- Tarih10.10.2013
- T24’ten alınmıştır.
AKP’nin otoriter yönelimini “Gezi isyanı” bağlamında analiz eden iki yazı yayımladım Birikimdergisinde.[1] Bu yazılarda özellikle şu noktayı vurguladım. Otoriter yönelim sadece yürütme organının yetki alanını genişletmek, baskı ve şiddet dozunu arttırmak, tartışma/protesto kanallarını yasayla ya da fiilen kısıtlamak gibi uygulamalar ve düzenlemelerden ibaret değildir. En az bunlar kadar önemli ve etkili bir boyutu da kendine bir kitlesel destek edinmek veya var olan desteği “yeniden şekillendirmek” için kullandığı propaganda, yönlendirme tarzı/mantığıdır.
Bunu, en kestirme biçimde, kitlelerin toplumun belli kesimlerine yönelik “öz”cü – ve haliyle gerici – önyargılarını harekete geçirmek; içgüdüselleşmiş korku, öfke ve komplekslerine hitap etmek suretiyle bir algılama kalıbı içine sokulması diye özetleyebiliriz.
Böylece oluşturulan veya “yeniden şekillendirilen” kitlesel destek, otoriter yönelime karşı her itiraz ya da direnişi neredeyse düşman gibi algılamaya hazır hale getirilmiş olur. Ancak, bu yola itiliş, daha derinde bir tahribatla birliktedir. Önyargılar, korku, öfke ve kompleksler rasyonel bir temeli dıştalayan, hatta reddeden doğaları nedeniyle ölçü, kural ve tutarlılıktan yoksun bir algılama dünyası yaratır. İnsani değer ve ilkelerin de haliyle bir yana itildiği, insaf ve vicdan kayıtlarının törpülendiği; işaret ve çağrışımlarla işleyen doğal “düşünüş” tarzıyla hükümlerin verildiği bir atmosfer oluşturulur böylece.
“Gezi isyanı”nın gündemi belirlediği dönemde özellikle Başbakan Erdoğan’ın tavrında ve onu koşulsuz destekleyen – yandaş – medyanın yayın performansında, şu yukarıda özetle anlatılanların eksiksiz bir doğrulanmasına tanık olduk.
Sözünü ettiğimiz algıla(t)ma kalıbı içinde, Gezi isyanının, oy verdikleri parti ve hükümete karşı – “faiz lobisi”, “iç ve dış – düşman – mihraklar” tarafından – planlamış bir “tertip” olduğunu vurgulamakla yetinilemezdi.
O “tertip”in kendilerine, kendi özgür varoluş tarzlarına, kimliklerine karşı bir tehdit/tehlike olarak algılanmasını sağlamak da en az bunun kadar önemliydi. Çünkü yöneten – otoriter yönelim – ile yönetilen – kitlesel destek – arasındaki özdeşleşme ilişkisi ancak böylece kurulabilir ve içselleştirilebilirdi.
İşte tam da bu nedenle, Bay Erdoğan’ın Gezi isyanı günlerinde ardı ardına tertiplediği kitlesel destek mitinglerinde, o kitleyi Gezi protestocularına karşı ajite etmek için en fazla – hatta sürekli – kullandığı iki “argüman” üzerinde özellikle durdum. Bilindiği üzere, bunlardan birincisi Dolmabahçe Camisi’ne giren protestocuların orada içki içtikleri iddiasıydı. Bunun düpedüz yalan olduğunu bizzat o caminin imam ve müezzini birkaç kez ifade etmiş olsa da, Başbakan bir süre daha bu yalanı tekrarlamaktan vazgeçmedi.[2] İddia gerçek olsa dahi, başbakanlık sorumluluğunu taşıyan birinin bu densizliği bizzat dillendirmekten imtina etmesi gerektiğini boşuna söylemeyin. “Normal” bir başbakan Sünni çoğunluğu galeyana getirmemek için elbette böyle davranırdı. Ama bizim otoriter Başbakan’ımız bu yönelimi doğrultusunda yeniden şekillendirmeye ulaştığı kitlesel desteğinin algılama “mekanizma”sını bu türden galeyanı körükleyecek öğelerle işletmek peşindedir. Bunun için yalan söylemeyi bile göze almış bir kararlılık içindedir.
R.T. Erdoğan aynı kararlılığı, diline doladığı mahut “Kabataş vakası”nda da gösterdi. Ama bu kez “yandaş medya” daha çok önem atfederek katıldı bu kampanyaya. Çünkü söz konusu vaka, camide içki içmek gibi ne denli öfke yaratsa da bir avuç densize mal edilebilecek, dolayısıyla tüm “Gezi isyanı”na şamil bir tutum olarak algılatılma ihtimali zayıf bir içerikte değil; aksine muhafazakâr çoğunluğun kimliksel, siyasal ve kültürel hemen tüm önyargılarını, öfke, nefret öğelerini ve komplekslerini depreştirecek bir korkutuculuk ve iğrençlik atmosferi içinde sunuluyordu: Türbanlı bir kadına toplu halde saldıran, hakaret eden, aşağılayan “çağdaş” kadınlar, o kadını ve üstelik kundaktaki çocuğunu tekmeleyerek yere seren, yetmezmiş gibi bir de üzerine işemek gibi belki tecavüzden bile beter ve aşağılayıcı bir alçaklığı yapmış, belden yukarısı çıplak, Gezi isyanı pankartları taşıyan herifler…
R.T. Erdoğan’ın Gezi isyanı sürerken tertiplediği karşı gösterilerin hepsinde toplanan kalabalıklara bu olayı, bu şekliyle bilhassa anlatmasının bir amacı, o insanların nezdinde Gezi isyancılarının böyle bir portreyle algılanmasını sağlamaktı elbette. Herkes gibi, vakanın gerçekliğine inandığı ölçüde tiksinti duyması, öfkelenmesi doğaldır. Ama bu vakanın en başta işaret ettiğimiz – otoriterist – siyasal hesapların gerektirdiği türden bir kitlesel destek oluşturmak için ne denli elverişli olduğunu da hiç şüphesiz görmüş ve bu fırsatı alabildiğine kullanmıştır.
Birikim’deki her iki yazımda da gayet açıkça görüleceği üzere, eğer böyle bir siyasal hesap yoksa bahsedilen tiksinti verici olayın derhal aydınlatılmasının şart olduğunu belirttim. Bunu derken, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek biçimde faillerin teşhis ve teşhir edilmesini kastetmekte idim. Bu vaka üzerinden Gezi isyanının münferit veya ikincil değil, asli, başat çizgileriyle oluşmuş imajının üzerine atılan töhmetin, sürülen kara lekenin doğruluk derecesinin bir an önce açığa çıkması idi ilk öncelikli amaç. İkincisi ise, her şeyden önce bir insan ve bir yurttaş olarak, mağduru kim olursa olsun alçaklık ve iğrençlik derecesi değişmeyecek olan böylesi bir suçun faillerinin hâlâ aramızda serbestçe dolaşabiliyor olmasına karşı duyduğum infial idi.
Gezi isyanının üzerinden iki aydan fazla bir zaman geçtikten sonra, vaka hâlâ “faili meçhul”e terk edilmiş gibi duruyorken, bu durumun artık tamamen AKP ve özellikle R.T. Erdoğan’ın baştan beri işaret ettiğim siyasal hesapları ile izah edilmesi gerektiğini anlatan ikinci yazıyı yazdım. O yazıda bu sürüncemede bırakma tutumunun yönetenler – AKP kadrosu – tarafından nasıl bir siyasal yarar gözetildiğinden ötürü tercih edildiğini belirttikten sonra, bu tutumun yönetilenleri – AKP’nin kitlesel desteğini – nasıl bir düşün(eme)me tarzına yöneltmeye matuf olduğunu da özellikle vurguladım. Fakat aynı zamanda işaret ettim ki; bu tutum sürdürüldükçe yönetenler de yönettiklerine empoze etmeye çalıştıkları düşün(eme)me kalıbı içine çekilir; yani rasyonel düşünmenin ilke ve kurallarını, siyasal görüşlerine içrek insani değer ve ölçütleri tedricen bir yana iterek, önyargılarının, içgüdüselleşmiş korku ve komplekslerinin belirlediği bir mecradan konuşmaya başlarlar.[3]
* * *
Son yazımın – Birikim 293/Eylül’de – yayımlanmasından iki hafta sonra bir arkadaşım Star gazetesinin daimi köşe yazarlarından Ahmet Kekeç’in hakkımda bir yazı yazdığını haber verdi. Yazının başlığını görünce bunun Gezi isyanı ve AKP’nin tutumuyla ilgili yazdıklarıma dair olabileceği aklıma bile gelmedi. Yazarlığının alamet-i farikasının karşıtlarına “laf çakmak” olduğunu bildiğim bu kişinin bilemeyeceğim bir vesileyle ismimle pornografi merakını yan yana getirmeye yeltendiğini sandım önce.[4]
Bu seviyesizlikte bir yazıya, bu edepsizleşmeye gayet teşne kişiye cevap yazacak, ona yaptığı yanlışı gösterip anlamasını sağlamak gibi boşuna olacağı baştan belli bir çabaya girişecek değildim elbette. O nedenle mail adresine aşağıdaki kısa notu göndermekle yetindim:
Bay A. Kekeç,
İsmimle “pornografik merak”ı, yan yana getirme marifetini gösterdiğiniz yazıdan biraz geç de olsa haberdar oldum.
Gezi olayına ilişkin olarak hükümetin ve onu koşulsuz destekleyen – sizin de dâhil olduğunuz – medyanın en fazla diline doladığı o mahut Kabataş olayının, elbette failleri en başta olmak üzere niçin aydınlatılmadığına dair yazdıklarımı, bana atfettiğiniz o “merak”la özetleyebilmişsiniz. Bunu okuduğumda belirteyim ki maalesef ne idrak seviyenizin, ne de entelektüel ahlak ve edep derekenizin beni artık şaşırtmadığını hissettim.
Cevaplamanız için değil; sadece belki biraz düşünürsünüz diye soruyorum: Bir kadına böylesine menfur bir davranışı reva görmüş birileri var ise, bunların derhal teşhis ve teşhir edilmelerini talep etmek, sizin de bir insanlık ve yurttaşlık ödeviniz değil midir?
Bu konuda neden – topluca – susuyorsunuz? Gezi olayı bağlamında birçok kişiyi gayet sudan bahanelerle pekâlâ hedef gösteren sizin, medyanızın ve hükümetin, bu en iğrenç olay – iddianın – faillerinin teşhiri konusunda kılını kıpırdatmaması vicdanınızı hiç mi rahatsız etmiyor?
Vicdanınızı, o menfur olayın gölgesini Gezi olayı üzerine düşürmekten edineceğinizi umduğunuz siyasal faydadan dolayı susturulabiliyorsanız; kendinize ne ölçüde ahlaki ve manevi değer sahibi diyebiliyorsunuz?
Ömer Laçiner
Bay Kekeç, buna onun gibilerden beklediğimiz bir “cevap” verme tarzıyla mukabele etti. Aynı gün gönderdiği mailde “edep derekesi”, “entelektüel ahlak düzeyi”ne dair ona söylediklerimi “iade ediyor”; üslubumu “kaba, çirkin…” buluyor; sadece görüntü isterim sözünü bana yakıştıramadığını yazdığı için “hakarete uğradığını” iddia ediyordu.
Ama Kekeç, pornografi buluşunu çok sevmiş olacak ki; iki gün sonra gazetedeki köşesinde yine aynı konuyu diline doladı.[5]
İlgili bölüm şöyle:
“İsmi lazım değil… Çok çok önemli bir sol teorisyenin pornografik merakına ilişkin bir yazı yazmıştım.
Hani, Gezi olayları sırasında, başörtülü bir hanımefendi saldırıya uğradığını söylüyordu. Çirkin, kaba ve cinsel çağrışımları da olabilecek bir saldırı…
İnsanların bir kısmı ‘saldırıya uğradım’ beyanına inanmıştı. Bir kısmı da inanmamayı seçmişti… ‘İnanmamak’ bir tavırdır. Ortada bir iddia varsa ve ‘beyan’ bizim için yeterli karine oluşturmuyorsa, tercihimizi yaparız, en fazla ‘inanmadığımızı’ söyleriz… O sol teorisyenin yaptığı gibi, ‘Görüntü nerede? Görüntü isterim!’ demeyiz.
Böyle dersek, ayıp etmiş oluruz.”
Ardından Gombrowicz’den yaptığı alıntıya, dayanarak pornografinin gizliliğe ve düşmüşlüğe yönelik merak ihtiyacından kaynaklandığını belirterek devam ediyordu:
“Başkalarının düşmüşlüğünü görmeye meraklı ünlü sol teorisyenimizin bu tutumunu eleştirdim. Karşılığında, ‘tepişen’, yani hakaret içeren ve bana konumumu (sınıfsal durumumu hatırlatan) bir cevap aldım.
Teorisyenimiz, ‘tuhaf merakı’na yönelik itirazlarımı görmüyor, görmek istemiyor. Bu meraka (tecessüse) ilişkin bir tecessüs de geliştirmiyor. Nedense oralara hiç girmiyor… Sadece ‘varlığımı’ ve kendimi ‘itirazcı’ bir konumda görmemi sorun yapıyor. Kendince ‘sınıfsal bir çalım’ atarak, üste çıkmaya çalışıyor.
Bunun derin bir güvenlik endişesinden kaynaklandığını ve ‘patolojik bir hal’e işaret ettiğini söylemeye gerek var mı?”
Bay Kekeç’in şahsımı hedef alan ve benim öfkelenmeme bile değmeyecek yazısını konu edinmemin nedeni, bu yazının girizgâhında da bir kez daha özetlemeye çalıştığım AKP otoriterizminin oluşturmaya çalıştığı kitle desteğine empoze ettiği algılama/algılatma kalıbının pek çok özelliğini yansıtan bir örnek oluşudur.
O algıla(t)ma kalıbının başat özelliğinin konu/sorunları onlara kendi objektif(nesnel)liği herkesçe görülen bariz öğeleriyle değil, tam tersine önyargı, korku ve kompleksleri baz alıp, o konu/sorunu bunlarla ilişkilendirilebilecek öğelerle sınırlayarak tanımlamak olduğunu belirtmiştim.
Bay Kekeç’in yaptığı da tamı tamına budur. Benim söz konusu Kabataş vakasında “görüntü isterim” diye bir tutturmamın olmadığı bahsini geçelim. Söylediğim, sadece görüntü ve tanıklıklar harekete geçirilerek vakanın cereyan tarzının ve asıl önemli olarak da (mağdurenin asla değil), faillerin teşhis ve teşhir edilmesi idi. Bunu ikinci yazımda bilhassa belirtmiş, mağdurenin ve ailesinin isimlerinin gizli tutulmasına, görüntülerinin saklanmasına/silinmesine mutlaka saygı gösterilmesi gerektiğini de yazmıştım.
Bay Kekeç bütün bunları yok sayabiliyor ve benim mağdureyi, hakarete uğramış halini görelim dediğimi zannettirecek bir ifade, tarz kullanmaktan utanmıyor. Çünkü yazısını okuyacak AKP taraftarı kitlenin önyargılarını, içgüdüsel öfke, korku ve komplekslerini depreştirmenin yolu, yöntemi bu.
Ve zaten mağdurenin anlattıklarıyla tanımlanacak bir “Kabataş vakası”nda, bu iğrençlik düzeyindeki bir olayda “pornografi”nin akla gelebilmesi bile nasıl bir kafa yapısı ile karşı karşıya olduğumuzun tiksindirici bir işaretidir.
Bay Kekeç’in Kabataş vakası denilince derhal ve ilk planda aklına “pornografi” geliyorsa bir ruh doktoruna gözükmesini tavsiye ederim.
Ben bu olayı AKP yönetiminin Gezi olayı bağlamında yürüttüğü propaganda, algı kalıbı oluşturma stratejisini anlattığım sayfalar dolusu yazıda bir vesile, örnek olarak zikrettim. Onlarca sahifenin içinden sadece “görüntü” kelimesini bağlamından ve amacından koparıp tamamen çarpıtarak; “failler kim, neden ortaya çıkarmıyorsunuz” sorusunu tam tersine çevirip sanki “mağdure kim, gösterin onu” demişim gibi yazı döşenmeyi A. Kekeç kendisine pek yakıştırmış. Orası besbelli. Böylece kimlerden aferin aldığı da beni pek ilgilendirmiyor.
Benim derdim, fikri gıdalarını Bay Kekeç gibilerinden aldıklarını sanan AKP’ye oy vermiş/verecek insanların, onlara yazılar ve nutuklarla empoze edilen algılatma kalıbı içinde sürüklenecekleri zihniyet ortamı…
Bahsettiğim yazılarımı da söz konusu algılatma kalıbını empoze edenlere ve onların yardakçılarına “saydırmak” için değil, uyarmak için yazdım. Söylediklerime inanıp inanmamaları, ciddiye alıp almamaları onlara kalmış. “Bize saldırıyor” sonucuna varıp cevap verecek olurlarsa yazar dürüstlüğünün asgari kurallarına uymalarını istemek de en doğal hakkımdır.
A. Kekeç gibi “laf çakma”dan ibaret hünerini iftira atmaya kadar götürebilen biri hakkında ise lanet etmek dahi gereksiz. A. Kekeç olmaya müstahak olmak zaten yeterince ağır bir bela çünkü.
[1] 1 Ekim 291/292 ve Birikim 293
[2] Geçenlerde bu imam ve müezzinin başka yerlere tayin edildiklerini öğrendik. Doğru söylemenin bedelini böylece ödetti AKP yönetimi.
[3] Bu anlatılanların gayet ibretlik bir örneğini izlemek isteyenlere Beyaz TV’de “Gezi Parkı Gerçekleri” başlığıyla yayımlanan şu programı tavsiye ederim:http://www.youtube.com/watch?v=2NJbxHKY_JM
[4] Star gazetesi, 27 Eylül 2013 (http://haber.stargazete.com/yazar/omer-beyin-pornografik-meraki/yazi-792896)
[5] Star gazetesi, 3 Ekim 2013 (http://haber.stargazete.com/yazar/tepisme-cevap-ver/yazi-794555)
Bu geri zekalı sözde liboş aydınlara ve onların şu düştükleri duruşa bakın hele… meymenetsiz ve hilekarlar…. Dinciliğin herzelerini anlamak için ya ahmak olmak lazım yada liberal aydın….. sizin aydınlık onurunuzun şarap çanağına selam söyleyeyim…..
Kime, neden kızdığınızı anlayamadım.
Dün, Fetullah Gülen´in kadrolarina nasil bir ahlaksizlik, seviyesizlik, sinsilik, düzenbazlik ve cambazlikla calisma yürütmeliri gerektigine iliskin verdigi taktikleri kamuoyu gördü (RedHack`in ele gecirdigi notlar). Dolayisiyla, A. Kekec gibileri röllerini iyi oynuyorlar. Sanirim, ahlaksizlik-edepsizlik-sarlatanlik özcesi kisiliksizlik onlar icin birer seref madalyasi.
t24 interner medyası projesinin desteklenmesinin iyi olacağını düşünüyorum. ilgilenmek istenyenler için hatırlatma, kampanyanın sadece 7 günlük süresi kaldı.
Evet ama orada Alper Görmüş gibileri de yazıyor. O ne olacak?
malumun ilanı olacak ama kişilerle değil, fikirleriyle muhatap olma prensibimiz gereği, yanlış olanlarını eleştirecek ve doğru gördüklerimizi de takdir etmeye devam edeceğiz.
önemli olan, bilindiği üzere, olabildiğince bağımsız bir iletişimin hayati önemde olduğu bir süreçteyiz. onun için, daha iyisini oluşturana kadar, bu fırsatları değerlendirmek gereği açık.
T24’ün bazı yazarlarını izlerim, hatta yazılarını (bugün olduğu gibi) siteye de koyarım ama Alper Görmüş’leri barındıran (üstelik kendisi zaten Türkiye’de yazmaktadır) bir siteye şahsen destek veremem m.aliŞer.
takdir senin hocam… allah müstahakkını versin.
Anlaşılır yazmanız dileğiyle. ADMİN
Birikim bu eleştirilere ne diyecek?
Yeni şafak yazarı, Birikim Dergisi’ne köşe yazısından yüklendi.
Yeni Şafak yazarı Ali Nur Kutlu bugünkü yazısında, Birikim Dergisi’ni köşesine taşıdı. Üniversite yıllarında solcuların bütün dergilerini okuduğunu belirten Kutlu, en çok okuduğu dergilerden birinin ‘Birikim’ olduğunu belirtti. ‘Uzun zamandır okumadığım dergiyi kitapçıda görünce hemen aldım diyen’ Kutlu, derginin formatını sert sözlerle eleştirdi.
Yeni Şafak yazarı, “Şimdi dergideki yazılarda bir kez daha gördüm ki yabancılaştıkları kendi insanını hiçbir zaman anlamamışlar. Sosyalist kültür öylesine etkilemiş ki onları, kendi halkından bahsederken sanki Masai Mara yerlilerinden bahsediyorlar” diyerek sosyalist kesime ve Birikim Dergisi’ne gönderme yaptı.
İşte, Kutlu’nun o yazısı:
Beyaz Türklerin sosyalist savunucuları
Ali Nur Kutlu
Üniversite yıllarımızda solcuların neredeyse tüm kitaplarını ve dergilerini okurduk. Ne yapıyorlar, ne düşünüyorlar anlamak için uğraşırdık. Birikim Dergisi, en çok okuduğumuz dergiydi. Sol entelektüelin en iyi yazarları oradaydı. Dün kitapçıda dolaşırken Birikim gözüme ilişti, yıllar var okumamıştım, merak ettim bir tane aldım (Eylül 2014 sayısı).
İlk etapta biraz çaptan düştüğünü, güncele kaymış olduğunu ve derinliğini kaybettiğini gördüm. Baş yazısının spotu ise tebessüm etmeme ve ‘hala aynılar’ dememe neden oldu. Ak Parti’nin 12 yıldır süren seçim zaferlerini ‘sayı’nın hegemonyası’ olarak gören Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner anlayamadığı bu başarı için şöyle diyor: ‘Bizi şimdiye kadar yapageldiğimiz analiz ve değerlendirmelerle yetinmeyip, yeni ve çok daha kökten bir yaklaşıma yöneltiyor’. Aslında şimdiye kadarki analiz ve değerlendirmelerin iflas ettiğinin kibar ve dolambaçlı bir itirafıdır bu.
Dergide Tanıl Bora’nın Beyaz Türkler, muhafazakarlık, iktidar başlıklı yazısına göz atarken gördüm ki benim Beyaz Türkler üzerine yazdığım tüm yazılardan genişçe alıntılar yapmış. Bir çok diğer Yeni Şafak yazarından da alıntılar eklediği yazısında Bora, bizim Beyaz Türklere bir husumet duyduğumuzu iddia ederek, tepeden bakan, psikanalizi ağlatan şu cümleyle yazısını bitirmiş: ‘Bu husumetin, toplam dar kafalılığı, toplam yarı-aydın (tahsilli cehalet) performansını ve toplam orta sınıf narsisizmini çoğalttığı da kesin’.
Aslında Birikim ekibini ciddiye alırdım. Bu ekibe ait olan İletişim Yayınları kitapları epey yer tutar kitaplığımda. Şimdi dergiyi okuyunca geçmiş yıllarda gördüğüm şeyi bir kez daha fark ettim: Sol muhafazakar, milliyetçi ve dindar kesime her zaman bir sosyal denek gibi baktı. Kavanozda izledikleri bir deneği analiz eder gibi toplumu analiz etmeye kalktılar. Kendi toplumunun alışkanlıklarını arkeolojik bulgular gibi tahlil edip, nasıl ‘arkaik’ olduklarını, solun en ağdalı jargonuyla açıklamaya çalıştılar.
Şimdi dergideki yazılarda bir kez daha gördüm ki yabancılaştıkları kendi insanını hiçbir zaman anlamamışlar. Sosyalist kültür öylesine etkilemiş ki onları, kendi halkından bahsederken sanki Masai Mara yerlilerinden bahsediyorlar.
Sosyalistler ve sol entelektüellerin çoğu Türkiye’nin son 20 yılını ıskaladı ve geride kaldı. Milli Görüş, Ak Parti hareketi ve dindarları anlayamadılar, analiz edemediler. Nitekim Ömer Laçiner Ak Parti başarısını anlamak için yeniden her şeyi analiz etmek gerektiğini itiraf ediyor. Beyhude, yine anlayamayacaklar, zira zihinlerinin derinliklerinde yatan ‘Stalinist’ anlayış ötekini anlamaya değil, dışlamaya ve mahkum etmeye yatkındır.
Türkiye’de sol altın varakla boyanmış bir demire benzer. Yoğun sıcakta ve basınçta o boya erir ve altındaki gerçek değer ortaya çıkar. Türk solu Kemalizm’in altın varakla boyanmış demir halidir. Gezi olaylarının sıcaklığında eriyen kaplamının altından çıkan demir yumruğu gördük. Gerçek Kemalistler bile onlardan daha insaflı ve özgürlükçü kaldı.
İnanın bana, sosyalistleri, sosyal demokratları hatta liberal olmuş solcuların yüzlerindeki özgürlükçü görünen boyayı kazıyın, altından Milli Şef Diktatörlüğü çıkar. Bakın Cüneyt Ülsever’e, Cengiz Çandar’a, Ruşen Çakır’a, Can Dündar’a hepsinin Gezi basıncında liberal boyaları döküldü, Milli Şef’i kutsayan yüzleri ortaya çıktı. Gezi’den bir Ekim devrimi, 27 Mayıs darbesi çıkacak diye heveslendiler ve fabrika ayarlarına döndüler.
Tanıl Bora gibi, Beyaz Türkleri, Kemalizm’i (sözüm ona) şiddetle eleştiren gelenekten gelmiş bir sosyalistin, neden Beyaz Türklere yönelik eleştirilerimizden rahatsız olduğunu anlayabildiniz mi? O’na göre, biz muhafazakar yazarlar Beyaz Türkleri alaya almış, aşağılamış, maskaraya çevirmiş ve karikatürize etmişiz. Peki bunlardan bir sosyalist neden rahatsız olur?
Ben söyleyeyim. Milli Şef Dönemi’nin otoriter Valisi Nevzat Tandoğan, 1944 yılında tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye ‘Ulan Anadolulu, bu ülkeye komünizm gelecekse onu biz getiririz’ der. Enteresandır, Tanıl Bora uzun yazısında üslubumu, Osman Yüksel Serdengeçti’ye benzeterek eleştiriyor.
Siz siz olun kaplama sahte takılar almayın.
http://www.medyatava.com/haber/birikim-bu-elestirilere-ne-diyecek_113196