İslamcı yazar Atilla Fikri Ergun gündemi BirGün’e değerlendirdiErgun, Türkiye’de bugün adına “yeni” denen her şeyin aslında eskisinin devamı olduğunu, Türkiye’nin “model ülke” olarak değil, ancak “modern sömürge” olarak nitelendirebileceğini söylüyor. Ergun’a göre, Türkiye’de Okyanus ötesi eksenli Teo-Faşist ve Teo-Kapitalist NATO’cu İslamcılık söz konusu.
İslamcı kesimi yakından tanıyan bir isimsiniz, AKP iktidarıyla birlikte İslamcı kesimde ne gibi bir değişim göze çarpıyor? Gelişmeler olumlu mu, olumsuz mu?
Öncelikle bugün kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirenlerin 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ilk nesil İslamcılarla, dolayısıyla İslamcılık düşüncesiyle uzaktan yakında bir ilgilerinin olmadığını belirtmemiz lazım. Elbette bunun niçin böyle olduğunu izah etmemiz gerekir. Birincisi, ikinci ve üçüncü neslin adalet, eşitlik ve özgürlük ekseninde bugüne kadar kendine özgü bir insan ve toplum modeli ortaya koyduğuna şahit olabilmiş değiliz. Manevî-ahlakî kaygısı olmayan, siyasetini Emevilerden devşirmiş, muhafazakâr modernleşme ideolojisini benimsemiş, ekonomi-politiğini de kapitalizmden almış bir düşüncenin topluma vereceği hiçbir şey yok. Bir başka ifadeyle muhafazakâr modernleşme ideolojisinin taşıyıcılığını ve sözcülüğünü yapan ikinci ve üçüncü neslin halka servet ve iktidar-perestlikten öte empoze edebileceği bir şey kalmadı. İkincisi, biraz önce vurguladığım nedenlerden ötürü Türkiye’de “İslamcılık” ve “İslâmî Hareket” aslında birer “mit”ten ibaret. İkinci ve üçüncü neslin sahip olduğu düşünce ve ortaya koyduğu pratikler İslamcılık olmadığı gibi, bu ülkede hiçbir zaman gerçek anlamda bir İslâmî Hareket de var olmadı.
Verili dünyayı aşamayan ve gücü -servet ve iktidarı- esas alan ikinci ve üçüncü nesil, Kur’an’a ve Peygamber’in Sünnet’ine ihanet ederek İslam’ın aslî kaynaklarından fiilen Teo-Faşizm ve Teo-Kapitalizm çıkardı. Deyim yerindeyse zorbalığın, ayrımcılığın ve yemlenmenin ilâhiyâtı, ikinci ve üçüncü nesilde mücessem hale geldi. Oysa tarih boyunca güce dayalı düşüncelerin tümü zulmedici olmuştur. İslâmî düşünce ve dünya görüşünün temel ilkesi ise ahlakîliktir ve bu ilke, herkes için adaleti gerekli kılar. Aynı şekilde ayrımcılığı reddetmeyen bir düşüncenin İslâmî olması ve devrimci karakter taşıması da söz konusu değil.
AKP iktidarındaki Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Ya da şöyle sorayım: Yeni dönemi nasıl okumak gerekir?
“Yeni dönem”in üzerinde ısrarla durmak gerekir diye düşünüyorum. Bu ülkede “yeni” denen her şey aslında eskisinin devamı. “Yeni dönem”, “yeni iktidar eliti”, “yeni dış politika”, “yeni zengin sınıf”, “yeni anayasa” vs. “Yeni dönem”de Türkiye, tıpkı eskiden olduğu gibi her yönden küresel hegemonyanın müttefiki. “Yeni iktidar eliti” de tıpkı öncekiler gibi kendi tarihine, kültürüne ve coğrafyasına ihanet etmekle meşgul. Dolayısıyla bu coğrafyaya sokulan tek hançer İsrail değil. ABD’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan -bazıları Türkiye’nin stratejik ortak değil, taktik ortak olduğunu söylüyorlar- AB’nin nikâhına almayı reddettiği Türkiye’yi de bu kategoride ele almak gerekir. Hiç şüphesiz Türkiye “model ülke” değil, “model sömürge”.
İçeride de durum farksız. “Yeni iktidar eliti”, dışarıda olduğu gibi içeride de Teo-Politik zeminde hareket ediyor. Ancak bu Teo-Politik zemin, Sünniliğe değil, ırk ve sınıf ayrımına dayalı olan Emevî Sünniliği’ne dayanıyor. Resmi ideolojiye en uygun olanı da bu zaten. Nitekim “yeni iktidar eliti”, “modern ulus-devlet” forumunu koruma yükümlülüğünü eksiksiz bir biçimde yerine getiriyor.
Buna karşın “İslamcılar” için yeni dönemde statükoyu savunmak kaçınılmaz. Dün 6. Filo’yu destekleyenler bugün iş başındalar. Dünün radikalleri de bugünün muhafazakârları haline gelip “yeni dönem”in servet ve iktidar sahipleriyle işbirliği yaptılar. “İslamcı” vakıf ve dernekler, platformlar, iktidarın yan kuruluşları olarak faaliyet yürütürken, yayın organları da muhafazakâr iktidarın, “yeni zengin sınıf”ın ve NATO’nun basın bültenleri işlevini görüyor. Sonuç şudur: Okyanus ötesi eksenli Teo-Faşist ve Teo-Kapitalist NATO’cu İslamcılık! Bu bakımdan Müslümanların, muhafazakâr iktidara, “yeni zengin sınıf”a ve NATO’ya hizmet eden mevcut “İslamcılık” belasından acilen kurtulmaları gerekiyor.Türkiye’nin “model ülke” olmadığını, “modern sömürge” olduğunu söylediniz. “Model ülke nitelendirmesi bir kurgudan mı ibaret?
Muhafazakâr iktidar, bölgede ABD’nin ve NATO’nun sözcülüğünü yapıyor. Bu bakımdan Türkiye sadece model sömürge değil, aynı zamanda taşeron. Bölgeyi de kendine benzetmeye çalışıyor. Belki bu anlamda bir “model” olabilir. Neo-Osmanlıcı emperyal dış politika bu amaç için yürürlükte.Bir nevi ABD ve NATO’nun getir-götür işlerinin yürütülmesi anlamına geliyor. Örneğin Davutoğlu son olarak İran’a gitti. Görünürde Türkiye adına, gerçekte ise ABD ve NATO adına gitti. Nitekim İran’da yayınlanan Şark Gazetesi’nin Davutoğlu’nun ziyaretiyle ilgili manşeti: “Aracı Tahran’a geldi” şeklindeydi. Hatırlarsanız, Davutoğlu Suriye ile yaşanan gerginlik sırasında da Beşşar Esed’i defalarca ziyaret ettiğini, ancak Esed’in uyarılara kulak asmadığını söylemişti. Bunun üzerine Esed, “Evet, her geldiğinde bize ABD’nin emirlerini iletti” diye cevap verdi. Bu iki örnek olayı bütünüyle izah ediyor.
Ayrıca Türkiye’nin neresi model? Adalet, eşitlik, hak-hukuk, adaletli gelir dağılımı, insan hakları, özgürlükler, düşünce ve vicdan hürriyeti gibi konularda ne gibi bir aşama kaydetmiş? 12 Eylül dönemini aratmayacak sayıda tutukla(n)ma vakası söz konusu. Üstelik şiir okuduğu için hapse giren bir Başbakan’ın ve geçmişte benzeri sıkıntıları yaşamış olan iktidar kadrolarının döneminde. 21. yüzyılda insanların kitap yazdıkları için hapse girdikleri bir ülkede yaşıyoruz. Hiç kuşkusuz bunda Avrupa ve ABD’nin büyük payı var. Zira Avrupa ve ABD, bölgede kendi kontrolü altındaki otoriter ve totaliter rejimler sayesinde tahakkümünü sürdürüyor. Bu sayede yaşadığımız coğrafyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürüyor. Dün de öyleydi, bugün de öyle. Sadece bu iş bugün birtakım farklı hassasiyetleri olan kadroların eliyle gerçekleştiriliyor. Bunun dışında arada hiçbir farklılık yok. NATO Üsleri İzmir ve İncirlik’te, Füze Kalkanı da Malatya’da. Değişen ne var? Eskiden Füze Kalkanı yoktu, şimdi Füze Kalkanı da var. Bu bir gelişme tabii. İlerleme kaydedilmiş(!).
Gelinen son nokta itibariyle AKP’ye umut bağlamış olan Müslümanların aldatıldıklarını söyleyebilir miyiz?
Aldatılmak ne kelime, tarihî bir “dolandırıcılık” vakasıyla karşı karşıyayız. Malum, “dolandırıcı”, “birini aldatarak onun malını veya parasını alan kimse”dir. Dolandırıcı, malını veya parasını aldığı kimseleri peşinde “dolandırır”. Hem iktidar hem de ikinci ve üçüncü nesil Türkiye İslamcılığı, Müslümanları “dolandırmış”tır. İktidar açısından konuşacak olursak, sözde bağımsız, özgürlükçü politikalar yürürlüğe konulacak, içeride ve dışarıda Türkiye’nin sorunları bir bir çözülecekti. AKP bu vaatlerle iş başına geldi ve üç seçim arka arkaya iktidar oldu. Ancak hiçbir vaadini yerine getirmedi. Aksine dışarıda ABD, Avrupa, dolayısıyla NATO eksenli dışa bağımlı politikaları sürdürdü. İçeride ise İttihat ve Terakki zihniyeti AKP eliyle varlığını koruyor, Kemalist icraatlar devam ediyor. Derin iradenin/siyasetin, İslamcı geçmişi olan AK Parti eliyle sistemi iyileştirme ve devletin ömrünü uzatma projesi başarısızlığa mahkûm. Yaşanan her olay Türkiye’nin sonunu hazırlıyor. Kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirenlere gelince: İkinci ve üçüncü nesil Türkiye İslamcılığı, “Tevhid, Adalet, Özgürlük” sloganları ve vaatleriyle yola çıkmış, müntesiplerini maddî-manevî her yönden iliklerine kadar kurutmuş, sonra da yarı yolda bırakıp servet ve iktidar sahipleriyle işbirliği yapmış, satmıştır. Müntesiplerine vadettiği hiçbir şeyi yerine getir(e)memiş, deyim yerindeyse “dolandırıcılık” yolunu seçmiştir.Son olarak Uludere (Roboski) katliamının hemen arkasından hükümetin Kenan Evren ve arkadaşlarının yargılanmasını gündeme getirmesini ve İlker Başbuğ’un tutuklanarak hapse gönderilmesini nasıl okuyorsunuz?
Aynen öyle. Birincisi Kenan Evren ve arkadaşlarının yargılanmaları söz konusu değil. Bu benim şahsi görüşüm tabii. Böyle okuyorum. İkincisi, sorulmayan sorular var: İlker Başbuğ’u tutukluyorsunuz da Büyükanıt’ı, hatta Çevik Bir’i niçin tutuklamıyorsunuz. 27 Nisan post-modern muhtırasını veren Büyükanıt dışarıda, Başbuğ içeride. 28 Şubatçılar da hâlâ orada duruyor. Kimi tutukluyorlar? 2002’den sonra görev yapmış olanları. Ki, benim tutuklanmalarına hiçbir itirazım yok. Her kim halk üzerinde tahakküm oluşturmaya kalkışmış ve birtakım yapılanmaların içinde yer almışsa hepsi tutuklansın. Lakin gündem saptırılıyor. Başbuğ yirmi gün önce niye yoktu gündemde? Uludere katliamına gelince; bu coğrafyada yaşayan tüm halklar “malum zihniyet” tarafından ezilmiştir, ancak zulümden nasiplerini en fazla alanlar Kürtler olmuştur. Güneydoğu (asıl adıyla Kürdistan) bir viranedir, halkının kimliği, dili, kültürü ve bilumum hakları inkâr edilmiş, yaşam hakkı elinden alınmıştır. Bu zihniyetin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşamak ise “en tehlikeli iş”tir! Ve biz, böyle bir zihniyetin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Devlet, küçük bir azınlık dışında toplumun hemen her kesimini kendisi için tehlike olarak görüyor. Mevcut devlet aklına göre herkes tehlike.
Uludere’de “demokratik bombalar”la “demokratik bir bombalama eylemi” gerçekleştirildi. Kafalarını kuma gömenlerin yaklaşımları ise utanç verici. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, açıkça bir devlet tasallutu, devlet diktası, devlet terörü ve devlet katliamıyla karşı karşıyayız. Böyle bir ülkede herkes bir gün “yanlışlıkla” öldürülebilir! Katliam bir devlet geleneği! Ve bu, sadece bu topraklara özgü bir durum değil. Dünyanın her yerinde bu iş böyle.Atilla Fikri Ergun kimdir?
1974 yılında İstanbul`da doğdu. Beyan, Gülistan, Değirmen ve Basiret dergilerinde ve İslami içerikli çeşitli internet sitelerinde 100’ü aşkın makale yazdı. 2009 yılında Beyan Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Özgün Duruş Gazetesinde Yayın Editörlüğü görevinde bulundu ve haber-analiz yazıları yazdı. 2010 yılında Adilmedya.com’un Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Yazar halen serbest olarak çalışıyor ve Analizmerkezi.com’da yazıyor.
Söyleşi: Ahmet Külsoy
yazarın ismi atilla fikret değil, atilla fikri.
Düzeltildi.
GÜNÜMÜZDE İSLAMCI HAREKETLER VE VARACAĞI YER
İslamcı hareketlerin günümüzde geldikleri düzeyi değerlendirirken, son 30-40 yılda geçen önemli olaylara bakmak gerekmektedir. 1978 yılında İran Şahı’nın düşüşü ve Humeyni önderliğindeki Şii karakterli dini hareketin iktidara gelmesi, eski Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte, işgale karşı direnişi dinci grupların başlatması, İslamcı hareketlerin gelişmesinde önemli bir dönemeç olmuştu.
Son yıllarda ise; Orta doğuda, genelde Arap ülkelerindeki (Arap baharı) toplumsal olaylar ve gelişen dinci hareketler son yıllarımıza damga vurmaktadır. Var olan çürümüş rejimlere karşı alternatif olma çabalarını farklı toplumsal kesimler, örgütlenme ve tavırları ile göstermektedirler.
Orta doğu’daki toplumsal çalkantılardan Ülkemiz Kürdistan da tüm parçalarıyla birlikte etkilenmektedir. Orta-Doğu’daki bu toplumsal çalkantılara damgasını vuran; genelde İslamcı hareketlerdir. Kürdistan’da ise eskiden beri bir İslamcı hareketin damarları vardır. Özellikle 12 Eylül Faşist Darbesi ile birlikte, Kürd sol-yurtsever hareketlerine karşı İslamcı grupların geliştirilmesi devlet eliyle yapıldı. Başarı da kazanıldı. Dini akımların eskiden Cami, Medrese ve bir kısım Tarikatlar çevresinde etkileri varken, yurtsever hareketlerin geriletilmesi karşısında bu İslamcı gruplar, geniş toplumsal zeminde kendilerini duyurmaya başladılar.
Kürdistan’da gelişen İslamcı hareketlerin bir kısmı, her ne kadar İslami söylem ve taleplerle donanmışsa da; Kürd yurtseverliğini de bünyesinde taşıyıp ulusal talepleri gündeme getirirken, diğer bir kesim ise; Kürd yurtseverliği ile uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığından, İslami kurallar ve yaşam biçimini dayatarak ümmetçiliği ve Arap kültürünü Kürdistan’a taşımak, diğer yandan da Türk-İslam Sentezi’ni de bünyesinde taşıyıp, Kürdlerin dinamik güçlerini yanlış hedeflere yönlendirmek amacındadırlar.
İslam dünyasındaki dinci akımlara şöyle bir baktığımızda; Uzak Asya’daki Filipin’lerden Atlas okyanusu kıyısındaki Fas’a kadar tüm dinci gruplar şiar olarak İslami, ümmetçiliği ana hedef almalarına karşın, İslamcı hareketlerin arka planında yeni bir Arap milliyetçiliği bulunmaktadır. Geçmişteki milliyetçi akımlar; Arap toplumunda çağımıza uygun değişimleri yapamadığından bir umut olamamışlardı. Bu yeni akım; İslam şiarını kullanıp diğer Müslüman halkların da karşı çıkamayacağı ve rahatça onları Arap milliyetçiliği için kullanma amacıyla karşımıza çıktı. Türkiye’de ise; eskiden beri Türk devletinin dinci grupları Türk-İslam Sentezi adı altında bir çerçevede tutmak için ve de Kürdistan’daki dinci hareketleri de etkileyip Kürdlük damarını körelterek elinden gelen her şeyi yaptığı bilinmektedir.
Önce geçmişteki Arap milliyetçi akımlarına bir göz atarsak, günümüzdeki İslamcı akımların arka planındaki Arap milliyetçiliğini daha iyi anlamış oluruz.
1. Paylaşım savaşı sonrası batılı güçler, özellikle İngiltere ve Fransa; dağılan Osmanlı devleti yerine cetvelle çizdikleri sınırlarla Arap dünyasını kendi aralarında paylaşıp Sömürge yönetimi kurmuşlardı. O dönem Araplarda milliyetçilik duyguları fazla gelişmediğinden, kabile reisleri ve Şeyh’lerle anlaşarak sömürge yönetimlerinde yer vermişler, bu kesimden gelenleri, militer ve sivil yöneticiler olarak yetiştirip kendine bağımlı yönetimler oluşturmuşlardı.
2. Paylaşım savaşı sonucu batılı güçler cetvelle çizdikleri irili ufaklı Arap devletlerine bağımsızlık(!) verip, yönetimi kendi yetiştirdiği Şeyh ve kabile reislerine bırakmışlardı. Bu dönem Arap milliyetçiliği kendini ulusal planda göstermiş, sömürgecilerin yetiştirdiği asker-sivil elit bu milliyetçiliğin başını çekmeye başlamıştı. Bu kesim aynı zamanda Şeyh ve kabile reislerinden destek almalarına rağmen yer yer de onlarla egemenlik için çatışmışlardı. 2. Paylaşım savaşı sonunda Fransız ve İtalyanlar; Libya, Tunus ve Cezayir’i terk etmeyince ulusal direnmeler başlamış, bu direnmeler Arap milliyetçiliğini geliştiren bir ivme olmuştu.
Batılıların yönetmesi için anlaştığı birçok monarşik Arap ülke yöneticilerinde belirgin bir Arap milliyetçiliğinden ziyade, kendi iktidarları önemliydi. Arap milliyetçiliği; Mısır, Suriye, Libya, Tunus ve Cezayir’deki asker-sivil elit arasında daha belirgindi. İlk Arap milliyetçiliğini ayakları üzerine oturtmaya çalışan Suriyeli Hıristiyan bir Arap olan Mişel Eflak olmuştur. Arap milliyetçiliğinin ilk çıkışındaki temasında; İslami şiarların yer tutmadığını görürüz.
Arap milliyetçiliğinin gelişmesini kamçılayan diğer bir nokta ise; İsrail devletinin 1948’de kurulması ve yüz binlerce Filistinlileri o topraklardan sürmesi oldu. Böylece Arap milliyetçiliği anti-İsrail temelinde gelişmeye başladı. Mısır’da Nasır hareketi, Suriye ve Irak’ta Baas hareketleri kendini gösterdi. Mısır’da Cemal Abdul Nasır önderliğindeki Nasırcı hareketi ile Suriye ve Iraktaki Baas akımları iktidarı askeri darbelerle ele geçirip Cumhuriyet adı altında diktatörlük yönetimlerini kurdular.
İsrail’le girişilen savaşların kaybedilmesi Arap milliyetçiliğini zedelemiş, ulusal gururları kırılmıştı. Ne Nasırcılık, ne Baas, ne de Kuzey Afrika’daki ulusal kurtuluş savaşlarını başarıyla veren Arap ülkeleri, Arap milliyetçiliği altında tüm Arapları bir çatıda toparlayabildiler.
1960’lardan itibaren Arap milliyetçiliğinin ana öğesi Filistin Sorunu idi. Filistinli hareketler; her ne kadar bir çatı altında toplansalar da, içlerinde her Arap devletinin kendine bağlı bir kolu vardı ve Filistin hareketini kendi denetimine alıp Arap dünyasında söz sahibi olmak isteyince, bir dönem sonra da Filistin sorunu Arap milliyetçiliğinin tema’sı olmaktan çıktı.
Arap milliyetçileri, Filistin davası yerine yeni bir tema olarak İslam’ı kullanmak istediler. Zaten İslam dini; Arap dili ve kültürü ile yoğrulduğundan hiç bir zaman Arap milliyetçiliğinin dışında olmadı. Ayrıca anti-semitizm her zaman İslam dünyasında vardı.
Hâlbuki Arap milliyetçiliği; kendi iç dinamiklerine dayanıp, kendi ülke halklarının bağımsızlıklarını, yer altı ve yer üstü kaynaklarına hâkim olmaları, toplumunu eğitip demokratik değerlerle yetiştirecekleri, modern bir devlet kurumları oluşturacakları yerde diktatörlük peşinde koştular. Bazen İslami değerleri bazen de popülizmi öne çıkarmaya başladılar. 22 Arap devleti arasında hiç bir zaman ortak bir Arap ulusçuluğu olamadı.
İslami öğenin öne çıktığı ilk Arap milliyetçi hareketi Mısır’da başladı. İlk teorisyenleri Hasan El Benna ve Seyyit Kutup olup, Arap milliyetçiliğini İslami öğelerle yeniden farklı bir şekilde organize etmeye başladılar. Gerek El Benna, gerek se Seyyit Kutup Nasır rejimi tarafından tehlikeli bulunup öldürülünce, Arap dünyasında efsane olmaya başladılar ve Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütü piyasaya çıktı.
Arap ülkelerinde iktidarda bulunan birçok şeyhler, krallar, emirlikler ve diktatörler arasında bu İslamcı akımla uyum içinde olanlar olmasına rağmen, çoğu kendileri için tehlikeli görünce zor kullanarak imha etmek istediler. Çünkü bu diktatörlerin elindeki Arap milliyetçiliği yerine ümmet anlayışı geldiğinde, iktidar olma gerekçelerinden en önemlisini kaybedeceklerdi. Mısır hapishaneleri Müslüman Kardeşler’in üyeleri ile dolmuştu. Suriye’de ise diktatör Hafız Esad; Humus şehrinde örgütlenen bu örgüte karşı katliam uygulayıp şehri yakıp yıkmıştı. Irakta ise Sünni olan Baasçılar, Kürdlerin yanında Şii Araplara hiç aman vermediler.
1970’li yıllarda dünya genelinde soğuk savaş ABD ve eski Sovyetler arasında sürerken, dünyayı kendi aralarında nüfuz alanlarını paylaşma savaşı vermekteydiler. Eski Sovyetler; Sosyalizm’in teorik gerçeklerini çiğneyerek, her askeri darbe yapan generalleri kendinden yana ise desteklerken, ABD ise nüfuz alanlarındaki ülkelerde sol akımlara karşı İslamcı hareketlere arka çıkmaya başladı. (ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi) ABD’nin bu politikası, İslamcı örgütlerin hızla gelişmesine yaradı. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi, İslam dünyasında farklı bir tepki gördüğünden, İslamcı gruplar için bulunmaz bir fırsat oldu. Bir türlü kendilerini iç savaştan kurtaramayan Afganistan, Sudan ve Somali’de İslamcı gruplar devreye girip boşluğu doldurdular. Taliban hareketi ise Afganistan’ı tam bir cehenneme çevirmişti.
İslam enternasyonalizmi de diyebileceğimiz bir anlayışla yeni Arap milliyetçiliği, İslam ülkelerinde; Müslüman Kardeşler (İhvan), El-Kaide veya Hizbullah adı altında ve yan örgütlenmeleri ile kendini duyurmaya başladılar. El-Kaide kurucularının çoğu, soğuk savaş döneminde CIA tarafından Sovyetlere ve sol gruplara karşı yetiştirilenlerden oluşmuştu.
Afganistan’da Talibanlar iktidara darbeyle el koyunca, El-Kaide oraya yerleşip terör eylemleri için kadrolarını eğitmeye başladı. 2000’li yıllara gelindiğinde militan İslamcı gruplar örgütlenmelerinde büyük bir ilerleme kaydetmişlerdi. Dünyada en fazla yankı yapan eylemleri, ABD’de ikiz kulelere yolcu uçaklarını kaçırarak yaptığı eylem oldu ve tüm dünyada olduğu gibi İslam dünyasında da heyecan ve şaşkınlık yarattı.
Dinci hareketlerin İslam dünyasındaki bu gelişmeleri Kürdistan’ı da etkiledi. Eskiden beri Kürd toplumunda belirli tarikatlar özellikle Said-i Kurdi taraftarları, Nakşibendi ve Kadiri tarikatları, ayrıca yöreye özgü bir çok Şeyh’ler de bulunmaktaydı. Ayrıca köylerdeki gizli medreselerde de Melle’ler belirli bir eğitim görüp toplum içinde dini çalışma yapmaktaydılar. (Kürdistan’da eskiden beri yurtsever Melle’ler vardı ve Kürdlük bilincini hep ayakta tutmuşlardı.) Bu çalışmaları 1980’li yıllara kadar politik bir örgütlenme olarak olmadı veya gözükmedi. Özellikle 1979’da Humeyni’nin İran’da iktidarı ele geçirmesi ve 12 Eylül cuntacıların özellikle sol ve demokratlarla birlikte Kürd yurtseverlerini ezip açıktan dinci gruplara yardım etmesi ile politik düzeyde örgütlenmeye başladılar.
Türkiye’deki dinci hareketlerin en büyük handikabı; Türk-İslam Sentezi’nde kendini bulan bir çerçeveye hapis olmalarıdır. Özellikle Kürd İslamcı grupları üzerinde bir hegemonya kurarak, Kürdlük yanlarını boğmak isteyip ümmetçi bir çizgide olmaları için ellerinden ne gelmişse yapmışlardır. Said-i Kurdi, kendini bir Kürd olarak görmesine, yazdığı eserlerle İslam’a büyük katkıları olmasına rağmen, Kürd oluşundan dolayı başına gelmeyen zulüm kalmadı. Talebeleri diye anılan gruba Türk devleti yaptığı baskılarla; onun kürdi yanlarını kaybettirip Türk-İslam Sentezli anlayışının güdümüne sokmaya çalıştılar. Kitap ve yazılarından Kürdistan ve Kürd kelimelerini çıkardılar.
GÜNÜMÜZDE İSLAMCI HAREKETLER VE VARACAĞI YER
İslam dünyasında iktidarda olanlar; kendi egemenliklerinin devamı için İslam kardeşliğini ağızlarından düşürmemektedirler. Fakat Türkiye’de Türklük adına, İran’da Farslık, Arap ülkelerinde ise Araplık adına İslam, o yönetimlerin elinde bir araç olmaktadır. Kendilerine laik Cumhuriyetiz diyen ülkelere, özellikle Türkiye’ye baktığımızda, gerçek anlamda laik olmayıp, yönetici ekip İslam dinini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya devam etmektedirler. Türk yöneticileri kendilerine Laik’iz derler ama, Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir kurum olmaması gerekir. Olduğunda ise; devlet dini denetlemek isteyip bağlı olduğu mezhebi egemen kılmak ister. Bu durum da, farklı inanç ve mezhepler arasında problemler başlatmakta gecikmez. Laik bir devlette, devletin resmi bir dini olmaması gerekir, vatandaşların dini inançları olur.
İslamcı grupların, kendilerine laik diyen bir kısım Müslüman ülke yöneticilerine tepkilerinin diğer bir nedeni ise; bu ülkelerde tam laiklik olmadığı gibi, baştaki diktatörler dini kendi denetimlerine alıp, dinci gruplar üzerinde baskı yapmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri dört kesim baskı ve şiddetle, katliamlarla karşılaşmıştır. Bu kesimler; Kürdler, sol kesim, Alevi inancında olanlar ve dini gruplardır. Dini gruplar ve şahsiyetler; sanki bu baskıları laiklikten dolayı görmüşler, anlayışındadırlar. İslam dünyasındaki dini akımların radikalleşmesi biraz da yönetimdeki diktatörler sayesindedir. Bu diktatör yöneticiler, insanların dini inançlarına da müdahale ettiler, inançlı insanların özgürce ibadet ve dini eğitimlerini yasaklayıp baskı ve şiddet uyguladılar. Türkiye’de yönetime hakim olanlar; sadece kendi mezhebi olan Sünniliği, İran’da ise Şiiliği egemen kılmak istediler. Türkiye’de devletin dine müdahalesi 1920’lere dayanır. Mustafa Kemal’in 1920’de Ankara Müftüsünün verdiği Fetva’ya karşı; ‘bazı kelleler gider’, tehdidi karşısında Müftü Fetva değiştirmişti. Günümüze kadar Diyanet; Camilere Cuma hutbesi ve diğer kutsal günler için okunması gereken Vaaz’ları önce Kemalist devletten onay alıp öyle Müftülüklere göndermektedir. Yine Irak’ta Saddam kendi kütüğüne, babası bile belli değilken; Hz. Muhammed’in soyundan geldiğini yazdırtmıştı.
12 Eylül faşist darbesi olduktan sonra cunta lideri Kenan Evren, her konuşmasında; dinle hiç ilgisi olmamasına rağmen Kuran’dan ayetler okuyordu. Bu ayetleri okumasının amacı; sol güçlere ve Kürd yurtseverlerine karşı gençliği ve halkı dinci değerlere sarılması isteniyordu. Dinci örgütlenmeler, 12 Eylül darbesi ile birlikte güçlenmeye başladı. İlk Kürd Hizbullah’ı 1980’lerin başında kendini duyurmaya başladı. Ana temaları; İslamcılıktı ve Türk-İslam Sentezi’nin etkisi altındaydılar. Türk derin devleti; hem Hizbullah’ı hem de bölgede silahlı mücadele veren PKK’yi bir birine vurdurmak için en tepe noktalarına kadar sızıp yönlendirerek kanlı çatışmaları başlattı. Bu çatışmalarda yüzlerce Kürd genci ve aydını öldürüldü, Faili Meçhullere uğradılar. Yüzlerce aile yıkıldı, çocuklar öksüz kaldı, bazı ilçeler göç nedeniyle boşaldı.
Tüm İslam ülkelerinde eylem koymaya çalışan El-Kaide ve benzeri örgütler, şimdiye kadar ne Suudi Arabistan’da ne de Körfez ülkelerinde bir eylem koymamışlardır. Halbuki, kutsal yerler Suudi Arabistan’ı yöneten Vahabi mezhebinin elinde ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Bu Kral, Şeyh ve Emirlikler her türlü maddi desteği sunmasalar El-Kaide bu kadar organize olamazdı. Yine Sudan’a baktığımızda; Sudan diktatörü El Beşir hakkında uluslar arası adalet divanı; Darfur halkına katliam yaptığı için arama emri çıkarmıştır. Darfur halkı ise müslümandır fakat Arap asıllı değillerdir. Afrikalı siyahlar olduğundan, Arap kültürü ve dilinin hegemonyasını kabul etmediklerinden katliama uğramaktadırlar. Hiç bir Arap ülkesi ve İslam camiası Sudanı şimdiye kadar kınamamıştır. Ayrıca 1988’de Saddam Halepçe’ye zehirli gaz bombaları atıp 6000 kürdün ölümüne neden olduğunda, hiç bir İslam ülkesi kınamadığı gibi, İslam Konferansı gündemine bile alınmayıp, Halepçe’de öldürülen binlerce Müslüman Kürdlerden hiç bahs etmemişlerdi.
Yine Türkiye ve Kürdistan’daki uzantıları; Mısır’da öldürülen Esma için ağıtlar döküp, çarşaf çarşaf yazılar yazarken, 10 yaşında bile olmayan Ceylan adındaki Kürd kızını; Türk askerleri yabani hayvan avlar gibi vurduklarında, Mardin’de 12 yaşındaki Uğur babası ile birlikte kurşunlandığında, bu İslamcı kesimden karşı bir ses çıkmamıştır. Ceylan ve Uğur’un aileleri Müslüman Kürd olup Arap değiller. Roboski’de öldürülenler de Kürd ve müslümandılar. Halbuki Hz. Muhammed Veda Hutbesinde; Ümmetine kavmiyetciliği yasaklamıştı. Eğer Veda Hutbesinde söylenene uyulacaksa; Kürdler ve diğer Müslüman halklar niye bu kadar acı çektiler. Allah hiç bir kavime, Araplara bile bir öncelik tanımayıp, zenginlik ve çeşitlilik olsun diye kavimleri ve dillerini yarattığına göre, İslamiyet de böyle söylediğine göre; Kürdleri ezen, dilini, kültürünü yasaklayan bir devlet, İslam devleti olmaması gerekir. Dinci gruplar bu konuyu düşünecek kadar Arap, Türk ve Fars milliyetçiliğinden sıyrılmamışlardır.
Bu konuyu her zaman merak etmişimdir; Yine İslamiyete göre, eğer öldükten sonra sorgu melekleri gelip şu soruyu sorarlarsa; ”O dünyada Amel’lerinizin hesabını verin.” Ardından; ”Kendi kavminiz için ne yaptınız?” Kendi ulusu için bir şeyler yapmayıp din adına Arap milliyetçiliğini, Türk milliyetçiliğini savunanlar ne diyecekler acaba!
Gerek Arap ülkelerinde gerekse Arap olmayan diğer Müslüman ülkelerde her 10 veya 20 yılda, veya değişik dönemlerde bir tarikat ortaya çıkıyor. Bir İmam çıkıyor ve; ”İslam dini ve kitabı olan Kuran’ı en iyi biz takip etmekteyiz”, iddiasında bulunuyor. Bu da islamın günümüzün çağdaş değerleriyle bütünleşememesini beraberinde getiriyor. Bunun ilk koşulu; İslam önce şiddeti bünyesinden çıkarmalıdır. İslam dininin ilkeleri; gerek Kuran’da gerek se Hz. Muhammedin hadisleriyle yerine oturtulmuştur. Yeni tarikat ve mezheplere ihtiyaç bulunmamaktadır. Peki, nasıl oluyor da her yeni islami grup; İslamı, Kuranı en iyi biz yorumluyoruz, bizim görüşümüz doğrudur, demektedir! Bunun başlıca nedeni, hadislerin aktarılan biçimleri üzerindeki tartışmalar olsa gerekir. İslam dini bu örgüt ve tarikatlar tarafından kullanılmaktadır. İslam dinini incelediğimizde iki temel özellik göze çarpar.
Birincisi; Müslüman olanların Allaha karşı görevleridir. Bu görevler islamın 5 şartı olarak yerine konulmuştur. Bunu değiştirmek zaten mümkün değildir. Sorun şurda; Müslümanların Allaha karşı görevlerini yapmaları her insanın kendi inancı ile ilgilidir, sevap ve günahı kendinedir. İslam inancına göre Ahiret’te Allah bunun hesabını soracaktır. Fakat birileri çıkıp kendini Allahın askerleri olarak görüp insanları zorlaması islamda var mı?
İslam’da zorlama olmaması gerekir. İslami düşünürlere göre; İslam’da zorlama yoktur, üstelik İslam mantık dinidir. Allahın özel bekçilere, jandarmalara bu yer yüzünde ihtiyacı olmasa gerek.
İkinci özellik ise; İnsanların yaşadığı zaman diliminde, kendisine, ailesine, çevresine ve insanlığa karşı görevleri nedir, konusundadır. Esas problem de bu konuda çıkmaktadır. Bir çok islamcı gurup her kesimi kendileri gibi yaşamaya zorlamakta, bunun için de yoruma açık Kuran ayetlerini dayatıp insanlar zorlanmakta, katledilmektedir. El-Kaide ve benzeri örgütler islamı savunayım derken, cinayet şebekelerine dönüşmüşlerdir. Allah’ın evi olarak kabul edilen Camiler başka mezheptendir diye bombalanması nasıl açıklana bilinir!
1925’ler den sonra Kürdlerin ve de Türklerin eğitim yeri olan Medreseler kapandı, hiç bir hazırlık çalışması yapılmadan alfabe birden değiştirilip geçmişle bağlar koparılmak istendi. 90 yıllık Türk Cumhuriyeti tarihi; Kürdlere, sol kesime, Alevilere olduğu kadar dini kesime de baskı ve şiddet uygulamalarının tarihidir.
Kürd gençlerinin kendi ulusal davaları yerine İslam adına Arap milliyetçiliğine, İslam adına Türk-İslam sentezli Türk milliyetçiliğine kendilerini feda etmeleri yanlıştır ve üzücüdür. Kürdler tarihleri boyunca İslama çok yardım etmişlerdir. Eğer Selahaddin Eyyubi olmasaydı, İslam Arap yarım adasına hapis olacaktı. Kürdler ise bu yardımlarının karşılığını; dindaşlarından katliama uğrayarak, dili, kültürü yasaklanarak gördüler.
Ayrıca Kürd gençlerinin temiz dini duyguları istismar edilip beyinleri yıkanarak Suriye sınırları içinde kalan Batı Kürdistan’a (Rojava) gönderilip kendi halkına karşı din adına savaşmaları hiç anlaşılır bir durum değil. Özellikle Batı Kürdistan’a (Rojava) gönderilen Bingöl, Adıyaman, Diyarbakır, Batman ve hatta Halepçe civarından olan gençler kandırılıp, El Nusra gibi örgütlerin kucağına düşüp kendi halkına karşı saldırtılması, bazılarının ölmesi, bazı ölen gençlerin Kürd yurtsever aile gençlerinden olması daha da üzücü ve vahimdir
Kürd gençlerinin İslami gruplara katılmasına neden olan diğer bir nokta da, PKK’nin kendisinden başka bir grubun Kürdistan’da olmasına tahammül edemeyip uyguladığı baskı politikasıdır. Kendisinden olmayan, desteklemeyen her kesime düşman gözüyle bakması, bazı Kürd gençlerini dinci grupların kucağına iten nedenlerden biri olarak düşünülebilir.
Şöyle bir soru sorulsa; İslam inancına göre Cennete kimler gidebilecek: Örneğin, Humeyni mi (İran’da iktidarı ele geçirdiğinden beri, Irak’la giriştiği savaşı da sayarsak, milyondan fazla insanın ölümüne, milyonlarcasının ülkesini terk etmesine neden olmuştur) yoksa Nelson Mandela mı? (26 yıl zindanda kalmasına rağmen barış ve kardeşliği dilinden düşürmeyen, kendi halkının özgürlüğünü savunurken, beyazlara kin gütmeyip anlaşabilen) Bin ladin mi, yoksa elektrikli ampulü bulan Edison mu: İnsanlığa büyük hizmetleri olanlar mı, yoksa ‘kafir’ kellesi fazla kesen mi? Dinci gruplarda yer alan Kürd gençleri ellerini vicdanlarının üzerine koyup düşünmelidirler.
Kürdler Orta-Doğu’da sayıları 40 milyonu aşan kalabalık bir ulustur. Tüm parçalardaki Kürdlerin en büyük sorunu; Kürdlerin ulusal demokratik haklarını kazanıp kendi kendilerini yönetmesidir. Bu mücadele tüm Kürdlerin; dincisinin, ateistinin, Êzidi inancında olanının, liberalinin, muhafazakar sağcıların, demokratların, sosyalist ve komünistlerin mücadelesidir. İstenildiği kadar Kuran’ın tüm sureleri ezberlensin, Hz. Muhammed’in tüm hadisleri, sahabelerin yaşamı ezberlensin, kendi ulusumuzun özgürlüğü için mücadele etmeyince, hepimiz, tüm Kürdler kaybederiz. Aynı gemide olduğumuzu unutmayalım. Türk, Acem ve Arap sömürgecileri dindarız diye gözümüzün yaşına bakmazlar. Fazla gerilere gitmeye gerek yok: İşte Halepçe! İşte Roboski’de öldürülen 34 kürd!
İslam dini; diğer semavi dinler gibi evrensellik özelliği gösterse de, günümüzün çağdaş değerleri ile bütünleşmesi gerekmektedir. Eğer bütünleşemezse, varacağı yer Türk-İslam sentezli Türk milliyetçilidir, Orta-Doğu’da ise Arap milliyetçiliğidir. Yani egemen devletlere hizmettir. Her önüne gelen Hoca veya tarikat şeyhi yorumları ile İslam dünyası bir yerlere gelemez. İslam dininin çağdaş değerlerle bütünleşmesi, yine İslam içinden çıkacak din adamları tarafından olacaktır, yani bir İslam Protestanlığı ve Martin Luter gibi din adamlarına ihtiyaç vardır. Örneğin; İslamcı yazar Mücahit Bilici’nin (yazılarını ilgi ile okumaktayım) Taraf gazetesinde yazdığı yazılarla da, bu durumu sık sık vurgulamaktadır.
İslam’ın evrensel değerlerle bütünleşmesi nasıl olmalı ve insanlar; Özgür bir birey mi yoksa kul, mürit mi olmalı, anlayışı ayrı bir yazının konusudur.
Kamil Sümbül
‘Müslümanların en büyük düşmanı Türkiye’
Somali’deki El Kaide bağlantılı El Şebab örgütünün sözcüsü, El Cezire’ye yaptığı açıklamada, “Müslüman halkın en büyük düşmanı NATO ve onun parçası olan Türkiye” dedi.
Somali’de en son geçen Cuma günü Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na saldırı düzenleyen El Şebab örgütünün sözcüsü Şeyh Ali Deere’nin ülkenin güneyindeki Bulo Mareer kasabasında bu ay içinde verdiği röportajı, Katar merkezli El Cezire kanalı bugün yayınladı.
El Şebab’ın geçen Temmuz ayında Mogadişu’daki Türk Büyükelçiliği’ne düzenlediği saldırıda bir Türk özel harekat polisi şehit olurken, üç polis de yaralanmıştı.
Saldırdıkları Türklerin “meşru hedefler” olduğunu iddia eden sözcü, “Müslüman halkın en büyük düşmanı NATO. Ve Türkiye de NATO’nun bir parçası. NATO Hıristiyan birliğidir. NATO, Türkiye’yi Müslümanları ezmek için çekiç olarak kullanıyor. Bir yerde Türk gördüğümüzde, onun bizim için Amerikalılardan, İngilizlerden ve AMISOM’lardan (Afrika Birliği Barış Gücü) farkı yok” dedi.
KURAN: CİHANŞÜMUL ve TÜM ZAMANLARA
Bir dini konuda, mevcut kabuller üzerine akıl yürütme yaparak bir sonuca varacağız: Kuran’daki ayetlerin çeşitli olaylar (ve sorulan sorular) vesilesi ile indiği, herhangi bir ayeti okurken, yorumlarken gerisindeki olayı (ve sorulan soruyu) da bilmek gerektiği söylenir. Olay-ayet ilişkisi (gerçekten varsa) tabii ki önemlidir… Böyle olduğunu kabul edelim. Yalnız… Kuran ilk önce bir topluma indiğine göre, o toplumun bilgisine, kültürüne, geleneklerine, değer yargılarına, tarihine uygun olaylar muvacehesinde ayetler inecektir. Nitekim, kaynaklara bakılırsa, öyle de olmuştur. Yeniden bir ilahi kitap ve peygamber gelmeyeceği, Kuran’ın ve İslam’ın bütün insanlığa ve çağlara hitap ettiği de genel bir kabuldur. Tekrar önceki cümleye, yani yerelliğe dönelim: Tanrı (Allah), Kuran’ı bütün insanlara göndermişse, onlara, aynı zamanda, Arap (Mekke) kültürünü mü vaz etmektedir?! 7. yüzyıl Arap kültürü, gelenekleri, değer yargıları (ilaveten Yahudi “katkıları”), Kuran indikten itibaren evrensel ve çağlarüstü mü olacaktır/olmuştur?! Cevap evet ise, Arapça Kuran’ın (hatta Arapça’nın) kutsal/ilahi kabul edilmesi, ve mesela kutsaldır diye Arap isimleri koyulması vs. gayet mantıklıdır. Ancak akıl yürütme, pek çok gerekçe nedeniyle, cevabın hayır olması sonucuna götürüyorsa, bu, İslam’ın lokal bir din olduğu anlamına gelmektedir. Yereldir; ve değil yüzlerce/binlerce yıl sonrasına hitap etmek, o bölgenin, devletin 10 yıl sonraki sorunlarına dahi cevap verememiştir!
Not. Kimi Müslümanlar, Kuran sadece bir yöreye/bölgeye has, o günün toplumuna hitap ediyor, o çağda bilinenlerle mücehhez babındaki yoruma/tespite, tabii ki öyle olacak, dönemin ve bölgenin insanlarının anlamaları için bildikleri/duydukları/ yaşadıkları konuları içerecek, diye cevap verirler. Aynı Müslümanlar, aynı zamanda, aynı ayetleri çağlarüstü olduğunu, bütün insanlara hitap ettiğini kabul ederler. Bu ne tutarsızlıktır.
Seçimlerde Oy Vermek Nire, Habeşistan ve Hicret Nire?
– Hasan Yıldırım tarafından gönderilen bir yazıyı paylaşıyorum – :
Demokrasiyi ve seçimlerde oy vermeyi savunmak, giderek bizim mahalleyi ciddi boyutta sarsacak bir konu haline dönüştü. Güzel istisnâlar dışında kimse, Kur’an’dan yola çıkarak tezini savunmuyor. Kur’an’da hiçbir delil bulamayan tavizci zihniyet, eskiden beri varsa-yoksa “Hılfu’l-fudûl, Rumların gâlibiyetine sevinmek, ehven-i şer, Habeşistan’a hicret ve Hz. Yusuf’un idareciliği”ni Kur’an’a ters yorumlayarak Kur’an’daki muhkem âyetlerin karşısına delil gibi çıkarmaya çabalıyor. Hemen her tavizkâr konu için ve her yönüyle istismar edilip Kur’an bütünlüğüne ters şekilde yorumlanarak bu üçü-beşi geçmeyen argüman, joker olarak her bâtılın kapısını açan çilingir rolünü üstleniyor. Meselâ hılfu’l-fudûl’a neyi nasıl benzetirseniz tamam, delil bulmuş oldunuz, o şey İslâmî oldu. İsterse Kur’an’ın onlarca âyetine ters olsun. Benzemese bile demagoji ile benzetin yeter…
“Hudeybiye, Hılfu’l-fudûl ve Hz. Yusuf’un idareciliği, Rumların kazanmasına sevinmek, maslahat, zaruret, hizmet ve ehven-i şer”; Din bu kavramlardan ibaret sayılıyor artık. Tevhid, şirk, tâğut, cihad, imtihan, âhiret, cennet-cehennem, velâ ve berâ gibi kavramlar sanki Batılı bir tüketim malzemesi gibi görülüyordu ki, modası geçti kabul ediliyor. Artık bu kavramlar İslâmcı geçinen nice insanı bırakın heyecanlandırmayı, hiç etkilemiyor bile. İnsanımız İslâmî konuları bile artık seküler kavramlarla gündemleştirmeyi tercih ediyor. Kur’an ve Sünnetten delil getirmek yerine, insanlar mantık çocukları ve kâr-zarar hesaplarını tercih ediyor.
Bir genç kızımız “maslahat” icabı başını açıyor, böylece haram helâllaşıveriyor. Bir de üniversitede başı açık da olsa okuması “hizmet” amaçlı olarak takdim edilince helâl olmakla kalmıyor, sevap müjdesi de alıyor. “Eviniz yoksa ‘zaruret’tir, bankadan kredi alabilirsiniz, hiçbir sakıncası yoktur” fetvaları, haram denizinde boğulma durumundakilere can simidi olarak uzatılıyor. Aklınıza ne kadar büyük günah ve hatta şirk eylemi gelirse gelsin, “ehven-i şer” damgası vurulunca iş hallolur; damga tutmadıysa, “hılfu’l-fudûl”; benzemediyse “Hz. Yusuf’un idareciliği” ile örülmüş bir laf salatası; daha tutmadıysa, “oy vermeyin de koyverin mi diyelim” bilimselliği… Efendim, “maslahat icabı”, “ne yani şerrin ehvenini (küçük şerri) desteklemeyelim de büyük şer mi başımıza belâ olsun?” gerekçesi; tüm tevhidî ve Kur’ânî referansları geçersiz kılacak “tarihselci” anlayış(sızlık)tan beter bir işlev görüyor. “Doğru, âyet öyle diyor, ama…” diye başlayan teslimiyetçi değil kaytarmacı yaklaşım herkesin dilinde. “Düzeni reddediyoruz, partilerin İslâm’ı getireceğine inanmıyoruz, ama seçimlere katılıp oy vermeliyiz” şeklinde bir tavrın ne kadar tutarlı ve mantıklı olduğu seküler ifadelerle, ama gerekli görüldüğü yerlerde “Hılfu’l-Fudûl, maslahat…” gibi kavramlar joker olarak kullanılacak tarzda görüşler oluşturuluyor.
Bu bir savrulmadır. Bu, kimliğini inkârdır. Bu bir ılıman İslâm projesinin belirli oranda tuttuğunun göstergesidir. Bu bir hedef sapmasıdır. Etken olamayanların edilgenliği tercihidir. Bu, baskın halde akan selin önünde çerçöp konumuna düşmektir. Bu, câhiliye denizine düşenin şirk yılanına sarılmasıdır. Aynı delikten defalarca ısırılmadır. Bu helâki istemek, intihara niyet etmektir.
“Kimi dernek ve vakıflar kimliklerini koruyor, düzene muhalif tavırlarını hâlâ sürdürmeye çalışıyor, meselâ şu kuruluş” derken; bakıyorsunuz ki, o da uzlaşmacı kervana katılıvermiş. Demek ki dernek ve vakıflar, cemaatleşme yerine sivil toplum kuruluşu olma misyonunu üstleniyor. Karşılığını peşin olarak alıyor: Hormonlu şekilde büyütülüyor, imkânları genişliyor. Bedelini de ödüyor ve etrafındaki dâvâ insanlarını “ılımlı İslâm” anlayış(sızlığ)ına sürükleyerek merkeze yönlendiriyor, sağcılaştırıp pasif ve edilgen hale getiriliyor.
Bu girişten sonra, demokrasiyi savunanların veya savunmadığı halde oy verilmesini gerekli görenlerin sağlam kulp sanıp delil diye sarıldıkları pamuk iplikleri cinsinden argümanlarını tek tek ele alıp tahlil edelim.
Hicret, Allah’ın dinini yaşamanın aşırı derecede zorlaştığı bir yerden Allah’ın dinini daha rahat yaşayacağı bir başka yere (ülkeye) göç etmektir. İlk Müslümanlar, Mekke’de Allah’ın dinini bireysel ve aile olarak tüm kapsamıyla yaşayamadıkları ve din özgürlüğü bulunmadığı için, birçok zorluğu göze alarak, kendi ülkelerini terk edip Müslümanlığı daha rahat ve daha kapsamlı yaşayabilecekleri bir özgürlük ülkesine, Habeşistan’a göç ettiler. Günümüze bunu yansıtırsak; Türkiye’de başörtülü (tesettürlü) şekilde üniversitede okuyamayan bazı kızlarımız günümüzün Habeşistan’ı sayılabilecek (aynen Habeşistan gibi Hıristiyan olan) Batı ülkelerinden Avusturya’ya gidiyorlar, orada Türkiye’dekine göre çok daha rahat şekilde İslâm’ın bazı hükümlerini yaşıyorlar ve kimse müdahale etmeden başörtüleriyle okullarına gidiyorlar. Ya da Türkiye gibi bir ülkede İslâmî davet ve tebliğ çalışmalarından dolayı hakkında soruşturma, kovuşturma açılan ve büyük ihtimalle uzun yıllar hapislerde çürüme ihtimali olan bir mü’minin Batı ülkelerinden birine hicret etmesi, oralara iltica etmesi gibi hususları Habeşistan hicretine benzetebiliriz.
İyi de, bu hicreti demokratik seçimlerde partilere oy vermeye nasıl benzetebiliriz? Kıyasta illet birliği olacak? Habeşistan’a hicret ile tâğutî düzende Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyeceği belli olan herhangi bir partiye oy vermenin neresi, nasıl benziyor?
‘Hicret’, imanın, Allah’a ve Rasûlüne bağlılığın, Allah yolunda fedâkârlık yapmanın, dünyalıklardan vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin bir göstergesi; küfre ve onların azgın temsilcilerinin hükmüne boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın destansı ifade edilişidir.
Hicret’ sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir (73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34). Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir (29/Ankebût, 26). ‘Hicret’ terim olarak Peygamberimizin ve Mekkeli müslümanların milâdî 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.
Habeşistan’a Hicret: İslâm’ın ilk yıllarında, sahâbîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, “Rabbiniz Allah’tır” demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahâbîye Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan’a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan’da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi, ama en azından orada dinî özgürlük vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkânlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Allah ve Rasûlü tarafından böyle bir ülkeye göç etmelerine izin veriliyordu. Peygamberin talimatıyla insanlar bu hicreti gerçekleştirdiler. Partilere oy verenler böyle bir tâlimatla mı, yoksa ehven de olsa küfrün ve şirkin hükümlerini onaylama gibi Allah ve Rasûlü’nün izin vermeyeceği kesin olan bir iş mi yapıyorlar?
Yasak olan bir eylemi, Allah ve Rasûlünün onayladığı bir eylemle (hicretle) nasıl benzetebiliriz?
Oy verilen ve farkında olunarak veya olunmayarak desteklenen düzen, zulmetmeyen bir Habeşistan gibi midir? Öyle bile kabul edilse, Müslümanlar Habeşistan yönetiminin İslâm’ın müsaade etmediği emirlerini ve hükümlerini kabul ediyorlar mıydı? Bırakın Habeş kralının gayrı İslâmî düzenine oy verip kabul etmek, herkesin devamlı uyguladığı kralın önünde eğilme davranışını bile mü’minler yerine getirmemişlerdi. Yani sığındıkları (destekledikleri değil) ülkenin kurallarına, yöneticilerine onay vermek, destek olmak bir tarafa, uymadılar, itaat etmediler, kralın önünde eğilmediler. Allah’ın indirmediği hükümlerle insanları yönetecek olanlara oy vermek gibi İslâm’ın yasakladığı hususlar, İslâm’ın faziletli saydığı Allah için fedâkârlığın zirvesi olan Hicret’e nasıl benzetilebilir? Tağutî düzenin devamına yarayan şekilde oy vermek, bâtılla uzlaşmadır. Habeşistan’a hicret eden mü’minler ise küfürle uzlaşmamak için ülkelerini terk ettiler, gittikleri ülkede de küfürle uzlaşmayıp krala saygı duruşunda bile bulunmadılar.
Kur’an’da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mü’min kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mü’mindir. Bu nedenle Mekke’de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur’an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, “De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah’ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir” (39/Zümer, 10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. “Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükâfatı ise daha büyüktür” (16/Nahl, 41) âyeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder.
Habeşistan muhâcirleri, kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah’a istedikleri gibi ibâdet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı.
“Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşıp hicret edendir” buyruluyor hadis rivayetinde. Seçimlerde oy kullanmakla hangi haramlardan hicret etmiş olacak mü’minler? Faizli ekonomiden İslâm ekonomisine mi hicret olacak oy verme ile? Zinanın, kumarın, içkinin yasaklanması ve bunlardan daha önemlisi okullarda milyonlarca öğrencinin heykellerin önünde heykel gibi durma mecburiyetleri, yani putlara karşı tapınmayı andıran saygıya zorlanmalarının kaldırılıp yerine mescid açılmasını mı sağlayacak verilen oylar? Bunlardan biri veya birkaçı sağlansa bile, bu gerçekten İslâm’a hicret anlamı taşımaya yetecek mi? Allah’ın hükmü uygulansın diye bir hicret midir gerçekten oy vermek, yoksa Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyeceği belli olanların arasında bir oyalanma mı? Verilen oylarla iktidar, cahiliyye hükmünden İlâhî hükümlere mi dönecek? Allah’ın haramları toplumdan kalkıp helâllerle kuşatılmış bir hayat mı bekliyor seçim sonrası? Bu sorulara tümüyle “evet” deniliyorsa, o zaman hicrete benzetilme tartışılabilir. “Medine’ye hicret değil bizim benzettiğimiz, Habeşistan’a hicrete benziyor oy tercihimiz” diyenler çıkacak. Peki, bugünkü Batının ve o günkü Habeşistan’ın Müslümanlara dinlerini yaşamaları için buradaki düzenden çok daha özgürlük verdiği durumun bile seçim sonrası uygulanacağını kim vaad ediyor ki… “Muhafazakâr bir partiye oy verecekler de 30 Mart’tan itibaren müslümanca yaşayabilecekler, en büyük zulüm olan şirke ve Allah’a isyana hiç zorlanıp bulaştırılmayacaklar, artık müslümanca rahat bir ortamda yaşayabilecekler” diyebilir misiniz? Hangi haram artık devreden çıkacak, hangi farz daha rahat yerine getirilecek, hangi şirk ve küfür seçimden sonra çocuklarımıza ve büyüklerimize dayatılmayacak? Faiz mi, fuhuş mu, sokaklarda haramlara gözü takılmadan müslümanca yürüme özgürlüğü bile olmayan erkeklerin durumu mu, helal ve faizsiz kazancın yollarının tıkalı olması mı çözüme kavuşacak? Allah için söyleyin, müslümanca yaşama konusunda Müslüman olmayan Habeşistan yönetiminin tanıdığı Müslümanlara kolaylık ve özgürlüğün hangisini bu yönetimler Müslümanlara 30 Marttan itibaren tanıyacak? Allah’tan korkmak lâzım böyle bir benzetme için.
Biz “Allah’a ve Rasülüne isyan etmeyelim, seçimlerde oy kullanarak düzeni desteklemeyelim” diyoruz, birileri de çıkıyor, oy vermeyi Allah’ın ve Rasûlünün emriyle yapılan bir uygulamaya benzetiyor? Allah’a ve Rasülüne isyan, nasıl Onların emirleriyle yapılan bir şeye benzetilebilir? Oy verince Habeşistan’daki Müslümanlara verilen hürriyetler gelecek diye düşünen varsa, Türkiye gerçeğini de, şirkin mahiyetini de, düzenin işleyişini de bilmiyor, ama bilmediğini de bilmiyor demektir. İslâm adına, Kur’an hükümlerinin uygulanması olarak seçimden sonra da değişecek hiçbir şey, ama hiçbir şey olmayacaktır. Tıpkı on bir yıldır oyalandığı gibi yine oyalanacak insanımız. Oylayacak ve oyalanacak. Eski(me)miş değerlendirmelerimi tekrarlayayım: “Ver çocuku, gör çocuku!” “Kim halkı daha çok oyalıyor, o daha çok oy alıyor.” “Oy, oy!” diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı “of, of!” diye inletirler. Buna rağmen çocuk devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış çocuk da, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş çocukdur; çocuk kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Bırakın, uydurma benzetmeleri. Gelin gerçekten hicrete benzetelim yaşayışımızı. Daha doğrusu devamlı hicreti yaşayalım.
Esâretten kurtulma gayretidir, görünen ve görünmeyen zincirleri kırmak, zindandan özgürlüğe çıkmak, mahkûmiyetten hâkimiyete adım atmaktır. Düzeni değiştirmeye gücü yetmiyorsa, düzenin kendisini değiştirmesine izin vermemektir hicret. Hicret, baskıları durdurma gücünün olmadığı yerde, baskıların kendini durdurmasına izin vermemektir. Zulme bçocuk eğmeme, zilleti kabul etmeme bilincidir. Bozuk çevreden güzel çevreye geçmek, çevrenin çocuklarını ve kendini mahvetmesine izin vermemektir; çevreyi düzeltemiyorsak çevrenin bizi bozmasına müsâade etmemektir hicret.
Hicret, câhiliyye ile, onun kural, kurum ve bağlılarıyla ilişkileri koparıp atmak, bağımsız ve özgür olarak İslâm’a teslim olup O’nun hâkimiyeti için çalışmaktır.
Hicret; kavmiyetçilik, ırkçılık, şehircilik anlayışına vurulan darbenin adıdır. Ülke vatandaşlığından ümmet bilincine yükselmektir. Kendi memleketinin bâtıl yönetimine karşı mücâdele hazırlığıdır. Müslümanların zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşamayı reddedişleri ve küfrün karşısına bağımsız bir güç olarak çıkma tavrıdır hicret. İnsanî ve İslâmî haklarını gasbeden tâğutlardan berî olmak, onları protesto etmektir. Sadece zulümden kurtulmak değil; aynı zamanda zulme karşı çıkma ve son verme eylemidir.
Altyapısını iman ve sabrın oluşturduğu hicretin bir sonraki aşaması cihaddır. İmansız sabır, sabırsız hicret, hicretsiz cihad/kıtâl, cihadsız zafer ve kurtuluş olmaz! Hicret; sosyal, siyasal ve askerî alanlarda cihad için düğmeye basmak, İslâm devletine hazırlanmaktır.
Mü’min kimse, hür olarak insanca ve dâvâsı uğruna yaşayabilmek için gerekli her bedeli ödemeye hazırdır
Hicret, Allah’a yönelmektir, O’na yaklaşmak, O’na sığınmaktır. Madde ve menfaat için, dünyevî eğitim için; iş, aş ve eş için değil; sadece Allah için gerektiğinde konumumuzu, işimizi, mesleğimizi, yurdumuzu, her şeyimizi terk edip daha Müslümanca bir tercihin adıdır. Ülkesini bile feda edebilmenin adı olan hicret, elbette partisini, demokratik anlayışları geride bırakabilmek demektir.
Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak Hz. Peygamber ve ilk mü’minler gibi kâfirlerle, küfür sistemleri ve yaşayışlarıyla kaynaşmamak/uzlaşmamaktır. İslâm’dan kaynaklanmayan ilkeler ve kurumlara karşı soğuk savaş açmaktır. Hz. Peygamber’in hicretine sahip çıkmak, İslâmî inanç ve düsturlara göre yaşayabilmemiz için ilk muhâcir mü’minler gibi gerektiğinde mallardan ve canlardan geçmektir. Hicrete sahip çıkmak, İslâm düzenine tâlip olmak ve ensâr gibi Peygamberimizi (O’nun uyguladığı vahyi, vahyin hayata uygulanışı olan sünnetini yurdumuza dâvet etmek, O’nu canımız pahasına korumak için söz verip sözümüzün eri olduğumuzu ispatlamaktır.
Tâğutî düzeni ve tâğut adaylarını desteklemek değil; tam tersine, tüm bâtıl ideolojilerden, tâğutî düzenlerden, câhiliyye âdet ve anlayışlarından, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden uzaklaşan, onları terk eden, tâğuttan kaçınan ve ondan uzaklaşan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Yoksa, nebevî usulden uzaklaşıp demokratik yöntemlere yönelmek değildir hicret.
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2014/03/secimlerde-oy-vermek-nire-habesistan-ve.html