Bu yaşıma geldim, tavırların ve beklentilerin farklı olduğu bir konuda, şimdiye kadar kimsenin kimseyi her hangi bir argümanla (kanıt, delil, uslamlama vs. ile) ikna edebildiğini görmedim.

Kırk yılda bir, birileri bir görüşe ikna olursa, bu ikna o argümanların gücünden dolayı değildir. O kişi zaten yeni görüşü kabul edecek hale gelmiştir, elma dalında olgunlaşmış, dalından kopmak için küçük bir esinti bekler durumdadır da ondan dolayı ikna olur.

Yani argümanlar iknayı sağlayan neden değil, bir vesile işlevi görürler. Nasıl Saraybosna’da Avusturya prensine suikast Birinci Dünya Savaşının sebebi değil vesilesiyse, argümanlar da görüş değiştirmelerin sebebi değil, vesilesi olurlar.

Argümanlar, olsa olsa aynı görüşü savunanların iman tazelemelerini sağlarlar.

İnternetteki tartışma gruplarında, günlük basındaki yazarların tartışmalarında bunun örneklerine her gün tümen tümen rastlanabilir.

Aslında akli argümanlarla bir şeylerin değiştirilebileceği düşüncesi, burjuva rasyonalizminden gelip sosyalistlerin içine işlemiş bir mikroptur. Sosyalizm aslında insanların tavırlarını argümanların ya da aklın değil, çıkarların ve konumların ve bunlardaki değişmelerin belirlediğini söyler.

Marksistler, “eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomların bile tartışma konusu olacağı” gibi bir noktadan hareket ederler.

Tam da bu nedenle Marksistler, gerçeğe ulaşma çabasını her türlü insani zaaf, korku, çıkar vs.’den özgürleştirmek; bilime bilim dışı, hukuğa hukuk dışı kaygılarla yaklaşılması tehlikesini minimuma indirmek için, kesin bir fikir özgürlüğü; en azından maddi ve kaba çıkarlar ile gerçeği arama çabası arasında bir bağlantının bulunmaması için çaba gösterirler.

Bunun için mutlak bir fikir özgürlüğü gerçeği çıkarlardan ve korkudan azade olarak arayabilmenin olmazsa olmaz koşuludur.

Bunun için özellikle bilimin ve adaletin her türlü geçim ve kariyer korkusundan azade olacak garantiler altında bulunması hayati önemdedir.

Aynı şekilde bilginin, enformasyonun mülkiyetinin sermaye ve devletin kontrolü dışında olması, yani medyada üyeye veya nüfus içindeki oranına göre hak, en az çarpılmış bilgi için asgari bir koşuldur.

Ve yine tam bu nedenledir ki, kaybedecek bir şeyi olmayanların gerçeği gizlemekten çıkarları olmaz ve tam da bu nedenle “gerçek devrimcidir”.

Hiç akıldan çıkarmamalı ki, bir küçük dükkan, insanın manevi tatmin bulduğu küçük bir örgüt, hatta arkadaş çevresi bile kaybedecek bir şeydir.

Ve tam da bu nedenlerle, çoğu kez, korkunç bir yalnızlığa mahkum bir yaşam; piyasayı kaplamış grup ve çevrelerden dışlanmak; her türlü bilim dışı kaygı ve korkudan azade tavırlar almanın ve görüşler geliştirmenin olmazsa olmazlarındandır. Doğa gibi Toplum ve Tarih de hiçbir şeyi karşılıksız vermez.

*Peki analiz etmeyeceğiz, argümanları ortaya koymayacağız sonucu çıkar mı bundan?

Çıkmaz.

Evet, dünyanın en doğru ve sağlam argümanları bile kimseyi ikna etmezler.

Ama eğer onlar gerçekten olayların özünü kavramaya ve doğru bir tavra ilişkin metodolojik bir katkı anlamı taşıyorlarsa, uzun vadede, bir örnek olarak, bir birikim yaratırlar.

Onlar zamanın yıpratmasına karşı, diğerleri devasa kum tepeleri gibi rüzgara ve suya karışıp yok olurken, ayakta kalırlar. Diğerlerini olmamışa çeviren aynı zaman, su ve rüzgarın yıpratıcı güçleri, onların daha bir heybetle, tıpkı peri bacaları veya Büyük Kanyon’un tepeleri gibi ortaya çıkmalarına yol açarlar ve ilerde birilerinin zirvelerine bakıp yön bulmasını sağlayabilirler. Bütün tartışmalar bitip gittiğinde o selden geriye kalan kum olurlar. Çoook uzun vadede bir birikim sağlarlar.

Özetle, kısa vadede hiçbir şey beklemeden, sağlam ve doğru bir tavrı sürdürmenin zamanın aşındırmasına karşı artan bir direnme gücü vardır ve esas büyük kazanç budur.

*Elbette böyle bir bakış, politikayı “netice alma sanatı” veya “iktidara gelme veya bir güce ulaşma sanatı” (Aslında ikisi de aynı kapıya çıkar, “iktidar” yani “güç” olamadan “netice” alınmaz diye düşünülür genellikle) olarak tanımlayanlar için anlaşılmaz, çocuksu veya saçma olarak görülecektir.

Ama bir Devrimci, bir Marksist için, politika, “netice alma” ya da “iktidara gelme” sanatı değil “insanlığın kurtuluşuna azami katkı yapma” sorunudur.

Bu “azami katkı”nın iktidar veya güç ile yapılacağı ise, gerici bir tarih ve toplum anlayışı ifade eder ve ne ampirik ne de teorik olarak kanıtlanamaz.

Aksine, tarihsel deney şunu göstermektedirgenellikle kaybedenler, yenilenler, altta kalanlar insanlığın kurtuluş mücadelesine daha büyük bir katkıda bulunurlar. Bir Ali’nin katkısı bir Muaviye’nin, Troçki’nin katkısı bir Stalin’in; bir Che’nin katkısı bir Fidel’in katkısından, bir Deniz Gezmiş’in katkısı sonradan yaşayıp küçük veya orta boy bir sol grup veya partinin yöneticisi olan arkadaşlarından binlerce kez fazladır.

Biz de bu yazıyı, öncelikle böyle bir politika kavrayışına bağlı olarak, kimseyi ikna etme gibi bir beklentimiz olmadan (olur da böyle bir sonuç çıkarsa o da kabulümüzdür, “fazla mal göz çıkarmaz”) konuya nasıl yaklaşmak gerektiği konusunda bir örnek sunmak için yazıyoruz.

*

Stratejik ve programatik ayrılıklar ile taktik ayrılıklar arasındaki fark sanıldığından çok daha önemlidir.

Bir taktik yakınlığın ardındaki stratejik ve programatik ayrılık karşısında susmak, bunu unutmak veya görmezden gelmek kadar, taktik bir ayrılığın arındaki stratejik ve programatik bir özdeşlik karşısında susmak veya bunu unutmak ve görmezden gelmek de aynı ölçüde tehlikelidir.

Taktik sorunların hiçbir zaman programatik ve stratejik sorunların yerini almasına izin verilmemelidir.

Sosyalist hareketin tarihinden bir örnek verelim. Ekim devriminden sonra Devrim kendini savunabilmek, soluklanabilmek için diğer emperyalistlerle masaya oturmak ve onlarla Brest-Litowsk barışını imzalamak zorunda kalmıştı. Bu barış anlaşmasıyla devrimci Rusya sırf barış için çok büyük topraklar ve tavizler veriyordu.

O zamanlar Bolşveik partisi ve sosyalistler arasında bu anlaşmadan yana ve karşı olanlar arasında bir bölünme yaşanıyordu. Ama bu taktik bölünmenin örttüğü çok daha derin programatik ve stratejik bölünmeler vardı. Diyelim ki barışa evet diyenlerin içinde bir kısmı gerçekten enternasyonalist kaygılarla, böyle bir barış dünya devrimi yaklaştırır diye böyle bir barıştan yanayken, evet diyenlerin bir kısmı ise bütünüyle milliyetçi kaygılarla, Rus ulusunun yok olmasını engelleyeceği gibi bir düşünceyle evet diyordu; aynı bölünme aslında hayır diyenler arasında da vardı.

İlk bakışta Evet ve hayır diyen enternasyonalistler birbirine tam zıt pozisyonlarda bulunsa bile, onların arasındaki ayrılık taktik bir ayrılıktı. Buna karşılık, aynı evet ya da hayır pozisyonunundaki milliyetçilerle ayrılık ise programatik bir ayrılıktı.

Elbette bu farklar, en gerici milliyetçiler bile Marksist, sosyalist hatta enternasyonalist bir vokabüler ile konuştuğu için kolayca görülemezdi ama ciddi bir analizle bu farklar kolayca gösterilebilirdi ve esas vurguyu tam da bu noktada yapmak gerekirdi.

Böyle bir durumda, taktik bir özdeşlik nedeniyle, esas programatik ve stratejik ayrılıklar karşısında susmak son duruşmada karşı tarafa tam bir teslimiyetle sonuçlanır.

*Dikkat edilirse, bu son anayasa referandumu vesilesiyle yazılanlara bakıldığında, tüm tartışma ve argümanların sanki herkes aynı program ve stratejide anlaşıyormuş da ayrılık noktası taktiklerdeymiş gibi tartışıldığı ve argümanlar getirildiği görülüyor. Kimsenin tartışmayı taktik alandan çıkarıp programatik ve stratejik alama çekmeye çalıştığı yok.

Örneğin, Taraf’ın liberallerine, onların amaçları ve stratejilerine karşı çıkılarak değil, taktik düzeydeki argümanlarıyla karşı çıkılmakta, bu da zımnen aynı amaçların paylaşıldığı anlamına gelmektedir.

Örneğin Tarf’a şunu diyeni hiç görmedik. AKP ve liberallerin gerçek amacı gerçekten bir demokratikleşme değildir, onlar ne ulusun Türklükle tanımlanmasına karşıdırlar, ne de pahalı, baskıcı, keyfi, bürokratik ve merkezi devlet cihazının tasfiyesinden yanadırlar. Onlar Türklükle tanımlanmış ulusun ve devletin korunması ama diğer uluslara da hoşgörü gösterilmesini savunmakta, gerici ulusçuluğu taze kanla yaşatmaya çalışmaktadırlar. Onlar Pahalı, bakıcı, bürokratik cihazın tasfiyesini ve parçalanmasını değil, onun olduğu gibi korunarak ve modernize edilerek meclisin, yani burjuvazinin denetimine geçmesini savunmaktadırlar.

Onlar, bu amaçlarına uygun olarak, Demokratik karakterdeki tek ciddi politik hareket olan Kürt Özgürlük Hareketi ve bunun ifadesi olan DTP ve PKK gibi güçleri ittifak yapılacak değil tasfiye edilmesi, etkisizleştirilmesi gereken güçler olarak görmektedirler.

Bu da bu amaçlarla tutarlılık içindedir. Dolayısıyla bu amaç ve stratejiye uygun olarak Taraf’ın ve AKP’nin Evet’i savunması ve bütün stratejisini Kürt Özgürlük hareketinin tasfiye ve etkisizleştirilmesine yöneltmesi, kendi amaçları açısından bir tutarsızlık değildir ve tam bir tutarlılığın ifadesidir.

Onlar Evet istedikleri için değil; Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için çabaladıkları için değil; tam da bu amaçları noktasından eleştirilmelidir. Sosyalistin görevi, bu strateji ve taktiklerin aslında anti demokratik hedeflerin doğal ve mantıki sonucu olduğunu göstermek olmalıdır.

Ancak tartışmayı böyle amaç ve stratejik ayrılıklara çeken ve buradan vuran bir eleştiri kalıcı izler bırakır.

Aynı durum Hayır’cılarla yapılan polemikler için de geçerli. Hayır diyenler de sanki Türkiye’nin demokratikleşmesinden yanaymışlar da yanlış taktikler uyguluyorlarmış gibi eleştiriliyor. Hayır diyenlerin programatik olarak demokrasiyi hedeflemedikleri; askeri bürokratik oligarşiyi tasfiye diye bir dertlerinin olmadığı unutuluyor da sanki onlar da demokrasiyi ve bu askeri bürokratik oligarşinin tasfiyesini istiyorlarmış da buna rağmen yanlış taktik uyguluyorlarmış gibi eleştiriliyor.

Aslında Hayır diyenler de, kendi mantıkları ve hedefleri açısından tutarlı davranmaktadırlar

Sosyalistin görevi onları tutarsızlıkla suçlamak değil, onların kendi hedefleri açısından tutarlı olduğun göstermek ve bizzat bu hedef ve stratejinin kendisini eleştirinin konusu yapmaktır.

Böyle yazan veya davranan bir tek sosyalist gördünüz mü? Arayın ki bulasınız.

Özetle, aslında programatik ve stratejik ayrımlıklar sanki taktik ayrılıklar söz konusuymuş gibi ele alınıp tartışılmakta ve bu en küçük bir birikim yaratmamaktadır.

*

Ama sorun burada bitmiyor. Bir de bunun tersi var. Örneğin boykot diyenlerin boykot demesinin aynı programatik ve stratejik görüşlerden kaynaklanıyormuşçasına ele alındığını; aslında birçok boykotçunun programatik ve stratejik olarak hiç de boykotçu olmaması gerekirken boykotçu saflarda bulunmasının gerekçeleri hiçbir şekilde ele alınıp eleştirilmiyor ve programatik ve stratejik ayrılıklar taktik bir yakınlığa kurban ediliyor.

Hâlbuki Marksizm birileriyle taktik düzeyde ne kadar yakın bulunuluyor ve ittifak yapılıyorsa, onlarla ideolojik mücadelenin yani programatik ve stratejik ayrılıkların vurgulanmasının o kadar önemli olduğunu söyler.

Ne yazık ki, bu şimdilerde unutulmuş bulunuyor ve bunu hatırlatanlara, pişmiş aşa su katmış muamelesi çekiliyor.

Örneğin, şu DBH (Yani eski “çatı partisi girişimi” çevresi) bir toplantı yapmıştı, boykotçuları bir araya getirmek üzere. Bu ilk toplantısına tesadüfen biz de katılmıştık.

O toplantıda, herkes Boykot kampanyası için argümanlar ve yapılacaklar üzerine konuşuyordu. Biz ise ayrılık çizgisini taktik bir sorun olan, boykot, evet ya da hayır sorunundan kurtarmak üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini söyledik. Ayrılığı boykot, evet veya hayır noktasında değil, bu noktada yoğulaşanlara karşı programatik ve stratejik konularda yoğunlaşanlar arasında oluşturmak gerektiğini savunduk. Bu değişikliklerin askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini ve gücünü tasfiye etmediği veya zayıflatmadığı; bu anlamda demokratik karakterde değişiklikler olmadığı üzerine bir birlikte propaganda ve aydınlatma cephesi kurulması gerektiği noktasında bir öneride bulunduk. (Orada da belirttiğimiz gibi, benzer bir yaklaşımı Veysi Sarısözen de yazmıştı ve o da yankısız kalmıştı.)

Böylece son ana kadar gerçekten demokratik kaygılarla ve hedeflerle evet ya da hayır diyenlerle birlikte davranmanın yolu aranması gerektiğini; ayrılık çizgisinin taktiklerde değil, program ve stratejide çizilmesi gerektiğini söylediğimizde, büyük politikacı ve taktisyen arkadaşlar buna zerrece ilgi göstermedi. (İşin ilginci, daha sonra görüldü ki Öcalan’ın yaklaşımı da buna yakındı ama bunu da görmek kimsenin işine gelmedi)

Ve yine aynı toplantıda, bu büyük politikacı ve taktisyen arkadaşların evet veya hayır argümanlarını işittiğimizde, ortak taktikler ardında ciddi programatik ve stratejik ayrılıklar içinde olduğunu gördük. Argümanlar ile çıkarsamalar, yani amaçlar ve strateji ile taktikler arasındaki uyumsuzluğu göstermek için şaka yollu, “Boykotçular üçe ayrılırlar evetçi boykotçular, hayırcı boykotçular ve boykotçu boykotçular” demek zorunda kalmıştık.

İşin ilginci örneğin bir “boykotçu” olan Erdoğan Aydın’ın aslında argümanlarının mantık sonucu olarak “Hayır” demesi gerekirken (ki bunu söyleşiyi yapan bile belirtmek zorunda kalıyor) “Boykot” diyen söyleşisini İnternette en çok olumlayanlar bizzat hayır diyenlerdi. Ve böyle bir söyleşinin Boykot görüşünün açıklaması olarak yayılması diğer boykotçuları rahatsız etmiyordu bile.

*Boykotçuların argümanları her şeyi söylüyor ama bir tek şunu söylemiyor:

“Bu gün Türkiye’deki tek ciddi demokratik hareket Kürt özgürlük hareketidir. Tıpkı reformların devrimci mücadelenin yan ürünleri olması gibi, Türkiye’deki en küçük demokratik adımlar bile bu hareketin başarısının ve gücünün yan ürünleri olarak ortaya çıkarlar.

Eğer bu hareketin askeri ve politik başarıları olmasaydı, yani seçim başarıları, Zap ve Dağlıca başarıları olmasaydı, olmayan açılım’ın A’sı bile olmazdı. Son yıllardaki göstermelik adımlar atılmazdı.

Bu nedenle bu hareketin başarısı ve gücü için, onlar boykot dediği için boykot diyoruz. Bu hareket ne kadar büyük bir başarı elde ederse o kadar iyidir.

Evetçilerin de Hayırcıların da esas hedefi demokrasi değildir. Buna bağlı olarak, bu hareketi güçlendirmek değil tasfiye etmektir. Biz ise programatik olarak gerçek bir demokratik cumhuriyetten yanayız, yani ulusun Türklükle veya her hangi bir dil, din, etni, tarih ile tanımlanmasına son verilmesi; pahalı, baskıcı, bürokratik devlet cihazının tasfiyesi, her düzeyde seçilmiş organların politik gücü gerçekten elinde bulundurması, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğünden yanayız. Bu hedeflerle tam bir uyum içinde olan ve tam olarak ifade edemese de bu hedefleri her zaman benimsemeye hazır Özgürlük Hareketini bu hedeflere ulaşmak içintasfiye edilmesi değil, dayanılması gereken temel güç olarak görüyoruz.

Daha yüksek bir evet ya da hayır demokratik hareketi güçlendirmez. Anayasa oylamasında sonuç evet ya da hayır olsa da, boykotun yüksek bir oranı, özellikle Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerdeki yüksek bir oran, Demokratik hareketi çok daha güçlü kılar. O zaman Özgürlük hareketini tasfiye edebilmek, tecrit edebilmek için yeni manevralar yapmak, tavizler vermek zorunda kalırlar.

Ama boykot oylarının az kalması ve özellikle Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde çok az bir fark, Özgürlük hareketinin gerilediği, tecrit olduğu gibi bir kanıyı güçlendirir ve yeni tavizler ve manevralar bile gereksiz görülür.”

Boykotçular her şeyi diyorlar ama bunları demiyorlar. Ve tam da böyle demedikleri için, program ve stratejiyi taktiğe kurban ediyorlar.

Demir Küçükaydın31 Ağustos 2010 Salı