AYYUK – No.3, Ağustos, 2000

AYYUK

————————

(AAYYDÇE)

Anarşizm Adına Yapılan

Yanlışlara Dikkat Çekme Enstitüsü

————————

No.3, Ağustos, 2000

(Yanlışların Ayyuka Çıktığını hissettikçe çıkar)

—————————————————————

“Özgürlük Alanları” Yaratmak!

Anarşi dergisinin kendi yazılarında olsun, kendisine mektupla gelen AGF’nin yazılarında olsun, bir “özgürlük alanları yaratmak” lafıdır gidiyor. Anarşi ve AGF’nin kendi açıklamalarından, “özgürlük alanları yaratma”nın ne anlama geldiğini öğrenmeye çalışalım:

“Öyleyse, birlikte özgürce yaşayabileceğimiz, içerisinde mülkiyetçi düşünce ve davranışların olmadığı, hiyerarşinin hüküm sürmediği, sistemin üzerimizde yaratmayı amaçladığı (belki de yarattığı) kötü alışkanlıklardan kurtulabileceğimiz ve otoritenin yanından bile geçmediği alanlar yaratmalıyız.” (“Özgürlük Alanları Yaratıyoruz”, Anarşi, sayı:1, s.19)
“Her türlü iktidar mücadelesinden ve popüler olma kaygısından arınmış olarak yaratılması gereken bu özgürlük alanları, bizim aslında içinde olmayı reddettiğimiz, fakat çeşitli sebeplerle içerisinde bulunduğumuz okul, aile vs… gibi kavramları daha iyi sorgulamamızı ve buralardaki otoriter yaşama alternatifler yaratmamızı sağlayacaktır. Bu ‘özgürlük alanları’ hem insan ilişkileri açısından, hem de yaşam tarzı olarak ekolojik, komünal bir yaşama ne kadar yakın yaratılabilirse o kadar verimli ve motive edici olurlar.” (Agy, s.19)

“Sistemin ne olduğunu ve çarkların nasıl döndüğünü anlayan birey, artık varoluşunu sistemin dışına taşımaya karar verdiğinde, “sistemin içinde yarattığımız bu delikler” onun yaşam alanını oluşturacaktır. İşte sistem dışı ‘özgürlük alanları’ dediğimiz şeyin fonksiyonu ve önemi budur.” (Agy, s.19)

“AGF, kapitalizme karşı özgürlük alanları yaratmadan kapitalizme karşı olunamayacağının farkındadır. Bu nedenle AGF, zorunluluk alanına ait olmayacak, özgürlük alanında varolmayı gittikçe daha güçlü bir şekilde sürdürecektir.” (“Düşlemek ve Eylemek”, Anarşi, sayı:1, Kasım 1999, s.9)

“Kapitalizme karşı mücadele için oluşturulmuş otonomlar, bünyelerindeki bireyler için özgürlük alanları açmalı ve zorunluluk alanlarının sınırlarını bu özgürlük alanlarını çoğaltarak zorlamalıdır… Aslında bir zorunluluk alanı olan okulu yaşam alanı olarak kurgulayan otonom örgütlenme, bireyi okul çıkışında sistemin kucağına bırakmak zorundadır ki, bu da anarşist varoluşu çarpıtır.” (“Otonom Örgütlenme”, Anarşi, sayı:2, Mayıs 2000, s.40)
“Anarşist ütopyaya da uygun olarak, örgütlenmelerin temeli ‘yerellik’lerdir; bu yerellikler, genel mücadelenin de karakterini belirleyen ana dinamikler olacaktır. Yerel alanların özyönetimi (otonomi) esas alarak örgütlenmeleriyle, genel mücadele düzeyinde merkez ve hiyerarşi engellenmiş olacaktır.” (Agy, s.39)

“…samimi ve ahlaki bir anarşist varoluş, bireyin ilişkileriyle, tavırlarıyla, bedeniyle en ince ayrıntısına dek devrim olmasıyla mümkün olacaktır. Bunun yolunu açacak, bu koşulların oluşmasına zemin hazırlayacak bir örgütlenme için yaşam birlikteliği kaçınılmazdır… Mahallelerde örgütlenmek, anarşizmi doğduğu ve yakıştığı yere, yani sokağa yaymak için en iyi koşulları sağlayacaktır. Zorunluluk alanları, kapitalizmin bireye iyi-kötü sağladığı statüyü bireyin yeniden üretmesi ve böylece kendi toplumsal konumunu rasyonalize etmesi tehlikesini beraberinde getirirken… mahallelerde olgunlaşacak özgürlük alanları, bireyin soluk almasını, kendisiyle yüzleşmesini sağlayacaktır.” (Agy, s.40)

Öncelikle bir kavram kargaşılığı üzerinde durmamız gerekiyor. Anarşi dergisinin kullandığı, “özgürlük alanları”, “zorunluluk alanları” kavram çifti, aslında Marxizmin, “özgürlük dünyası” ve “zorunluluk dünyası” kavram çiftinden alınmıştır. Ne var ki, Marx bu kavram çiftini ortaya atarken herhangi bir mekân ya da alandan söz etmiyordu. Marx’ın bu kavram çiftiyle anlatmak istediği, insanlığın, meta ilişkilerinin belirlediği “zorunluluklar dünyası”ndan, meta ilişkilerinin ortadan kalktığı ve insanın “zorunluluklar dünyası”nın demir yasalarından kurtulduğu “özgürlükler dünyası”na doğru ilerlemekte olduğuydu. Ancak Marx, bunu söylerken, elbette, “özgürlükler dünyası”na ilerlemek için “zorunluluklar dünyası”nın yasalarının tanınması ve hatta özgürlüğe ilerlemek için kullanılması gerektiğini, daha doğrusu bundan başka çare olmadığını da ileri sürmüş oluyordu. Marx’ın, kapitalizmi kökten ortadan kaldırmak için devleti bir araç olarak kullanma fikri de, bu akıl yürütmenin bir sonucudur. Anarşizm, Marx’ın bu akıl yürütmesini reddetmiş ve meta ilişkilerinin belirlediği “zorunluluklar dünyası”nın içinde özgürlük mücadelesinin, ancak özgürlükçü araçlarla yürütülebileceğini ileri sürmüştür. Bunun ötesinde, anarşizmde, mekânsal bir “zorunluluk alanı” (Anarşi’ye göre fabrika, okul) ve “özgürlük alanı” (Anarşi’ye göre, en azından “özgürlük alanı” olmaya elverişli konumuyla mahalle) diye bir ayrım yoktur. Eğer illâ mekânsal bir özgürlük alanı aranacaksa, bu, hangi mekânda bulunursa bulunsun (ister okulda, ister fabrikada, ister cezaevi hücresinde) özgürlük ruhuna sahip bireyin kendisinden başka bir şey değildir. Çünkü meta ilişkileri ve tahakküm yasaları, yalnızca okul, fabrika vb. gibi üretim ve eğitim alanlarını değil, mahalle, ev vb. de dahil bütün yaşam alanlarını da içine alır ve kendine tabi kılar. Anarşizm, toplumun bütün hücrelerine sızmış sistemin kendisinden başka bir şey olmayan bu “zorunluk alanında”, bireye, (hangi mekânda olursa olsun) kendisi gibi diğer bireylerle birleşerek özgürlük mücadelesi vermesini önerir. Bu mücadele, fabrikada da, okulda da, mahallede de, evde de, cezaevinde de, kırda da, şehirde de verilmek zorundadır. Özgürlük, saksıda yetiştirilecek bir bitki değil, dayatma ve baskının en yoğun olduğu yerler (fabrika, okul, cezaevi, ordu) başta olmak üzere, her yerden fışkıracak, sistem dışı ve karşıtı bir alternatiftir.

Anarşi yazarları, yukarda eleştirdiğimiz anlayışlarına paralel olarak, kerameti bireyde, bireylerin iradesinde, birey topluluklarının mücadelesinde aramak yerine, mekânlarda arıyorlar ve bunun sonucu olarak “yerellik”i, “hiyerarşinin” engellenmesinin reçetesi olarak görüyorlar. Ne büyük bir yanılgı! Eğer küçük birimler, mahalleler ya da yerellik, hiyerarşinin ve merkeziyetçiliğin panzehiri olsaydı gerçekten, bu tür kötülükler şimdiye kadar kendiliğinden ortadan kalkmış olurdu. Çünkü, toplumun temeli yerelliğe dayanır. Yerel mekânlar, evler, mahalleler, aile vb. olmadan toplum, hayali bir şeydir. Ve toplumun hiyerarşik yapısı, bu en küçük birimlerde oluşan hiyerarşik yapılara dayanarak gelişmiştir. Şiddeti, herşeyden önce ev içi şiddetle, baba otoritesiyle, ana dayağıyla, büyük kardeş baskısıyla yaşarız. Tahakküm, ataerkil baskının beşiği olan evlerde, yerel cemaatlerde, mahallelerde mayalanır. İtaati, okuldan bile önce oralarda öğreniriz. Doğrudan insan insana her türlü baskı ve tahakküm ilişkisi buralarda yeşerir. Bu yüzden, yerel olunca iyi olur, “özgürlük alanları”nın yaşama koşulları en iyi mahallelerde oluşur demek saçmadır.

Gelelim, kapitalist toplumlarda “özgürlük alanları” denen şeyin, iradi olarak  yaratılıp yaratılamayacağına… Anladığımız kadarıyla Anarşi, 1970’lerin “süper devrimci”lerine benzeyen bazı “üstün” bireylerin kendi aralarında ev otonomları kurması yoluyla, her türlü tahakküm ilişkisinden arınmış “özgürlük alanları” ya da mekânları ya da “kara delikler” oluşturulabileceğini düşünmektedir. Oysa irade ile iradecilik arasında önemli bir fark olduğunu unutmamak gerekir. Anarşizm, bireylere iradelerini kullanmalarını önerir, ama iradeciliği hiçbir zaman önermez. Bireysel iradenin kullanılması ne kadar özgürlük yolunda ilerlemek anlamına gelirse, bireysel iradecilik de insanın kendi kendisine zulmetmesi, zorbalık uygulaması, bir püritan ya da kalvinist keşişe dönüşmesini getirir. İrade, zorbalığı delip geçen sivri bir kılıçsa, iradecilik, sonunda iradeyi de yıkan bir zulüm kamçısıdır. Hele küçük bir grubun toplu halde uyguladığı iradecilik, bir devlet aygıtının yapabileceği baskıdan çok daha büyük bir baskıdır bireyin üzerinde. Çünkü dışardan gelen baskının yerini, iç baskı, duygusal baskı, istenen, arzulanan baskı almıştır. Bu tür iradi çabaları kendine esas almış küçük grupların sonu, ya toplu intihar ya cinayet ya da tımarhanedir. Dostoyevski’nin Ecinniler romanı bunu çok güzel anlatır.

Üstelik bu tür iradeci küçük gruplarda otoritenin ortadan kalktığını, kalkacağını hayal etmek de çocukça bir düştür. Tersine, her türlü objektifliğin ortadan kalktığı, gruba bir tarikat bağlılığının sinmesinin kaçınılmaz olduğu ve herkesin birbirinin “yanlışını” gözetlediği, herkesin birbirinin polisi olduğu bir ortamda, neyin doğru neyin yanlış olduğunu dikte edecek ve diğerlerine kendi otoritesini dayatacak bir otonom zorbasının ortaya çıkması çok büyük olasılıktır. Tahakkümü ortadan kaldırma söylemi de pekâlâ bir tahakküm aracı olabilir.

Hadi bunların da olmadığını ve topluluğun meleklerden oluştuğunu farzedelim. Yine de özlenen “özgürlük alanı”nı yaratmak mümkün olamayacaktır. Çünkü insanlar, “bir lokma, bir hırka”yla da olsa yaşamak zorundadırlar. Ve bu dünyanın her köşesinde (elbette bahçelerden meyve hırsızlığı yaparak bir süre meta ilişkilerinin dışında yaşayabilirsiniz, bunu kabul ediyoruz) meta ilişkileri hakimdir ve para olmadan yaşamak mümkün değildir. Özlenen “özgürlük alanı” kendisini bu para ilişkilerinden nasıl arındıracaktır? Tamam, otonom içinde kardeşçe bir ortaklaşmacılığın sağlandığını kabul ediyoruz, evet ama bu otonom kendi yiyeceğini nasıl sağlayacaktır? İster istemez dış dünyaya bağlıdır, ister istemez dış dünyaya açılıp geçim parasını bulmak için sistemin kenarında köşesinde bazı kazanç yolları arayacaktır. Böyle ilişkilere girildiği zaman, bunun “özgürlük alanı” denen yere yansımaması mümkün müdür? En azından otonom, bazı üyelerini bu işe seferber ederek, kendi özgürlüğü adına onların özgürlüğünü çalmış, kısıtlamış olmayacak mıdır ve bu da, herşeyini bu “özgürlük alanına” adamış “özverili” bireyler arasında bir sürtüşmeye, çatışmaya yol açmayacak mıdır?

Çok “ahlaklı” bireylerin oluşturacakları otonomların, bundan üçyüz yıl önce yaşama şansı olduğunu kabul edebiliriz. Ama bugün, kapitalizmin Afrika kabilelerine bile sızdığı, kendini egemen kıldığı koşullarda bu mümkün değildir. Peki ne yapacağız o zaman?

Çözüm mekânlarda ya da saksı yetiştirmesi otonomlarda değil, bireylerde, bireylerin kapitalizme ve tahakküme karşı ortak mücadelesindedir. Yeni sektler yaratmak değil, bireyin olanca yaratıcılığını ortaya koyabileceği özgür, serbest, rahat, sorgulamasız, dayatmasız, akışkan mücadele ağları. Fabrikada, okulda, mahallede, cezaevinde, orduda, evde, sokakta, binada, bahçede, insanın olduğu her yerde! Yeni “süper devrimci”ler yaratmak değil, iradesine sahip çıkabilen “sokaktaki insan” olabilmek.

Gelecek sayı: “Efendisizler Öncü Partisi” üzerine

——————————————————————————————
Üniversiteler ve Burjuvalar Üzerine

Yazısına Haşiye
Bir arkadaşımın bana gönderdiği “Üniversiteler ve Burjuvalar Üzerine” başlıklı yazınızı okudum.

Anarşist düşünceleri pek bilmiyorum ve dolayısıyla anarşist düşünceler açısından pek katkım olmayacaksa da, yazınızın bende uyandırdığı tepki ve düşünceleri size yazmak istedim.

Belki yanılıyorum: yazınızca üniversite daha çok olumlu bir hava içinde alınmış gibi geldi. Tarih içinde bütün öğrenim kurumlarının hizmet ettikleri amaçlar bir yana, bu kurumların aslında ölü bilgi bankaları olduğu da bir yana, hiç değilse şimdi üniversite, gençleri, o hayat kavgası denilen rekabet dünyasına hazırlamaya hizmet ediyor.

– Burada eklemek isterim ki, bilgi ve üniversite birbirlerinden gece ve gündüz kadar farklı şeyler. Bilgi paylaşmak içindir. Üniversite biriktirmek içindir. (Marksistler bunda emek ve kapital görebilirler). Bu farkın tarihte en çarpıcı örneklerinden biri, 12. yüzyılda “Goliard”lar adıyla geçenlerle o zaman ve daha sonra kurulu (ve bir türlü yerinden kıpırdamayan) üniversiteler arasındaki farklar. Üniversite daha bilgiyi henüz tam özümlememiş (emmemiş, sindirmemiş) (ve kusmamış) olduğundan aradaki fark apaçık. Şematik olarak, biraz yer yer dolaşan sufi ve aşıklarla ulema arasındaki farka benzer. –

Peki bu hazırlıktan geçenler sonra ne yapıyorlar? Kuşkusuz büyük bir çoğunluğu, bazılarının sistem, bazılarının düzen (ben ona yaşam düşmanı demeyi tercih ediyorum) dedikleri mekanizmayı besliyorlar (veya yağlıyorlar).

İçerde kalanlar ne yapıyorlar? Yine büyük çoğunluğu, ilim, bilim, tarafsızlık adına aynı mekanizmayı yağlıyorlar.

Batı ülkelerinde üniversite öğreniminin görece çok daha yaygın olması, bu söylediklerimin ne kadar doğru olduğunu, sanırım kanıtlar.

Kimin ne olacağının belirsiz olduğuna gelince, asıl sorun, neden daima çok küçük bir azınlığın yetilerini ve gururlarını pazarlamadığı, bu taş gibi ölü (taşların iradesi olduğu ispat edildiğinden, belki üniversite veya düzen gibi ölü desem daha doğru olur) uykudan uyanabildiği; ve neden kimin uyanmış, kimin hâlâ uykuda olduğunu ayırt etmenin imkansızlığı. Örneğin bir burjuva aileden gelen Lenin, önce devrimci, sonra karşı-devrimci mi oldu? Yoksa her zaman karşı-devrimci mi idi? Yoksa o meşhur diyalektik taklaları mı attı? Yoksa bu koca seyir dünyasında yaşayan bizlerin yargılarımız, seyrettiğimiz filme göre mi değişiyor?

Kurban Teyze

————————

AYYUK

PO Box: 2474

London N8 UK

————————