir laiklik anlayışı hâkim olacaktır.
Normal şartlarda laiklik düşüncesinin Türkiye’de hâkim olmasını ve giderek güçlenmesini beklemek gerekirdi. Örneğin tekerliği keşfeden bir insanın onun zararlı veya önemsiz olduğunu düşünerek ondan vazgeçmesi için ciddi nedenlerin olmasını beklememiz gerekir. Veya bilimsel düşüncenin faydası ve önemini gören insanların onu bırakıp üfürükçü ve falcılara itibar etmesi de için de çok ciddi nedenlerin olması gerekirdi. Çünkü bu bir anlamda tarihin geriye akışı gibi gözükmektedir. Ama görüyoruz ki 20. Ve 21. yüzyılda tarihi birçok önemli konuda geriye doğru akmadı. Bilgiye ulaşmak inanılmaz düzeyde kolaylaştı, üretim hiç olmadığı kadar arttı. Bilimsel devrimler ve buluşlar tarihte hiç olmadığı kadar hızla ilerledi. Bilimsel düşüncenin bu kadar artan güce ve önemine rağmen Türkiye gibi ülkelerde laiklik başarısızlığa uğradı.
Evet kapitalizm ilerledi ama kapitalist toplumların bu derecede ilerlemesinin nedeni doğayı ve insan emeğini şiddetli biçimde sömürmeleridir. Ve ileri kapitalist toplum şiddetli düzeyde bu sömürüye bağımlıdır. Üstelik gittikçe artan zenginlikleri ile büyük şirketler ve egemen sınıflar eskisinden çok daha fazla biçimde bu sömürüye bağımlı hale gelmiştir. Bir tarafta 80 milyar dolar servete sahip biri diğer tarafta açlıkla karşı karşıya gelen veya yoksul içinde yaşayan milyonlar. Ve bu uçurum giderek büyüyor. Ama zengin daha çok zengin olmak istiyor.
Böyle bir dünyada egemen sınıf, işçi sınıfının bu tür problemler üzerinde, sömürü ilişkileri doğa ve işçi sınıfın amansızca sömürülmesi, insanların her geçen gün daha ucuz ücretle çalışmak zorunda kalmasını, özelleştirmeleri, işçi sınıfının güvencesiz olarak işte çalışmasını, işsizliğin giderek artmasını vb. düşünmesini , buna karşı çıkmasını istemez. Böyle bir durumda işçi sınıfının tüm umudunu öteki dünyaya bağlaması egemen sınıfın da işine gelir. Zaten işçi sınıfının kaçabileceği başka bir yer kalmamıştır böyle bir dünyada. Böyle bir dünyada laiklik de politik hayat da sendikalar da işçi sınıfı için işlevsiz hale getirilmiştir. Bu dünyadan ümidini kesen işçi sınıfı kaçınılmaz olarak giderek öteki ve mistik dünyaya, ölümden sonraki yaşama umut bağlamak zorunda kalır. Çünkü artık kapitalist toplum onca zenginliğine rağmen onun tüm ümitlerini almıştır ve almaya devam etmektedir.
Evet işçi sınıfı laikten önemli düzeyde vazgeçti ya da vazgeçmek zorunda kaldı çünkü egemen sınıf laikliği işlevsiz hale getirdi. Bu dünyada laik de, zenginlik de, politik yaşamın kendisi de egemen sınıfın kontrolü altında.
Türkiye’ye dönersek. Türkiye’de Kemalistler işçi sınıfının yeterince aydınlanmasını hiçbir zaman istemedi. Kemalistler sömürü ve laiklik arasındaki çelişkide sömürüden yana taraf oldular ve laikten ve özgür düşünceden, işçi sınıfının aydınlanmasından sömürü ve egemen sınıf lehine tavizler vermeyi kabul ettiler. Örneğin Köy Enstitüsü’nün Kemalistlerce kapatılması bu bağlamda düşünülebilir.
Evet laikliğe vurgu yapılıyor ama laikliğin işlevsiz kalması kapitalizmin bugün geldiği aşama ile yakından ilgilidir. Üçüncü dünya ülkelerinde bu sömürü ve çelişki çok daha yoğun olduğu için bu işlevsizlik daha oralarda göze çarpmaktadır. Öte yandan bu tür ülkelerde kapitalizmin uğradığı ciddi başarısızlıklar işçi sınıfı için yeni fırsatlar oluşturabilir. Çok net biçimde görüyoruz ve anlıyoruz ki kapitalizm çok ciddi bir başarısızlığa doğru hızla sürükleniyor. Bu durumda Mısır’da olduğu gibi Türkiye’de de laikliğe vurgu yapan kesimler başarıya ulaşabilir. Ama iktidarı ele geçirmede başarıya ulaşsalar bile yukarıda değinilen genel çelişkileri çözemedikleri ve egemen sınıfların çıkarlarını savunan işlevsiz bir laiklik anlayışını ön plana aldıkları ve özgürlükçü sosyalizmi ve ekolojik toplumsal düşünceleri ikinci planda gördükleri sürece birçok açıdan başarısız kalmaya mahkumdurlar.
köy enstitüleri kemalistlerce değil, DP tarafindan kapatildi
İyice araştırırsanız Köy Enstitüleri’nin CHP döneminde kapatılmaya başlandığını görürsünüz. Tabii bu süreci DP daha da hızlandırdı.
Maletesta arkadaşa;
Asıl sorunun sınıfsal olduğu ve gericileşmenin kapitalizmin bu evresiyle ilgili olduğu doğru.Ancak;Şu an acil sorun , devrim değil, şu an savunma pozisyonundayız, yani bu ülkede yaşayıp ta içinde bulunduğumuz kuşatılmışlığı göremiyor muyuz? Laiklik olmadan , bizim kaderciliğe ve biat kültürüne gömülmüş işçi sınıfına ulaşabilmemiz mümkün değil. Bu koşullarda toplumun harekete geçebilecek olan kesimi; kentli, aydın, seküler insanlar.İşçi sınıfı derin ve karanlık bir uykuda, Ve onu uyutan dini kültürel havuz bizi de yutmak üzere.Bugün yapılması gerekn çok açık, bir birleşik direniş hattı oluşturmak…
Gün Zileli’ye;
Köy enstitülerini Chp kaldırmadı tabi ama, aslında onun kaldırılmasının asıl sebebi olan Truman Doktrini Chp kabul etti. Ve Truman’ın şartları;
-Sovyetik kalkınma planlarından vaz geçilmesi
-Sovyetik eğitim modellerinden vaz geçilmesi (Köy Enstitüleri)
-Burjuva Demokrasisine geçilmesi.
Köy Enstitüleri ile ilgili araştırmalar yapan birçok yazar ve araştırmacı ensititülerin CHP döneminde tasfiye edilmeye başlandığını dile getirmektedir.
Örneğin Necdet Aysal şöyle yazmış:
“General Kazım Karabekir, Reşat Şemşettin Sirer, Tonguç ve Yücel’e karşı partinin sağ kanadında yer alarak Köy Enstitüleri’ne karşı olan politikanın başını çekmeye başlamışlardı.
1945’te çok partili siyasal hayata geçişle birlikte CHP’nin karşısında birçok siyasal partinin kurulması enstitülere yönelik suçlamaları arttırmıştır. Karşıt partiler arasında özellikle demokrat parti CHP yönetimi yıpratmak için Köy Enstitülerini koz olarak kullanmaya başladı. İşin ilginç yanı, suçlamaların CHP içinde de taraftar bulmasıdır. 21 Temmuz 1946 genel seçimlerinden sonra partideki sağ kesim hem parti içinde kalmış hem de partiye ve çevreye karşı yeni bir tavır içine girmişti. Sağ kesim DP’ye karşı olmak amacıyla partiyi sağa kaydırmada birleşmişlerdi. Demokrat Parti, CHP’yi ve özellikle Köy Enstitüleri’ni eleştiriyor, CHP ise bunların halkın yararına olduğunu anlatmak yerine “düzelteceğiz” diyerek kendi yaptıklarını savunamıyordu.
5 Ağustos 1946’da Büyük Millet Meclisi açılmış ve 7 Ağustos’ta da sağ eğilimli “Recep Peker Kabinesi” kurulmuştur. Yeni hükümette ise Hasan Ali Yücel’in yerine Milli Eğitim Bakanlığı’na Reşat Şemşettin Sirer getirilmiştir.
Yeni Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilk icraatı Köy Enstitüleri’nin kurulmasında büyük payı bulunan ve enstitülerce “baba” ünvanıyla tanınan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’nden uzaklaştırmak olmuştur. Sirer’in amacı Köy Enstitüleri’ni kendi “milli” görüşüne uygun olarak değiştirmekti. Onun düşüncesine göre Tonguç, Enstitüler konusunda İnönü’yü kandırmıştı. Nitekim önce Talim Terbiye Kurulu’na atanan Tonguç çok geçmeden bir ortaokul resim öğretmenliğine atanmıştır. Bunu “solcu Tonguçcu” olarak tanınan Enstitü yöneticileri ile öğretmenlerin görevden alınıp başka yerlere ya da birimlere atanmaları izlemiştir.
Enstitülerdeki bu tasfiye hızı olanca hızıyla devam ederken suçlamalarda da önemli oranda artışlar göze çarpmaktadır. Çifteler Enstitüsü’nde komünistlerin bir şebeke kurduğu, Hasanoğlan Yüksek Enstitüsü’nde komünist öğrencilerin bulunduğu ihbarları birbirini izliyordu. Bu yüzden Enstitü mezunlarından bir kısmı yedek subay okullarından er olarak çıkartılmışlardır. Enstitü öğrencileri arasında sağcı-solcu, milliyetçi-komünist ve ilerici-gerici ayrımı ve sürtüşmeleri de baş göstermiştir. Enstitülerde komünizm propagandası yapıldığı yolundaki suçlamalara Fevzi Çakmak Paşa’nın katılması, Hasan Ali Yücel-Kenan Öner davasına yol açmıştır.
Köy Enstitüleri ile ilgili değişiklikler bununla da kalmamış 1947’de ilgili yasa ve yönetmeliklerde yapılan düzenlemelerle, sistemin işleyişi adeta durdurulmuştur.”
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/788/10118.pdf
64. nolu yazımda ek olarak şunu belirteyim ki yanlış anlaşılmasın:
Türkiye’de egemen sınıf emperyalist ülkelerden, global sermayeden, neoliberal politikalardan bağımsız değildir. Türkiye’de egemen sınıf birçok konuda, laikliğin işlevsiz hale getirilmesi, neoliberal politikalar vb, emperyalist ülkelerle, global sermaye ile işbirliği içindedir ve bu konularda onların büyük desteğini almaktadır.
Peki DP de en az CHP kadar Kemalist değil mi? Atatürk’ü koruma kanununu çıkardı, ki bazı CHP’liler bile buna muhalefet etmişti yanlış bilmiyorsam, paralara Atatürk’ün resmini tekrar koydu ve İnönü’yü Atatürk’ü kaldırarak kendi resmini koyduğu için suçladı. Aynı demagojiyi Erdoğan da yapmıştı. “CHP’nin kökü bereketsiz” demesi üzerine Baykal tarafından Atatürk düşmanlığıyla suçlanınca “Bunlar Atatürkçü olsa paralardan resimlerini kaldırmazdı, asıl Atatürkçü biziz” diyerek.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Aglayan_Kemaliste/23084
evet.
Bir zamanlar Durruti şöyle demişti:
““Devrim iniş ve çıkışlarla ilerleyen sürekli bir faaliyettir; önceden tahmin edilemeyecek faktörleri içerir. Onun kaderine aslında bu bilinmeyen faktörlerce karar verilir. Stratejik bir planda bu bilinmezlikler hesaba katılmalıdır. Koşullar bir devrim için gizliliği gerektirirken, pervasız bir eylem kolektif bir eylemin alev alması için yeterlidir. İnsanın sabrının sonuna geldiği zamanı bilmek nasıl mümkün olur? İnsan aklı devrim için uygun gün ve saati nasıl bilebilir? Buna ilişkin bir kural yoktur. Koşulların ciddi bir incelemesi yapılmalı ve sonra da ona anlamını vermek üzere gerekli miktarda subjektif öğe katılmalıdır. Aslında devrimler hemen hemen her zaman kitleleri harekete geçirmeye çalışan maceracı ve pervasız girişimlerle başlamıştır. Mümkündür ki, biz hata yapıyoruz, belki savaşta yenileceğiz. Bu savaş son olmayacaktır ama proleterya tarhindeki sayfalardan bir yenisi olacaktır. Bilinçli devrimciler olarak bizim görevimiz; devrim gerçek sonucuna, insan yaşamındaki bütünsel değişikliğe ulaşıncaya dek, onu sürekli bir eylem haline getirecek olan kollektif patlamaya kadar fitil görevi üstlenerek bir kere, iki kere, gerekirse yirmi kere patlama yaratmaktır.” (Abel Paz, Durruti ve İspanya Anarşist Devrimi Halk Silahlanınca, (Çeviri: Gün Zileli, Kaos Yayınları, İstanbul 1996), s. 96, 97)
Malatesta’nın şu sözünü sık sık hatırlarım:
“Kropotkin’in işlediğini düşündüğüm iki hatanın üzerinde özellikle durdum.- kadercilik teorisi ve aşırı iyimserliği; çünkü bunların hareketimiz üzerinde zararlı sonuçları olduğuna inanıyorum.
Kadercilik teorisini-üstü kapalı olarak determinizmle ilgilidir-çok fazla ciddiye alan ve sonuç olarak tüm devrimci ruhunu kaybeden yoldaşlar oldu. Onlar, devrim yapılmaz; devrim zamanı gelince olacaktır ve onu kışkırtmaya çalışmak yararsız, bilim dışı ve hatta saçmadır dediler. Ve bunun gibi nedenlerle hareketten geri çekilerek kendi işleriyle meşgul oldular. Bunun hareketten çekilmek için uygun bir neden olduğuna inanmak yanlış olacaktır. Yaptıklarının faydasızlığına inanmalarına rağmen, anarşi adına kendilerini büyük tehlikelere atan, özgürlüklerini hatta yaşamlarını feda eden cesur ve değerli birçok yoldaş tanıdım. Onlar mevcut topluma duydukları nefretle, intikam ruhuyla ve büyük jestler yapma aşkıyla hareket ettiler, fakat devrimin amacına hizmet etmeyi düşünmediler, kendilerine bir hedef belirlemeksizin, uygun zamanı beklemeden ve eylemlerini başkalarının eylemleriyle birleştirmeyi düşünmeden hareket ettiler.
Diğer taraftan, felsefeyle canlarını sıkmadan ileriye yönelik ve devrim için çalışmalar yapmak isteyenler sorunları gerçekte olduklarından daha basit gördüler, karşılaşacakları zorlukları düşünmediler ve bu zorluklara karşı hazırlanmadılar…Ve bu yüzden etkili eylem yapma şansımız olduğunda bile, kendimizi güçsüz bir durumda bulduk.”(Vernon Richards, “Bir İtalyan Anarşisti Malatesta hayatı ve düşünceleri, (Çeviri: Zühal Kiraz, Kaos Yayınları, İstanbul 1999), s.239
Laiklik diyoruz ama nasıl bir tür laiklik? Bu laiklik nasıl çıkmış, dayanakları ne? BHH nasıl bir laiklik anlayışını dikkate alıyor? Bunlar yanıt bekleyen önemli sorular.
Devrimin nasıl olacağını, ya olup olmayacağını toplumsal koşullar kadar dünyanın ekolojik koşulları, kapitalist ekonominin çelişkileri gibi bir yığın önemli parametre belirler. Bunların birbirleri ile ilişkileri son derece karmaşıktır ve bu yüzden neyin ne zaman olacağını kesin olarak bilmek çok güçtür.
Fakat şu var 21. yüzyılın en önemli belirleyicilerinden biri ekoloji olacaktır. Büyük ölçüde modernist görüşe dayanan laikliğin merkeze alınmasını şüpheyle bakıyorum. Ekoloji ve özgürlükçü düşünceler merkeze alınmalıdır. Modernist görüşe dayanan laiklik anlayışı aynı zamanda bugün ekoloji ile ciddi bir çelişki içindedir. Çünkü modernizmin bizzat kendisi bugün ekoloji ile ilgili ciddi bir çatışma içindedir. Bu laiklik düşüncesinin önemsiz olduğunu göstermez tabii. Ama nasıl bir laiklik anlayışı? Laikliği savunanlar genelde modernist düşünceyi de savunuyor. İşte yanıt bekleyen soru budur. Eğer 19. veya 20. yüzyılda yaşasaydık bunu yazmazdım, çünkü o zaman için ekolojik kriz tüm dünyaya yön verecek kadar belirgin değildi. Ama bugünkü şartlar çok farklıdır. Dünya olağanüstü bir ekolojik kriz ile karşı karşıyadır. İktidara gelme veya güçlü bir blok oluşturma açısından BHH’nin laiklik etrafında bir araya gelmesi anlaşılabilir. Ama olay sadece iktidara gelmek ile bitmiyor. Çünkü mesela iktidardan A gitsin başarısız olacak başka bir B gelsin, B başarısız olsun tekrar A gelsin olayı değil. O kadar çok zamanımız ve gücümüz yok artık. Çünkü her bir başarısız denemede, oluşan kısır döngüde insanlığın, doğanın ödediği büyük bedeller var.
Tabii BHH başarısız olur ya da bir şey yapamaz demiyorum. BHH ile ilgili epey bir eleştiri yapılmış. Bunlar üzerinde çok tartışmak istemiyorum. Özgürlükçü sosyalist yaklaşımlara karşı BHH’nin tavrı ne olacak bunu da bilmiyorum. BHH’nin neler yapacağını zaman gösterecek.
Malatesta
İslam ve demokrasi
Şahin ALPAY
Zaman GAZETESİ
Taha Akyol büyük bir hizmet yaptı; “Türkiye’nin Hukuk Serüveni”ni (Doğan Kitap, Kasım 2014) yazdı. Akyol’u bu kitabı kaleme almaya yönelten, ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman’ın “Demokrasi Müslümanların siyasi sistemi olamaz…
Ancak demokratik mekanizma, İslam ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda -daha iyisini buluncaya kadar- kullanılabilir…” (“İslam, demokrasi ve Medine Vesikası,” Yeni Şafak, 29 Mayıs 2014) şeklindeki görüşleri. Akyol kitapta, İslam, siyaset ve demokrasi konularında sahip olduğu birikime dayanarak Karaman’ın iddialarını sorguluyor. Bunu yaparken Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde hukuk devleti ve demokrasinin temel kurumlarını yerleştirme çabalarının fevkalade öğretici bir öyküsünü anlatıyor.
Muhakkak ki bugün Türkiye’de İslam ile hukuk devleti ve demokrasinin bağdaşmadığını düşünen kimi dindar, kimi “laik” çok kimse var. Bunlara sadece ilahiyatçılar değil, gerek doğa bilimleri gerekse sosyal bilim profesörleri de dahil. Karaman’ı bunlardan ayıran özellik, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın görüşlerine sık başvurduğu bir isim, hatta “fetvacısı” olarak tanınması.
Böyle olunca akıllara ister istemez, acaba dini bütün bir Müslüman olma iddiasındaki Erdoğan da Karaman gibi demokrasinin “daha iyisini buluncaya kadar kullanılabilir…” olduğunu mu düşünüyor sorusu geliyor. Hemen söyleyeyim: Ben o kanıda değilim. Görebildiğim kadarıyla Erdoğan iyi bir Jean Jacques Rousseau (“genel irade”) takipçisi; (“milli irade” anlamına) demokrasiyi benimsiyor, ama çoğunluğun diktatörlüğü olarak yorumlama eğiliminde. (Meclis çoğunluğunun desteğini kaybederse ne düşünür, onu bilemem.)
Şüphesiz, İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığını düşünmek ve savunmak gerek Karaman’ın, gerekse dindar ya da “laik” fikirdaşlarının demokratik haklarıdır. Ancak bu görüşler yanlış olduğu gibi, Türkiye’de özgürlükçü ve çoğulcu bir düzenin yerleşmesine de engeldir; bu nedenle ciddiye alınarak eleştirilmelidir. Akyol’un kitabının büyük değeri, Müslümanların ilk dört halifeden bu yana yüzyıllar süren pratiğinin bu görüşü çürüttüğünü göstermesi. Kitabın temel argümanı şöyle özetlenebilir:
İslam’da “irade-i külliye” Allah’a aittir; “kainatın yaratılışı, temel kanunları, kaza ve kader” Allah’ın elindedir. İnsanın “kendini yönetmesi, kendi fiillerinin akıbetine sahip olması, bu arada siyasi sistemin ne olacağı” ise “irade-i cüziye” olarak insanın elindedir. Kuran, davranış ve yönetim ilkesi olarak adaleti yüceltmiş, fakat bunun nasıl bir idare şekliyle sağlanacağını insanlara bırakmıştır. İman, ibadet ve ahlak dışında pek az hukuki hüküm koymuş, bunun dışında kalan hayatın düzenlenmesini insan aklına bırakmıştır.
Hazreti Peygamber zamanında neredeyse herkesin birbirini tanıdığı “ümmet” toplumu kıtalara yayılıp, farklı kültürler, coğrafi ve iktisadi şartlarla karşılaştığında aynen devam etmedi. Müslümanlar karşılaştıkları sorunlara, yaratıcı düşünceye dayalı içtihatlarla, örfe (göreneğe) ve akla dayalı kanunlar koyarak çözüm getirdi. Bunun zirvesi de Osmanlı’da “kanunname” denilen örfi hukuk oldu. Örfi hukuk geleneği sayesinde Tanzimat’tan itibaren hukukun modernleşmesi sürecine girildi.
Gerek fıkıh (Şer’i hukuk), gerekse kanunname düzeni (örfi hukuk) modern çağın gereklerine cevap veremeyince, 1839’da başlayan Tanzimat reformlarıyla birlikte Batı hukukuna yönelme ihtiyacı doğdu. Tanzimat hemen her alanda modern hukuk ve yargının altyapısını getirdi. 1876’da kabul edilen ve 1909’da önemli değişikliklere tabi tutulan anayasa ile kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, doğal yargıç ilkesi gibi hukuk devletinin ve demokrasinin temel ilkeleri benimsendi. Milli Mücadele’nin seçilmiş bir meclis (TBMM) tarafından yönetilerek zafere ulaştırılması da bu birikim sayesinde mümkün oldu.
Peki, sonra ne oldu? Gelecek yazıda.
–
Kemalizm ve demokrasi
Şahin ALPAY
Zaman GAZETESİ
Geçen yazımda Taha Akyol’un “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” başlıklı son kitabında, 1839’da Tanzimat reformlarıyla başlayan ve II. Meşrutiyet’le tamamlanan bir süreçle Osmanlı devletinde hukuk devleti ve demokrasinin kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve doğal yargıç gibi temel kurum ve ilkelerinin benimsenmesinin öyküsünü anlattığını aktarmış ve sormuştum: Peki sonra ne oldu? Bunun bence en okunmaya değer cevabı, yine Akyol’un “Atatürk’ün İhtilal Hukuku” (2012) adlı kitabında bulunabilir.
Bence sonra şu oldu: 1913’te laik milliyetçi İttihatçılar anayasayı rafa kaldırdılar ve Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na sokup ülkenin işgal altına girmesinin kapısını açtılar. Bağımsızlık mücadelesine öncülük eden laik milliyetçi Kemalistler 1923’te Cumhuriyet’i kurarak ülkenin kaderine hakim oldular. 1946’ya kadar süren “İhtilal devri”nde kuvvetler ayrılığının yerini kuvvetler birliği (“şeflik sistemi”) aldı; ne yargı bağımsızlığı kaldı, ne de doğal yargıç ilkesi. Akyol, 1930’lar Türkiye’sinin “simge hukukçusu” olarak nitelediği Vasfi Raşit Sevig’in söz konusu “şeflik sistemi” hakkındaki “Nazilerle faşistlerin bunu bizden öğrendikleri, fakat ırkçılığa, diktatörlüğe kayarak aşırıya gittikleri”ne dair yorumunu aktarıyor. (s. 272)
Akyol’un 1950’de çok partili düzene geçişten sonra ne olduğuna dair görüşlerini ise şu satırlarda bulmak mümkün: “Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, demokrasinin seçim ayağı gerçekleşmiş ve ara dönemler hariç değişmemiştir. Fakat demokrasinin öbür ayağı, kuvvetler ayrılığı 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ oturmamıştır, hâlâ çatışma konusudur. İktidar ve muhalefet ilişkilerinin uzlaşmaya açık bir rekabet halinde devam etmesini sağlayacak siyasi kültür de yoktur… Hâlâ siyasi hayatımızı zehirlemektedir.” (s. 276)
Demokrasinin özü olan kuvvetler ayrılığını niye yerleştiremedik? Çatışmacı kültür niye hâlâ siyasi hayatımızı zehirliyor? Kökten İslamcılarla, İslam’ı “irtica” ile özdeşleştiren kökten Kemalistlerin bu sorulara verdikleri cevapta tam bir ittifak içinde oldukları muhakkak: Her ikisine göre de çünkü İslam demokrasiyle bağdaşmaz. Kökten İslamcılara göre, “Demokratik mekanizma ancak İslam ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda daha iyisini buluncaya kadar kullanılabilir…” Kökten Kemalistlere göre ise, “demokratik mekanizma” ancak Kemalizm’e bağlı asker – sivil bürokrasinin vesayeti altında kullanılabilir…
Evet, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yerleştiremedik. Kanımca bunun temel nedenini İslam’a dayalı kültürde değil, laik milliyetçi İttihatçı Kemalist otoriter yönetim mirasında aramak gerekir. Teoride dinlerin hiçbiri demokrasiyle ya da (inanç özgürlüğü anlamında) laiklikle bağdaşmaz; ama pratikte hepsinin bağdaşır yorumları geliştirilmiş, pek çok ülkede hakim olmuştur. Daha önce çeşitli vesilelerle üzerinde durduğum gibi, demokrasinin kök salmasında esas rolü kurumlar oynar; Dünya Değerler Araştırması’nın bulguları, Türkiye dahil Müslüman çoğunluklu ülkelerde özgürlük ve demokrasiye ilişkin siyasi değerlerin Batı’dakilere “şaşırtıcı ölçüde benzer” olduğunu göstermiştir. (Bkz. P. Norris – R. Inglehart, “Sacred and Secular”, 2004, p. 134.)
İslamcılar arasında yayılan eğilim de, Batı’da gelişmiş olan “demokratik mekanizma”dan daha iyisinin bulunamadığı yönünde. (Bkz. Robin Wright, “Islamists are coming: Who they really are?, USIP, 2012.) İslam’da bir devlet, siyasi sistem teorisinin bulunmadığının herhalde en açık delili, Müslüman çoğunluklu ülkelerin büyük çoğunluğunun laik milliyetçi diktatörlükler tarafından yönetiliyor olmaları. İslamcı İran’ın dahi Batılı demokratik kurumların bir bölümünü benimseyip, bu kurumları din adamlarının vesayetine tabi kıldığı unutulmamalı.
Alper Taş nasıl bir laiklik anlayışını savunduklarını açıklamış. Alper Taş şöyle diyor:
“… bugün laiklik mücadelesi sınıf mücadelesinin dışında bir mesele de asla değildir. Çünkü birincisi, bir laiklik dönemi de sona ermiştir. Bir laiklik anlayışı, zihniyeti de sona ermiştir. Devletçi laiklik dediğimiz laiklik anlayışı bitmiştir. Haziran isyanıyla birlikte laiklik meselesi bir emekçi aydınlanması olarak, emekçilerin artık aşağıdan yukarıya kendi mücadeleleriyle kazanabilecekleri bir mesele haline gelmiştir. Orduya ve bürokrasiye dayalı olmayan, devletin yukardan dini düzenlediği bir laiklik anlayışından kopuştur Haziran hareketi.
Artık ben bu laikliğimi, özgür yaşamımı kendi mücadelemle kazanacağım, öyle cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi ordu ve bürokrasi destekli veya onların ideolojik veya politik gücüyle sokağa çıkmayacağımın kabulüdür. Bunun zaten bir işe yaramadığı, bunun tam tersine AKP’nin zihniyetini güçlendirdiği ve zaten devletin laiklik anlayışının bugün AKP’yi yarattığı ortada. Doğal olarak artık yukardan bir burjuva aydınlanması olarak bir laiklik mücadelesi yok.Ve biz bunun farkındayız o yüzden aşağıdan bir emekçi mücadelesine dayalı bir laiklik anlayışının geliştirilmesi gerekiyor. Bugün de laiklik meselesi bu manada sınıf mücadelesinin bir meselesi haline geldi. Yani laikliği bir kimlik meselesi olarak ele almamak lazım, kimlikçilik olarak biz laikliği tartışmıyoruz.” 16 Ocak 2015
http://baslangicdergi.org/odp-es-genel-baskani-alper-tas-ile-bhh-secimler-ve-diger-son-siyasal-gelismeler-uzerine-konustuk/
Bu görüşler BBH’nin ortak görüşü mü yoksa Alper Taş’ın görüşleri mi bilmiyoruz. Kapitalizme karşı net bir tavır koymayan BHH’nin burjuva laikliğine karşı bir tavır koyacağını henüz bilmiyoruz.
Şahin Alpay, Taha Akyol’un kitabına referans vererek İslam’ın demokrasi ile bağdaşacağını yazmış.
İyi de hangi İslam’dan söz ediyoruz?
Çok defa geleneksel İslam’ın sözcüsü durumunda olan ya da onunla hesaplaşmamış bir yazar olan Taha Akyol’un bu tezi epey ilginç.
Geleneksel İslam’ın demokrasi ile bağdaşacağı tezi de epey sorunlu. Çünkü demokrasinin olması için önce düşünceye özgürlük tanınması gerekiyor. Düşüncelerin özgür olmadığı yerde demokrasi olmaz.
Geleneksel İslam düşünceye özgürlük vermeyen, felsefeyi, özgür ve bağımsız düşünmeyi küçümseyen ve hor gören bir din olmuştur. Gazali ile birlikte bu açık açık biçimde yapılmış, Gazali felsefenin ne kadar kötü olduğuna ve insanı nasıl dinden çıkarabileceğine dair kitaplar yazmıştır. Gazali tek başına bu görüşleri yazsa sorun olmayabilirdi ama geleneksel İslam Gazali’nin görüşlerini önemli ölçüde paylaşır ve değer verir. Aynı Gazali İslam’da özgür düşüncenin temsilcileri sayılabilecek İbn Sina vb. filozofları yerden yere vurur, neredeyse lanetler. Gazali’den sonra gelen ve onu eleştiren İbn Rüşt ise geleneksel İslam’ın dikkate bile almadığı bir kimse olarak kalır.
Şimdi İslam tarihi özellikle Gazali’den sonra kaç tane büyük filozof çıkarmıştır? Çıkan büyük düşünürlerin hemen hepsi din âlimidir. Bunun dışında önemli bir filozof veya düşünür bulmak hemen hemen imkânsıza yakındır.
Ama biz başka İslam’dan söz ediyoruz denilebilir. O zaman bunu söylemek ve geleneksel İslam ile hesaplaşmak gerekir.
“Artık ben bu laikliğimi, özgür yaşamımı kendi mücadelemle kazanacağım, öyle cumhuriyet mitinglerinde olduğu gibi ordu ve bürokrasi destekli veya onların ideolojik veya politik gücüyle sokağa çıkmayacağımın kabulüdür. Bunun zaten bir işe yaramadığı, bunun tam tersine AKP’nin zihniyetini güçlendirdiği ve zaten devletin laiklik anlayışının bugün AKP’yi yarattığı ortada. Doğal olarak artık yukardan bir burjuva aydınlanması olarak bir laiklik mücadelesi yok.”
Bence olgu çok güzel belirlenmiş… eklenmesi gereken ….”NASIL”
****.. nasıl bir eğitim..yöntem… SÖYLEM…
daha da berbat olan.. saflar giderek öyle katılaşmış ki… “karşı taraf” gücünün de sarhoşluğu içinde en bilgece yaklaşımlara bile “çürümüş çöp” muamelesi yapacak… Korkarım artık yeni bir laiklik için bile çok geç! Federal yönetimleri tartışmak gerek.. Yeni paradigma!
Sivil itaatsizlik ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife
TURGAY YAVUZ*
18 Ocak 2015, Pazar
Gabriel Tarde “Milleti gazeteler ortaya çıkarır” der. Bugün Türkiye’de siyasal iktidar elinde bulundurduğu yazılı ve görsel medya gücüyle yeni bir ulus inşa etmektedir.
İktidar medyası seçtiği haberlerle halkımızın zihin dünyasını yeniden şekillendiriyor. Bir merkezden üretildiği belli olan haberler gazetelere, TV’lere ve internet medyasına servis edilerek iktidar merkezli bir gerçeklik üretilmektedir. Bu mecralarda yapılan yayınlar ile halkımıza dünya standartlarının ötesinde bir Türkiye algısı sunulmaktadır. Bu algının gerçek olmadığı son zamanlarda yapılan birçok araştırma ile doğrulanmasına rağmen TV’nin “algı üretme” gücü kullanılarak, bu algıya muhalefet eden herkes ötekileştirilmektedir. Bu durum ötekileştirilmekle kalmamakta iktidara muhalefet etmenin İslam dışı olduğu söylemi üretilerek halkımızın kanaatleri iktidar merkezli biçimlendirilmektedir.
Oysaki İslam toplumlarında muhalefet İslam tarihi boyunca her dönemde çok canlıdır. Halkın yönetimden memnun olmadığı her dönemde halka önderlik eden manevi şahsiyetlerin liderliğinde toplumsal bir muhalefet İslam toplumlarında şekillenmiştir. Bu muhalefete öncülük eden karizmatik kişiler aldıkları tavırlardan dolayı çoğu zaman işkence ve baskılara maruz kalmışlardır. Bu alimlerin önde gelenlerinden birisi de İmam-ı Âzam Ebû Hanife’dir. İslam düşünce geleneğinin bu büyük kurucu aklının yaşadıklarının Batı dünyasında ortaya çıkan sivil itaatsizlik eylem biçimi bağlamında ele almanın zorluğunun farkındayız. Ayrıca tek bir örnekten yola çıkarak sivil itaatsizliğin İslam toplumlarında bir gerçeklik olarak var olduğunu savunmanın dezavantajının gerçekliğini de biliyoruz. Yani tarihsel varoluşu tek modellemeyle anlatmanın genelleştirmeci ve toptancı bir öngörü olacağını kabul ediyoruz. Buna rağmen sosyal bilimlerde ilkeler bazında genelleme yapmanın da kavramsal bir değeri olduğunu düşünüyoruz.
Bilginin onuru
Sivil itaatsizlik kavramı Batı dünyasında ortaya çıkmasına rağmen iktidara karşı meşru çerçevede kalarak, şiddete başvurmadan vicdani ve ahlaki bir motivasyon ile alınan bir tavır alış olmasından dolayı hukuki ve kültürel temellerinin İslam düşünce geleneğinde varlığı tartışılmazdır. Bu vicdani ve ahlaki tavır alışın en iyi örneklerinden birisinin İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin şahsında merkezileştiği bir gerçektir.
İmam-ı Âzam Ebû Hanife M. 699 yılında Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan hilafeti döneminde Küfe’de doğmuştur. Küfe’de Amr bin Hurays Çarşısı’nda büyük bir mağazada ipek kumaş ticareti ile uğraşmış, bu uğraşıları ile elde ettiği gelirle ev ve araziler satın alarak zengin bir tüccar olmuştur. Ticaretteki keskin zekasının farkına varan dostları onun ilim ile ilgilenmesini tavsiye etmişlerdir. O da birtakım tereddütler sonucunda fıkıh ilmini öğrenmeye karar vermiştir. Böylece o dönemde var olan İslam düşünce geleneğinin en önemli kurucu okulları olan ve devletten bağımsız var olmayı başarmış ders halkalarından birine katılmıştır. Bu ders halkasında kendisine 18 yıl boyunca Hammad’ı üstad olarak kabul ederek ondan fıkıh okumuştur. Fıkıh ders halkasının dışında birçok farklı ders halkasına katılarak değişik ilim dallarında uzmanlaşmış üstadlardan dersler almıştır. Bununla yetinmeyerek ilim amaçlı seyahatler ederek, farklı İslami ekolleri tanıyarak, onlardan bilgi edinerek düşünce dünyasını zenginleştirmiştir.
Üstadı Hammad’ın ders halkasında bulunduğu dönemden itibaren keskin zekası ve yeni geliştirdiği usul kuralları ile meşhur olmuştur.
İmam-ı Âzam’ın fıkıh ilminde meşhur olduğu dönemde Emevi iktidarı sosyal, siyasal ve ekonomik bir çöküş dönemindeydi. Bazı Batılı araştırmacıların belirttiği gibi bu dönemde yeni konulan ek vergiler ile ekonomik canlılık bitirilerek halk üretim yapamaz hale getirilmiştir. Emeviler yaptıkları fetihlerin ve sarayların masraflarını yeni vergiler koyarak halktan karşılamışlardır. Ayrıca vergilerin başlangıçta Hz. Ömer’in koyduğu düzene sadık kalınmadan usulsüz bir şekilde toplanmaya başlanması halkta büyük hoşnutsuzluk oluşturmuştur. Bu koşullarda Irak’ta vali olan İbn Hübeyra halkta oluşan bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için dönemin meşhur alimlerini devletin kontrolü altına almaya karar verir. Bu alimleri kendi kontrolü altına almanın yolunun onlara devlette bir görev vermekten geçmekte olduğunun bilincindedir. Bugünkü siyasal iktidar da aynı yöntemi kullanarak kendisine alternatif olacak bütün muhalefet unsurlarını kendi bünyesine katmış ve bu kişilere çeşitli ulufeler ve makamlar dağıtmıştır. Bu makamları ve ulufeleri alan kişiler önceki söylem ve tavır alış tarzlarını değiştirerek bugün kendilerine yakışmayacak tarzda yeni pozisyonlar ile halkımızın karşısına geçtiklerini görmekteyiz. Bu kontekste tekrar büyük imama dönecek olursak; Ebu Hanife’nin kendisine teklif edilen hiçbir görevi kabul etmediğini görürüz. Çünkü İbn Hübeyra’nın kendisini yapacağı haksız işler için köprü olarak kullanacağının farkındadır. Ayrıca o iktidar sahiplerini ahlaklı ve vicdanlı bulmamaktadır. İzzetine düşkün bir ilim adamının bilgisini bilgisiz kimselere satamayacağını düşünmektedir. Günümüzde ise birçok akademisyen, gazeteci iktidarın borazanlığını yaparak ve iktidarın hukuksuz uygulamalarını çeşitli devlet görevleri karşılığında meşrulaştırarak aklını ve akademik kariyerini iktidara teslim etmektedir. Oysaki gerçek bilgi sahibi kendini iktidara teslim etmez. Onun yaptığı haksız icraatlar karşısında durarak onunla hesaplaşmayı kendisine bir görev olarak görür. Bilginin onuru iktidar-akademi ilişkisinde ahlak ve vicdan üretmeyi gerekli kılar. Gerçek alim iktidar karşındaki tutum ve davranışlarındaki ürettiği ahlaki tavır alışla ortaya çıkar. Tavır alışlarımızda epistemolojik var oluşumuz saklıdır. Batı dünyasında üniversite iktidar karşında mesafesini koruyabildiği için bilgiyi üreten gerçek özne olmayı başarabilmiştir. Bu gerçek özne ABD’de 18 milyon bilimsel makale üretebilmiştir. Bu oran bizim üniversitelerimizde 57 binde kalmıştır.
İmam-ı Âzam gerçek ahlaki ve vicdani bir özne olarak Emevi valisinin bu teklifini kabul etmemiştir. Bunun sonucunda da dayak ile cezalandırılmıştır. Birçok kaynak onun ölmesinden korkulduğu için Vali İbn Hübeyra tarafından serbest bırakıldığını yazar. Serbest bırakılan İmam Küfe’den Mekke’ye kaçar. Hilafet Abbasilere intikal edinceye kadar Mekke’de kalır.
İslam toplumu ve ortak akıl kültürü
Hilafet Abbasilere geçince İmam’ın sivil itaatsizlik olarak tanımlayacağımız tavır alış tarzı devam eder. Abbasi halifelerinden Ebu Cafer el-Mansur kendisine biat etmesini istediğinde Mansur’un hilafetini Müslümanların meşveret ve icmasına dayanmadığı için gayri meşru olarak görür. Bu yüzden Mansur’un kendisine teklif ettiği kadılık görevini kabul etmez. Ayrıca Halife Mansur kendisine birçok defa hediye göndermiş fakat büyük imam bu hediyeleri onu ve yönetimini meşru ve hukuki görmediği için kabul etmemiştir. Çünkü halifeden hediye kabul eden kişiler haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı susmaktadır. Rivayetlere göre halife tarafından kendisine hediye gönderildiği zaman baygın gibi sabaha kadar kimse ile görüşmemiş ve konuşmamıştır. Şimdiki zamanlarda ise devlet görevinde olan bazı kişiler belli menfaatler karşısında bazı sivil kişilerden hediyeler kabul etmekte ve bu hediyelere dini kılıf aramaktadır. Oysaki her vicdanlı insan bilir ki devlet görevindeyken alınan her hediye bir menfaat karşılığıdır.
Abbasi valileri bazı kanunsuz ve gayri meşru işlerine hukuksal kılıf giydiriyorlardı. Bunun için de toplumda manevi otoritesi olan alimleri kullanıyorlardı. Birçok alim ve hukukçu o dönemde valilerin bu gayri meşru hukuksuz işlerine karşı duramamıştır. Bu yüzden o dönemde bir fıkıhçı için “kadılık ile imtihan edildi” sözü meşhurdur.
İmam-ı Âzam ahlakın, hukukun ve vicdanın kabul etmediği hiçbir eylem içinde olmamış, bu tür istekler karşısında pasif direniş göstermiş, kendisi göstermekle kalmamış öğrencilerini de hukuk içerisinde pasif direnişe teşvik etmiştir. Bugün iktidar medyasının topluma dayattığı “Her kesimin iktidarın hegemonyasında olması İslami bir gerçekliktir” algısı doğru değildir. İslam toplumu çeşitlilik içerisinde dengeye ve ortak akıl kültürüne dayanır. Eğer iktidarı elinde bulunduranlar toplumsal dengeyi ve ortak aklı görmezden geliyorsa İslam toplumlarında mutlaka hakikati haykıran ciddi zekalar ve alimler çıkmıştır. Toplumunun varlığı tehlikeye düştüğü anda bir alimin önderliğindeki toplumsal muhalefet toplumu sağlığına kavuşturmak için var gücüyle gerçeği halka göstermeye çalışmıştır.
Bugün Hizmet Hareketi’nin ortaya koyduğu muhalefet tarzı bir ortak akıl gerçekliğinin ve vicdani bir derinliğin gerekliliğinden doğmuştur. O yüzden toplumsal ve hukuki temelleri bütün bir geleneğin vicdanlı insanlarının tavır alış tarzlarının toplamından oluşmuştur. Evrensel idealler doğrultusunda ve bazı manevi ve ahlaki değerleri gerçekleştirmek için siyasal iktidarı etkilemeye çalışmaktadır. Bu tür bir muhalefet tarihin, vicdanın ve evrensel ilkelerin tanıdığı sosyal haktır.
*Editör-Yazar
http://www.zaman.com.tr/yorum_sivil-itaatsizlik-ve-imam-i-azam-eb-hanife_2271755.html
Sırrı Öztürk
FİNANS-KAPİTALİN AZINLIK CEPHESİNİN ÇATLAKLARINA NASIL KAMA SOKULUR?
“Saraylarınızla servetleriniz bizden çaldıklarınızdır!”
NATO’cu, PENTAGON’cu, CIA+MOSSAD+MİT bağlantılı uluslarötesi finans-kapitalin “yüksek” çıkarlarını koruyup kollamakla görevli sağlı, “sol”lu burjuva siyasî partilerinin, devlet tekelci kapitalizminin, tekelci militarist polis devletinin, azınlığın çoğunluktaki sömürülen ve ezilen işçi ve emekçi halklarımız üzerindeki diktatörlüğünün nasıl bir kriz içinde olduğunu görüyoruz. Her sosyal olay ve olguda örneklenen bu krizi tarihsel/sosyal/sınıfsal haklı gerekçelerimizle, sınıfsal kinimizle tiksinerek izliyoruz. Tarihsel, ulusal, sosyal, sınıfsal çelişki ve çatışkıların giderek çoğalıp yaygınlaştığı bir Bölgede yaşıyoruz.
Sıkça tekrarladığımız gibi: “Yaşadığımız coğrafyadaki gündem yarım saatte değişebiliyor. Yakın ve Ortadoğu, Bölgemiz ve ülkemiz tekin bir coğrafya değildir. TC devletinin gündemini değiştirmek bizim elimizdedir. Yeter ki jetonlarımızı düşürüp devrimci politikada tutulacak sınıf ana halkasının ne demek olduğunu kavrayarak görebilelim…”
Âdeta bir özdeyiş yerine geçen bu satırlarımızı okuyan donanımlı ve değerli bir okurumuz ise, yazdıklarımızı daha da anlamlı kılmak için bir düzeltme yapıyor: “Ne yarım saati, bu gerici gündem yarım dakikada değişiyor!..” diyor.
Okurumuza hak veriyoruz.
TC devleti özelinde, burjuva iktidar partisi AKP ile öteki burjuva “muhalefet” partileri arasındaki kör dövüşü kıran kırana devam ediyor. Hem burjuva siyasî partileri arasındaki hem de kendi örgütleri içindeki çatlaklar giderek derinleşiyor. Bu çatlaklar arasına birer kama sokarak krizi daha da derinleştirecek, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın haklı talep ve ihtiyaçlarını dayatacak devrimci bir siyasî hareket ise henüz sahnedeki yerini alamadı.
Mevcut “sol-cenah” örgüt/grup/partilerinin ideolojik ve sınıfsal karakterleri bu türden görev ve sorumlulukları üstlenebilecek durumda değil. Burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akım temsilcilerinden bu türden tarihsel, ulusal, sosyal ve sınıfsal bir görevi üstlenmeleri ise elbette beklenemez. Bu onların görevi de değil.
Böylelerinde bu türden görevler beklenmediği için de “Komünistlerin Siyasî Birliği” diye devrimci/dönüştürücü bir şiarımızı kolektif çabalarımızla yükseltiyoruz. Politika sahnesindeki eksikliği gün geçtikçe daha fazla hissedilen, kurumsal merkezi disiplinli İşçi Sınıfı Partisi’nin gecikmeden yerini alması ve Komünistlerin Siyasî Birliği yolundaki çeşitli “İstişarî Toplantı” larımızı sürdürüyoruz.
Bu amaçla izlenecek yol ve yöntemleri arıyoruz. Çünkü işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın içindeki devrimci nüvelerin cüretini ve sosyal pratikte neleri yapmaya aday olduklarının anlamlı ve ilginç örneklerini de görüyoruz.
Devrimci hareketimizin bir seferberlik çağrısına/çabasına/hareketlenmesine ve örgütsel güvencesine kavuşmasına şiddetle ihtiyaç duyulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Gerek “Komünistlerin Siyasî Birliği” yolundaki mücadelede gerekse kurumsal merkezi disiplinli İşçi Sınıfı Partisi’nin kolektif çabalarla oluşturulması davasına bu kadar ihtiyaç duyulduğu bir sürece âdeta rastlanmadı.
“İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği” davası ve şiarımız ile “Faşizme Karşı Savaş Birliği” davası ve şiarımız da bugünkü kadar şiddetle hissedilmedi. Devrimcilerle Komünistler arasında olması gereken yaratıcı iletişim ve diyaloglar da ha keza bugünkü kadar somutta bu denli hissedilmedi. “Komünist Kadrolar Arası Enformasyon ve Dayanışma Ağı” örgütlenmesi de kendini bu kertede dayatmadı.
Program ve projeleri sosyal pratikte reddedilen burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akımlarla bilcümle umutsuz ve ufuksuz kimi “sol-cenah” örgüt/grup/partileri saatin rakkası misali bir sağa bir sola savruluyor. Onların devrimci hareketimizi bölüp parçalamaya yönelik sağlı “sol”lu oportünist ve kariyerist tavırları yalnızca sistemin/rejimin/düzenin devamına yardımcı oluyor.
Zaman ve mekândan kopuk, aşırı teorisizme, entelektüalizme ve dogmatizme kaymış olan kimi üniversite okumuş yarım-aydınlar ise kapitalist Batı’nın büyütüp beslediği Marksizm-Leninizm ve Bilimsel-Komünizm Öğretisi düşmanlığı çöplüklerinden aşırdıkları tez ve tahlilleriyle hem burjuvazinin değirmenine su taşıyor hem de ilerici saflardaki kafa karışıklıklarına katkı sunuyor.
Kürt ulusal hareketi (KUH) de elindeki bütün basın-yayın organlarında “Amerikan Sosyolojisi”, Sovyet ve Stalin düşmanlığına endeksli Frankfurt Okulu yetiştirmesi film, tiyatro, roman, “inceleme”, vs.’lere büyük yer veriyor. Harici Büro “TKP” döküntüleri KUH içinde ve “serbest pazar-piyasada” âdeta reyting yapıyor.
İşçi Sınıfı Partisi’nin ideolojik/sınıfsal/örgütsel öncülüğü ve güvencesinden yoksun bulunan işçi sınıfı ve emekçi halklarımız ise sosyal pratikleriyle sokağı kullanıyor. Talepleriyle öne atılıyor. İsyan ediyor, ayağa kalkarak gaspedilen haklarını talep ediyor. Grev, direniş, işyeri işgalleri, gösteri, yürüyüş vb. eylemlerini gerçekleştiriyor.
Fakat bu türden eylemler sistemi/rejimi/düzeni geri adım atmaya henüz zorlayamıyor. AKP iktidarı işçi sınıfına da KUH’un haklı talep ve ihtiyaçlarına da bir taviz vermedi. Vermeyecek. Çünkü politika sahnesindeki eksikliği günbegün öne çıkarak şiddetle hissedilen ve de AKP’yi buna zorlayacak İSP politika sahnesindeki yerini henüz alamamıştır.
Modern Burjuvazi metropollerde kümelenmiştir. Kapitalist anarşiyi kalbinden vuracak olan Modern Proletarya da çoğunlukla metropollerdedir.
Uluslarötesi tekelci sermaye güçlerinin desteğindeki kara gerici, ırkçı, faşist/faşizan AKP iktidarı zora ve kaba güce dayanarak sallantılı iktidarını sürdürüyor. AKP iktidarı kendisini vareden yasallığını ve sosyal meşruiyetini çoktan kaybetmiştir. TC devletinin A’dan Z’ye kadar bütün kurum ve kuruluşları çürümüş-çözülmüştür. Kitlelerin hoşnutsuzluk sesleri her alanda yükseltilmektedir.
Kaba güce ve zora başvurarak burjuva diktatörlüğünü sürdüren iktidarlar zorunlu olarak karşıtını da üretmektedir.
AKP iktidarının karşısında burjuvademokrat ve de sosyaldemokrat bir muhalefet dahi yoktur. Tekelci sermaye güçlerine kuyruk sallama yarışındaki CHP ile MHP Kemalist ve gerici “ulusal devlet” argümanlarıyla AKP ile demokrasicilik oynamaktadır. HDP ise, “burjuva demokrat” yeni bir “yüz” ile sistemin/rejimin/düzenin ihtiyaç duyduğu bir “siyasî parti” eksikliğini karşılamaya, emekçi halklarımızın özdeyişi ile “Hamamın kubbesinin olmayan namusunu kurtarmaya” soyunmuştur.
Burjuvazinin trenin makasını cömertçe kendilerine açtığı bir ortam ve düzende “sosyal muhalefet dinamikleri” olarak kendilerini tanımlayan “sol-cenah” grup/örgüt/partileri, şu aşamada iki kümede cem olmaya yönelmiştir.
Birinci kümede; çeşitli taban örgütlülükleri, gerillası ve burjuva parlamentosunu kullanan ve de bilirli bir oy potansiyeli bulunan KUH’un uzantısı HDP’ye tutunarak bir tarz-ı siyaset yapanlar cem olmuştur.
İkinci kümede; ne sosyal ne demokrat olan gerici burjuva CHP’ye tutunan daha özlü bir deyimle CHP’ye “koltuk çıkmayı” amaçlayan, burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akım temsilcileri ise, kendilerini “Birleşik Haziran Hareketi” (BHH) olarak tanımlayarak varlıklarını böylece sürdürmekte oldukları anlaşılmaktadır.
İkinci kümede cem olanlar 2013 Haziran ayındaki Gezi Parkı Eylemliliklerini sanki kendileri yaratmışçasına sağa/sola kibir ve gurur dağıtıyor! Bu türden akımlar kendiliğinden patlak veren bu eylemlere “namus belâsı” flama ve sloganlarıyla katılmış, yan yana dahi duramamış, bu eşsiz muhalefeti, bu eylemleri bir basamak öne çıkaramamıştır. Gezi Parkı Eylemleri içinde barındırdığı devrimci nüvelerin coşku ve cüretine rağmen, ideolojik, politik, örgütsel güvencesi olmadığından giderek sönümlenmiştir.
BHH kümelenmesinde cem olan burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akımları (“sol-cenah” örgüt/grup/partileri) çoğunlukla AB’nin “Kopenhag Kriterleri” ne endekslidir.
PKK-KCK-HDP örgütlülüğü hem uluslararası hem de ulusal düzlemde istediği adımları atmaktadır. Bu örgütlülüğün dışında duran ve kendilerini “Devrimci, Sosyalist, Komünist hatta Bolşevik” olarak tanımlayan ya da iddia eden örgütler PKK-KCK-HDP’nin siyasî tercihlerine, hata, yanlış ve yanılgılarına asla karışamamış yalnızca eklemlenmiştir. Yakın ve Ortadoğu’da, Bölgemizde ve ülkemizdeki “Kürd Sorunu” ile “Kürdistan Sorunu” yakıcı ve belirleyici bir sorun olarak önemini korumaktadır.
Komünistler bütün süreçlerde bu sorunlar karşısında asla sessiz kalmamış ve taraf olmuştur. “Ulusların kendi sosyal kaderlerini özgürce tayin ve tespit ile ayrılma haklarını” ikirciksiz, amasız, fakatsız savunagelmişlerdir. Komünistlerin güttüğü amaç ve ilkelerin en başında geleni: KUH’nin tercihlerinin emperyalist-kapitalist sistemin işine yarayıp yaramayacağı hususudur.
Çeşitli sokak hareketlerinde umutlandırıcı cüretleri, devrimci coşkuları, direngenlikleri sevinerek izliyoruz. Varlıklarımızı kütle hareketlerinin içinde buluyor ve görüyoruz. İşçi-Kitle, Köylü-Kitle, Gençlik-Kitle hatta Asker-Kitle çalışmaları yapan birimlerin arayışlarını, yol ve yöntemlerini destekliyoruz. Yaşadığımız coğrafyada da bulunan Şura, Ocak, Komün, Sovyet deneyimlerinin günümüzdeki uzantılarının giderek daha da etkili olmasına ve filizlenmesine çalışıyoruz.
AKP iktidarının saray/servet saltanatına karşı işçi sınıfının öncü kadroları bütün kütlesel çıkışlarında: “Saraylarınızla servetleriniz bizden çaldıklarınızdır!..” demeye başlamıştır. Bu sınıfsal ve ideolojik bilincin ete kemiğe bürünmemesi için kimi eloğulların hemen işbaşı yaptıkları da görülmektedir. İşçi Sınıfı alanlara çıktıkça ve bu türden anlamlı sloganlarıyla talep ve ihtiyaçlarını haykırdıkça devletten önce sahte, naylon ve çakma komünistler/solcular “cumhuriyet”, “laiklik”, “sosyal barış, demokrasi, halkların kardeşliği”, “ulus-devlet”, “millî-devlet”, “millî iktisat”, “Mustafa Kemalin Askerleriyiz!”, “tam bağımsız, fıstık gibi bir cumhuriyet” haykırışları ve “ulusalcı-nasyonal solcu” kimlikleriyle, gerici ve uğursuz projeleriyle bu ideolojik/sınıfsal uyanış ve yönelişleri çarpıtmaya giriştikleri görülmektedir.
Dr. H. Kıvılcımlı (kulakları çınlasın) 40 yıl önce “Aydınlık” diye öne çıkan campüs maocu akımları “CIA Sosyalizmi” olarak nitelemiş, Marksizm-Leninizm dışı avantürye takımını da o dönemdeki son derece şık üslubuyla uyarmıştır.
AKP iktidarı kütlesel çıkışlar karşısında korku ve telaş içindedir. Giderek siyasî iktidarını güvenceye almak ve daha da perçinlemek için daha fazla kaba güce ve zora başvurmaktadır. “Din kardeşliği”, “Millet/Milliyet kardeşliği”, “Kamu düzeni ve güvenliği” çığlıkları atan AKP iktidarının sınıfsal bir sosyal muhalefet karşısında kaçacak delik arayacağı gün gibi açıktır.
Komünist Kadrolar ise, “Şeriatçı-Laikçi” olarak temellendirilmek istenen sahte ve suni gündemi delmek ve aşabilmek için pratik örgütçü çabalarıyla “Sınıf Kardeşliği” şiarlarını yükseltip bilince çıkaracaktır!
TC devleti daha kurulurken “Komünizm Heyulasını” baş düşman olarak belirlemiş, Tarihî TKP’nin en ileri kadrolarını katletmiştir. Ardından baskı, sömürü, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla Kürd ve Kızılbaş-Alevi cenahımızın, bizlerin özgün ifadesiyle; “Üç K” larımızın katliam ve soykırımlarına girişmiştir.
Bu sürecin doğal uzantısı ya da ürünü olan gerici AKP iktidarı ise “Laikçi-Şeriatçı” suni ve sahte gündemiyle tekelci sermayenin diktatörlüğünü pekiştirmeye yönelmiştir. “Şeriatçı” geçinenlerin şeriatçı faşist, “Laikçi” geçinenlerin ile laikçi faşist olduğu görülmektedir. Emek-Sermaye ya da Proletarya-Burjuvazi uzlaşmaz temel çelişkisinin gündemin başına geçmemesi için ABD+AB+İsrail Siyonizmi üçlüsünün bu ikili saflaşmayı uzlaştırma çabası içinde olduğu görülmektedir. MGK’nın gizlenen “Kırmızı Kitabı” ise (birlikte ve paralel hareket ettikleri, yarın da birlikte hareket edecekleri bilinen), günümüzde kitleleri yanıltmak için başvurdukları ve de “baş düşman” olarak çeşitli cemaatleri gösterdikleri görülmektedir. AKP’nin birer uyanış içindeki kitleleri sahte ve suni gündem üzerindeki saflaşmalara zorladığı anlaşılmaktadır. İşaretlenen cemaatler arasında -paşa gönülleri bilir ama- RTE’nın mensubu olduğu “Nakşibendî”ler yoktur.
Sistemin ne denli çürümüş ve çözülmüş olduğu burjuva politikacılarının kullandığı literatürlerinden dahi anlaşılmaktadır: “Avantalar-Yağmalar Cumhuriyeti”, “Kontrgerilla Cumhuriyeti”, “İmam Cumhuriyeti”, “Fıtrat Cumhuriyeti”, vs…
Komünist Kadrolar ise bilimsel, sosyalist literatürlerini şaşmadan dillendirmektedirler: Gezegenimizde uluslarötesi tekelci sermaye diktatörlüğü “demokrasi”, “cumhuriyet”, “liberalizm” tekerlemeleriyle işçi sınıfı ve emekçi halkları azınlık iktidarlarına, diktatörlüğüne kul-köle olmaya zorlamaktadır.
Başaramayacaklar. Aleyhimizdeki pek çok faktöre rağmen tarihsel ve sosyal haklılık ve iyimserliğimizle bütün burjuva diktatörlükleri proletarya diktatörlüğü ile yıkılıp tarihin çöplüğüne atılacaktır. Yeter ki Komünist Kadrolar ulusal ve uluslararası düzlemde örgütlü olarak; sınıfsal, ideolojik, politik, anlamlı ve ileri bir adım atsın…
1 Aralık 2014
http://sorunpolemik.com/SP/652/finans-kapitalin_azinlik_cephesinin_catlaklarina_nasil_kama_sokulur?/
ben de stalin düşmanıyım.
Stalin ve SSCB konusunda ben de sizin gibi düşünüyorum fakat onun dışında yazılanlar tamamen doğru bence. Birleşik Haziran Hareketi’yle ilgili olduğu için de paylaşmak istedim. Ayrıca Stalinizm’e doğru biçimde karşı olmak başka, İslamcı, Türkçü, liberal gericilerin ve bazı Kürt milliyetçilerinin emperyalist-kapitalist sisteme hizmet edecek biçimde Stalin düşmanlığı yapması başka birşey. Bu bakımdan haksız sayılmaz o konuda.
yani onlar söyleyince yanlış mı oluyor? Örneğin bir Türk milliyetçisi, Stalin’in Kırım halkını çoluk çocuk sürdüğünü söylese, bunun doğru olduğunu belirtmeyecek miyiz? Onlarda yanlış olan, Stalinizmle komünizmi ya da devrimi özdeşleştirmeleridir. Bu anlamda da stalinizme hizmet ederler tersinden.
Stalinistler de söyleyince yanlış olmuyor. Stalinistlerin de, mesela Taha Akyol’ların, Mustafa Akyol’ların Anti-Stalinizm’ini eleştirmeye hakkı vardır.
Alper Taş ‘laiklikle’ ilgili önemli bir şeyler söylemiş.
Tabii söylemek mesele değil, önemli olan uygulamadır.
Lenin de çok şeyler söylemişti ama söylediği şeylerin çok defa tersini yaptı.
Marx da bir ton laf etti, kendisinin geliştirdiği bilimsel sosyalizm teorisinin daha bilimsel, doğru olduğunu söyledi. Çok fazla iddialıydı. Çok büyük söylemlerde bulundu. Onun izinden gidenlerin çoğu bu büyük söylemlerin çok fazla gölgesinde kaldı.
Yani söylemek mesele değil, uygulamak önemli ve belirleyicidir. Lenin gibi büyük laflar söyleyip bunların tersini yapmak ise övülecek bir meziyet değildir.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/dip-bildirisi-hdp-bhh-ve-butun-sosyalistler-genel-secime-birlikte-girmeli
Açıklanıp da ben kaçırdıysam bilemem. Ama BHH’nin bir kültür sanat politikası var mı? İçindeki adamların eski tas eski hamam olması beni çok endişelendiriyor. Yarın öbürgün biraz güçlenince bu Doğan Hızlanlar Selim İleriler Semih Gümüşler çöreklenecekmiş gibi duruyor. Bu konu siyasetten daha önemsiz değil.
BHH’nin ağır toplarından Merdan Yanardağ noktayı koydu ve “Türk bayrağının altında toplanıyoruz” dedi. Bayrağın hazır mı gün.
Evet hazır. CNT-FAI anarşist bayrağı. 🙂
“Takkeli Başbakan” haberi yapan papyonlular
Cemile BAYRAKTAR
Yeni Şafak
Mevzu malum; papyon, mini etek…
İsmi lazım değil vatandaşın biri, bir televizyon kanalında şöyle buyurmuş:
“Papyon Mustafa Kemal’in emanetidir. Mustafa Kemal de takardı. Saçınıza bakımına, kıyafetinize dikkat edeceksiniz. Tertemiz olacaksınız. Cumhuriyet kadınısınız, erkeğisiniz. Öyle kalacaksınız. İnadına mini etek giyeceksiniz, inadına dekolte giyeceksiniz arkadaş.”
Bildiğim kadarıyla papyon Mustafa Kemal’in emaneti falan değil. Zannediyorum papyonu ilk kullanan İngiliz kraliyet ailesinden 2. Corrock Joseph yani bir emanet varsa ve Corrock’un emanetidir. Bu minvalde malum şahsa çok daha fazla yakışacağını tahmin ediyorum. (Gerçi malum şahıs “Papyonu moda haline getiren kişi ünlü İngiliz şair Lord Byron idi” demiş vaktiyle…)
Diğer bir husus da inadına giyilmesi gereken mini etekler ve inadına tercih edilecek dekolte. Dileyen dilediğini giysin, alakadar olduğum bir konu değil olunmamalı da ancak malum zihniyetin kimin ne giyeceği konusunda oldukça ısrarcı ve faşizan bir tavrı olduğu malumdur.
Atatürk’ün mirasçısı, emanetçisi olduğunu ilan eden malum şahsın zannediyorum şapka takmadığı için asılan İskilipli Atıf Hoca’dan, çarşaf giydiği için asılan Şalcı Bacı’dan haberi vardır. Şükredelim ki bu mirasyedi zihniyet, artık bir miktar revize olmuş ve tercihleri “inadına” anlayışı ile dayatmaya başlamışlar, yoksa düşünsenize bu miras yedilik mini etek giymeyen, dekoltesi olmayan kadınları ortadan kaldırmaya bile kalkabilirdi.
Müslüman bir coğrafya olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye kurulurken Osmanlı ile kültürel ve dini bağları totaliter ve jakoben bir tutumla kopartıldı. Bunun yoğun bir şekilde propagandasının yapıldığı eğitim kurumlarından geçen birçok Türkiyeli, kendi tarihinden nefret eden ve utanan tipolojilerin olarak ortaya çıktılar. Bu derinlemesine düşünmekten aciz tipolojiler, ilericiliği ve modernleşmeyi yalnızca “görsel” olarak intihal etme sandılar, buna bağlı olarak en temel argümanları “soyunmak” üzerinden kuruldu. İşte son tahlilde ortaya “inadına mini etek giyeceksiniz” diyebilen bir tür çıktı.
Mevzunun diğer tarafında bir gazete var. Malum gazete bir haber değeri taşıdığını düşünerek, bir cenaze törenine katılan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başında takkeyle fotoğrafını paylaşıyor ve habere “Takkeli Başbakan” başlığı atıyor. Bunun haber değeri nedir? Bir cenaze namazında Başbakan Davutoğlu’nun takke takmasından yana rahatsızlık duyulmuş, bu belli, artık “laiklik elden gidiyor” başlığı atamadıkları için olsa gerek, “olay var” iması geçiyorlar.
Her durumda Türkiye’deki dindar Müslüman kesimi, akılcılığın karşıtı ilan eden, dogmacı ilan eden bahsettiğim zihniyetin kendi duruşlarına dair bir kez olsun herhangi bir özeleştirisine şahit olmamışızdır. Bir asır evvelinin merkezi insan olan kararlarını bin yıl sonrasına taşımaya oldukça hevesli bir kitleden bahsediyorum. Evet, bu kitle düşünmeyi, yorumlamayı, akılcılığı öneriyor ve dayatıyor ancak aynı kitle “inadına” anlayışıyla aklı, düşünmeyi, sorgulamayı ortadan kaldıran, muhatabına göre konum alan bir duruşu tercih ediyor.
Mesele elbet bununla da sınırlı değil; ne diyor malum şahıs “inadına mini etek giyeceksiniz, inadına dekolte giyeceksiniz!” Kimin inadına, neyin inadına? Kim kime bu ülkede zorla örtü yahut tesettür dayatmış da onun inadına böyle bir tepki vereceksiniz?
İşte bu “inadına” anlayışı hem bir psikolojik travmanın tezahürü hem de bir algı operasyonu. Yıllarca “dinciler bizi zorla örtecek, kesecek” yalanının ve korkutmasının sonucu olarak Müslüman dindar kesime karşı zenofobi içinde olan bu kesim, zaman sonra bu gerçek olmayan iddialarına inandı. Zenofobilerinin olağan sonucu olarak bir takım sanrıya dayalı tepkiler veriyorlar. Oysa anlamaları gereken mühim husus; kendilerinin, kendileri gibi olmayanları zorla açmak, hayatın dışına itmek, şiddet uygulamak ve idam etmek gibi tavırlar içinde olduğuydu.
“Takkeli Başbakan” haberi yapan papyoncu zihniyetin; yerinde sayan, inadına konum alan, içler acısı kısa öyküsü budur, hepimize geçmiş olsun.
http://duzceyerelhaber.com/cemile-bayraktar/31938-takkeli-basbakan-haberi-yapan-papyonlular
Küfürlü mesajları ne yazık ki koyamıyoruz.
Genel Müdürlük seviyesinde resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı olan, üç bine yakın resmî İmam-Hatip okulu olan, bir yığın resmî İlahiyat fakültesi olan, devlet bütçesinden maaş alan yüz bin imamı, yüz bin camii olan, müftüleri vaizleri müezzinleri olan bir sistem elbette laik değildir, laikliğin karikatürüdür.
İslam Vakıfları devletin kontrolündedir. Böyle laiklik olur mu?
Bugün birtakım yazarlar çizerler laiklik elden gidiyor diye feryat ediyor. Onlara sormak lazım: Olmayan bir şey nasıl elden gidiyor?
Türkiyede laiklik, M. Kemalin ölümünden sonra fabrike edilmiş resmî ideolojiyle, faşist vesayet sistemiyle özdeş hale getirilmiştir.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Islam_Dusmanlarinin_Laiklik_Heyulsi/23375
TÜRKİYE PARTİSİ VE TÜRKLEŞME!!
Kuzey Kürdistan halkı Türkleşme değil, kendi doğal haklarını istiyor. Kürdistan genelinde süren bu sürece karşı konulamaz.
Güney ve Batı da bağımsızlığa doğru giden süreç daha da hızlanırken, Kuzey’de başka hedefler ortaya koymanın bir anlamı yoktur.
KUZEY KÜRDİSTAN ve PARÇALAR SORUNU!
Kürdistan’da, düşman devletlerin kontrol ettikleri bölgeler arasındaki koordine eksikliği her zaman büyük bir sorun oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor..! Kürtler’in düşmanları tarafından kullanılan en büyük zaafları, onların ulus devletlerin bilinen politikalarına alet olmalarıdır. Türklerin 1923’de kurduğu Ulus devlet, katliamcılığı yanında, IŞİD kafalı takiyyeci ahmak İslamcıların da Cumhuriyeti olmuştur.
Panislamist yeni Osmanlıcılık, eski Kemalizmle birleşerek, Kürtler’in en temel haklarını yok sayma sürecini devam ettiriyor. Adına barış süreci denilen bu Kürt alehtarı yol, Türkiye’nin bilinen eski böl yönet politikasının yeni bir biçiminden başka bir şey değildir
Parçalar aslında büyük bir sorun değildir. Günümüzdeki telekominikasyon araçları sayesinde bu durum bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bunu bahane eden İran ve Türkiye Kürdistanı’ın da ki bazı hareketler düşmanlarının oyununa gelmeye devam ediyorlar.
4 olabilir 10 da olabilir, önemli olan bölünmüş parçalar değil, belirleyici olan bunların, koordineli mücadele vermeleridir. Şü an Güney ve Batı ayağa kalkmış olmasına rağmen, İran ve Türkiye Kürtleri bilinerek bunlardan uzak tutulmaya çalışılıyor!!
Bu durum yine eski hikayeyi akla getiriyor! Palu-Genç Kürtleri isyan edince, Dersim Koçgiri kürtleri bunlardan uzak tutuldu. Koçgiri -Dersim Kürtleri isyan ettiğinde de, Diyarbakır kürtleri bunlardan uzak tutuldu. TC’nin devlet politikasıdır bu…
Kürdlerin bağımsızlıktan başka bir talebi yoktur. Genelde kürtler artık eskisi gibi değildir. Dünyanın her köşesinde yaşayan Kürdler bağımsızlık heyecanı yaşamaya başlarken, denenmiş eski taktikleri yeniymiş gibi yeniden ortaya sürmek, Kürtler için intihar anlamına geliyor!! Kürtler arasına sokulan mezhep ve parti kavgaları da etkisini kaybetmeye başladı. Alevi ve Sunni Kürtler, artık aynı saflarda mücadele ediyor. Kürtler, milli bir şuurla Kürt kimliği etrafında birleşiyor…Cihatçı örgütler ve onların sponsorları olan Türk ve Arap devletlerinin uyguladıkları kırımlar, Kürtleri birleştirmeye başladı!
Batı-Kürdistan’a işgal saldırılarında bulunan, bu İslamcılar, İŞİD ve El-Nusra çetelerin hemen hemen hepsinin uçakla ilk indikleri yer Türk şehirleri.
Uçaktan iner inmez, bu çeteleri ilk karşılayan, MİT görevlileridir. Bu çeteleri Rojava Kürdistan grup grup taşıyan Türk MİT elemanları, polis ve subayları. Grup grup taşıma, Türk devleti için kendi başına bir resmi çalışma haline geldi…
Bu küresel tetikçilere, Neo-Osmanlıcı, Yeşil Türkçü AKP hükümeti tarafından Kırşehir’den, Mêrdîn’e ve Halep’e kadar, askeri eğitim karargahları oluşturulmuş. Sahra hasteneleri kurulmuş. AKP, TSK, Polis ve MİT’in ortak koordinesinde, Yeşil Türkçü yayılmacılık için tüm kıtalardan toplatılan ve küresel tetikçi olarak kullanılan çeteler yeterli görülmüyor. Kürt hareketi daha da büyüyünce paniğe kapıldılar ve şimdi kendi tank ve topaları ile girmek istiyorlar.
Türkiye’de Kürtleri bölüp birbirine düşürmek için kullandıkları son kozları bitince, Cihat, tank ve topla tehdite başladılar…Türk devleti, tek bir amaçla bunu yapıyor. Erdoğan’ın hükümeti daha beterini yapıyor: İŞİD halifeliğin saldırılarına destek veriyor. Çünkü IŞİD ve Erdoğan’ın projeleri aynı: Rojava deneyini ezmek. Rojava Kürdistan’ında Kürt halkının diğer halklarla birlikte demokratik, eşit ve özgür bir temelde kendi iradesiyle kendi öz yönetimini kurması ve bir statü elde etmesini engellemektir amaç…
Kürtler arasındaki mentalite birliği giderek kuvvetlenmektedir. Daha önce asla birleşemeyecek gibi görünen Kürt halk tabakaları şimdi, kolaylıkla aynı saflarda mücadele veriyor!
Seçimler boyunca da sıkça “binyıllık kardeşlik”ten söz edildi. Erdoğan, kardeş, kardeş diyerek kulakları getirdi, bu tutmayınca sopayı gösteriyor. MGK, Suriye Kürtlerine karşı topunu tankını sınıra yığdırmaya başladı!
Hedef, Esat ve İŞİD diyorlar, ama gerçek olan odur ki, Kürtlere saldırma hedefi vardır…
Ne kardeşliği! Kardeşlik filan da yok! Sahici kardeşler, talep ve dileklerini pazarlık konusu yapmazlar. Hakkın gereğini, insaniyet halleri, vicdan ve hakkaniyetle teslim ederler.
Aynı ana, babadan olmayanların bir tek kardeşliği vardır, o da “kan kardeşliği”dir. Kan kardeşliği; gönüllü olarak kesilen parmaklardan damlayan kanın cilt temasıyla birbirine karışma kardeşliğidir. Eğer kan, düşmanca akıltılmışsa o akan ve dökülen kanın birbirine karışmasından kardeşlik oluşmaz. Olsa olsa kan düşmanlığı olur.
Bu ”kardeş” düşmanlar, Kürtleri kaybedeceklerini anlayınca artık son silahlarını da piyasaya sürdüler. Tekçi, retçi, inkârcı ve asimilasyoncu sistemin; sade Kürtlere değil, Ermenilere, Asuri-Süryanilere, Keldanilere, Rumlara, Ezidilere, Alevilere karşı onyıllardır uyguladığı suçların artıyor! Suriye Kürtlerinin başarıları karşısında zıvanadan çıkan TC, Nato’dan aldığı bütün silahlarını Kürdistan şehirlerine sürmeye başladı…
Herkes bağımsız ve özgürce yaşama hakkını kullanmalıdır. Suriye’ deki Alevi ve Hiristiyan halkları da kendi topraklarında bağımsız devlet kurma haklarına sahiptirler. Sahte devletler, uydurma sınırlarla bir yere varılamaz! Zoraki sınırlar içerisine sıkıştırılıp ezilen halklarla barış kurulamaz, tam aksine, halkların kendi iradelerine rağmen kurulan zoraki devletlerin kendileri bütün bu çatışmaların ana kaynağıdır, zoraki sınır ve devletler sonsuza kadar savaş demektir.
Aynı şekilde Türkiye diye adlandırılan alanda da başlıca 4 ayrı halk yaşamaktadır: Kendilerine Türk denilen Balkan ve Kafkas göçmenleri, her ne kadar Suriye ve Irak’dan farklı olduklarını idda etselerde, gerçek durum Suriye’ye çok benzemektedir. TC, Kürt, Laz ve Alevi halklarını, dağılmakta olan Irak ve Suriye devletlerinden daha az ezmemektedir. Suriye’de Kürtler otonomi elde etmişken, TC, bırakın bunu, hala dil ve isim konusunda 1. dünya savaşının kırmızı çizgilerini savunmaktadır.
Irkçı temelde kurulan TC, aslında Irak ve Suriye devletlerinden çok daha geridir. Irak’da, Kürt otonomisi, yarı resmi bir devlettir. Türkiye’de ise Kürtlerin hiç bir hakkı olmadığı gibi asimilasyon ve yoketme sürecine son hızla devam etmektedir.
Türk devleti, yıkılmakta olan Irak ve Suriye devletlerinin ayakta kalabilmeleri, veya onların yerine oluşabilecek yeni formasyonlarda, birincil derecede, Kürtlerin doğal haklarının yok edilmesini sağlayacak yapılanmalar için çırpınıp durmaktadır. Türkiye varını yoğunu buna yatırmaktadır…Bu anlamda TC, Ortadoğu’da Kürtlerin en büyük düşmanıdır.
Sevda Suner
ho56sk http://www.y7YwKx7Pm6OnyJvolbcwrWdoEnRF29pb.com