İzafi dergisinin Ocak-Şubat 2014 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır.
(Not: Bu yazıyla birlikte, bu sitede Alain Badio’yla ve aynı konuyla ilgili olarak yayınlanmış, “Komünizm Fikri Yeniden Hayata Dönerken” başlıklı makalesinde okunabilir.)
Express dergisinin Kasım-Aralık 2013 sayısında , Yücel Göktürk ve Sıla Tanilli’nin, yakın zamanda Türkiye’ye bir konferans vermek üzere gelen Alain Badio’u ile yaptıkları bir söyleşi yayımlandı (“Alain Badiou’ya Gezi, “Hadise” ve “Yeni Komünizm” Üzerine- Arzu, angajman, Sadakat). Ben bu yazıda röportajın yeni komünizm paradigması bölümü üzerinde duracağım. Aynı konuda bir başka yazım daha var. İlgilenenler şu linkten bakabilirler: http://www.gunzileli.com/2012/10/26/komunizm-fikri-yeniden-hayata-donerken%E2%80%A6/
Alain Badiou, röportajda şöyle diyor:
“Komünizmde toplum, devlet ve polis olmadan örgütlenebilir. Bu örgütlenme halkın ortaklaşmasıyla sağlanabilir – tıpki Gezi’de olduğu gibi. İnsanlar sadece pasif katılımcı değildi, her nevi ihtiyacın sağlanmasına katkıda bulundular. Hadisenin özeti, özgür örgütlenme, özgür ortaklaşmaydı. Çünkü alanda karar süreçlerine hükmeden bir otorite yoktu. İşte bu, komünizmin temel fikridir. Yani, insanlık müşterek hayatı yüksek bir anlayışla düzenleyebilir. Ne var ki, geçtiğimiz yüzyılda, paradoksal olarak, komünizm yeni bir devlet türünün adı oldu. Peki, bu niye paradoks? Komünizm, milyonlarca insan için, özgür ortaklaşmanın adı haline nasıl gelir? Geçen yüzyılda, yeni bir devlet türünün çare olabileceği düşünülmüştü. Öyle olmadı. Devlet devlettir. Bir kere kuruldu mu, hükmünü icra eder. Yeni komünizm, komünizm fikriyle tarihsel süreç arasında yeni bir ilişki kurulması demektir. Devlete, insanların geleceğine hükmeden despotik devlete dönüş söz konusu olamaz. Yeni komünizm yeni bir devlet formunda tarih sahnesine çıkamaz… 20. Yüzyıldaki bütün sorunlar, aynı örgütlenmenin – bir partinin, komünist partinin- devrime, kitle hareketlerine yön vermesi, sonra da devlet haline gelmesiyle çıkmıştır. Ortaya bir parti-devlet çıkmıştır. Parti-devletten tamamen farklı bir model yaratmalıyız. Yeni komünizmin devletten kesinkes bütünüyle bağımsız bir kolektif örgütlenmeyle ve kitlesel eylemlilikle kurulması gerekiyor. Dolayısıyla, aslolan siyasal özgürlüktür. Fikir özgürlüğünden bahsetmiyorum, fikirler zaten özgürdür. Temel mesele, siyasal örgütlenme özgürlüğüdür. Dolayısıyla, kitlesel hareketlerde nelerin nasıl yaratıldığına, keşfedildiğine, örgütlendiğine dikkat kesilmeliyiz. Zira, kitlesel hareketler devletten bağımsızdır. Komünizm kitlesel hareketlerle, eylemliliklerle vücut bulmalıdır.” (s. 62-63)
Alain Badiou, anarşizm üzerine sorulan bir soruyu ise şöyle yanıtlıyor:
“Bir politik form olarak komünizm, anarşist tahayyülle denetlenebilir, hatta bu bir ihtiyaçtır. Anarşizm tarafında, iktidarın bütün biçimlerine yönelik çok kuvvetli kuşkular var. Ama komünizm tarafında da, siyasal hadisenin sonuçlarını kolektif beraberlik adına örgütlemeye yönelik çok önemli fikirler var. Bu iki tahayyül arasındaki gerilim iyi bir şeydir.” (s. 63)
İnsanlık 1789 Fransız Devrimi’nden başlayarak 19. Yüzyılda büyük devrim deneyleri yaşadı ve bütün bu deneyler burjuvazinin ve karşıdevrimin zaferiyle son buldu.
Lenin, bu devrim deneylerinden dersler çıkararak, daha başından, mücadele edilen devletler gibi sıkı bir şekilde örgütlenmiş devlet-partiler oluşturma teorisini ortaya attı. 19. Yüzyıl devrimleri, ayaklanan kitlelere öncülük edecek ve karşısındaki silahlı gücü yıkacak bir devlet-partiye sahip olmadıkları için yenilmişlerdi. Bu devlet-parti, elbette ayaklanan kitlelere dayanarak iktidarı ele geçirecek ve bu andan itibaren bir parti-devlete dönüşerek devrimin iktidarın alınmasından sonraki safhasını yürütecekti. Devlet-parti ile iktidarı ele geçirme fikri, başta 1917 devrimi olmak üzere 20. Yüzyıl devrimleriyle pratikte doğrulandı. Gerçekten de kitlelerin desteğini kazanan devlet-partiler burjuva devlet mekanizmalarını savuşturup yıkarak iktidarı ele geçirebiliyorlardı.
Ne var ki, bunun hemen ardından korkunç bir şey oldu. Muhalefetteyken devlet-parti olarak örgütlenmiş bu siyasal güç, iktidarı ele geçirip parti-devlete dönüştüğü, yani ülkenin tek diktatörü haline geldiği an, kendi dışında kalan her türlü devrimci girişimi bastırdığı gibi, o zamana kadar desteğini aldığı halk kitlelerini de bastırıyor, her şeyi tekeline alıyor, özinisiyatifi ve özgür örgütlenmeyi ortadan kaldırıyor ve halkın tepesinde, eski burjuva devletinden bile daha beter bir zorba kesiliyor, her şeyden önce de gerçek devrimci gelişmenin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. 20. Yüzyıldaki bütün devlet-parti devrimi deneyleri bu sonucu verdi.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, özellikle liberaller, “komünizmin öldüğü” ve “devrimler çağının sona erdiği” propagandasına giriştiler. Oysa ölen, ne komünizm fikri, ne de devrim çağıydı. Tam tersine, gerçek komünizm fikrinin yeniden canlanmasının ve devrimler çağının önünde engel haline gelmiş koca bir heyula devrilmiş, yol yeniden açılmıştı.
Nasıl Lenin, 19. Yüzyıl devrimlerinin yenilgisinden, bu yenilgiyi zafere dönüştürecek yeni bir formül üretmişse, bugün de devrimci insanlar, devlet-parti devrimlerinin iktidar sonrası deneylerinin başarısızlıklarından sonuçlar çıkarıp ortaya yeni bir devrim paradigması atmaktadırlar. İnsanlığın ileriye doğru yürüyüşünü durdurmak mümkün değildir. Alain Badio’yu işte bu yeni oluşturulan devrim ve komünizm paradigmasının en önemli öncülerinden biri olarak okumak gerekiyor.
Alain Badiou, anarşizmden de esinlenerek komünizmle anarşizmi kaynaştıran bir devletsiz komünizm paradigması atmaktadır ortaya. Ve çok önemlidir ki, “öncü parti” fikrinin tamamen zıddı olarak kitlesel özinisiyatif ve toplumun kendi kendisini örgütlemesi fikrini geliştirmektedir. Buna örnek olarak da Gezi’yi göstermektedir. Gezi’nin evrenselliği burada yatmaktadır. Gezi, gerçekten de, 21. Yüzyılda, yeni paradigmanın ilk, en belirgin örneği olarak kendini ortaya koymuştur: Toplum, kimsenin yönlendirmesi, hiçbir partinin direktifi olmadan kendini örgütleyebilir ve harika bir yaratıcılık sergileyebilir.
Bu durumda bir tek nokta açıkta kalıyor. Evet ama, halihazır iktidarları yıkmadan (yani 20. Yüzyılda uygulandığı gibi, merkezi iktidarı ele geçirmeden) böyle bir kitle inisiyatifini sürekli kılmak mümkün müdür? Eğer değilse, yeniden gözümüzü Leninizme dikip, burjuva devletini yıkacak bir parti arayışında olmayacak mıyız?
Bu tür partiler elbette olacaktır. Hatta Gezi’de de gördüğümüz gibi, özinisiyatife dayanan kitlesel örgütlenmelerde yardımcı unsurlar olarak onlardan yararlanabiliriz de. Ama onlara tabi olmak, kitle hareketini onların ya da onlardan birinin renetimine vermek, devrimin, gerçek anlamdaki devrimin ölümü olacaktır.
Öte yandan, bu yeni paradigmaya göre düşünürsek, devrimin bir iktidarı ele geçirme meselesi olmayıp, bugünden bir toplumsal örgütlenme olduğunu tespit etmemiz gerekir. Böyle baktığımız zaman iktidar önemini kaybediyor veya ikinci plana düşüyor. Önce iktidarı alıp ondan sonra mı devrimci işlere girişmek, yoksa bugünden devrimci bir toplumsal örgütlenmeyi toplumun hücrelerine yaymak ve iktidarı-devleti bir ur gibi toplumun gereksiz ve kesilip atılması gereken işlevsiz bir organı haline getirip onu aşağıdan yukarıya doğru tecrit etmek ki? Yeni devrimci paradigma, ikinci yolu öneriyor.
Tüm devrimcilerin bu konuda yapacakları, günlük hayatta yapması gereken o kadar çok iş var ki.
Gün Zileli
5 Aralık 2013
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Ben Badio’nun, burjuva devrimine ihtiyacı olan bir toplumun bolşevik devrime burjuva devrimi muamelesi çektiği fikrini atladığını düşünüyorum. Yalnızca stalinizmin tüm rejimi ele geçirme öyküsü bile bunu gösteriyor. Troçkistleri nasıl yendiklerini, nasıl açıklıyordu Stalin? “Parti’nin orta düzey kadroları” Yani, yükselmek isteyen, yeni kurulmuş hiyerarşide üst basamaklara tırmanmak isteyen alttakiler! Peki de, kim bu burjuva hiyerarşi mantığını önemser? Tabi ki, hiyerarşide yükselmenin çözüm olmadığını göremeyenler, kurtuluşun bireysel başarıdan geçmediğini göremeyenler, yani burjuva hiyerarşisini tecrübe etmemişler, bu mantığın toplumu çöküşe götürdüğünü göremeyenler, yani bunun iyi bir şey olduğunu zannedenler, kapitalizmde yeterince deneyim elde etmemiş zavallılar. İşyerlerinde bunu bol bol görüyoruz. En hırslıların, dolayısıyla hiyerarşi mantığını en benimseyenlerin kapitalist hiyerarşiden en uzak yerlerde yetişmiş olması tesadüf olamaz.
Devlet ve Devrim’i, kitabı değil, anlattığı olguları içselleştirmiş “kadrolar”, bu duruma yakalanamazdı. Çünkü basitçe “kadro” olamazlardı. Yakalandılar, çünkü komünizm felan istemiyorlardı. Köylüler NEP döneminde görüldüğü gibi zenginleşmek, devrimi yaşamamış, kapitalizmin Çarlık altındaki eziciliğini bilmeyen çoğunluk işçiler Stahonovizmin gösterdiği gibi iyi şartlarda yaşamak, bürokratlarsa sistemde yükselmek istiyorlardı. Yarın kendi başına geleceğini bilen parti kadrosunun, yukarıdakilerin idamı için canla başla “çalışması”, ona buna iftira atması başka nasıl sağlanabilir? Stalinizmin dehşetini anlamak isteyen, bir beyaz yakalı şirketinde müdürler arasında staj yapmalı bence.
Dolayısıyla, buradaki “yanlışlık”, basitçe bir “yanlış şeçilmiş başlangıç noktaları”ndan, parti fikrinden, devlet fikrinden kaynaklanmıyor. Bu “yanlışlık”, devrimin bir burjuva devriminde kalmış olmasından kaynaklanıyor. Profesyonel devrimciler (Ne yapmalı?), Devleti ele geçirmeye çalışan partiler (İki Taktik), 1917 Şubat’tan Ekim’e “aşırı muhalefet” (Nisan Tezleri), Ekim Devrimi, iç savaş, Sovyetlerin işlevsiz kalışı, Kronstad’ın bastırılması, NEP, Stalin, Büyük Temizlik, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların burjuva metodlarla yenilgiye uğratılması, Kruşçev, Macaristan, Brejnev, Çekoslovakya, Glastnost, Yeltsin ve Putin. Bu şekilde bir tarih okuması, yalnızca daha olgulara ve kadim teoriye sadık değil, aynı zamanda irade olmak isteyen çalışan sınıf muhaliflerine çok daha fazla metod sağlıyor.
Parti fikri, Leninist orijinli bir fikir değildir. Ama işçi sınıfı içinde daha deneyimli olanlarla daha bu işlere yeni girişmişler arasında, yani kendinde olanla, kendisi için olan arasındaki ayrım gerçek bir ayrımdır. Dolayısıyla, belki “iktidarı zaptedecek” bir parti fikrine açıkça karşı çıkabiliriz ama bu ayrımı çözecek başka yollar bulana kadar bu iradi eylemi (yani bilinçli unsurların ayrı örgütlenmesini sağlamak) göz ardı edemeyiz. Eğer Gün Zileli’nin 2. yol dediğini tercih edeceksek, zaten bunun bir burjuva devrimci metodu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu bazı durumlarda bu metodlar gereksiz demek değil tabi ki. Yalnızca neye hizmet ettiğimizi açıkça bilmek, üstünü örtmemek anlamına geliyor.
Devlet’in var olması fikri ise, Devlet ve Devrim’deki haliyle problemsiz zannedilebilir. Oysa, yapmamız gereken o açık fikirlerin bile altında yatan burjuva devrimi fikirlerini ayıklamak olmalı.
Dolayısıyla Badio’nun bu kolaycı birleşmeyi savunarak, temizlememiz gerekenlerin üstünü örttüğünü düşünüyorum. Eğer yeni bir sentez yapacaksak, eskinin burjuva ön yargılarını açıkça ortaya sermemiz gerek. Başlangıç kabullerini bu metodlarla değiştiriverip, “Bu sefer doğru olacak mı acep?” diyerek bir kez daha deneme fikri, olağan üstü metafizik ve idealist bir fikir. Başlangıç kabullerinin düzeltilerek “idealaştırılması”, ki Badiou Komünizm Fikri/Ufku vs. ile bunu yapıyor, problemimizin üstünü örter.
Lenin’in bir devlet-parti fikrinin savundugu indirgemeci ve yanlis. Ilgilenenler Lenin’in Devlet ve Devrim’inin okuyabilirler ve kendileri ogrenebilirler Lenin’in neyi savundugunu.
Neyse bu tarihsel konudan ziyade Gun Zileli’nin devrim mi yoksa devletin disinda komunal iliskiler mi kurmali ayrimi onemli bir ayrim. Su acik olarak kavranmali ki devleti yikmayi hedeflemeyen ve iktidar sorununu ciddiye almayan hic bir siyasi perspektif “devrimci” olamaz. Gun Zileli’nin perspektifi de dahil buna. Cunku sorunu devletin acil yikimi olarak koymak yerine “devletin disinda” bir alan olabilecegi gibi liberal bir var sayima dayaniyor.
18. yuzyila ait olan bu goruse gore, devlet “sivil toplum” disinda var olur ve sivil toplumda devletin gucunu sinirlayabilecek burjuva bireylerden olusur. Buna gore devlet sivil toplumdaki bireylerin ozel mulklerini korumak ile mukelleftir. Zileli’nin teorisinde bu sivil toplum fikrinden ayrik olan tek sey, Zileli’nin mulk sahipligi sorununu gormezden gelmesidir. Mulkiyeti olmayanlarin devlet disinda bugun kurabilecegi tek komunalite sefalet komunalitesi olabilir. Zileli bunu eklemeyi unutmus.
Komunizm fikrinin ozgunlugu ise, devleti ortadan kaldirmak icin orgutlenmeyi, ve esitligi on plana cikarmasidir. Badiou’yu okuyanlar esitlik kavrami konusuna dikkat etsinler. Sivil toplumun “ozgurlukculugunden” farkli olarak komunist esitlikcilik, ozel mulkiyetin yikimina dayanir ve bunun icin ozel mulkiyeti koruyan devletin yikimini gerektiren bir devrimciler orgutlenmesi gereklidir. Parasi olmayanlar, yasamak icin calismak zorunda olanlar kendilerini kandirmasinlar. Onlarin devrimci orgute de, mulkiyeti zorla komunallestirecek devrimci bir (sovyet) iktidarina ihtiyaclari var.
Lenin’in teorisinin ozu de zaten budur.
Tabii bir de Lenin’in pratiğine bakmak gerekir. Tabii bir de Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı kitabına 🙂
Sovyet iktidari ne demek?
Devrimci orgut devrim esnasinda ne yapabilir?
Sovyet iktidari neden diktatorluk formunu aliyor?
Orgut/parti monolitiklik mi getirir?
Bu sorulara simdiye kadar abuk sabuk cevaplar verildi soguk savas yuzunden. Gerek leninistler gerekse batili anti-komunistler parti konusunda cokca yanilsama/tarihsel yalan urettiler ve bu yalanlar birbirini besledi.
Devrim su anda bir kere daha gundemimize geliyor ve bu sorulari acik fikirlilikler, tarihsel gerceklere uygun olarak, ideolojik on yargilardan azade bir sekilde bir kere daha incelemek lazim.
Su kitabi Bolsevik partisinin ve Lenin’in devrim sirasinda ki etkinlikleri hakkinda durust bir tarihyazimi olarak herkese oneriyorum:
http://alisveris.yordamkitap.com/tanim.asp?sid=UP5K13C6R3XV51D60EQH
Yazar sadece dokumanlara bagli kalarak, ve elinden geldigince ampirik bir metodolojiyle partinin gercekten ne oldugunu incelemis. Konu uzerine akademik olarak calisan birisi olarak, tarih yaziminda 1917 ve bolseviklerin devrim surecinde ki etkinlikleri uzerine simdiye kadar uretilmis en iyi calisma oldugunu rahatlikla soyleyebilirim.
Okuyun. Sonra karar verin Lenin ve bolsevikler gercekte ne yapmaya calismislar, sonuclari ne olmus v.s.
Rabinowitch”in kitabi alanindaki en objektif kitaplardan birisidir, Yordam yayinlari baya iyi kitaplari yayinliyor, kitap secimleri guzel ama en son Kruscev”in yalanlari adli kitaplarini okuduk ceviri berbatti. Kotu de degil, dupeduz yanlis cevirilerle dolu idi kitap. Umarim bu kitabin cevirisi daha iyidir.
Devlet ve Devrim’in Agustos 1917 gibi olagan ustu gec yazilmis, 1918’de basilmis olmasi insani garip dusuncelere sevketmiyor degil. Tum bolsevik tarihini komunizme giden mistik yol olarak kavrayan stalinistlerin, sezgisel olarak gecmiste de proleter devrimci metodlar kullanan ve gelecekte dogruyu bulacak bolsevikler tarih yazimiyla trockistlerin, parti-devlet-iktidar heveslisi bolsevikler anlatisiyla anarsistlerin, kisacasi bilimum muhalifin icinden pek de cikamadigi bir muamma. Adamcagiz devrimin ongununde alel acele boyle bir kitabi neden yazmiskine? Yoksa aniden Nisan’da cevirdigi rotanin nereye ciktigini anladigi icin olmasin?
Tamam da sen 15 yil boyunca partini proleterya ve koylulugun demokratik diktatorlugu dusuncesiyle besle, butun metodlarin butun calisma sekillerin bir demokratik devrimi tetikleme uzerine olsun, sonra Nisan’dan Ekim’e partiyi ve hatta toplumu bu cizgiye cevirebilecegini dusun. Cubuk bukmek yetmez, simyaci olman gerek bunun icin.
Dolayisiyla devlet iktidarini almak, o ana kadar Avrupa gibi “ozgur” olmak icin, yani modernlesmek icin devrimci harekete bilfiil katilmis aydinlara bakan koylu kitlelerini kapitalistce biriktirmeye degil, komunizmin aktif insasina katmak icin yetersiz bir onlem. Almak gerekir, gerekir de, bunu yapinca birilerinin devrimin parlakligini arkasina alip, komunizm budur deyip kapitalist insaya, Bati ile rekabete girmeye baslamasi isten bile degil. Zaten aynen boyle de oluyor. Yok Cin’den, Kuba’dan bahsetmiyorum, Ekim devriminin kaderinden bahsediyorum.
Eger bir yerlerden baslayacaksak, illa bu iki sistem, bu iki sinif, bu iki dusunus ve hareket edis sekli arasindaki farklarin ortaya serilmesinden baslamak gerek derim ben. O zaman parti-iktidar-devlet dusuncesine yepyeni bir bakis getirebilir ve bir cok sorunu cozebiliriz.
mülk nedir? malikinin otoritece (devlet-iktidar-) belirlendiği, korunup-kollandığı varlık, denebilir mi?
Tabii, Yordam da senin gibi Stalinist. Son zavallıca çırpınışlar…
Gün bey, Marx-Engels-Lenin ekolünü esas alan her Ortodoks-Marksist’e Stalinist denebilir mi? Ayrım yapmak gerekmez mi?
Ayrım yapmak gerekir. örneğin Troçkistler, Leninist olmalarına rağmen Stalinizmin şiddetle karşısındadırlar. Ayrıca özgürlükçü Maerksist-Leninistler de vardır.
İnsanlık, tarihi-sosyolojik-ekonomik vb. gelişmelerin önüne koyduğu, “dayattığı” sorunları çözerek ilerliyor.
Şimdi de aynı “şey” olacak!
20. Yüzyıl devrimlerinin karşılaştığı açmazları isabetle teşhis etmek bu bakımdan önemli ve zorunlu…
Komünist, sosyalist, devrimci partilere ve devletlere, Anarşizmin yönelttiği eleştirilerin haklı yönlerini görmek, kabul etmek; toplumsal devrimleri ilerletmek, sürdürmek için kaçınılmaz görev olmalı…
Bu açıdan bakınca, Gezi Direnişine evrensel ölçüde destek verilmiş olması, Alain Badio’nun yaklaşımı üzerinde düşünmeyi gerektiriyor.
Badio marksizme yeni pratik ve birikimlerden katkı yapmaya çalışmış.her katkı olumludur eleştirilmeye katkı vermeye değer.zileli badio daki bu katkıdan hareketle düşman kardeşler Marksizm anarşizm arasında yakınlık kurmaya çalışıp özgürlükçü marksizmin anarşistlerle yeni teorik pratikler geliştirebileceğine vurgu yapmış gibi anladım bu vurgunun pratiğinide geziye dikkat çekip buradan kalkarak özgürlükçü Marksistlerce tartışılan proleter kamusal alana yeni örneğin gezi olabileceğinden hareketle devlet-iktidarsız yeni bir hayatın hegemonya ve hiyearşisiz mümkün olabileceğinin pratiği olarak görmüş bütün bunlar çok olumlu katkılar.tek sorun bu yeni alanın yaşama şansı varmı?mevcut devlet-iktidarların sistemin hegemonyasına rağmen bütün bu ilişkilerden bağımsız ismini proleter kamusal alan yada toplumsal ekolojik kömünalizm ne dersek diyelim böyle bir nüvenin yaşama şansı nedir?güvenliği mümkünmü devlet-iktidar saldırılarına parti-devlet-ordu-devlet-militarist-devlet-otorite-iktidar-hiyeyarşi üretmeden yaşayabilmesi kendini geliştirip özgürleşmesi giderek kapitalist üretim ilişkilerinden kopuşu yeni bir tarzı geliştirmesi mümkünmü?? teorik olarak mümkün galiba Bookchin de temel olarak bunu förmüle ettiğini sanıyorum badio nunda fark ettiği gibi geleceğin toplumsal devriminin nüvelerini gezi ve rojovadaki kantonlarda biriktirebildiğimiz yeni pratiklerle geliştirebileceğimiz düşüncesindeyim zileliyle bir çok konuda farklılaşmama rağmen bu yazısı badio yorumu ve katkısını olumlu buldum.
“…bugünden devrimci bir toplumsal örgütlenmeyi toplumun hücrelerine yaymak ve iktidarı-devleti bir ur gibi toplumun gereksiz ve kesilip atılması gereken işlevsiz bir organı haline getirip onu aşağıdan yukarıya doğru tecrit etmek”, toplumdaki iktidar organlarını ortadan kaldırmayı dışlamıyor. Tam tersine onu içeriyor.
Gramsci’nin Perry Anderson tarzı yorumundaki “Doğu vs Batı / manevra savaşı vs mevzi savaşı / ‘Devlet gider, toplum yeni iktidara itaat eder’ vs ‘Devlet gitse de sivil toplum devleti yeniden doğurur'” ikileminden düşünsek aynı kapıya çıkıyoruz.
Onun yerine, Marxların “Yeni toplumun nüveleri eski toplumun içinde yaygınlaşmalı” türünden organikçi-Hegelci düşüncelerini ele alsak da aynı yere çıkıyoruz.
Tamamen gözlemlerden yola çıksak ve Stalinizmi troçkistlerinki gibi ” O ölmeseydi, bu böyle olmasaydı, şu şurda onu yapmasaydı” türünden mazaretlerle değil, gözle görünür toplumsal kökenlerini ele alarak açıklamaya çalıştığımızda da aynı yere varıyoruz.
Zizekçi yeni paradigmayı kullansak da aynı yere varıyoruz: “Marx’ın kilit içgörüsü bu bağlamda halen geçerlidir; hatta belki de hiç olmadığı kadar: Marx’a göre, özgürlük meselesi öncelikle siyaset alanına konumlanmamalıdır. (Bir ülkede serbest seçimler yapılıyor mu? Hakimler bağımsız mı? Basın, gizli baskılardan uzak mı? İnsan haklarına saygı gösteriliyor mu?) Bilakis, gerçek özgürlüğün anahtarı piyasadan aileye “siyasi olmayan” toplumsal ilişkiler ağında yer almaktadır; eğer gerçek bir değişim istiyorsak bu, siyasi reform yoluyla değil “apolitik” toplumsal üretim ilişkileri alanında gerçekleşecektir. Kimin neye sahip olduğuna veya fabrikadaki ilişkilere çok dikkat etmeyiz; bütün bunlar politik alanın dışında kabul edilir, demokrasiden bu alanları “genişleterek” -diyelim ki halk denetiminde “demokratik” bankalar kurarak- bazı şeylerin fiilen değişmesini beklemek yanıltıcı olur. Radikal değişimler hukuki “haklar” alanı dışında gerçekleşmelidir: Ne kadar radikal bir anti-kapitalizmi savunursak savunalım, bunu anlamadığımız sürece, çözümü demokratik kurumlara başvurmakta (ki bu kurumlar da elbette bazen olumlu roller oynayabilir) ararız – kapitalist yeniden üretimin kesintisiz işleyişini güvenceye alan “burjuva” devlet aygıtlarının bir parçası olduğunu asla unutmamamız gereken mekanizmalar.”
Ve tüm bunlardan öte, 80 yıldır vik vik vik konuştuğumuz ama bir arpa boyu yol gidemediğimiz gözlemini yaptığımızda, “Ulen dünyayı değiştirecek potansiyeli olan devrimci sınıf 80 yıldır şu ideolojik peri masallarını, şu kendisini bölen parçalayan manevraları aşacak güce sahip nasıl olamaz?” diye sorduğumuzda yine aynı yere varıyoruz. Yine mazeretler sıralamayacaksak, bu soruya aklı başında cevap vermenin yolu, bu düşünüşten geçiyor.
Kazova’yı biliyorsunuz, şimdi bir de Greif işçileri buna katıldı. Kim bilir duyulmadık kaç tane bundan küçük olay var. Bence bu diğer yol, bu örnekleri güçlendirmek yaymak ve karşımıza devletin aygıtları çıkınca bunlara doğru cevabı, ama çalışan sınıfların tarzıyla yaratılan cevabı vermekten geçiyor.
Devrimci stratejinin yeniden formülasyonu gibi bir sorudan kaçındığı oranda Badionun olumladığınız yaklaşımı insanlar kendilerini yönetsinler, birileri ikamecilik yapmasın, öz inisiyatifler olsun düzeyinde bir niyet beyanından öte gitmiyor.
Komünist ve Anarşist önermeler Avrupa merkezli üretilmişlerdi. Marks ve Engels “Avrupa!da bir hayalet dolaşıyor” diyerek yayınladı manifestoyu. O dönem kapitalizmin ve endüstrinin yeni gelişmesi yaşanıyordu ve sosyalizm-komünizm önermesi yeni adlandırılan düzen olan kapitalizmin aşaması olarak ön görülmüştü. Ne var ki devrim Avrupa’da yani kapitalizmin merkezinde değil çeperinde gerçekleşti. Çin ‘in ve 2. paylaşım savaşı sonrası diğer Avrupa ulus devletlerinin de sürece dahil olması ile neredeyse dünyanın 2/5’i sosyalist bir kamp oluşturdu. Kapitalist sistem ise duraksamaksızın gelişiyordu. İki sistem arasında müthiş bir rekabet başlayınca sosyalist sistem devleti sönümlemek yerine daha da güçlendirmek zorunda kaldı. İzlediği ekonomik sistem ise bir sınıfa dayanmayınca bürokratik diktatörlüğün de nedeni ile alabildiğine hantallaştı. Nihayet kaçınılmaz son vuku buldu ve çöktü.
Artık komünist bir uygarlık kapitalizmin üzerine inşaa edilemez. Zira burjuvalar teknolojik gelişmeleri insanlığın yararına değil tamamen kendi çıkarına göre kullandı. Kullanmak bir yana teknolojiyi kendi sömürü çarkına göre geliştirdi. Sonuç itibariyle gezegenimizin sınırlı kaynaklarını tüketti. Şu an her birimiz gelecek kuşakların haklarını tüketiyor, çalıntıya ortak oluyoruz. Bu sürdürülemez. Bilimi ve teknolojiyi doğadaki tüm canlı varlığın hizmetine ve doğayı tüketmeden yeniden üretime ve dolaşıma sokmak gerekir.
Marks, “Devllet sınıf mücadelesi aracıdır. Devletin yok olması için, önce sınıfları yok etmek gerekir. Sınıfları yok etmek için de, sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt yapıyı (İKTİSADİ İLİŞKİLERİ) değiştirmek gerekir. Bunun da en başat koşulu , üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Kâr yerine ihtiyaçlara göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmaktır” der.
Burjuvazi feodal düzen içinde taa 1200 lerde kendi iktisadi ilişkilerini kurmaya başlamıştı. 1789 Farnsız devrimi ile bile iktidarı ele geçiremedi. Napolyon krallığı yaşandı devrimden sonra. Bu feodal kral değil di ama kapitalist devlet de değildi. Dişyeceğim, kapitalizm 1. paylaşım savaşı neticesinde ancak bir Avrupa sistemi olarak var olmayı başardı. Reel sosyalizmin çöküşü ile de bir dünya sistemine dönüştü.
Artık hayalet dünya’da dolaşıyor. Beklenmedik yer ve zamanda devrimler yaşanıyor. Dünya’nın her yerinde oldukça etkin direniş ve isyanlar yaşanıyor. Ne Marksistler ve ne de Anarşistler devrimleri devletsiz bir geleceğin inşaasına yönlendirmekten acizler.
Kapitalist dünya devletlerini ortadan kaldırmak devletsiz bir yaşam inşaası için ne yapmak gerekir? sorusuna Marks’ın tespitini den de hareketle şu yanıt verilebilir.
Tıpkı burjuvaların feodal sistem içinde iken kendi iktisadi ilişkilerini kurmaya başlaması gibi, başta topraksız köylüler, işsizler, (Ne kadar çok birikimli üniversite mezunu olduğunu hatırlayalım) işlerini her an kaybetmekle karşı karşıya olan küçük esnaflar, taş oran işçileri vs. üretim ve tüketim kooperatifleri kurmaya başlayarak, geleceğin devletsiz bir yaşamı için kendi iktisadi ilişkilerini kurmaya başlayabilir.
Bu elbetteki burjuva devlet aygıtını ortadan kaldırmaya yetmez. Bu nedenle yaşamın her alanında MECLİSLER şeklinde de örgütlenmek gerekiyor. Yani iki koldan (MECLİSLER ve KOOPERATİFLER) burjuva devlet aygıtını parçalamak ve giderek yok etmek..
Demokratik özerklik, belediyelerin demokratikleşmesi… bunun için merkezi burjuva devletin merkezi karar mekanizmasını yerel özerk bölgelere ve belediyelere devri için meclisler yoğun mücadele vermeliler. Belediyenin imkan ve kaynaklarını kooperatiflere vakfetmesi sağlanabilsin. Böylelikle kooperatifler şeklindeki yeni iktisadi ilişkiler güçlenebilsin.
Tabi ki, meclisler ve koop.lar kendi içlerinde doğrudan demokrasiyi işletmeliler ki, bütün insanlar politik özüne kavuşabilsinler. Böylelikle politikanın karar vericileri olan toplum mühendislerinden de kurtulunsun.
Gelisim önceki nin inkari ile gelisen birsey degildir. Gelisim öncekinin inkarini inkar eden , tekil olmayan helezonik bir harekettir…
yatay örgütlenmeler, dayanışmalar ve kooperatiflerin bir başka yararı da ortak alanları metalaştırıp sürekli genişleyen pazar ve üstüste şiddetlenerek gelen krizler karşısında direnmeye, ayakta kalmaya olanak vermesi. Bu direniş gündelik sorunlara pratik çözümler bulunması, biraradalık hissi yaratması ve insanların kendi kendini yetmek fikrine ve pratiğine alışması açısından da önemli
Fikirlerinizi küfür etmeden de yazabilirsiniz.
Robinowitch’in kitabını bitirdim. Ahmet’e bi laf söylemiyorum. Allahından bulsun. Ama Mikail, bence bu en iyi çalışma değil. Hatta kötülerden biri. Elindeki hazineyi, yani arşivleri açıkça harcamış adam. Çünkü doğru soruları bile soramamış. Aslında klasik bir troçkist Ekim devrimi anlatısından Troçki övgüsünü çıkartıp, bir tutam arşiv eklersen bu adamın anlatımı çıkar. Ve bu objektiflik ya da tarafsızlık değil.
Alman parası hikayesindeki kurgusunu geçiyorum. Bolşeviklerin “Vallah billah biz almadık!” demesine rağmen, adamın burada Alman parası hikayesinde direnmesi, eğer kanıtlarını sunsaydı pek şugar olabilirdi. Ama vermeden geçmiş, gitmiş. Arkada şunlar inceledi de, geç. Olacak şey değil.
Asıl hikaye şu: Temmuz olaylarından sonra Lenin’lere Alman ajanı iftirasını attıkları sırada, Bolşeviklerin kendi içinde görülen çözülmeyi sümen altı etmiş. Bu klasik Stalinist bakış açısıdır. Resmen bunu anlattığı bölümde hiç yok, bir sonraki bölümde iki-üç cümleyle geçip gidiyor hikaye. Troçkistler Bolşevik saflardaki o iki üç hafta süren çözülmeyi anlatırlar. Tabi anlatma gerekçeleri, hiç akıllarına doğru soruları sormanın gelmemesi. Troçki’yi troçkist saymıyorum tabi ki.
Nasıl olur da, Bolşevikler’in içinde, özellikle de fabrika hücrelerinde çözünme yaşanabilir? Temelde anti-şövenist bir harekete, enternasyonalist bir partiye katılan birileri, “Sizin Lenin Alman ajanıymış!” dendiğinde “He yaw he” cevabı vermesi beklenir. Oysa eldeki veriler (Robinowitch ve Stalinist tarih “sıfırlayıcıları” dışındakilerin verdikleri veriler) bunun tersini gösteriyor. Bolşevikler içinde bile etkilenmeler oluyor. Özellikle orta düzey kadrolarda. Zaten o kadrolar da daha sonra stalinizmin bel kemiği olacak. Bu sorunun cevabı, proleterya devrimiyle burjuva devrimi arasındaki sınıra işaret ediyor. Yani kısacası kazanılan insanlar daha çok söze kazanılmışlar, eyleme ve örgütlenmeye değil. Bu ise çok klasik bir politik devrim görüngüsüdür. Toplumsal devrim görüngüsü değil.
Bir ikinci nokta Lenin konusundaki övgüler. Adam o kadar saçma bir övgü geliştiriyor ki, asıl övülmesi gerekeni hasır altı ediveriyor. Lenin, onu ikna etti, bunu ikna etti, “Baba korsandır Bazil” gibi bir kişilik yüceltmesi var kitapta. Bu ise adamcağızın asıl özelliklerinden birisini ortadan kaldırıveriyor: Politik taktikçilik.
Gerçekte Lenin, Troçki’yi “ikna” etmiyor mesela. Çoktan ikna edilmiş durumda Troçki. Ülkeye geldiğinde kendi fikirlerine en yakın grup zaten bolşevikler. Joffe gibi tiplerden oluşmuş küçücük grubu ne yapsın? Tabi ki “seve seve” bolşeviklere katılacak. Lenin Troçki’yi “ithal” ederek, açıkça parti içinde Nisan 1917’ye kadar anlattığı “kategorik olarak burjuva, bileşim olarak proleter ve köylü” devrim fikrinin karşısına çıkmasını engellemeye çalışıyor. Ve başarılı da oluyor. En azından Stalin yükselene kadar. Aynı hareketi SD’lerin Tarım Programını çalarak yapıyor. Bakıyor ki, bunlarda bi numara yok, köylüleri de devrim tarafına çekmek gerek, adam tam on ikiden vuruyor. Lenin insanları da, fikirleri de ustaca kullanan bir taktisyen. Ama Rabinowitch, Lenin’in İsavari hareketlerini aşırı öne çıkararak, Muhammetvari hareketlerini yadsımış oluyor. Büyük hata. İsa sözse, Muhammet de bir eylemdir.
Son olarak, deminki taktisyenlik meselesinden doğan bir başka durum var. Kamenev-Zinovyev’in nam-ı diğer Edi’yle Büdü’nün sağcı manevralarının, burjuvaziye kendi kendini kandırması için gerekli argümanları verdiğini es geçmiş bizim Rabinowitch. Ekim derslerinde Troçki özel olarak bunun üstünde durur mesela. Ama bizimkisinde yok. Bu da organik bir tarih anlayışı yerine, istençlerden oluşmuş bir okula bağlı olduğunu yani, Hegel yerine Schopenhauer metodlarını kullanıyor demektir. Organik derken, uyumlu anlamına söylemiyorum, yarım yamalak yapısalcılar atlamasın hemen.
Kitabın tek özelliği, arşivleri bir şekilde kullanmış olması. Arşivleri karşılaştırma olanağı da buldum, Troçki’ninkiler daha fazla. E o zaman, ne olayı vardı bu kitabın? Bana iki hafta yol saatlerimi yedirdiniz. Günde en az iki saat. Kargacık burgacık notlar alıp, kitabı işyerinde nereme saklayacağımı şaşırıp, okudum kitabı. Sırf bu da eksik kalmasın diye. Reva mı bu? Ahmet’e bir şey demiyorum. Allahından bulsun o. Ama Mikail, söyle reva mı bu yaptığın?
Keşke Gün Zileli’nin lafını dinleseydim. Stalinist yayın evi dediydi, ama şu Sungur’un kitabı da ondan çıkmıştı, inanamadım Gün Zileli’ye. Demin evde baktım, harbici öyleymiş. Hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan, sonradan. Büyük hata…