Birikim, Haziran 2002, Sayı: 158

Gün, daha önce Yarılma (1954-1972) kitabınla da ilgili yazı, haber ve değerlendirmeler çıkmıştı basında. Şimdilerde, benzeri haber ve yazılara, yeni çıkan Havariler (1972-1983) adlı kitabınla ilgili olarak rastlıyoruz. Şimdiye kadar senin medyada doğrudan doğruya bir söyleşinle karşılaşmadım. Raslantı mı bu, yoksa medyaya konuşmuyor musun? Eğer öyleyse neden?

Bunun nedeni, hiçbir ayrım yapmaksızın görsel ve yazılı medyaya duyduğum büyük güvensizliktir. Bu güvensizlik, sadece Türkiye’deki medyanın karakterinden değil, dünyanın neresinde olursa olsun medya denen kurumlaşmanın kaçınılmaz doğasından kaynaklanmaktadır. Bu doğa, kısaca özetleyecek olursak, tiraj ya da reyting yapmak amacıyla her yolun mübah görülmesi olarak özetlenebilir ve sonucu da okuyucuyu yanlış yönlendirmek ve sersemletmektir. Medya, sansasyon, çarpıtma, paparazi, porno, yabancılaşma, iç gıcıklama, temelsiz meraklar uyandırma, gerçekleri örtbas etme, gerçekte önemi olmayan şeyleri büyütme, ünlü reklamcılığı yapmadan yaşayamaz , o bunları tüketerek yaşar, ama öncelikle tükettiği, ünlüsü ve ünsüzüyle, yazarı, demeç vereni, uzmanı ve okuyucusuyla İNSAN unsurudur. Elbette bunları söylerken, medyayı “düzeltmek” gibi bir amacım yok, hatta eleştirmiyorum bile. Bunlar sadece birer saptama. Aktüel, Sabah ve Hürriyet’de çıkan haberler bu söylediklerimin göstergesi. Ellerine geçirdikleri her malzemeyi, kendi amaçları doğrultusunda çarpıtıyor, kabalaştırıyor, iç gıcıklayıcı hale getiriyorlar. Bazen düpedüz yanlış anlamaktan doğan hatalar bile yapıyorlar.

Nasıl “yanlış anlama” yani?

İstersen, yeri gelmişken hemen iki küçük örnek vereyim, yanlış anlamaya ilişkin. Kürşat Oğuz, 8 Mart 2002 tarihli 555 sayılı Aktüel’de, Yılmaz Güney için, üstelik tırnak içinde, “don paça jimnastik yaptırdı” başlığını atmış. Oysa kitapta okunacağı ve haberde de alıntı yapıldığı gibi benim cümlem aynen şöyle: “…sırf Yılmaz’ın yönettiği jimnastik seanslarında yer almak için don paça yataktan kalkıp bizlere katıldılar.” Görüldüğü gibi, atılan manşetten, Yılmaz Güney’in mahkumlara zorla jimnastik yaptırdığı izlenimi çıkmaktadır. Oysa aslında ortada sadece gönüllü bir katılım söz konusudur. Bunun kasıtlı bir çarpıtma olduğunu sanmıyorum. Bu tür şeyler, hızlı bir tempoda çalışan medya mensuplarının ayaküstü “iş bitirme” çabalarının yol açtığı bir yüzeyselleşmeden ve dolayısıyla yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır genellikle. İkinci yanlış anlama örneği, aynı yerdeki, “Halil Berktay’ın tecriti” ara başlığıdır. Oysa altta yapılan alıntıdan da anlaşılacağı gibi, kitapta böyle bir “tecrit” olayı anlatılmamaktadır. Orada anlatılan, partinin çıkarcı bir yönelimle, bir yandan “resmi” ihraç işlemlerini yürütürken, bir yandan da Halil Berktay gibi değerli üyelerinden yararlanmayı ihmal etmeme tutarsızlığıdır. Hele aynı sayıda yer alan, “polis ajanlarının tespiti” başlığının altındaki alıntıdan, yalnız okuyucunun değil, Kürşat Oğuz’un da bir şey anlaması mümkün değil.

Peki, söz medyanın tutumundan açılmışken, yanlış anlamaların ötesinde, bilinçli yapıldığını düşündüğün çarpıtmalar da var mı?

Bunlar derece derece. Hepsi kasıtlı demiyorum. Ama demin de dediğim gibi, medya, o hızlı temposuyla attığı başlıklarla, okuyucunun önüne getirdiği metinlerin çok daha sofistike anlattığı konuları kabalaştırıyor, dolayısıyla okuyucuyu yanlış yönlendiriyor. Buna da birkaç örnek vermek istiyorum. Gülden Aydın’ın Hürriyet Gazetesinin 2 Aralık 2000 nüshasında Yarılma ile ilgili yaptığı haberin başlıklarına bakalım. “Nuri gözünü burjuvalıktan kaybetti”. Kitapta katiyen doğrudan doğruya böyle bir şey söylenmiyor, ama Gülden Aydın, Aristo mantığını izleyerek kestirmeden gitmiş: Nuri burjuva kökenli bir aileden geliyordu. Dolayısıyla Robert Kolej’de okuyordu. Robert Kolejde beyzbol oynanıyordu. Beyzbol sopası Nuri’nin gözünü kör etti. Öyleyse Nuri “gözünü burjuvalıktan kaybetti”.

Çok komik gerçekten. Buna benzer başka örnekler var mı?

Bu kadar saçmasını bulmak zor elbette. Ama bana sorarsan, Aktüel’in demin sözünü ettiğim sayısının ana başlığı olan, “daha ilk işkencede çözüldük” başlığı da, cümleyi konseptinden koparttığı için işi kabalaştırıyor ve yanlış anlamaya yol açıyor, hatta bunun bilinçli çarpıtma kategorisine girdiğini bile söyleyebilirim. Kürşat Oğuz, okuyucusunda, devrimcilerin daha ilk işkencede toptan çözülen palavracılar olduğu, onların atıp tutmalarına bakmamak gerektiği izlenimini yaratmak istemiş bence. Oysa kitapta ben başka bir şey anlatmaya çalışmıştım. Orada yapmaya çalıştığım, “çözülen” “çözülmeyen” kategorilerinin haksızlığını göstermek ve işkenceye direnen, ama buna rağmen örgütlerinin haksız muamelesine uğramış devrimcileri aklamaktı. Ama Kürşat Oğuz’un “umurunda mı dünya”, bir elinde kitap, bir elinde cımbız işe koyuluvermiş.

Galiba daha vahim çarpıtmalara yaklaşıyoruz. Elinde çok sayıda not görüyorum…

Bana kalırsa hepsi vahim. Ama istersen, “cinsel içerikli” ve iç gıcıklayıcı çarpıtmalarla devam edelim. Gülden Aydın, 500 sayfalık, Türkiye tarihinin en ilginç dönemlerinden birini, sol eğilimli gençlerin penceresinden anlatan Yarılma’nın en “önemli” olayı olarak, gençlerin tütün mitinglerinin  ardından İzmir’e döndüklerinde “geneleve gitmelerini” bulmuş. Hadi bunu o dönem gençliğinin sosyolojik tahlili açısından öne çıkartsa, yine diyeceğim bir şey yok. Eminim, devrimci gençlerin geneleve değil de, bilardo ya da langırt oynamaya gittiklerini anlatsaydım, bu, Gülden Aydın için hiç de “haber değeri” taşımayacaktı. Medya, atına saman yetiştirme telaşı içindeki bir köylü ivecenliğiyle, arayıp tarayıp okuyucusuna cinsel içerikli “haber” yetiştirmek için çırpınıp duruyor. Şu da Sabah gazetesinde, benim ağzımdan yazılmış bir başka inci: “Şahika Tekand’la yatmak için yanıp tutuşuyordum.” Bu haberi okuyan, medya konusundaki o kadar uyanık arkadaşlarım bile telefonu açıp bana, “sahi böyle mi yazdın” diye sordular, o sıralar kitap henüz yayınlanmamıştı. Gerisini sen düşün. Oysa benim kitabımda böyle bir cümle olmadığı gibi, sorun Şahika Tekand’ın “seksiliği” de değildi. Ben orada, bürokrat bir parti yöneticisinin ikiye bölünmüşlüğünü anlatmaya çalışıyordum. Ama medyanın derdi mi böyle ciddi sorunlar! Aktüel ve Sabah’ta çıkan “gözaltında mastürbasyon” hikâyesi de öyle. İşkenceye götürülmeyi bekleyen bir gencin neden böyle bir eyleme başvurduğunun üzerinde eminim bir saniye bile düşünmemişlerdir. Mastürbasyon mu yapmışım, hah işte “haber” bu! Yani ben gözaltında değil de, anlamsız bir şekilde,”bir gün kafam bozuldu, bir ağacın altında mastürbasyon yaptım” diye yazsaydım, eminim onu da manşet yaparlardı.

Gün, burada duralım biraz. Yazdıklarında medyanın bu istismarına çanak tutan bir taraf yok mu hiç? Bu konuda hak verdiğin eleştiriler ulaştı mı sana?

“Çanak tutma” gibi bir niyetim olmadı hiçbir zaman. Anlattıklarım, öykünün bütünlüğü açısından çoğunlukla zorunlu şeylerdi. Ama medyanın istismarı kesin. Öte yandan bazı haklı eleştiriler de var elbette. Örneğin Aslan Başer Kafaoğlu’nun eşiyle ilgili yazdığım paragraf kulaktan dolma bir “bilgi”ye dayanıyordu, üstelik anlatılan öyküye pek bir katkısı da yoktu. Bu paragrafı 3. baskıda çıkarıp Aslan Başer’den ve eşinden özür diledim. 3. baskı çıktığında okuyacaksın. Gönül’le yaşadıklarım üzerine de bazı eleştiriler geldi. Bunlara esasen katılmıyorum.  Örneğin Gönül’ün bana tokat attığı yatak sahnesini anlatmak zorundaydım. Bu, o dönemde devrimci bir gencin nasıl maço kültürün etkisi altında olduğunu göstermek açısından zorunluydu ve burada Gönül’ü yaralayacak, onurunu kıracak hiçbir şey yoktur. Bu olayda onuru kırılacak bir tek kişi var, o da benim. Bir arkadaşım, Gönül’ün “çocuk aldırma”sı falan gibi ayrıntılara girmemin gereksiz olduğu eleştirisini yaptı. Bu eleştiriye önce hak verdim, ama yeniden düşününce, biz o zamanki devrimci gençlerin, her şeye rağmen, tutucu ahlâk telakkilerinden ne kadar uzak olduğumuzu göstermesi açısından bunun anlatılmasının da gerekli olduğu sonucuna vardım. Yine de, bunları anlatmak zorunda kaldığım için, kişisel olarak ulaşma olanağım olmayan Gönül’den burada özür dilemek isterim.
Kulağıma, başkalarının “özel hayat”ına ilişkin “ayrıntıları”, onların bilgisi dışında anlatmamın “insan hakları” ihlali olduğu yönünde itirazlar da geldi. Bu itirazların anlamı, bana kalırsa, kısacası, Türkiye’de otobiyografi ya da biyografi yazmaktan vazgeçmek gerektiğidir. Çünkü otobiyografi yazan birisi, kendisininkini olduğu kadar, kendi hayatının belli dönemlerini ören, o aşamada önemli roller oynamış insanların da gerçek hayatını, yani “özel” hayatını, asgari ölçüde de olsa anlatmak zorundadır. Hele bu hayatlar, toplumsal hayatla ayrılmaz bir biçimde içiçe geçmişse. Bu konuda benim “özel hayat” a saygı sınırım, yazılması kaçınılmaz olan hayatlara ilişkin şeyleri yazmamak değil, bu yazılanların o insanın onurunu zedeleyip zedeleyemeyeceği ya da bugünkü hayatlarını altüst edip etmeyeceğidir. Bundan, birkaç hatanın dışında, çok büyük ölçüde kaçındığımı düşünüyorum. Batıda yazılan otobiyografi ve biyografilere bakalım. E.H. Carr, Bakunin’in, kendi kız kardeşlerine aşık olduğunu, cinsel iktidarı olmadığını yazıyor ve karısının başkalarıyla ilişkilerini, hem de isim vererek anlatıyor. Emma Goldman, sevgilileri ile yatak hayatlarını bile neredeyse ayrıntılarıyla tasvir ediyor. Daha yüzlerce örnek verebilirim. Tabii batıda bu tür bir biyografi ve tarih yazımcılığı, devletlerin resmi tarih anlayışıyla, Victoryan ahlâkıyla, ataerkil yasakçılıkla ve nihayet Stalinizmle yıllar yılı süren göğüs göğüse bir çarpışmayla kendini kabul ettirebilmiştir.

Peki devam edelim. Medyadan vermek istediğin başka çarpıtma örnekleri var mı?

Politik içerikli bir tanesi var ki, önemli olduğu için belirtmek istiyorum. Sefa Kaplan’ın, Hürriyet’in 19 Nisan 2002 tarihli nüshasındaki haberi… Alt başlıkta şöyle denmiş: “Doğu Perinçek’in iktidara geldiği zaman, yani ‘devrim’den sonra Kıbrıs’ı ve 12 Adalar’ı Yunanlı Maoculara ‘armağan’ etmek için söz verdiği de vurgulanıyor.” Politik amaçlarla yapılmış tam bir medyatik çarpıtma bu. Ben böyle bir şeyi vurgulamadığım gibi, haberde gösterilmek istenenin tersine, Doğu Perinçek’i, “vatanı sattığı” için değil, Yunanlı EKKE partisiyle milliyetçilik yarışına çıktığı için eleştiriyorum. Ve orada “verdik” gitti, derken tek başına Doğu Perinçek’ten söz etmediğim gibi, “verdik”i bile tırnak içinde yazıyorum. Gerçi benden yapılan alıntıda tırnak işaretlerine varıncaya kadar en ufak bir çarpıtma yapılmamış, ama önemli olan, atılan başlık. Nitekim aynı gün bir arkadaşım bana telefon açıp, Londra’da Kıbrıs’lı Türklerin radyosunun, haberi, “Gün Zileli, Doğu Perinçek’in Kıbrıs’ı Yunanlılara sattığını ileri sürdü” diye verdiğini söyledi. Sefa’ya yazdığım açıklamada, “Doğu Perinçek’i milliyetçilere ihbar etmenin benim işim olmadığını” net bir şekilde belirttim…

Yolladığın bu ve buna benzer açıklamalara yer veriyor mu medya?

Ne yazık ki hayır. Geçen sene, Gülden Aydın’ın haberiyle ilgili bir açıklama yollamıştım, çıkmadı. Üstelik bu açıklamayı gazetenin sorumlusu Ertuğrul Özkök’e de yollamıştım. Basmadılar. Ertuğrul Özkök’ün, ne kadar “68’li” olduğunu kanıtlamak için Yarılma hakkında bir makale yazarken (o da okuduğunu yanlış anlamış yer yer, ama artık bunun üzerinde durmayayım) bir an için durup, “yahu biz bu adamın daha geçenlerde yolladığı açıklamayı basmamıştık” diye bir saniye bile düşündüğünü sanmıyorum. Kürşat Oğuz’a iki, Sefa Kaplan’a da bir açıklama yolladım. Hiçbiri çıkmadı. İşte medyanın “trafik ışıkları” böyle çalışıyor. İstismar ve çarpıtmaya yeşil, açıklama ve düzeltmeye kırmızı ışık.

Kitabın içeriğine ilişkin değil de, yazım tarzın, kitapları yazma  nedenin konularında soru ya da eleştiriler ulaştı mı hiç sana?

Evet, Sefa Kaplan’dan, “geçmişle hesaplaşma mı, vedalaşma mı”, Zaman gazetesinin sorumlusu Salih Zengin’den, “pişmanlık mı, itiraf mı” soruları geldi. Yine Sefa Kaplan, “kamuoyunda isimleri bilinen pek çok insanın özel hayatına ilişkin şeyler söylüyorsun. Bu durum etik açıdan bir problem teşkil etmiyor mu, ifşa yok mu gerçekten” diye sordu.

Bunları yanıtlamış olsaydın ne derdin? Benim de kafamda var buna benzer sorular…

Kısaca belirtecek olursam, yazmamın tek nedeni, yaşananlara, bildiğim kadarıyla tanıklık etmek ve ders çıkartmaktır. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de devrimci mücadele devam ediyor. Geçmiş, doğru bir şekilde değerlendirilmeden geleceğe ilişkin hiçbir şey yapılamaz ve nice devrimci hayat körelip gider, geçmişte olduğu gibi bundan en büyük parsayı kapitalist sistem ve liberalizm toplar. Bu yüzden yazdıklarım, ne pişmanlık, ne itiraf, ne de vedalaşmadır. Geçmişle hesaplaşma da denemez. Geçmişi değerlendirme ve ders çıkartma demek en doğrusudur. Benimkiler de dahil (ki, doğal olarak en büyük ağırlık benimkilerdedir) “özel hayat”a ilişkin yazdıklarım, toplumsal hayatın anlatımı açısından zorunlu olanlardır. Demin söylediğim gibi, birkaç hata dışında, kendim hariç, insanların onurunu zedeleyecek ya da onların şimdiki özel hayatlarını altüst edecek hiçbir şey yazmadım. Öyle şeyleri yazmak zorunda kaldığımda da isim vermeme ya da isim değiştirme yoluna gittim. Öte yandan, polisin gerçekten bilmediği şeyleri, kitap açısından bir kayıp olsalar bile titizlikle gizledim ve yazmadım. Bunu, o olayları bilenler, eğer dürüstlerse kabul edeceklerdir.

Bellek yanılsamasından gelen hataların oldu mu hiç? Yani birileri öyle değil, böyle olmuştu dedi mi?

Düzeltilmeye bile değmeyecek ufak tefek hatalar var elbette. Önemli sayılabilecek birkaç itiraz da oldu. Oral Çalışlar, Yarılma’da anlattığım, kendisinin Deniz Gezmiş’le idamından önce görüşmesi olayını, “sosyal emperyalizm” konusunda değil, bir başka konudaymış gibi hatırladığını söyledi. Ben ısrar edince, “sen daha iyi hatırlıyorsun demek” dedi ve diretmedi. Doğu Perinçek, Nisan ayı başlarında yaptığı açıklamada, gömleğini işkence izlerini göstermek için değil, spor yapmak için çıkarttığını söylüyor. Olabilir bu. Demek ben öyle algılamışım o zaman. Ömer Faruk Cıravoğlu, bana yolladığı bir mail mesajında, hapishanede Yılmaz Güney’le CHP’nin desteklenmesi konusunda yaptığımız tartışmalar sırasında benim de Yılmaz Güney’in “CHP’nin desteklenmesi” fikrini “ilginç” bulduğumu hatırlatıyor. Olabilir, ama ben bunu kesinlikle hatırlamıyorum, bu yüzden yazmadım. Yine Doğu Perinçek, Şule ile nikâhlarından sonraki kutlamanın Anadolu Kulübünde değil, İlyas Kebapçısında yapıldığını belirtmiş, bu itiraz bana bir okuyucum tarafından aktarıldı. Elbette ben orada bulunmadığım için sadece duyduğum bir olayı yazmıştım. Karşımdaki kim olursa olsun, öncelikle kendi belleğimden kuşku duyarım. Bu noktayı, olaya tanık olan arkadaşlarıma email yoluyla falan sormam gerekiyor. Eğer öyleyse, elbette yeni baskılarda düzelteceğim. Mahmut Özdemir, Doğu Perinçek’le yaptığımız “Stalin tartışması” yerine bir başka toplantıyı hatırlıyor ve bu yüzden kendi tutumu hakkında “doğru” bilgi vermediğimi belirtiyor. Ne var ki, ben onun sözünü ettiği toplantıyı da hatırlıyorum ve üçüncü kitapta onu da yazacağım. Mahmut Özdemir, olayı bütünüyle unutmuş, kendisine yeniden hatırlatmaya çalıştım.

“Yazacağım” dedin, devam mı yani?

Evet, bu ayın ortalarında, 1983-90 arasını yazmaya başladım.

Aydınlık’tan Tunca Arslan, yazdıklarını “kişisel sıyrılma gayreti” ve “psikolojik savaş” diye yorumlamış, ne diyorsun?

Bunu ancak, telaşla kitabı karalama gayreti içinde olanlar ve aynı NAZİ’ler gibi, muarızlarını gerçek bir psikolojik savaşla köşeye sıkıştırmak isteyenler söyleyebilir. Üstelik tutarsız da. Birkaç satır sonra da kendimi fazlasıyla “alçalttığımı” söylüyor. Akli melekelerini kaybetmemiş herkes, Sefa Kaplan’ın, bana yolladığı sorularda belirttiği gibi, kendime “karşı son derece eleştirel ve acımasız” olduğumu kabul edecektir. Gerçi, Sefa Kaplan, bunun hemen ardından, “bu tutum, diğer eleştirileri meşrulaştırma gayretinden mi doğuyor” diye de soruyor. Bu soruş tarzına katılmasam bile, özünde reddetmiyorum. Evet, kendi hatalarına karşı açıkça ve dürüstçe tavır almayan bir otobiyografi yazarı, başkalarının hataları konusunda da inandırıcı olamaz. Ama şunu ekleyeyim: Hataların yüzde yüzünü de sadece ben yapmış olsaydım, aynı açıklıkla yazardım. Çok şükür, empati duygumu kaybetmiş değilim. “Psikolojik savaş” iddiasına gelince, bir atasözüyle yanıt vereyim: “dinime küfreden bari Müslüman olsa.”

Basında çıkan tüm yazıların Tunca Arslan’ınkiler gibi cevap yetiştirme telaşıyla yazıldığını iddia edemezsin, değil mi? Örneğin Milliyet’te Ece Temelkuran da bazı eleştiriler yöneltiyor sana. “Çocuk aldırma” emrinin saçmalığını anlaman için otuz yıl mı geçti gerçekten?

Hasan Pulur, Hikmet Çetinkaya, Ayhan Hünalp, Oral Çalışlar, Ece Temelkuran gibi gazetecilerin ya da köşe yazarlarının yazdıklarına diyeceğim bir şey yok esasta. Yazdıklarının bütününe katılmasam bile… Elbette değerlendirme farkları olacaktır. Medya hakkında söylediklerimin, benim sekter bir insan olduğum izlenimi bırakmasını istemem. Ama madem sordun, Ece Temelkuran’ın yazısında katılmadığım iki noktayı kısaca belirteyim. Çocuk aldırma emri de diğer emirler gibi bir parti emriydi, yani disipline uymak açısından diğer emirlerden bir farkı yoktu. Hatta diğer emirleri, örneğin “bölgeye gittim, ama köylerde tutunamadım” diye geçiştirmeniz mümkündür de, bebek çok somut bir şey, bir yere gizleyemezsiniz. Doğurduğunuz an, disiplin ihlali yaptığınız kabak gibi ortaya çıkar. Ha, emre niye uydun denebilir. Zaten ben de o zaman ne kadar berbat bir anlayış içinde olduğumuzu belirtmek için yazmıştım bu olayı. Öte yandan, bu emrin saçmalığını anlamam için otuz yıl geçmesi gerekmedi. Hatta diyebilirim ki, emri yerine getirirken bile saçmalığının farkındaydım. Olayı otuz yıl sonra yazmış olmam, yazdığım anda kavradığım anlamına gelmiyor elbette. Öte yandan, Ece Temelkuran’ın sandığı gibi “onca yıl” susmuş falan değilim. 1986 yılına kadar, kâh boyun eğerek, kâh sesimi yükselterek, kavradığım ölçüde mücadele ettim. Üçüncü kitapta anlatacağım gibi, 1986 yılında parti içi açık muhalefetin lideri oldum ve yazılı metinler kaleme almak da dahil sürekli konuştum. 1988 yılında partiden açıkça koptuktan bu yana da, yani yaklaşık ondört yıldır sürekli konuşuyor ve yazıyorum. Ne var ki, kitapta kendimi fazla öne çıkartmamak için itirazlarıma daha az yer vermemin, susmalarıma ise vurgu yapmamın böyle bir değerlendirmeye yol açtığının farkındayım.

Aydınlık çevresinin değerlendirmeleri konusunda söyleyeceğin bir şeyler var mı?

Bir kere, bir kısım medyanın, aynı televizyonda insanları çatıştırıp reyting alma çabasındaki sunucular gibi, Doğu Perinçek’le ya da çevresiyle aramda bir çatışma yaratma hevesinde olduğunu görüyorum.Tabii esasen buna gerek yok, çünkü nasyonal-sosyalist bir partiye dönüşmüş olan bu çevreyle son derece kökten bir ayrılık ve çatışmam zaten mevcut. Ama burada kastettiğim, bir söz düellosudur. Bu çevreyle asla ağız dalaşına girmem ve bu tür sorulara katiyen cevap vermem. Şu anda, Tunca Arslan’ın yazısında güya imalı bir şekilde belirttiği gibi, Yarılma adından hareketle “şizofreni” olduğumu yayıyorlar. Avukatları Emcet Olcaytu da, kitap yayınlanmadan İletişim Yayınları’na noter aracılığıyla yolladığı  İhtarname’de, yazdıklarımdan dolayı “akıl sağlığımdan” kuşku duyulması gerektiğini belirtmekte ve “suçun subutu” halinde, “yazar”ı halen siyasi bakımdan sığındığı İngiltere’den attırmak için İngiliz Hükümeti nezdinde çeşitli girişimlerin yapılacağını eklemekteydi. Öte yandan, bir okuyucumun bana bildirdiğine göre, Doğu Perinçek, benim “şizofren”, “anti-kemalist” “vatan düşmanı” ve “anarşist” olduğumu söylüyormuş. Sonuncusu tamamen doğru. Sondan bir önceki, insan mantığını yitirmedikçe, insanların ve diğer canlıların üzerinde yaşadığı toprak parçasına düşman olamayacağı için yanlış, ancak “devlet düşmanlığı” anlamında alırsak o kadar da yanlış sayılmaz. Ama bu, özel bir devlete düşmanlık değil, dünyadaki tüm devletlere düşmanlıktır. “anti-Kemalist” değilim, çünkü herhangi bir devlet başkanının “anti”si olmanın yersizliğinin bilincindeyim. Sadece Kemalist değilim ve hatta, bütün devlet liderleriyle olduğu gibi, Mustafa Kemal Atatürk’le de yıldızım hiç barışık değildir. Bunun ötesinde, kendisine özel bir düşmanlık beslemem saçma olur zaten. Bu konuda, Emine Özkaya’nın, otobiyografimin ilk iki kitabını kapsayan Yarılma’daki önsözünde Kemalizmle ilgili yaptığı tahlile tamamen katılıyorum. Şizofren değilim. Eğer olsaydım bunu da açıklardım. Şizofren olmak ayıp bir şey değildir. Ayıp olan, insana olmadığı şeyleri yüklemektir. Bu tutumun, rejim muhaliflerini, “akıl hastası” diye “akıl hastaneleri”ne tıkan Sovyetler Birliği rejiminden tevarüs edildiğini düşünüyorum.

Medya, Aydınlık-MİT ilişkisini de manşetlere çıkarttı senin kitabından hareketle. Burada da bir çarpıtma olduğunu düşünüyor musun?

İnsanlar gizli kapaklı polisiye hikâyelere çok meraklı. Polis romanlarının bu kadar çok satması da bunu gösteriyor. Oysa her şey apaçık ortada. Aydınlık’ın MİT’in basit bir aleti, Doğu Perinçek’in de maaş bordrolü “MİT ajanı” olduğunu söylesem herkes rahatlayacak. Oysa yok böyle bir şey. Aydınlık hareketi, reel politik, nasyonal-sosyalist bir hareket. İktidara gelebilmek için her şeye oynar. Bugün politikaları, orduyla ve MİT’le işbirliği yapmayı gerektiriyor, bu yüzden, hiç de gizli kapaklı bir şekilde değil, açıktan bu politikayı savunuyor, MİT’in ve ordunun basın sözcülüğü görevini yerine getiriyorlar. Ama yarın koşullar değişsin, politika öyle gerektirsin, iktidara oynayan bu gücün, en ateşli  MİT aleyhtarı da kesilmesi pekâlâ mümkündür. Bu bakımdan, Sefa Kaplan’ın Hürriyet’teki, “Aydınlık’la MİT’in bağlantısı vardı” başlığının da, çok daha sofistike olan ve benim kitapta çok daha incelikli anlatmaya çalıştığım olayı kabalaştırdığını düşünüyorum. Son bir nokta. Benim açıklamalarımın da fazla bir önemi kalmadı, Ferit İlsever, Aydınlık’ta yazdığı yazıda, Aydınlık hareketinin “yurtsever MİT mensuplarıyla” işbirliği yaptığını ve yapmakta olduğunu zaten açıklıyor.

Gelelim, 1 Mayıs 1977 olayına, bu da çok konuşuluyor. Olayı, bugüne kadar anlatılanlardan oldukça farklı yansıttığın söyleniyor, Sefa Kaplan da böyle yorumlamış.

Evet, Sefa Kaplan’ın alt başlığından, sanki benim anlattıklarımın, bugüne kadar ileri sürülen iddiaları nakzettiği gibi bir bir izlenim çıkıyor gerçekten, Sefa’ya yolladığım açıklamada bu noktayı da belirttim. Oysa benim yazdıklarım, bugüne kadar anlatılanların doğrultusundadır ve bu anlatılanlara yeni ek bilgiler sunmaktadır. 1 Mayıs 1977 olayı tam bir devlet ve polis provakasyonudur. Kitapta, Kamil Arslantürkoğlu’ndan naklen aktardığım bilgiler, bu provakasyonun başlangıç noktasına işaret etmektedir. Öte yandan ben sadece gördüklerimi yazdım. Nihayet iki göz bu, üstelik öyle bir kargaşalık ortamında. Sular İdaresinden ateş edildiğini görmediysem, göremediysem, bunu görmüşüm gibi yazamam. Ama benim görmemiş olmam, böyle bir olayın olmadığını göstermez. Bir başka nokta daha var. Bana Zaman gazetesinin sorularını yollayan Salih Zengin, sanırım sağ güçleri provakasyonun yükünden kurtarmak amacıyla, bir sorusunda şöyle diyor: “Taksim olayları ile ilgili kısımda bu olayları ülkücü ve faşistlerin kışkırtması sayan görüşlerin tersine, ‘1 Mayıs 1977’nin ideolojik atmosferinin yaratılmasından birinci derecede sorumlu olan bizdik’ diyorsunuz.” Oysa ben orada, sol içindeki çatışmalardan ve sorumluluklardan söz ediyorum sadece, yoksa ülkenin genelindeki bütün siyasi ya da devletsel güçlerin sorumluluklarından değil. Ama şimdi anlıyorum ki, bu tür değerlendirmelere girişirken, söylediklerimin istismar edileceğini hesaba katarak çok daha dikkatli olmam gerekirmiş. Bu konuda söyleyeceğim son söz şudur: 1 Mayıs 1977 olayı bir devlet ve polis provakasyonudur. Bu provakasyonu sahneye koymak, sorumsuzca çatışma ortamı yaratan, iktidar kavgasına girişmiş grupların rekabetiyle son derece kolay hale gelmiştir. Nitekim, kitapta da anlattığım gibi, bir ajan-provakatörün silahını ateşlemesi, sorumsuz liderliklerce ve grupların içine sızmış provakatörlerce iyice hazır hale getirilmiş barut fıçısının patlamasına yetmiştir. Çeşitli yerlerden ateş eden sivil giyimli ajanlar ve panzerleri onbinlerce insanın üzerine süren resmi polis güçleri de, hem kurşunlarla, hem de izdihamda ezilmelerine yol açarak 34 insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Kimi sol kesimler, sorumsuzlukları nedeniyle, sağın ise neredeyse tamamı, provakasyonu tezgâhlayan devlet ve polis güçlerinin borazanlığını yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri için, 1 Mayıs 1977 provakasyonunun maddi ve manevi sorumluluğundan kurtulamazlar.

Şimdiye kadar çıkan değerlendirmelerden büyük ölçüde katıldığın bir tane bile yok mu?

Var. Geçen yıl Tanıl Bora’nın Yeni Gündem’de çıkan yazısı çok iyi bir değerlendirmeydi. Sezai Sarıoğlu’nun, Birikim’in 156. sayısında çıkan değerlendirmesine neredeyse bütünüyle katılıyorum. Sezai de benim gibi, ömrünün büyük kısmını solda geçirmiş bir devrimci ve daha önemlisi, o da inkârcılığa ve liberalizme kaymadan “bizim mahalledeki” hataların ciddiyet ve sorumlulukla irdelenmesinden yana. Aynı paralelde yazıp çiziyoruz yani. Bizlerle benzer bir çizgide irdeleyici anılar ve anı-romanlar yazan, bizim kuşağın en eskilerinden biri olan Atilla Keskin’in ve Ali Taşyapan’ın isimlerini de anmalıyım burada. Ama biliyorum ki, bu saydıklarımın ötesinde çok sayıda samimi devrimci insan var, hataların üzerine gitmekten yana olan. Bugünkü örgütsel yapıların köhnemiş duvarlarının yıkılıp devrimcilerin kardeşleşmesinin zamanıdır. Bunun güzel bir örneğini, kitap için söyleşi yapmaya gittiğim Zürih’teki Mozayik adlı siyasi göçmen kuruluşunda yaşadım, Nisan ayı başlarında. Çeşitli düşünsel farklılıklarımıza rağmen dostça, kardeşçe, açık görüşlülükle ve yüreklilikle tartıştık, konuştuk, çoğu Dev-Yol kökenli siyasi göçmen arkadaşlarımızla. Devrimcilerin kardeşleşmemesi ve radikal ve devrimci yönde yeni bir atılım yapmaması için gerçekten hiçbir ciddi engel yok.

O zaman bitiriyoruz, son sözler galiba bunlar.

Fazlasıyla uzatmadık mı zaten!