Žižek Ne Yaptı?

Mart 2009’da, Londra’daki Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü tarafından düzenlenen “Bir İdea Olarak Komünizm” adlı konferansa sunulan metinler Ayrıntı Yayınları tarafından aynı adla kitaplaştırılmış (2011, çev: Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç).

Bruno Bosteels’in metninin başında Marx’tan ve Mao Zedung’dan iki alıntının yanı sıra, Birbeck College tuvaletine yazılmış bir grafıti de var: “İsa olsa ne yapardı, diye sorma. Žižek olsaydı ne yapardı, diye sor.”

Metin sunanların arasında Slavoj Žižek de var. Kitaptaki on beş sunuşun sonuncusu ona ait.

Bu yazıda esasen Žižek’in bazı görüşlerini ele alacağım ama ona geçmeden önce, konferanstaki ya da kitaptaki sunuşların genel havasına da kısaca değinmem gerektiğini düşünüyorum.

Kısaca söyleyecek olursak, konferansa katılan felsefeciler, kitabın kapağında da isimleri yer alan A. Badiou ve S. Žižek’in önderliğinde komünizmi yeniden yaşayan bir idea haline getirmeye çalışıyorlar. Bu çabalarına diyecek bir şey yok elbette, hatta bir bakıma kahramanca bir girişim olarak bile karşılanabilir ama en azından girişimin çok başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü hepsi birden, belki de felsefecilere özgü bir şekilde ayrı tellerden çalıyorlar, daha da kötüsü fena halde kekeliyorlar. Elbette biliyoruz ki, kekelemeleri esasen kendi kusurlarından değil, yapmaya çalıştıkları işin zorluğundan geliyor. Çünkü, sunuculardan Judith Balso’nun, Antonine Vitez’den yaptığı alıntıda belirtildiği gibi, ölmekte olan bir varlığı yeniden hayata döndürmek bir hayli zordur, bunun felsefi alanda yapılmaya çalışılması ise sadece kekelemeye yol açar:

“Çöküş, ideanın çöküşüdür. İdea’yı maddi felaketten ayırmak mümkün değil; yıkıntılar üzerinde hiç zedelenmeden süzülmüyor idea. İdea’lar ancak maddi tezahürlerinde var olurlar: Eğer maddi tezahür yok olursa, idea ölümcül bir yara alır. Bu nedenle komünizm son aşamasına girmiştir.” (Antonine Vitez, 1991)

Buradan, yukardaki fikrin tam tersini ileri sürüp “komünist idea varlığını ısrarla sürdürür” diyen Žižek’e geçebiliriz.

Žižek’le tanışmam ancak üç-dört yılı buluyor. Bazı insanlar, özünde diğer insanlardan çok farklı olmamalarına rağmen, tam olarak anlaşılamayan nedenlerden dolayı daha fazla dikkat ve ilgi çekerler. Belki isimleri, belki fiziksel özellikleri, belki de hiç olmayacak bir anda çok cüretkârca birkaç söz etmeleri olabilir bunun nedeni. Bu, onların üzerinde bir büyü yaratır ve diğerlerinin arasından parlarlar. Evet, bir de anlaşılmazlık dokusu olabilir bazılarının üzerinde. Bir şeyler söylüyorlardır ama ne dedikleri tam anlaşılamaz. Biraz anlaşılır gibi olur ama kaygan bir deniz anası gibi yine kayıp giderler elden. Bence Žižek’te her ikisi de var: Yani cüretkâr sözler etmek ve tam anlaşılamamak. Elbette tam anlaşılamamak, bir dediğini, bir sonraki adımda başka bir şey söyleyerek nakzetmek biçimini de alabilir. Felsefe alanı buna özellikle elverişlidir.

Örneğin Žižek’in Stalin adlı, risale boyutlarında küçük bir kitabını okumuştum geçen yıl (yayınevini hatırlamıyorum ne yazık ki). Kitapta yararlı bilgiler vardı. Örneğin, SBKP Merkez Komitesi tutanaklarından bölümler aktarılmıştı. Bu bölümlerde Buharin’in, Stalin ve diğer politbüro üyelerince nasıl sıkıştırıldığı, nasıl adaletsiz bir yargılama yapıldığı açık seçik görülüyordu. Bununla birlikte, o kitaptan Žižek’in Stalin hakkında ne düşündüğünü tam olarak öğrenmem mümkün olamamıştı. Bir yerde eleştirir gibi yaparken bir başka yerde över gibi yapıyordu. Yani ele avuca gelmiyordu.

Aslında bu kitapta da, bir ele avuca gelmezlik söz konusu ama belki de Žižek, cüretkârca sözler ederek dikkat çekme güdüsünün sonucunda daha net şeyler söylemiş. Bu yazıda benim üzerinde duracağım da bu net sözler zaten:

“Komünist idea varlığını ısrarla sürdürür: Gerçekleştirilmesi konusundaki başarısızlıklardan sonra varlığını sürdürür; tekrar tekrar geri dönen bir hayalet gibi, Beckett’in daha önce alıntıladığımız sözlerinin çok iyi yakaladığı sonsuz bir ısrarla: ‘Bir daha dene. Bir daha yenil. Daha iyi yenil!’

Bu bizi meselenin belkemiğine getiriyor. Post-modern solun mantralarından biri, merkezi diktatörlük iktidarını öngören ‘Jakoben-Leninist’ paradigmanın artık geride bırakılmasıdır. Herhalde bu mantraya geri dönüp bugün solun tam da bu ‘Jakoben-Leninist’ paradigmadan bir nebze almaya ihtiyaç olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir: Bugün her zaman olduğundan daha fazla, Badio’nun ‘ebedi’ komünizm idea’sı ya da komünist değişmezler dediği şeyde, Platon’dan ortaçağdaki isyanlara, Jakobenizme, Leninizme ve Maoizme iş başında olan ‘dört temel kavramda’ ısrar etmek gerekiyor: Katı eşitlikçi adalet, disipline edici terör, siyasi gönüllülük ve insanlara güven.” (s.246-247)

Žižek’in yukardaki sözlerinin ilk paragrafı bana, Kültür Devrimi sırasında sanırım Mao’nun söylediği ve o zamanlar ağzımızdan düşmeyen, “kaleyi yeniden ve yeniden fethetmek” sözlerini hatırlattı. Mantık şuydu: Sınıf mücadelesi sonsuzdu. “Proletarya” (veya “proletarya güçleri”) iktidar kalesini ele geçirebilir, ama bu kaleyi düşmana kaptırabilirlerdi. Hatta bu içerden (“komünist” maskesi takmış burjuvazi tarafından) gerçekleşebilirdi. İşte bu durumda proletarya güçleri kaleyi yeniden ve yeniden fethetmek için yukarı doğru tırmanmalıydılar. Söylendiği anda bu tür sözler biz genç militanlara şevk veriyor olsa da aslında uzun vadede bıkkınlık yarattığı açıktı. Şurası netti ki, kimse denenen bir yolu tekrar tekrar denemezdi. Nitekim insanlığın deneyimi ve tutumu da bunu gösteriyor. Örneğin, Žižek’in sözleriyle “gerçekten Varolan Sosyalizm”i kimse yeniden ve yeniden denemeyecektir. Kimse “daha iyi yenilmek” için mücadele etmeyecektir. Kimse sonunda yenilgi olduğunu bile bile mücadeleye atılmaz. Ancak başka bir yol umudu varsa insanlar harekete geçerler. Bu bakımdan Žižek’in “daha iyi yenil” teorisi, dikkat çekici ve ilginç olsa da, uygulanması olanaksız bir saçmalıktır.

Gelelim ikinci paragrafa. “Post-modern sol” yaftasıyla baştan bir üstünlük sağlamaya çalışmış Žižek. Bir felsefeciden çok ucuz bir politikacıya yakışan bir tutum bence. Sonra da “Jakoben-Leninist” paradigmanın kavramlarını saymış. Dördü de Žižek’in kafasında var olan ya da kafasında çarpıttığı kavramlar. Yani ya gerçeklikleri yok ya da var olduğu kadarıyla çarpıtılmış.

“Katı eşitlikçi adalet”; “siyasi gönüllülük”; “insanlara güven”.

Lenin’le “insanlara güven”i bir arada görmek ne ölçüde mümkün? Leninizm, insanlara güvensizlik üzerine kurulmuş bir doktrindir, hatta özü budur. Leninizm, insanlara değil, onları sevk ve idare edecek, kendi içinde anlaşmış katı disiplinli bir örgüt doktrini demektir. Lenin, insanlara güvenmediği içindir ki “öncü örgüt” teorisini icat etmiştir. Hayatta olduğu dönemde Sovyetler Birliği’ndeki tüm uygulamaları da insanlara güvensizlik esasına dayanmıştır. Fabrikalarda vb. insanların başına birer komiser koyup onlara “disiplin suçu” işleyenleri kurşuna dizme yetkisi vermesinin, fabrikalarda işçi komitelerini lağvedip yerine tek kişi yönetimi kurmasının başka bir anlamı yoktur. Keza Jakobenler de insana güvenmedikleri için Selamet Komitesi’ne güvenmeyi seçmişlerdir. Yukardancı hiçbir siyasi doktrin insanlara güvenmez.

Keza buna bağlı olarak “siyasi gönüllülük” de söz konusu değildir. Siyasi gönüllülük ancak aşağıdan, insana güvenen hareketlerde söz konusudur. Jakobenler de Lenin de siyasi gönüllülüğe değil, yukardan devlet ve örgüt zoruna öncelik vermişlerdir.

“Katı eşitlikçi adalet” ise, Jakobenler ve Lenin dönemi için belki bir ölçüde sadece örgütleri açısından söz konusu olabilir. Örgütlerinde katı bir püritanizm uyguladıkları doğrudur (Stalin devrinde bu da sona ermiştir). Ama örgütlerinin halkla ilişkileri açısından “katı eşitlikçi adalet”in esamesi bile okunmaz. Lenin döneminde uygulanan savaş komünizmi, Partinin köylülüğün ürünlerini talan ettiği bir dönemdi ve bu, çok sayıda köylü isyanına yol açmıştır. Beyazların, partinin bu adaletsiz uygulamalarından son derece yararlanıp köylü isyancıları kendi saflarına nasıl kattıklarını Solohov gibi bir Sovyet romancısı bile Ve Durgun Akardı Don adlı dört ciltlik kitabında çok net bir şekilde ortaya koyar.

En son olarak “disipline edici terör”e gelecek olursak, Žižek’in artık bu noktada zırvanın da ötesine gittiğini söyleyebiliriz. Neymiş bu “disipline edici terör”? Žižek, somut örneklere girmemiş. Ama girmese de söylediği açık. Terör insanları korkutur ve boyun eğdirir. İşte budur “disipline edici terör” ve işte budur bir felsefecinin hazin sonu. Umarım böyle bir disipline edici terörle karşılaşmaz hayatı boyunca.

Ne yaptın Žižek!

Gün Zileli

1 Ağustos 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

80 Comments

  1. (Leninist örgütlenme modeline ben de sonuna kadar karşı olsam da kendimi Zizek’i savunmak zorunda hissettim!) Zizek’in bahsettiğiniz çelişkili teorilerini ve ikircikli tutumunu onun bilim insanı oluşuna bağlayabiliriz diye düşünüyorum. Stalin hakkında ikircikli bir eleştiri yapması belki de Stalin’in sadece kötü olduğunu söylemekle yetinen bir paradigmayı aşmayı, Stalin’i hangi toplumsal ve siyasi dinamiklerin faşizanlaştırdığını bilimsel açıdan daha iyi tahlil etmeyi amaçlamış olabilir. Kendi sözleriyle yer yer çelişmek, anlaşılmamak, ucu açık söylemlerde bulunmak çoğu zaman teorik bir eksiklik olsa da bazen ayrıntılı bir politik tahlilden daha etkileyici olabilir; okuyucuyu daha fazla düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edebilir. Zizek, “disipline edici terör” gibi otoriterliğe has bir kavram ile “siyasi gönüllülük” ve “insanlara güven” gibi özyönetimciliğe has kavramları yan yana kullanarak bu kavramların bir politik örgütte birbirinin panzehiri olacak dinamikler olabileceğini öne sürmüş olabilir. Tabi eğer böyle bir şeyi kastetmişse bunu tam olarak mantıklı teorik temellere dayandırmamış olması da bir eksiklik olabileceği gibi bilinçli bir tutum da olabilir. Ayrıca bahsettiği “postmodern-sol”a özgü “sınıf bitti”, “tarihin sonu”, “emek mücadelesi önemini yitirdi” gibi palavralara karşı “katı eşitlikçi adalet”i savunması pragmatik de olsa doğru bir tutumdur kanımca. Yeter ki sınıf indirgemeci söyleme takılı kalmasın. Ne dersiniz?

  2. valla ne diyeyim öilmem ki… Sizinkiler tahmin çünkü. kitabı okumak belki daha kavratıcı olabilir.

  3. bilmem ki olacaktı

  4. zizek komünisttir. bunun aksini hiç söylemedi ki..

  5. Tabi haklısınız, kitabı okumamış biri olarak benim şu an söylediklerim tahminden öteye gidemez. Ancak Zizek bir partinin veya bir sermaye grubunun organik aydını olmadığından onun ortaya attığı bir teoride az veya çok bilimsel ahlak vardır diye düşündüm, sizi gıcıklık olsun diye eleştirmedim :). Mesela Zizek’in ortaya koyduğu teorileri Ahmet Altan veya Süheyl Batum ortaya koymuş olsaydı bunlara daha da çok şüpheyle bakardım.

  6. nerede onlarda o yetenek efendim.

  7. anarkocu gibi bende kitabı okumadan zilelinin yorumundan hareketle doğal olanı zizekin bir köminist olarak toplumlar tarihinin pratiğinde sorunlu olan bir anlayışın yeniden üretilme çabasında bulunmasıdır.zilelininde asıl üstünde durduğu bu yeniden üretme çabasında hala tükenmiş eski alışkanlıkla leninist parti ve devrim teorisinin etkisinden çıkamayıp “öncü parti,disipline edici terör”gibi leninist parti otoriter işlevsiz tükenmiş kavramların yanında nispeten daha yeni özgürlükçü,katılımcı ve daha işlevsel kavramlara(siyasi gönüllülük,insanlara güven)kavramlara yer verilmesi bence zizekin bir özeleştirisi gibide okunabilir.tabi burdaki özeleştiri gibi okunabilmesi için zilelinin haklı olarak hatırlattığı gibi “siyasi gönüllülük,insanlara güven”gibi kavramların leninist deneyde tam tersinin yapıldığı kabülüyle mümkündür.zilelinin bu haklı eleştirisinin asıl önemli kısmı “ancak başka bir (yeni)yol”umudunda saklı olmalı bence toplumsal mücadele tarihi bize yeni ve öncekilerden farklı bir yol olduğunu gösterdiğine göre bu yeni ve öncekilerden farklı yolun yeni bir anlayış olacağı gibi önceki deneyleri olumlu tüketebilenlerin başaracağınıda öğretmiştir sanırım.asıl soru bu alternatif başarı siyasetide diyeceğimiz anlayışın kural kurum ve işleyişlerini konuşabileceğimiz günlerin uzak olmadığı seviyede bir yazı için kutluyorum.hurşit abi bu casusla nasıl baş ediyordun bize de öğret çıldırttı bizi.

  8. Kıblesi Moskova olanlar, -tıpkı kıblesi Kabe veya Brüksel veya Washington olanların yaptıkları gibi- kıblesini eleştirenlere hoş bakmayacaktır. Bu hep böyle gelmiş böyle gidecektir.

    Bir sorum var anarkocu’ya. Zizek, Gün Zileli’nin yazısında belirttiği gibi felsefeci mi, yoksa sizin belirttiğiniz gibi bir bilim insanı mı? Yoksa ikisi aynı şey mi sizce? Kierkegaard’ın bir cümlesini hatırlıyorum:

    “Eğer bilim Sokrates’in zamanında şimdi olduğu kadar gelişmiş olsaydı, sofistler ve felsefe öğretmek için eğitim almış olanlar bilim adamı olurlardı. Müşteri çekmek için evlerinin kapısına mikroskoplar ve “Muhteşem mikroskopla insanlığın nasıl düşündüğünü görerek öğrenin!” diyen tabelalar asarlardı. Ve bu tabelaları okuyan Sokrates “Bu tam da düşünmeyen insanların davranışı!” derdi.”

    Saygılar.

  9. Sayın Önder,
    *Ben sandığınız gibi komünist biri değilim, anarşist olmaya çalışan (anarşist literarütü ve yer yer sosyalist yayın organlarını da elimden geldiğince takip eden) 19 yaşında bir gencim (herhangi bir kıbleye de sahip değilim, sadece Zizek’in fikirleri de tartışılsın istedim. Bunu “şeytanın avukatlığını yapmak” olarak da görebilirsiniz. Liberalleri eleştirdiğimde bana “ulusalcı”, ulusalcıları eleştirdiğimde bana “liberal” mi diyecektiniz?). Felsefe tabi ki bir doğal bilim değildir, sosyal bilimlere daha yakındır. Felsefe ile sosyal bilimlerin ortak konuları vardır, bunlardan biri Zizek’in de konusu olan politik teoridir. Marksist filozoflar (daha doğrusu marksizmin hakkını verdiği iddiasında olan filozoflar) olayları tahlil ederken marksizmin bilimsel metodunu kullanırlar. Zaten politik teorisyen, psikoanalist, sosyolog gibi pek çok sosyal bilimci Auguste Comte zamanından beri yer yer doğal bilimlerden ve matematikten de yararlanır. Hem sosyal bilimcilere de ‘bilim insanı’ demek bilim kavramını sulandırmaz.
    * Soruyu “Zizek, Gün Zileli’nin yazısında belirttiği gibi felsefeci mi, yoksa sizin belirttiğiniz gibi bir bilim insanı mı?” şeklinde sorduğunuza göre sizin kıbleniz Gün Zileli olmasın?

  10. Önder arkadaş,
    ” * Soruyu ‘Zizek, Gün Zileli’nin yazısında belirttiği gibi felsefeci mi, yoksa sizin belirttiğiniz gibi bir bilim insanı mı?’ şeklinde sorduğunuza göre sizin kıbleniz Gün Zileli olmasın?” ifadem için kusura bakmayın, bazen biraz agresif ve polemikçi davranıyorum. “Kıblesi Moskova olanlar” ifadesini görünce aklıma birden İlim Yayma Cemiyeti veya Komünizmle Mücadele Derneği gibi azgın sağcı grupların söylemleri geldi ve kendime hakim olamadım.

  11. Aman ha, sakin ha, “ergenekon yok “diyenlere bir kez daha yaziklar olsun. Simdi nasil fasist Türk ordusunun avukatligini yapacak bu sahtekar ajan devrimciler?

  12. dam üstünde saksağan gel bize bazı bazı.casus ne alaka burda bir makale var tartışıyoruz senin özgürlükçü devrimcilerle sorunun olduğunu anladık hiç olmasa konu devrimcilik olsa maydanoz olurdun durduk yere “sahtekar ajan devrimciler”diyerek hakaret edersin devrimcileri kızdırır iktidar-devlet-sistem yalakalığını yüzüne vururlar utanmazsın.bir şeyi ispat edeceğim diye yırtındın durdun ergenekon hiç bitmez merak etme kozmik odalarda olup bitenlerin yavaş yavaş farkına varan amirlerin orda planlananları yakında kendileride yapmaya başlayınca da ergenekon diyebilecekmisin.faşistlik bizden çok sana yakın durur ömrümüz faşizme karşı mücadele ile geçti yakında mecliste görürsün bütün vesayetçi-devletçilerle faşistler aynı cephede toplumsal muhalefetin karşısında faşist cepheyi görünce amirlerinle övünürken utanmadan burda bize faşist dersin

  13. Bu kadar basit. Seytanin en büyük kurnazligi insanlari kendisinin var olmadigina inandirmasiymis. Ergenekon’un en büyük kurnazligi da insanlari devrimciler vasitasiyla kendisinin yok olduguna inandirmasidir. Sence ergenekon var mi, yok mu? Ergenekon davasi AKP’nin bir uydurmasi mi? Cuntaya karsi hukuksal planda bir mücadele mi?

  14. ergenekon var, ama akp oraya başkalarını da atıyor (nedim ve ahmet) bırakın ergenekonu, daha önemli şeyler var bu ülkede. ergenekoncuları tutuklamaya gücü yetenler neden 12 eylülcü kenan evren ve şürekasını tutuklamıyor? istemediği için, ona da gücü yeter çünkü

  15. casus,
    daha öncede tartışırken sormuştum 1 mayıs katliamını kozmik odada planlayıp uygulayanları,hepimizin bildiği mahmet ağar,veli küçük,çatlı,mitli,devletlü,derin ergenekonlara bakacak zamanınızmı olmadı yoksa ağar gibilerin uzantısı şimdi hükümette olduğu için ana tuğla düşerse onlarda yıkılabilir endişesi ile dokunulmuyormu?yoksa her türlü pislik açığa çıkarsa şimdiye kadar halkı yutturduğunuz bebek katili,terörist başı gibi yalanlar ortaya çıkıp gerçek bebek katiliyle halk düşmanı operasyonları kimlerin yaptığı açığa çıkmasındanmı korktunuz?hiç aklına gelmiyormu gerçek tarafsız açık ve şeffaf gerçekleri araştırma komisyonunu şimdiye kadar kim istedi?senin ve senin ardıllarının yaptıklarıda ortaya çıkmasından çekinme başka türlü arınamasın.devrimciler vasıtası ile insanlar ergenekonun olmadığına inanıyorsa bu cümlede bile devrimcilerin inandırıcılığı ve dürüstlüğünü kabül vardır.hiçbir devrimci ergenekon gibi darbeci yada halk düşmanı karşı devrimci organizasyonlara kendini kullandırmaz.kendini kullandırmaya gelince merak ettik kimler kulanıyor seni bilmem ama fena sayılmasın işini iyi yapıyorsun.bizi suçlayacağını bildiğimden biz senin bildiğin gibi değiliz bazı hastalıklarımız var kendi hareketimizin bile eksik ve yanlışlarınıda eleştirebiliyoruz ve kendimiz olup kendimizi gerçekleştirmekten mutlu oluyoruz.asıl yukardaki makalede “öncü parti,siyasi gönülülük,insanlara güven,disipline edici terör”gibi eleştirisi yapılan konularda görüşün ne?ergenekona gelince eskidede vardı şimdide var yarında olacak gibi duruyorda eskileri gördük şimdikilerin sana benzediğinide anladım gelecek ergenekon için birşey diyemiyeceğim gelecekte konuşuruz

  16. Sondan baslayalim. Zizek’i ciddiye almam. Sarlatandir. Zaten sanilanin aksine komünist falan da degil. Sarlatan Freud’ün ekibinden, sarlatan Lacan’in talebesi. Psikanalistçidir. Filozof bile degildir. Bati medyasinin “showman”lerinden.
    Öncü parti kavrami totaliter bir kavramidir. Komünistler mutlak gerçek kabul ettikleri tarihsel materyalizmin ilerleyisine öncülük edecek bir “öncü parti” ye inanirlarken. Naziler mutlak gerçek kabul ettikleri irkçi sözde dogal yasalarini uygulayacak Führer’e inanirlar. Ha Führer, ha öncü parti ikisi de ayni seydir.
    Siyasi gönüllülükle kastedilen seyin ne oldugunu anlayamadim. Profesyonel devrimciler ya da Nazi versiyonuyla seçkin aktivistler mi kastediliyor?
    Teröre gelince insanlara korku vererek disipline etme anlayisini elestirmeye bile gerek yok, insanlarin belli bir düzen içinde davranmasi gerekiyorsa bunu tek yolu bilinçli bir sorumluluk duygusudur ve bu da yapilan isin ve uygulanan yöntemlerin mesru olmasini gerektirir. Esasen her eylemin üç boyutu vardir. 1. Mesruiyet. 2. Etkinlik 3. Zerafet. Kisacasi etik, lojik ve estetik üçlemesi.
    1 Mayis ile Mehmet Agar’in ne alakasi var? Agar o zamanlar çok küçük bir piyon idi. 1 Mayis’i o dönemin generalleri bilir, bunlar da sizin sandiginiz gibi eski usul sagcilar degil, solcular da avrdi orada, solcu Gürler, solcu Batur ve solcu Saltuk bu bir. (aslina bakarsaniz o dönemki sag da, sol da soguk savasin piyonlari idi, ciddi bir temelleri yoktu) Ikincisi Agar zaten yargilaniyor. Mahkemenin neticesini bekle. üçüncüsü, “Tugla çekilirse” meselesini Agar kime söyledi? CHP grup baskanvekili Güldal Mumcu’ya. Hergün kocasi ile asagiya inen Güldal , o gün nedense inmedi ve suikast oldu, o günden beri Güldal ne yapti? Hiç. Ama mükafatini aldi, CHP grup baskanvekili oldu. O ve oglu Birgün yazari Özgür , sol cuntanin adami ,Ugur Mumcu’nun “aile içindeki” katillerini ne aradilar, ne de sordular. Bizde böyle olur kemalist solcularin aile anlayisi. Ideoloji aileden önce gelir. Bu da iki. üçüncüsu, Veli Küçük kankasi Perinçek’le beraber ergenekon’dan yargilanmakta, farkinda degil misin? Catli zaten öldü. Kiminle beraber? Solcu Hüseyin Karadag ile yasasaydi muhtemelen Cakici ve Peker gibi içerde olurdu. Son olarak, içinde CHP’nin bulundugu bir komisyon tarafsiz olamaz. CHP ergenekonun sivil kanadidir. Kemalizme tavir almayan sol ajandir, düsmandir, cuntanin ta kendisidir. Herhalde katillerin tarafsiz olacaklarini düsünmezsin.

  17. anarkocu arkadaş:
    Ben kıblesi Moskova olanlar derken sizi kastedmedim. Genel anlamda söyledim. Zaten yazdıklarımı ikiye ayırdım. Birinci bölümde genel konuştum. İkinci bölümde size sordum. Birinci bölümle alakanız yok yani. Sizin ne olduğunuz üzerine hiç tahmin yürütmedim bugüne kadar, başkalarının ne olduğu üzerine tahmin yürütmediğim gibi. Maalesef internette okurken kendimizce gizli anlamlar yükleyebiliyoruz okuduklarımıza. Soruyu sorarken de mecburen Zileli’nin yazısında belirttiği gibi dedim. Aynı zamanda sizin belirttiğiniz gibi de dedim. Yoksa Gün Zileli benim kıblem olmadığı gibi, kimsenin de kendisini kıbleleştirmesine müsamaha göstermez sanırım.

    Sosyal bilimler alanında çalışma yapanlar bilimsel bir metod güdüyorlarsa araştırmalarında onlara da bilim insanı deniliyor zaten. Mete Tunçay’a filozof diyemeyiz mesela. Bilim insanı diyoruz değil mi?

    Comte meselesi -pozitivizm- halledilmesi gereken bir alan bana kalırsa. Zileli’nin bahsettiği yukardancı bakışın da temelinde pozitivizm olduğunu düşünüyorum. İlerlemeci ve insanı nesne konumuna sokan bir anlayış. İnsan güdülmesi gereken, ilerlemek pahasına güdülmesi gereken bir yaratık pozitivistlere göre. Bilim’in iktidarı kurularak aklı ve vahyi dışlama söz konusu. Felsefe yapan bir insan nasıl olur da bilim insanı sayılabilir?
    Benim anlayışıma göre akıl, duyu organları ve vahiy üç temel bilgi kaynağı. Üçünün de alanı farklı ve birbirleriyle çekişmelerine gerek yok. Birinin verdiği bilgiyi diğeri vermez, diğerininkini öteki vermez. İnsan vücudu buna güzel bir örnek sanırsam. Aklımız ve duyu organlarımız ve kalbimizle insanız. Birisi baskın çıkmaya kalkarsa denge bozuluyor. Demek istediğim şu aslında, pozitivizm aklı ve vahyi öldürmeye çalışmıştır. Başarılı olamamıştır. Sadece kavgalar ve çekişmeler. Çözümün iktidar hırsından kurtulmakta olduğuna inanıyorum. Yani ne felsefe ne bilim ne de din iktidar kurmaya çalışmamalı. İnsan ne aklından, ne duygu organlarından ne de kalbinden vazgeçmek istemez değil mi?
    Saygılar.

  18. Önder arkadaş,
    *Yazınızı yanlış anlayıp fevri davrandığım için kusuruma bakmayın.
    *Ben Zizek’i politik teorisyen ve psikanalist olarak biliyordum, o yüzden “bilim insanı” olarak nitelendirdim.
    *Pozitivizm hakkındaki görüşlerinize büyük ölçüde katılıyorum. Bunun yanında pozitivizmin ilerlemeci, yukardancı vb. sorunlarının da sınıfsal olduğunu düşünüyorum. Sonuçta ilk çağlardaki sofistlerden bu yana bilgi üretme süreci genellikle egemen sınıfların ve onların teknokratlarının tekelinde var olmuş (istisnalar hariç). Bu yüzden de felsefe, sanat, bilim, din hep egemen sınıfların hegemonyasını sürdürecek ve onların üretim ilişkilerini geliştirecek şekilde var olmuş; aşağıdakilerin çıkarını ve doğanın esenliğini sürdürecek şekilde değil. Bugün de durum aynı. İşyerinden evine dönen bir emekçinin tiyatroya, sinemaya gitmeye, kitap okumaya falan ayırabileceği para ve zaman kısıtlıdır, dinlenmeye ayıracağı zaman bile kısıtlıdır, bu yüzden emekçilerin TV’den başka zaman geçirebilecekleri bir imkan yoktur; bilgi üretme sürecine katılmaları ise bir mucize olur. Bu durum beyaz yakalılar (“okumuş” da denebilir) ve sanatçılar/entelektüeller için de çok farklı değildir. (Beyaz yakalıların) meslekleri sadece egemenlerin üretim araçlarını geliştirme üzerine kuruludur, sanatçı ve entelektüellerin meslekleri ise genel olarak egemenlerin ideolojik hegemonyasını tesis etmek/sürdürülebilirliğini sağlamak üzerine kuruludur, doğal olarak onların ürettikleri bilim de felsefe de kalkınmacı, yukardancı ve doğa düşmanı olacaktır.

  19. Casus Belli’ye de iki çift lafım olacak,
    * Öncü parti ve tek adam kültü konusunda haklısın ancak bu kavramların da AKP’yi tanımlamada cuk oturduğunun farkında değil misin? Devletin bütün baskı aygıtlarını (polis, yargı, ordu, istihbarat); sadaka ve rıza üretme aygıtlarını (eğitim, sağlık vb “sosyal” hizmetler sektörü, cemaatler, STK’ler, medya ve entelektüel alan) kontrolü altına almış olan, tekelci sermayenin bütün blokları (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, TUSKON, YASED, GÜNSİAD) ile mutualist ilişki içinde olan bir partinin leninist bir öncü partiden ne farkı vardır?
    *Mehmetağargiller’in cezasını bulacağı konusunda emin misin? Ben emin değilim:
    http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1307616489&year=2011&month=06&day=09
    *Solun Ergenekon’u desteklediği falan yok. Doğuperinçekgiller’i solcu olarak görüyorsan bir göz doktoruna görünmelisin. Ergenekon konusunda solun eleştirilebilecek tavrı varsa o da “bırakalım da yesinler birbirlerini” tavrıdır. Devletin bütün pisliklerini en iyi tanıyanlar (laik çetecilerden Hizbulkontra’ya kadar) devrimcilerdir. Devrimciler bu süreçte bir köşeye çekilip olayları izlemektense, yine tarafsızlıklarını ve bağımsız çizgilerini koruyarak olaya müdahil olabilirlerdi. Mesela iletişim araçlarını etkin kullanarak devletin hem eski sahiplerini hem de AKP’nin kurmakta olduğu yeni statükoyu teşhir edebilirlerdi. Bugün Ergenekon Davası’nın AKP’nin tekelinde olması çok acı bir şey. Bir düzen partisi ancak ve ancak düzen tarafından artık kullanılmayan, son kullanma tarihi geçmiş kesimleri tasfiye edebilir ve bunun yanında kendi muhaliflerini de torbaya atar. Fakat devrimciler zamanında derin devlet gerçeğiyle ilgili toplumda infial yaratmak için çalışsalardı bugün Ergenekon Davası sadece ulusalcı cephenin değil AKP’nin derin devletinin üstüne de sifonu çekerdi. Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi muhalif gazeteciler de hapiste olmazlardı; Mehmetağargiller, Çevikbirgiller hapiste olurdu.

  20. …bu arada “Devletin bütün pisliklerini en iyi tanıyanlar (laik çetecilerden Hizbulkontra’ya kadar) devrimcilerdir.” cümlesinde anlatım bozukluğu yapmışım. Doğrusu:
    “Devletin bütün pisliklerini (laik çetecilerden Hizbulkontra’ya kadar) en iyi tanıyanlar devrimcilerdir.”
    Zaten anlayan anladı!

  21. casus,
    lafı neresinden anlarsın belli değil gerçekleri araştırma özgürlükçü kürt hareketi ve toplumsal muhalefetin projesidir amirlerin gibi sistemin aktörleri chp gibi rol çalmaya çalışır ne chp ne amirin akp gerçek bir hakikat komisyonu çalışması yapamaz.nedeninide bilirsin sen ve seningibilerin yaptığını ortaya çıkarırsa gerçek bebek katilleri açığa çıkacağından yıllardır yalan dolan ile sürdürülen hegomonya tehlikeye girer.ayhan çarkının itiraflarını unuttun galiba.haklısın biz cahiliz senin gibi amir öğretmeni olanlar değiliz biz halkın mücadelesinden ve kendinden öğreneniz.onun için öncü tanımayıp her türden hiyerarşi ve otoriteyi reddederiz.siyaseti gönüllülük temelinde yaptığımız için bizde amir,memur,şef,mürit ilişkisi senin gibi yoktur sana siyasi gönüllülüğün yabancı olması normaldır.ağar gibilerin akp de ve hükümette olmasına seviniyormusun farkları ne?sorulara cevap vermedin eski ergenekoncuları tanıdık şimdikilerin sana benzemesinden şikayetin olmadığına göre yakında ergenekon vari bir operasyon yapta ünvanını ve maaşını hak et.devrimcilere laf ederken seninde kabül etmen gerektiği gibi en az onlar gibi dürüst olman gerekir.çok iyi bilirsin istersen ardıllarına sor öğrenirsin çürümüş sistemin mağduru halkın her zaman yanında olanları devletin-sermayenin-iktidarın çanak yalayıcı güdümlü elemanları ile kendinle karıştırma

  22. zizek bana sezen aksu hissi veriyor, aynı dokunulmazlık, aynı iddialı söylem; boşlukları dolduran ve aynı hesapçılık…. sahicilik takıntınız yoksa savunursunuz elbet.. zileliciyim ben, hakiki olanın peşine düşmeli…

  23. “Irademiz Imralidir” diyenler bir de mürsidimiz yok diye konusmuyor mu? Hepiniz Atakürt’ün, ki kürt mü degil mi orasi da belli degil ya, zavalli birer marabasisiniz. Sen ne biçim devrimcisin ki totaliter rejim ve kisilerin pesinden kosmaktasin? Gerçi Törkish devrim her zaman darbe anlamina gelir. Hos Rus devrimi de aslinda bir darbeydi ya. Iste devrim, devrim dedikleri meger bir komplo imis. Hani su hayran olup övgüler düzdügünüz diktatör Kemal var ya, onun zamaninda Denizlili köylünün biri Ankara’ya gidip dönmüs, köy odasinda raporunu vermis. “Giravat, miravat dedikleri bir boyun bagi imis, Atatürk, Matatürk dedikleri bir herif imis”. Hani Gün Zileli anlatir ya anilarinda Izmir’e gitmisler, üniversitede devrim, devrim diye dolasan bir grup zengin çocugu görüp hayret etmisler, sonra isin asli anlasilmis, meger bunlarin savundugu “seks devrimi” imis. Sizin de devrim, mevrim dediginiz aslinda 27 Mayis devrimi , 9 Mart-12 Mart devrimi, 12 Eylül, 28 Subat, Ekim Fraksiyon Devrimi, Dogu Avrupa ülkelerindeki zortlama devrimler, Arnavut “Enver-parti-Enver-parti” devrimi, Aponun ergenekon devrimi vs. vs. vs.

  24. anarkocu arkadaş;
    Ben insanları meslekleri açısından genelleme taraftarı değilim. Türkiye’de şöyle bir yanlış algı var sanki: Bütün işçiler iyidir. İşçi-emekçiden gayrıları kötüdür. Çok indirgemeci geliyor bana bu yaklaşım. Kapitalizmin vaatleri bizim o çok masum sandığımız işçi-emekçilerin bir kısmını öyle bir hülyalara daldırıyor ki, adamlar gönüllü köleliği tercih ediyorlar, bir gün kendilerinin de efendi olabilme imkanlarının olduğunu varsayarak. Ben bizzat yaşıyorum bunu. Fabrika işçileriyle temasım yok ama otellerde, lokantalarda, mağazalarda, kuaförlerde vs. çalışan insanlarla konuşuyorum. Kaç saat çalıştıklarını, ne kadar ücret aldıklarını soruyorum. Ve bunun böyle devam etmemesi gerektiğini söylüyorum. Aldığım cevapların bir çoğu, efendilik hırsıyla yanıp tutuşan cümleleler. Bir gün ben de o konumda olabilirim mantığı. Hatta, sen o konumda olsan, işçilerine sana davranıldığı gibi davranır mısın dediğimde, verilen cevaplar “evet, bu işin kanunu bu” oluyor.
    Merkezde insan sorunu var bana kalırsa. Efendilik hırsı sorunu var. İşçi patron olma hırsı içinde. Patron daha fazla sömürme hırsı içinde.
    Zizek ile alakalı olarak da, tarihin belli bir kesitini olduğu gibi yeniden diriltmek yeni yanlışlara, yeni yenilgilere uğramaktır. Reel sosyalizmin çöküşünü kapitalizme mal etmek yerine, öz-eleştiri yapmak daha yerinde olur kanısındayım. Yapanlar da var haklarını inkar etmiyorum, ama aydın katında daha ziyade. Bu eleştiriler halka pek fazla yansımıyor sanki. Çevremde gördüklerime nazaran söylüyorum bunları. Mesela, kendisine sosyalist diyen çevrelerle konuşuyorum, 68 nostaljisi yapmaktan başka bir şey bilmiyorlar. Anarşistlerle görüşüyorum, sadece yıkmaktan söz ediyorlar. Sadece yıkmak mıdır anarşizm? Belki de düşündüklerimde yanılıyorum. Bilmiyorum. Yaşadığımız günler at izinin iti izine karıştığı günler sanki. Ben müslümanım, İslamcı değilim ama. Anarşist ve sosyalistlerden kimileri din karşısında radikal bir ateizm içindeler. Siyaseten anlaşabiliyorum bir çoğuyla ama din işin içine girince her şey bitiyor. Ben dinimden vazgeçmiyorum. Kimseye illa müslüman ol da demem. Ama radikal ateistlerde özellikle İslam’a karşı (Hristiyanlık’a vs. değil kesinlikle) büyük bir husumet var. Bu husumet halkla irtibat kurmalarına da engel. Epey karıştı söylediklerim.
    Saygılar.

  25. Zileli,Zizek’i sağdan ele almış.
    Zileli’nin anarşizme dönüşünde de sağcı bir yönelim vardı.
    Berktay’ın/Çalışlar’ın evrilmesiyle Zileli’nin evrilmesi özünde ve son çözümlemede aynı doğrultudadır.
    Berktay,Çalışlar gibileri de Zizek’i aynı bağlamda eleştirecektir.Eleştirmektedir.
    Zizek’in daha sol önermelerine karşı,Zileli liberal sağcı içeriğe sarılıyor.
    Anarşizm her dönemde “kralın soytarısı” rolünü üstleniyor.

  26. kafayı yemeye başladın galiba 27 mayıstan 12 mart a 12 eylülden 28 şubata bütün melanetlerin sorumlusu devrimciler olduğuna göre hepsinde devrimcilerin zarar görmesi seningibi yalamaların herdevirde yerinin sürekli sağlamlaşması bile herkesin yerini netleştirdiği gibi halk düşmanlarının yanındaki yerinden memnun olduğundan olmalıki gerçek sistem mağduru halkın dostu devrimcilere saldırırken salyalı faşist yüzünü ele veriyorsun.fesatlanma buralarda yazıp amirlerin ve senin sinirlerini bozmamızı engelleyecek bir operasyon yaparsın salyalı ırkçı faşistlerinden farkın olmadığını gösterirsin.bende hurşit ağbinin senin hakkındaki teşhisini överek onaylarım.sahi biz kendi anlayışımızıda eksik ve yanlışında eleştirebildik sen akp-hükümet-ve iktidara hiç lafını duymadık çok memnun ve memur olduğunu yazda yeni bir şey öğrenip cahillikten kurtulalım

  27. yazida guven konusuna dair bir sey soylemek isterim.kamu hukukunda toplum ve devletin dogusuyla ilgili olarak cesitli gorusler vardir,bunlardan guvenle ilgili olanlari toplum sozlesmecileri ve insan insanin kurduculardir.toplum sozlesmesini rousso,kurt teorisini hobs temsil eder.Biri dayanismayi bir digeri de rekabet ve catismayi esas alir.Sorunu guven ekseninde degil de insanin yetersizligi ve eksikli dogasi temelinden ele alindiginda insanin bu eksikligini kapatmak icin hem dayanismak hem de rekabet etmek yani daha iyi bir yasam ve statuye de ihtiyaci var.guven meselenin tali yonudur,psikolojik boyutudur.olimpiyatlarda ayni ulkeyi temsil eden maratonculari dusunun bu kosucular beeli bir dayanisma taktigi icindadirler ama ayni zamanda birbirleriy le de rekabet halindedirler.Yine bu rekabetin siddet boyutuda vardir,canlilar dunyasinda cinayet isleyen tek canli (istisnalar haric) insandir,dinlar habil ile kabil oykusunu, bu cinayet duzlemine yerlestirir.bu siddet celiskili bir boyut icerir hem toplumu dipten yokolma tehditiyle karsi karsiya birakarak rganizmanin kendini koruma refleksini gelistirirken bir yandan da soykirimlarda ve savaslarda kendini gosterdigi uzere gercekten yok olmayi tehtit olmaktan cikarip potansiyeli aktuel hale getirir,bu insani gercegidir,dar ahlak ve psikoloji katogorilerine indirgenerek durum anlasilamaz,aksine bu olgular siddet,rekabet/dayanisma dinamikleri gozetilmeden anlasilamaz.kimi yazarlar, nitekim arno gruen isimli psikolog oidipus kompleksini bu siddet ve iktidar/rekabet temelinde yorumlamistir.

  28. Önder arkadaş,
    * “Umut fakirin ekmeğidir.” derler ya, burjuva ideolojileri de fakire fukaraya umut dağıtarak düzeni ayakta tutarlar. Kapitalizmin hakim olduğu Türkiye’de kemalizm, islamcılık, milliyetçilik şeklen farklı görünürler fakat hepsinin özünde aşağı yukarı aynı mantık vardır: “Ulusal burjuvazinin gelişmesi için çalışın. Biz nasıl olsa hepimiz aynı geminin tayfasıyız. Bugün bizim sermayecimiz kazanır, devletimiz-milletimiz güçlenir, bölgede sözü geçen bir ülke oluruz. Daha fazla üretim yaparız. Sonrasında siz de adil düzene kavuşursunuz. Hem korkmayın daima sömürüleceksiniz diye bir şey yoktur, akıllı olursanız kurnaz olursanız sınıf atlayabilirsiniz, size de çıkabilir. Hadi birazcık sıkın dişinizi, provakatörlere kanmayın, sermayecimiz olmadan, devletimiz olmadan yapamazsınız vs vs”. Tek fark, kemalistler bunu “Misak-ı Millicilik”, milliyetçiler bunu “Turan ülküsü”, islamcılar da bunu “Yeni Osmanlıcılık” şeklinde kodlarlar. Ben ’emekçiler otomatikman iyidir’ şeklinde bir şey söylemiyorum. Sizin de dediğiniz gibi rekabetçi anlayışı ve sınıflı toplumu kanıksamışlardır. Bunun nedeni de yine anlatmaya çalıştığım bilgi üretme sürecinde rol alamamalarından kaynaklanmaktadır. Bir çocuk okula başladığı andan itibaren (hatta kimi zaman bundan önce de velileri tarafından) arkadaşlarının aslında onun rakipleri olduğunu (!) öğrenir. Eğitim ve sınav sistemi de zaten öğrencileri fiilen rekabetçi olmaya iter. Öğretmenler otuz kişilik bir sınıfta üç beş tane düzenli ders çalışan (varolan müfredata en çok uyum sağlayan) öğrenciyi seçip onları geleceğin teknokratları olmak üzere eğitir, müfredat dışında farklı yetenekleri olan öğrencilerin ise bu yeteneklerini geliştirmelerine fırsat tanımazlar, onları geleceğin kol emeği işçileri olmak üzere eğitir (tüm bunları ben “inek” denebilecek bir öğrenci olmama rağmen söylüyorum :)). Öğrencilerin geneline öğretilen zihniyet ise rekabetçi ve milliyetçi olmalarıdır; var olan değişmez gerçekliğin piyasa ekonomisi ve ulusal çıkarlar olduğu öğretilir. Burada tabi ki öğretmenleri suçlamıyorum, onlara öğretmeleri için dayatılan eğitim anlayışı budur. Okulun dışında da bütün iletişim, kültür ve eğlence sektörü de zaten popüler tüketim kültürünün işgali altındadır. Bu şartlarda yaşayan bir emekçinin de piyasacı, muhafazakar, ulusalcı vb olmasına şaşmamak gerek. Burjuvazinin ideolojik hegemonyasından kurtulabilmek için de eğitim ve bilgi üretme sürecinin demokratik-katılımcı olması, farklılıkları gözeten, özgür bilgi paylaşımına ve eleştirel kültüre dayalı olması gereklidir. Tabi ki emekçinin üreteceği bilim, felsefe mükemmel olacak demiyorum; ilk başlarda yalpalamalar, hatalar olacaktır. Fakat emekçilerin katılımıyla birkaç kuşak sonra artık bilim, felsefe, sanat kar amaçlı değil güncel ihtiyaçlar doğrultusunda ve doğayla uyumlu bir şekilde gelişecektir diye düşünüyorum.
    * Din konusuna gelince… Bir birey, inancı, fikirleri, etnik kökeni, cinsel aidiyeti, kılık-kıyafeti vb. yüzünden baskı gördüğünde buna karşı çıkmak “solcuyum” diyen birinin temel özelliklerinden biri olmalıdır. Dinler genel olarak dogmatik ve tahakkümcü bir yapıya sahiptirler ancak onların tahakkümcü mü yoksa özgürlükçü mü olduğu da (veya bu iki durumun ne derecede olduğu) onların hangi zümre veya sınıfın denetiminde geliştiğiyle alakalıdır. Vatikan’daki ruhban sınıfının Katolikliği ile Güney Amerika köylülerinin Kurtuluş Teolojisi arasında nasıl fark varsa, Ankara’da “Grev yapmak caiz değildir!” diyen müftüyle Artvin’li Dev-Yolcu imamlar arasında da fark vardır. O yüzden bazı sol kesimlerin otomatikman dindar karşıtlığı yapması en hafif tabirle salakça bir şeydir; genel olarak ya küçük burjuva şımarıklığından kaynaklanmakta ya da kemalizm kuyrukçuluğundan kaynaklanmaktadır, özellikle de bu karşıtlığın müslümanlığa yönelik olmasının temeli de küçük burjuvalara ve kemalistlere sirayet etmiş olan “Avrupai yaşam tarzı mükemmeldir, Ortadoğululara benzemeyelim!” duygusudur. Ben kendi adıma ateist biriyim fakat dindar insanları “sürü” olarak gören CHP’li ergenlerle ve onların şefleriyle de bu konuda sürekli çatışırım. Dediğim gibi din kurumunu da egemenlerin tekelinden kurtarmak asıl meseledir, onun sonrasında din kavramı da asıl raylarına oturacak, dogmatik ve tahakkümcü niteliğini aşacaktır diye düşünüyorum.
    Saygılar

  29. anarkocu arkadaş;
    Söylediklerine tamamıyle katılmak durumundayım. Ben de öğretmenim ve aynı sıkıntıları yaşıyorum. Biz öğretmenlerin de bu köle-efendi düzenine katkıda bulunduğumuz inkar edilemez bir gerçek. Suçluyuz. Eşit ilişkiler kurmak elimizde. Ama efendilik hırsı yukarıdan aşağıya doğru işliyor. Ezilen ezmeyi marifet sanıyor. Böyle bir döngü. Öğrencilere ben sınıfa girince ayağa kalkmamalarını söylediğimde afallıyorlar. Onlar da kendi aralarında hiyerarşi kurmayı öğreniyor. Tembel öğrenciyi (işleyen sisteme göre) dışlamayı öğretmenden öğreniyorlar ve onlar da dışlıyorlar. Vs. vs.
    Ana sayfanın üstünde kimi cümleler yer alıyor. Bunlardan biri de Michel Foucault’a ait:
    “Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”
    Saygılar.

  30. Gün Bey,
    Ellerinize, beyninize sağlık; yazınızı çok beğendim. Saygılarımla.

  31. siyasi gönülülük,insanlara güven gibi insanlığın evrensel demokratik birikimleri bizim gibi geleneklerin bir miktar ıskaladığı yeni yeni konuşmaya başladığımız konular olmasına rağmen pratik siyasi gerçekliğimizin geldiği yerdeki yapısal sorunlarının nedenlerini göstermesi açısından daha fazla konuşmayı hak ediyor.bütün çirkefliği ile bu hayatı bizzat yaşayan insanlardan öğrenen organizasyon olabilmek belkide “jakoben-leninist”paradigmadan kurtulup özgürleşmenin ilacı olabilirmi?

  32. Türkiye solunun büyük bir bölümünde gözüme çarpan zaaflardan bir tanesi örgüt yönetimi bazında dar katılımla üretilmiş “toplumsal” projelerin halka tanıtılması, halkı “aydınlatmaya, sınıf bilincini güçlendirmeye” dönük ajitasyonların yapılması, en sonunda da halkın bu çalışmalara teveccüh etmemesiyle birlikte bu örgütlerin içlerine kapanarak daha sekter ve dar grupçu yapıya bürünmesi şeklinde karşımıza çıkan kısır döngüdür, ki bu kısır döngüden Türkiyeli anarşist gruplar da tam olarak azade değildirler. Arap Baharını (ve özellikle Tahrir meydanını) basından takip ederken kendi adıma yaptığım bazı naçizane çıkarımlardan önemli gördüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum:
    * Arap Baharı kapsamındaki devrimler ortaya çıkmadan önce ne Arap solcuları arasında, ne de halk arasında özörgütlenme, özyönetime dayalı yatay yapılar kurma fikri yaygın değildi (yanlışsam düzeltin!).
    * Devrimin ilk adımını hazırlayan kendiliğindenci sosyal patlamaları etkili bir sosyal harekete dönüşmek amacıyla (hareketin koordinasyonunu sağlamak, politik taleplerin etkin bir şekilde duyurulmasını sağlamak, devlet güçlerinin saldırılarına ve politik taktiklerine karşı daha doğru stratejiler üretmek, ikili iktidarın nüvelerini oluşturmak amacıyla) halklar el yordamıyla, deneye deneye kendi özörgütlenmelerini geliştirdiler.
    * Türkiye’ye dönecek olursak, Türkiyeli radikal sol grupların halk için (ve de halka rağmen) projeler üretmek yerine yerellerdeki kendiliğindenci mücadeleleri, sosyal talepleri desteklemesi, onları birer reform talebi olmaktan çıkararak sürdürülebilir hale getirmesi, yeni sosyal kalkışmaların patlak vermesi için kışkırtma faaliyetleri yürütmesi veya kabaca bir tabirle “halkı isyana teşvik etmesi” daha doğru bir mücadele yönelimi değil midir?
    * Kanımca, isyan hareketlerinin olmadığı bir yerde ne kadar özgürlükçü ve demokratik projeler sunarsak sunalım Leninist öncü partilere benzemekten kurtulamayız. Bu donukluğu aşabilmek için toplumsal devrimin “öncüsü” rolüne soyunmaktansa olmuş olan veya daha ortaya çıkmamış olan sosyal patlamaların “katalizörü” olarak hareket etmek daha iyi olur diye düşünüyorum. Ne dersiniz dostlar?

  33. sayin anarkocu ya:arap baharini devrim olarak nitelendiriyorsunuz,bunun gerekcesini soyleyebilirmisiniz,mesela dogu bolonun cozulusu ve sscb nin yikilisi da bir devrim midir sizce.suudi arabistanda nicin bir devrim olmuyor,mehmet fetullah gulenin devrim dediginiz bu yerlerdeki orgutlenmesi hakkinda detayli bilginiz var mi,bu zatin afrikaya donuk okullari acilmasi yonunde ozel ilglsi hakkinda stv deki ayna isimli programi izliyormusunuz.kapitalizm ve emperyalizmin re organizasyonu perspektifi arap olaylarini daha iyi izah etmez mi sizce,misirda ordu ve polis gucleri blok halinda reorganizasyona katiliken libya ve suruiyede neden bu is ic savas tarzina burundu.mao catisma gucun dinamigi der,maoist degilim ayrica,dogru der,toplumda gunluk algilamamizda en saglam dostluklarin kavgayla basladigini soyleriz,arap baharinda istisnalar haric elle tutulur bir kavgadan bahsedebilirmiyiz

  34. sayın dersim3868,
    Arap Baharı ile ilgili kuşkularınıza karşı güzel bir yazı:
    http://www.yeraltinet.org/yeni-bir-arap-solu-olusuyor-roportaj,13.html

  35. anarkocu,
    son yorumunuz tartışmalarımıza katkı sunan sol devrimci geleneklerin asıl yapısal sorunu hala kendini halkın devrimci öncüsü görerek mühendislik projelerini toplumsal muhalefetin alternatif başarı siyaseti projesi sanmasıdır.yorumunuzda bahsettiğiniz yerel dinamiklerin kendilindenci talep ve mücadelesi dediğiniz şeyin asıl pratik ve yeni dediğimiz kabül görenlerini genelde konuştuğumuz sonuçta evrensel ölçekte kabül görene yabancı düşmanı dile düşüp dış güçler küresel güçlerin planı sandığımızın aslında hayatın yaşandığı yerellerde yerel dinamik olarak bizim ürettiğimiz yeni anlayışlar olduğunu bilmeliyiz.yani genel birşey yoktur hepsi yerelde üretilir yerellerin bileşkesidir genel.tam bu noktada bulunduğumuz yerdeki mücadelelerin asıl olup o hayatı yaşayanlardan öğrenerek biriktirdiklerimizle yeni ve şimdiye kadar yaptıklarımızdan başka bir şey yaparak bu çirkef düzeni değiştireceğimiz belli olmuştur.halkı birşeye teşvik etmektense ondan öğrenen onun sistemle baş edebilme mücadelesi ve kendini gerçekleştirip hayata tutunup sorunlarını çözmesindeki yetenek ve yeni beceri ve yöntemlerinden öğrenerek ondan farklı olmayıp aynı sorunları yaşayıp birlikte olabildiğimiz ölçüde yeni başarı öyküleri yaratabileceğiz.bizim sorunumuz bu eskide buna halk kuyrukçuluğu derdik.valla halkın yerine en iyisini biz biliriz biz öncüsüyüz bizi desteklesin yeter anlayışı yenildi.bana uyar ben şimdiye kadar ne öğrendiysem halkın mücadelesinden öğrendim halada öğrenmeye çalışırım onun gerisinde görürüm kendimi şimdiye kadar yaptığımızın tam tersi halk kuyrukçuluğuda olsa denemeye değer

  36. sayin anarkocu,bahsettiginiz roportaji okudum tek yonlu ve asiri iyimser bir yazi.insanlar tohumu atar ondan sonra yagmur duasina cikarlar,yazida bir tohum atilmasi dahi utangac ve cekimserce dile getiriliyor,celisik bir sekilde cozumlemeler abartili bir iyimserlige baglaniyor,bu da bir cesit apolitizm degil mi?

  37. Sayın Dersim3868,
    * Doğu Bloğu ve SSCB’nin çözülüşü hakkında: Bunların devrim olduğunu pek düşünmüyorum. Bunlar taban inisiyatifinden çok, kendisini tasfiye eden bürokrasilerin tepeden inme reformlarıyla gerçekleşmiş olaylardır. Halkın demokratik haklarında kısa vadede ufak tefek artışlar olmuştur, ancak uzun vadede sadece vesayetin biçimi değişmiştir. Buradaki cılız miktardaki taban inisiyatifini ise sermayeye bağımlı STK’lerin faaliyetleri oluşturmuştur. Buradaki olguyu Arap Baharı ile bir tutamayız. Arap Baharı hem diktatörlere karşı hem de neoliberal politikaların getirdiği yoksulluğa karşı birer sosyal patlamalar sayesinde ortaya çıkmıştır; burada güçlü bir taban inisiyatifi vardır ve bağımlı STK’lerin etkisi yok denecek kadar azdır.
    * Kapitalizm ve emperyalizminin reorganizasyonu meselesi: Bu tarz restorasyon olayları da yarı askeri rejimlerde (sömürge tipi faşist rejimlerde) genelde iki şekilde olur. Birincisi askeri darbe yoluyla tepeden değişikliklerle, ikincisi seçilm

  38. …seçilmiş hükümetler yoluyla (veya Sorosvari turuncu karşıdevrimler) yine tepeden reformlar yoluyla olur.

  39. * Arap Baharı’nı Sorosvari karşı devrimlere asla benzetemeyiz. Arap ülkelerindeki halk isyanları emperyalizmin inisiyatifi dışında patlak vermiştir. Zaten halk tarafından devrilen diktatörler bölgede emperyalizmin en önemli müttefikleri idi. ABD, AB son ana kadar bu diktatörlerin yanında taraf aldı ve rejimi göstermelik biçimde esnetmeleri yönünde onlara çağrı yaptı. Şimdi de bölgedeki askerleri ve Müslüman Kardeşler gibi işbirlikçi örgütleri kullanarak halk isyanını soğurmaya çalışıyorlar. Bu konuda emperyalizm mi başarılı olacak yoksa orada isyan eden halk mı başarılı olacak şimdiden kestiremeyiz. Ancak şimdiden devrim niteliğinde bazı kazanımlar da vardır. Bunlardan ilki, halkta önemli bir sınıf bilinci ve demokrasi mücadelesi deneyimi oluşmuştur. Bundan sonra Arap ülkelerinde kim başa gelirse gelsin halka kolay kolay neoliberal politikaları ve polis-devlet düzenini dayatamayacaktır. İkinci önemli kazanım da, halk burada kendi ikili iktidar mekanizmalarını, kendi özyönetimlerini kurmuştur. Bu da bölgede emperyalistlerin ve işbirlikçi diktatörlerin halka biçtiği deli gömleğini, onların tepeden inmeci iktidarını yırtıp atmıştır.

  40. * Fethullah okulları hakkında: Afrika bölgelerinde de dediğiniz gibi Gülen okulları yaygındır. Ancak ne Gülen okullarının ne de Sorosçu STK’lerin Arap Baharı’nda etkisi olmuştur. Bu tarz dernek, cemaat ve okulların yetiştirdiği kişiler, daha çok oradaki yarı askeri yarı parlamenter rejimlerin teknokratlarını, entelektüellerini ve diğer düzen savunucularını oluşturur. Halbuki buradaki halk isyanları tamamen yoksul ve öfkeli halk kitlelerinin taban inisiyatifinde gelişmiş, diktatörlerin yanında bu teknokratları ve hatta yabancı sermaye kuruluşlarını da hedef olarak almıştır.

  41. Arap Bahari hakkinda hersey söylenebilir ama en azindan su bir gerçek: Arap ülkelerindeki demokratik gelismelerde sol’un hiçbir rolü yok. Tipki Türkiye’de son 10 yildaki demokratik gelismelerde solun hiçbir rolü olmadigi hatta engellemede bulundugu gibi. Zaten günümüz dünyasinda sol baslica gerici güçlerden biri.

  42. Masa’nın çalışmalarını izliyorum. İşin doğrusunu söylemem gerekirse bu memur arkadaşlar iyi çalışıyorlar. Vazifelerini bihakkın yerine getiriyorlar. 24 saatlik devrelerle çalıştıklarından hiçbir boşluk bırakmadan buraya cevap yetiştiriyorlar. Tatil demeden, cumartesi pazar demeden. Bravo doğrusu. Ben amirleri olsaydım kendilerine bir taltif madalyası veya nişanı verirdim. Sonra bakıyorum da bu vetire içinde kültürlerini de inkişaf ettirdiler. Merak ettiğim bir husus da şudur: Masanızda kaç memursunuz casus belli casus göğüslü bey kardeşim? Eğer memurin kanunu mevzuatı açısından bir mahzuru varsa açıklamak mecburiyetinde değilsiniz elbette.

  43. Hursit Baba sizin bu yaptiginiz “casus belli”dir, anlamini ve siirsel kaynagini biliyorsaniz. Bu kadar sefil ve geri türk solu ile masanin falan isi olmaz, zaten rahmetli Erdal Inönü lokantada “ne arzu edersiniz” diye soran garsona, “yemek getirmene gerek yok, biz birbirimizi yeriz” dememis miydi? Sizin masaniz yine kendiniz, “homo sinistra homini lupus”.

  44. * Hurşit abi klavyene sağlık! Casus Belli hakkında şüphelerimizi haklı çıkardın. Söylemek isteyip de söyleyemediklerimi en güzel şekilde söyledin.
    * Casus Belli’nin kendisi de haklı çıkardı bizi. “Bu kadar sefil ve geri türk solu ile masanin falan isi olmaz” demiş kendisi. Taraf, Zaman, Aydınlık, Türk Solu, Yeni Şafak, Engin Ardıç, Casus Belli gibi gönüllü paramiliter güçler varken bizimle ilgilenecek “masa”ya ihtiyaç olmaması doğaldır. Tabi bu saydıklarım da masadan değilse eğer…

  45. * Casus Belli gibi teorik tartışmalardan kaçan, anti-komünist öfkeyle hakaret eden, yaftalayan, sövüp sayan biri ya paramiliter medyadandır ya da Hurşit abi’nin de dediği gibi masadandır.
    * Bu arada yukarda saymayı unuttuğum bazı isimler: Ertuğrul Özkök, Emre Aköz, Akif Beki… Onların da hakkını yememek lazım.

  46. bu ulkelerde spndan olaylari cok abartiyorsunuz,bu spontanlik da emperyal sistemin potasinda gerceklesiyor,yoksa misirda ordu en basindan duruma mudahil olurdu ve halki eve kapatirdi,halkin sokaga dokulmesi cok basit bir ekanizma bunu gorememniz ilginc,yoksulluk ve tepki her zaman vardi yeni bir durum degil,yeni olan emperyal destegin mubarekten cekilmesi ve icerde orduyle blok ve isbirligi iliskisi,halkin tepkisini korukleme ve kanalize edip yonlendirme,icerde bazi orgut ve stk lar ile istihbarat ve diger duzzeylerde pazarlik ve anlasmalar,devrimci bir perspektiv ve orgutlerin olmayisi,muhalif orgutlerin zayifligi,bu orgutlerin ittifak kuracaklari uluslararasi dege ve konjukturun elverisli olmayisi.

  47. Orta mektepte bizi Edgar Alen Poe’nin “Anabel Lee” şiirini ezberletmişlerdi. Biz de bunu, “Ana belli, baba belli” diye okurduk. Her gidi günler hey.

  48. But our love, it was stronger by far than the love
    Of those who were older than we Hursit Baba,
    Of many far wiser than we
    And neither the Angels in Heaven above
    Nor the ergenekons down under the sea
    Can ever dissever my soul from the soul
    Of the beautiful Annabel Lee.

  49. But our love, it was stronger by far than the love
    Of those who were older than we Hursit Baba,
    Of many far wiser than we
    And neither the Angels in Heaven above
    Nor the ergenekons down under the sea
    Can ever dissever my soul from the soul
    Of the beautiful Annabel Lee.

  50. Teşekkür ederim memur bey kardeşim ama maalesef İngilizce bilmiyorum. Liseden biraz almancam vardır ama onu da çoktan unuttum gitti. Senden rica etsem de bunun bir tercümesini yapabilir misin?

  51. sayın Dersim3868,
    * Emperyalizm, sanıldığı gibi mükemmel işleyen ve gücü her şeye yeten bir yapı değildir. Tarihte egemenlerin hazırlıksız yakalandığı ve yenik düştüğü pek çok halk isyanı olmuştur, Arap Baharı da bunlardan biridir. Bu egemenler, isyanları soğurmak amacıyla ikili oynayan işbirlikçi örgütleri de devreye sokmuştur, fakat bu konuda emperyalizm başarı sağlayabilecek midir henüz bilmiyoruz. Mısır halkı şu an ordunun alt kadrolarını ve düşük rütbelileri ikna etmeye ve NATO’cu generallere karşı mevzi kazanmaya çalışmaktadır. Ayrıca Müslüman Kardeşler gibi işbirlikçi örgütlere de halk başından beri şüpheyle bakmıştır.
    * STK’lerin yoğun faaliyet gösterdiği, sivil toplumculuğun derin kök saldığı ülkelerde halk isyanı olma olasılığı düşüktür, çünkü böyle ülkelerde suni bir refah durumu ve sözde katılımcı bir demokrasi ilüzyonu vardır (buna benzer bir şeyi Gramsci söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam). Bu tarz ülkelerde insanlar ne kadar sömürülürlerse sömürülsünler onları galeyana getirmek zordur, çünkü insanlar ellerindeki tüketim eşyalarını ve kısıtlı da olsa demokratik haklarını riske atıp isyan etmeye yanaşmazlar (bu olguyu da Türkiye solu içersinde ilk kez Mahir Çayan ortaya atmış ve bunu “suni denge” diye isimlendirmişti). Kısacası refah kapitalizminin olduğu ve STK’ciliğin güçlü olduğu ülkelerde halkı isyana teşvik etmek zordur.
    * Arap ülkelerinde ise tam tersi bir durum söz konusudur. Hem sömürü politikalarının çok vahşi olduğu hem de demokratik hakların ve devletin rıza üretme mekanizmalarının kısıtlı olduğu bu ülkelerde halk isyanının çıkma olasılığı yüksektir. Egemenler için bu bölge bir barut fıçısı gibidir.

  52. Türkçe biliyor musun? Zaten sana Türkçe yazsam da anlamazsin ki, sol dogmatizm senin akli, ahlaki ve bedii melekelerini dümura ugratmis. Kaldi ki, bildikleri tek dil ile dünyayi okuduklari tercümelerle kurtaracaklari sananlara laf anlatmak da neredeyse imkansiz ya.

  53. Evladım, Casus seni sinirlendirdim mi yoksa. Biraz hiddetlenmiş gibisiniz. Bu ölümlü dünyada kimseyi sinirlendirmek istemem. Benim yaşıma gelince anlarsınız. İnsan yaşlandıkça daha bir hassas oluyor zannedersem. Vallahi billahi değmez. Bir kalp kırmaktansa devletlerin, politika denen şu lanet şeyin yıkılıp gitmesini tercih ederim efendim. Sinirlenmeyiniz. Sakin olunuz. Terbiyenizi bozmayınız. Bakın ben size, yaşınıza binaen “siz” diye hitap etme gereğini duyuyorum. Sizden de aynı saygıyı beklemek hakkımdır öyle değil mi, Casus olduğu belli bey kardeşim.

  54. Sen tek kisi isen sana sadece sen denir, “siz” sifatini hak edip etmedigini düsün bakalim, “sen” oldugu belli zat.

  55. eline sağlık hurşit abi,devrimci ve sol geleneklere toptan etmediği laf hakaret kalmayan casus efendi maşallah çok faaal.bunca işin arasında ileri demokrasisinin muhtar ve çobana demokrasi işkencesine bile katıldıktan sonra elindeki kanla(ayhan çarkın memurunun elindeki bebek kanı)aslında yıllardır devrimci geleneklerin tartışmaları ile çıtası yükselen etellektüel hayatımızda öğrenebildiği(bizden)cümlelerle yine bize saldırması bile masasını ele veriyor.giderek yalakalığını yaptığı amirlerinin gerçek yüzleriyle yüzleştiğinden ufak ufak fesatlanarak bu sitede kendini gerçekleştirmeye çalışıp kulağına azda olsa kar suyu kaçtığını hissediyorum.insanlığın evrensel demokratik birikimlerinden yerinde doğrudan demokrasiyi ve halkın kendini gerçekleştirip yönetmesini savunanlara fesatlanmasınada şahsen kızmıyorum.şimdiye kadar sistemin devrimciler hakkında öğrettiklerini yok sayabilip gelecek beklentileri ile bu gün hangi anlayışların örtüştüğünü samimi bir şekilde düşünerek kendisi olabilse bence casusta bile kurtulma ümidi olduğunu sanıyorum yoksa hala aklıma gelmeyenler ile çanak yalamayamı devam etmek istediğin pek sanmıyorum.

  56. Hahah aynen bıraktığım gibi burası.

  57. casus,
    yorumunda akp li olduğunu itiraf etmişsin nasıl iktidar nimetleri semirmeye başladınmı.tokidenmi,yoksa dublelerdenmi takılıyorsun.yoksa sen götürenlerin pisliklerini temizlemekle mi görevlisin.seninde çocuğunu okutamayıp yurt dışında arkadaşın okutuyorsa üzülme amirin gibi bir kaç seneye trilyoner olmanın işaretleri bunlar.hazır elin değmişken muhtar ve çobana işkencenin yanına bizi ne zaman katacaksın yoksa demokrasin bize kadar ilerleyemedimi?bu siteye fazla takılıyorsun dikkat et körle yatan şaşi kalkar sonra sende bizim gibi “sefil ve geri solcu”olmayasın çizmelerimin demokratı.aslında sen akp li değil salyalı insanlara saldıran faşistlere daha çok benziyorsun hemde devlet-iktidar destekli faşistlerdensin biz size halk düşmanı diyoruz.

  58. Ne diyorsun yahu?????

  59. Sen önce özgürlül ne demek, bunun bir tanimini yap, sonra sana cevap veririm, 100 kelimeyi geçmesin.

  60. merhaba zileli

    bende sizin gibi Zizek’i taniyali 3-4 yil oldu ve simdi elimde ‘zamanin sonunda yasamak’ adli kitabinin ingilizce baskisini okuyorum ve yakindan takip ettigim sayisi cok az marxist dusunurden biri olarak neoliberlizmin carpitmalari icinde yolumuzu kaybetti[imiz ve ozell’kle turkiye gibi dusunce dunyasi kisir bir ulkede butun marxist duruslarimizdan feraget etiigimiz yani Zizek”in deyimiyle hepimizin gizli Fukuyamaci oldu[umuz bir donemde Zizek dusunce dunyama yeni bir boyut kazandirdi ve bu boyut kati leninist ve stalinist bir gelenekten gelen benim icin marxizimle yeniden tanismami ve anlamami sagladi.
    ikinci olarak 20 ye yakin yayinlanmis kitabi gunumuz dusunce dunyasinin en etkili dusunurlerinden zizek uzerine bu kadar bayagi siradan ve sig ve tabi bir kac cumle ile bir elestiri yazisi yazmak ancak ve ancak Turkiye”nin sig dusunce ikliminde yasayan bir kisiye mahsus olabilir. Yani el insaf hala tam okumadigin ve bitirmedigin bir kisinin en temel felsefik materyellerine ve kullayatina bile girmeden yazdigin yaziyi lutfen oncekileri degil en azindan son kitabini okuyarak yeniden bir oku kendinden utanacaksin.

    selamlar

  61. sığınmacılara 22 temmuzda yaptığın yorumda diyorsun”bir ak partili olarak”sorulara cevap veremeden soru sormak masadan gelen alışkanlık olmalı.özgürleşmek istiyorsan kendin olabilmen yeterlidir.gerisi gelir epeydir katagorisinin en özgürlükçü sitesinde yayımlanan makalelerle ilgili tartışmalara katılmana rağmen özgürlüğün ne olduğunu öğrenememişsen benim yapabileceğim bir şey yok.emmanın hayatımı yaşarken kitabını okuyarak bir miktar özgür yaşayanlardan öğrenebilirsin her şeyi bildiğine göre bunuda bilmen lazım.asıl sorular cevapsız kaldı belliki nasıl cevaplaman gerektiğinide amirlerinden soracaksın

  62. Bu sitede yorum yaptigim ilk günden itibaren AKP’yi destekledigimi beyan ettim. Ne var bunda? Rahatsiz mi oldun? Baska sorun var mi? Tek, tek ve somut.

  63. Sayın Zileli,
    72 savunmalarında Kürkçü’nün Küpeli ve Aktolga’yla beraber Demirel ve Abdülhamit’i övdüğü iddiası doğru mu?

    http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=24847235

  64. Kürkçü’nun durumu “PKK ile blok halindeki ajan solcular” diye yazdigimda sinir krizleri geçirenlere kapak olsun. Siz iste busunuz, hepiniz böylesiniz, ya Sovyetlere, ya Cin’e, ya Arnavutluk’a, ya TSK’ya, ya da PKK’ya kapilanirsiniz, bu ülkede delikanli bir sol ne zaman orataya çikacak?

  65. MÝT’e götürüldüðüm sýrada, Ýstanbul’dan Ertuðrul Kürkçü ve Yusuf Küpeli, Ankara Dev-Genç davasýna getirilip tanýk olarak dinlenmiþlerdi. Onlarýn saatlerce süren tanýklýklarýný dinleme olanaðý bulamadým. Ama, bu tanýklýðýn nasýl bir þey olduðunu, Oral’dan dinlemeden önce de tahmin edebiliyordum. Ýrfan Uçar’ýn karþý tarafa teslim olmasýnýn hemen ardýndan Ýstanbul’dan da uðursuz haberler gelmeye baþlamýþtý. Türkiye Halk Kurtuluþ Partisi-Cephesi (THKP-C) davasýnda idamdan yargýlanan Münir Aktolga’nýn mahkemede saçma sapan ifadeler vermeye baþladýðýný duymuþtuk. Bu ifadeler daha sonra gazetelerde de bölük pörçük yayýnlandý. Eðer gazete haberlerine inanmak gerekirse, Münir, 12 Mart darbesiyle görevinden istifa eden, ama parlamentodaki aðýrlýðý nedeniyle Ferit Melen hükümetinde yeniden güçlü bir þekilde temsil edilen Adalet Partisi’nin (AP) Genel Baþkaný Süleyman Demirel’i “anti-emperyalist” ilân etmiþti. Münir’in teorisine göre, Dev-Genç ve dolayýsýyla biz devrimci gençler, Demirel gibi “anti-emperyalist” bir lideri hedef alarak emperyalizme “hizmet etmiþtik”. Münir bununla da kalmýyor, teorisini tarihe de uzatýyordu. Bu bakýþa göre, Sultan Aldülhamit de “anti-emperyalist” bir padiþahtý ve onu da yine emperyalistler ve iþbirlikçileri devirmiþlerdi. Bu yeni “tarih teorisi”nin nasýl olup da böyle aniden ortaya çýkýverdiðine önce biraz þaþýrdýysak da, bunun nedenlerini anlamamýz için fazla zaman geçmesi gerekmedi. Bunlar, bir yenilgi döneminin sendromlarýydý. Devrimin yükseliþ döneminde þan þeref edinen kimileri, devrimci mücadelenin yenilgiye uðradýðý dönemde paniðe kapýlmýþ ve idamdan ya da aðýr cezalardan paçayý kurtarmak için, yine devrimciliðin kendilerine kazandýrdýðý entellektüel yetenekleri kullanarak ve Dev-Genç döneminin anti-emperyalist argümanlarýný eðip bükerek teslimiyetçi teoriler üretmeye koyulmuþlardý. Ne var ki, Ýstanbul’daki bu geliþmenin Münir’le kýsýtlý kalmadýðý ve özellikle, THKP-C’nin aðýr darbeler yediði dönemde meydana gelen bölünme sýrasýnda ortaya çýkan, baþýný Yusuf Küpeli’nin çektiði, Mahir Çayan’a muhalif kesimde yaygýnlýk kazandýðý anlaþýlýyordu. Münir Aktolga kadar ileri gitmeseler de, benzer bir tutum takýndýklarýný duyduðumuz Yusuf Küpeli ve Ertuðrul Kürkçü’nün Ankara’ya getirilerek, iki üç dakika konuþma fýrsatý yaratabilmek için olaðanüstü taktikler kullanmak zorunda kaldýðýmýz Dev-Genç davasýnda, bizzat Ali Elverdi’nin izniyle saatlerce tanýk olarak dinlenmeleri, sýkýyönetim makamlarýnýn bu “yeni” eðilimi gereðince deðerlendirdiðinin kanýtýydý. Oral’ýn anlattýðýna göre, Yusuf ve Ertuðrul’un ifadeleri, Münir’in teorize ettiði kadar köþeli olmasa da, enikonu teslimiyet kokuyormuþ, sonuçta söyledikleri, karþý tarafý haklý çýkarýr ve Dev-Genç mücadelesini karalar nitelikteymiþ. Dev-Genç’in hatalarý yok muydu? Fazlasýyla vardý. Peki bu hatalar eleþtirilemez miydi? Tersine, eleþtirilmeleri zorunluydu. Ama, Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un katili Ali Elverdi’lerin icazetiyle deðil. Kaldý ki, Yusuf ve Ertuðrul’un “eleþtirileri”, Dev-Genç’in hatalarýndan dersler çýkararak devrimcileþmeyi deðil, devrimci mücadeleyi, idam, zorbalýk ve iþkenceyle ezenlerin, o sýrada da en gaddarca biçimde ezmeye devam edenlerin önünde eðilmeyi getiriyordu.

    Havariler, s. 42-43-44

  66. bu açıklamanızı düzgün bir biçimde gönderebilir misiniz tekrar? okunmuyor da.

  67. Benim açımdan ne yazık ki mümkün değil. Turkish Times Roman formatında yazılmıştır. Dönüştürülebiliyor ama ben yapamıyorum. Türkçe harfler bozuk ama o kadar da anlaşılmayacak gibi değil. Biraz çaba göstererek okuyabilirsiniz. Ya da Havariler kitabını bulup ilgili sayfalara bakacaksınız.

  68. ertuğrulun bu gün bulunduğu yerden fesatlananlar alakaları olmayıp geçmişte ve halen demediklerini bırakmadığınız thkp-c geleneğinin kendi içinde yaptığı eleştiri ve öz eleştirileri bile anlamadan sırf bu gün ufaktan esmeye başlayan toplumsal muhalefetin asıl dinamiğini nasıl engellerim endişesi asıl devrimcileri yok eden karşı devrimci devlet-iktidar hegomonyasına hizmetten başka birşey değildir.burada yalan yanlış bilgilerle bir geleneği ve ordan hareketle ertuğrulu suçlayabilmek için doğru tanıklıklara ihtiyaç vardır orhan savaşçı ve nevzat yüce gibi.bu konulara girdiğinde defalaca zileli doğru olmayan bilgiler konusunda uyarılarak doğrular gösterilmesine rağmen fesatlanmaktan ertuğrulu yıpratmak yoluyla kürt hareketi ve bloğu itibarsızlaştırma hesapları ile yapılanlar casus gibilerin amacına hizmet etmektedir.aslında fesatlananların çarpıtmalarına rağmen toplumsal muhalefetin asıl dinamiği hepsini sistemle birlikte eze eze başaracaktır

  69. sayın zileli casusla ayni şeyleri söylemekten mutlularmı?

  70. Aman ha, sakin ha kimse kimse ile ayni seyi söylemesin. Sen de kimse ile ayni seyi söyleme. Sonra demagoji olur. Bir kere benim için Mahir Cayan ve arkadaslari bireysel teröristtir, Deniz Gezmis ve arkadaslari da öyle. Herhalde Zileli öyle düsünmemektedir. Bak iste ayni düsünce yok. Tüm teröristler gibi Kürkçü de siddete tapar, kimin elinde silah varsa ona yaltaklanir, kimi zaman örgüt, kimi zaman asker postali sever, kimi zaman da PKK mekabi ,bence tipki senin gibi. Sizin gibiler için hakli olmak degil, gûçlü olmak önemlidir. Onun için milletvekili olmanin çok önemli oldugunu sanmaktasin, halbuki sadece Kürkçü degil BDP’li milletvekillerinin hepsi birer zavalli kukladir, gerçi onlar en azindan Kürt olduklari veya Kürt kimligine sahip olduklari için kendileri adina milliyetçilik yapan teröristlerden o kadar da rahatsiz olmazlar, ama gerek Kürkçü, gerek Sirri ve gerekse Levent tüzel tam bitik, tam kimliksiz, tam kisiliksiz, adeta bir mevki ugruna ruhlarini seytana satmis ucube durumundalar. Bir de sistemi degistirmekten söz edersin, kiminle degistireceksin Ahmet Türk ile mi, Sirri Sakik ile mi, ince isler uzmani Buldan ailesi ile mi?

  71. casus,güçlü olanı seven yalayan sen olmayasın hiç iktidar olmadık hiçte iktidarcı olmadık iktidar-devlet-sermaye hegomonyasını savunup yalayan sensin.biz zavallı sen uyanık olmalısın işte o sisteminizi başınıza geçireceğiz anladında kendi kulvarını bırakıp buralarda amirlerine hizmet ediyorsun.istersen sokakta kendinle mahir çayanı yarıştır hanginiz saygı göreceksiniz görürsün.bdp li vekillere laf edecek adam değilsin sen amirlerininkini yalamaya devam et.arada bir muhtarla çobana işkencelere girsende olur zamanı gelince sana işkence yapmayacağız sadece neler yaptığını yaptıkların insanlara açıklayacaksın.sende anladın artık sonunuz geliyor size ihtiyaç yok kendimizi yönetmeyi öğreniyoruz en çok korktuğun gerçekleşiyor ödün patladığından bdp ve bloğa saldırıyorsun sen ve amirlerine ihtiyaç kalmayacak asalaklar

  72. Casus Belli,
    Mahirlere, Denizlere “bireysel terörist” diyorsan en iyi olasılıkla “terör” kelimesinin anlamını bilmiyorsun demektir. Halka korkutma yoluyla kendi istediklerini yaptıran, korku yoluyla kendi hegemonyasını sürdüren bir güç varsa o da burjuva-devlet mekanizmasıdır. Tankıyla, topuyla, TOMA’sıyla, TV’siyle, ülkücüsüyle, copu/biber gazıyla, cemaatleriyle kolektif korku yaratanlar da onlardır. Devlet terörünü yıkamasa da emekçilerin ve ezilenlerin korkularını (geçici olarak da olsa) dağıtmış olanlar ise iki dakika bile düşünmeden küfrettiğin Denizler, Mahirler, İbolardır. Söyle bakalım, daha çocuk yaştan itibaren insanlara kurallarla, cezalarla, kolluk kuvvetleriyle, entelleriyle böcek gibi korkak yaşamayı öğretenler mi teröristtir; yoksa insanlara umut ve özgüven aşılayan, çağımızın Spartaküsleri mi teröristtir? Ha eğer iddia edildiği gibi “masadan” biriysen Denizleri, Mahirleri terörist olarak görmen normaldir. Böyleleri için Uğur Kaymaz da, Ceylan Önkol da, Ermeni gazeteci de, dereleri savunan Metin Lokumcu da, parasız eğitim isteyen gençler de teröristtir, değil mi? Veya baş amirinin de dediği gibi “eşkiya”dırlar, değil mi?

  73. Ugur Kaymaz, Ceylan Önkol, Hirant Dink,Metin Lokumcu neden terörist olsun ? Ne ilgisi var? Terör ile siddeti ayirman gerek.

  74. Onlara terörist diyen ben değilim zaten. Yazdıklarımı anlamadın mı yoksa? Düzen ve savunucuları tarafından “terörist” diye nitelendirilen kişilerden bahsettim o cümlede.

  75. Bir yazıyı anlayıp da çarpıtırsan bu konuda başarılı olabilirsin; ancak anlamadan çarpıttığında böyle komik duruma düşersin.

  76. ŽIŽEK’İ SAVUNMAK YA DA ELEŞTİRİNİN NİTELİĞİNİ SORGULAMAK

    http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_content&view=article&id=974:iek-savunmak-ya-da-eletrnn-nteln-sorgulamak&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5

    Eren KIRMIZIALTIN
    Çarşamba, 10 Ağustos 2011 12:07

    Gün Zileli, 2 Ağustos’ta Özgür Üniversite web sayfasına eklenen “Žižek ne yaptı?” başlıklı yazısında, Žižek’in aslında pek bir şey söylemediğini ama cüretkar olduğunu ve anlaşılmadığı için üzerinde durulan (‘dikkat ve ilgi çeken’) bir filozof olduğunu savunuyor. Kendi adıma Žižek hakkında böyle bir yargıya varmak da bir ‘cüretkarlık’, yani Zileli ‘cüretkar’ bir iş yapmış. Ancak bunu eleştirinin altını pek doldurmadan, felsefi alt yapıyı görmezden gelerek (veya bilerek göstermeyerek) son derece sığ biçimde yapmış. Eleştirinin böyle yapılması, eleştiri yapanın bakış açısı kavrandığı takdirde sarih olarak anlaşılabilir. Bu bakış açısı incelenmeli ama önce eleştirinin niteliği üzerine birkaç söz.

    Zileli’nin Žižek eleştirisi 2009 yılının 13-15 Mart tarihleri arasında Londra’da yapılan ‘Bir İdea Olarak Komünizm’ kongresinin kitaplaştırılmış halindeki Žižek sunuşu üzerinden şekillenmekte (Aslında bu metin Žižek’in sunumunun biraz değiştirilmiş hali. Žižek’in sunum metni Cogito’nun 62. Sayısında hem İngilizce olarak hem de Selim Karlıtekin’in özenli çevirisi halinde bulunabilir. Tabii burada konu bu değil, sadece bilgi olarak vermek istedim. Muğlak Žižek orijinal metinde belki biraz da olsa Zileli’nin aradığı netliğe kavuşabilir!). Bu eleştiriyi temellendirmeden önce ise konferansa katılan filozofların kekelediğinden bahsetmekte. Filozofların ayrı tellerden çalması mevzuundan bahseden Zileli’nin filozoflardan ne beklediğini anlamak oldukça güç. Bir kurtuluş reçetesi mi bekliyor, yoksa her biri soru sorma ve sorgulama görevlerini layıkıyla yerine getiren filozoflardan ‘ayakları yere basan’ ‘somut’ öneriler mi bekliyor? Eğer böyle bir şey bekliyorsa bu ne konferansın amacı ne de filozofların görevidir.

    Burada parantez açıp ‘felsefe nedir?’ sorusunu sormak gerekli. Çünkü felsefenin ne olduğunu bilirsek filozoftan da ne beklenilebileceğini, ne beklenilmesi gerektiğini bulabiliriz. Felsefeyi Deleuze iki şekilde tanımlıyor; bilgeliği ve hakikati arayış, kavram yaratma. Deleuze’e göre birinci tanım yani bilgelik ve hakikat arayışı felsefe için artık bir tanım olarak kullanılamaz. Aliye Kovanlıkaya’nın Deleuze’ün “Leibniz üzerine beş ders” kitabına yazdığı önsözde belirttiği gibi Deleuze’e göre “Felsefe kavram yaratmaktır. Filozof yaratandır, aynı sanatçı gibi. Nasıl ki ressam çizgi ve renklerle yeni renkler ve çizgiler yaratırsa, filozof da kavramlarla yeni kavramlar yaratır. Çizgiler, renkler, kavramlar. Hiçbiri verili değildir; hepsi verili olan akışı keserek, dondurarak, sabitleyerek yaratılmış ürünlerdir” (Deleuze, 2007: 7).Öyleyse verili olanı değiştirme, dönüştürme faaliyeti olarak felsefede kekeleme durumu mümkün olamaz ki. Böyle bir durum felsefenin niteliği ile çelişir. Tabii burada İdea’nın da tanımlanması gereklidir. Ne de olsa konferanstaki sunumlar komünizm İdea’sı üzerine. Badiou’nun (2011: 15) tanımıyla “bir İdea, bir hakikat prosedürünün tekilliği ile bir Tarih temsili arasındaki etkileşimin öznelleştirilmesidir.”Ayrıca ideanın bir temsil olduğunun da farkında olmak gerek. Spinoza’nın idea anlayışı yol gösterici olabilir. Deleuze’un “Spinoza üzerine onbir ders” çalışmasındaki birinci derste söylediği gibi Spinoza açısından idea, herkesin anladığı gibi, “bir şey temsil eden düşünme tarzıdır. Temsil edici bir düşünme tarzı” (Deleuze, 2008: 14). Yani komünizm ideası komünizmi temsil eden düşünme tarzıdır. Nesnel gerçekliği, ne kadar temsil ettiğine bağlıdır. Komünist yaşamı ne kadar temsil ettiğine. Konferansta filozofların yaptığı, ‘çizgi ve renklerle yeni çizgi ve renkler yaratırken’ temsili güçlendirerek nesnel gerçeklik sunmaktır.

    Filozoflar kekelemiyor, aksine komünizme dair kendi perspektiflerini sunuyorlar ki elbette perspektiflerinde (kavram yaratımlarında) farklılıklar var. Filozoflar bu farklılıklara bağlı olarak farklı politik radikalizmler öne sürmektedirler. Ayrıca bu farklılığın ortaklaştığı bir düşünme çeperi söz konusu: “’Komünizm’ radikal özgürleşme projelerini ifade etmek için kullanılması gereken isim midir hala? Konferans katılımcıları, farklı perspektif ve projelerden gelmelerine rağmen, ‘komünizm’ ismine sadık kalınması gerektiği tezini paylaşıyorlardı” (Badiou, Žižek vd., 2011: 9). Komünizm bir kavram ve pratik-siyasi referansı da içinde bulunduran, ortaklaşılan bir tahayyül olarak ele alınmakta. Ve bu Badiou’nun dediği gibi bir ideaya tutunmak bir hipoteze tutunmaktır. Bu konferans çağrı metninde de dile getirilmiştir: “Bugün çok daha radikal bir soruşturma elzemdir-bu konferans, komünizmi felsefi bir kavram olarak ele alan filozofların bir araya geldiği bir toplantıdır. Esaslı ve sarih bir tez müdafaa edilecektir: Platon’dan itibaren, bir filozofa layık tek siyasi düşünce Komünizmdir” (Cogito, 62: 173) ve bu siyasi düşünceye ihtiyaç her geçen gün artmakta. Çünkü “bu yeni koşullar altında [11 Eylül, 1990 ütopyası, 2008 Krizi vs.] yapılması gereken, sadece yeni stratejiler üzerine kafa yormak değil, aynı zamanda özgürleştirici politikaların en temel koordinatlarını radikal biçimde yeniden düşünmektir” (Cogito,62: 172). Nancy, Negri, Ranciére, Vattimo ve diğerleri. Radikal biçimde yeniden düşünmede hangisi ne konuda kekeliyorlar. Eğer kekeledikleri iddia ediliyorsa bunun temellendirilmesi , neyin kekelemek olarak nitelendirildiğini belirtmek lazım. Kavram ve siyasi-pratik olarak ele alınan Komünizm ideasında filozof kekelemesi nasıl olur, olabilir acaba? (Her bir filozofun metinlerindeki tezler ayrı ayrı ele alınarak kekemeliğin nerede olduğu sorulabilir ancak bu hem bu eleştirinin sınırları dışındadır hem de eleştiriyi bağlamından kopartacak bir uzunluk yaratır.)

    Şimdi Zileli’nin bakış açısına geçebiliriz. Zileli nereye nasıl baktığını net bir şekilde, verdiği Žižek kitabı referansı ve Žižek’ten yaptığı alıntıyla belli ediyor. Kitap “Stalinizm ya da Stalin insanın insanlığını nasıl kurtardı” (Encore yay.) [Bence Zileli ‘cüretkar’ ve ‘anlaşılmayan’ Žižek’i diğer kitaplarında daha kolay bulabilirdi. Örneğin “İdeolojinin Yüce Nesnesi” (Metis yay.), “Kırılgan Mutlak” (Encore yay.), “Paralaks” (Encore yay.) veya “Yamuk Bakmak” (Metis yay.) çok daha işlevsel Zileli’nin anlayışı için]. Zileli belirli bir dert ile kitap okuması yapmış, bu dert de elbette Stalinizm ve Leninizm eleştirisi üzerine (şimdiden söylemeliyim ki kesinlikle Stalinizmi veya Leninizmi hoş göstermek veya savunmak gibi bir saik ile hareket etmiyorum. Sadece Zileli’nin Žižek okumasını göstermeye çalışıyorum). Elbette bir şeyi dert edinip ona göre okumalar yapmak son derece doğal, hatta gerekli. Çünkü bazı şeyler inatla, sürekli ve sürekli olarak dile getirilmeli. Ancak bunu yaparken dikkatli olunmalı. Böyle bir okuma çalışmanın çoklu bağlantılarını fark etmeyi engelleyebilir ve son derece sığ bir yoruma sebep olabilir. Ayrıca eğer bir yazar, ressam, heykeltıraş veya filozof hakkında hüküm veriyorsanız bunu yaptığı bütün işlerden hareketle yapmalısınız. Yazarın bir kitabını okuyarak edebiyat eleştirisi yapılamayacağı gibi ressamın bir resmi üzerinden de sanat eleştirisi yapılmaz, yapılmamalı. Zileli Žižek eleştirisi yaparken bunu dikkate alarak, sağlam bir temellendirme yapsaydı daha iyi olurdu.

    Žižek’in konferans metnine gelirsek. Bir makale, sunum veya kitap olarak metnin bütünlüğünü parçalamak, sadece işine yarayacak olan bölgeyi bağlamından kopararak çekip almak çarpıtmadır ve kendi amacına uygun olarak metni bükmektir. Zileli Žižek’in metnine tam da bunu yapmış. Yirmi sayfalık metinde (tabii ki işine yarayan) çok küçük bir kısmı alıntılayarak Žižek üstüne yargılarda bulunmuş. Bağlamı üzerine düşünmeye gerek yok herhalde. Olsun. Biz yine de bağlamını bulmaya çalışalım.

    Zileli, Žižek’in Lenin’deki Beckett’i, “Bir daha dene. Bir daha yenil. Daha iyi yenil” tonunu kimse daha iyi yenilmek için mücadele etmez, umut varsa harekete geçilir diyerek geçersiz bir saçmalık olarak görmüş (aslında Lenin’deki bu tondan bahsetmeyerek, kendisi için önemli olan paragrafta kalmış. Metindeki bağlantısını atlamış. Burada Lenin’e referans olduğunu, dağcı benzetmesiyle alakalı olduğunu belirtmiş olalım). Öncelikle en baştan başlamanın anlaşılması gerekli. Evet Žižek Lenin’e referansla kurguluyor ve diyor ki “sırf o zaman kadar kazanılmış olanları güçlendirmek için ilerlemeyi yavaşlatmaktan bahsetmediğini, kesinlikle başlangıç noktasına geri dönmekten bahsettiğini açıkça ortaya koyuyor: ‘Baştan başlanmalıdır’, önceki girişimde başarıyla ulaşılmış olunabilecek zirve noktasından değil” (Žižek, 2011: 238). Bu yapılırken ise karşı argümanlar sunarak sizi baştan çıkarmaya çalışanlarla uzlaşmayı reddetmelisiniz ve başlangıç noktasına (komünizm ideasına) geri dönerek farklı bir yol izlemelisiniz: “yani yirminci yüzyılın 1917’den 1989’a dek sürmüş devrimci döneminin ‘temelleri üzerine çıkmak’ değil, başlangıç noktasına ‘geri dönmek’ ve farklı bir yol izlemek gerekiyor” (Žižek, 2011: 239).

    Burada Badiou’nun komünist hipotezine bakmakta yarar var. Zira bunlar birbirini tamamlıyor. Badiou komünist hipotezi eşitsizliği ve işbölümünü ortadan kaldıracak kolektif bir örgütlenme olarak tanımladıktan sonra genel bir tasavvurlar birlikteliği halinde oluştuğunu belirtiyor. Komünist hipotezde iki sekansın yaşandığını [birinci sekans komünist hipotezin ortaya çıkışı: 1792 (Fransız devrimi-1871 (Paris komünü), ikinci sekans komünist hipotezin gerçekleştirilmesine yönelik başlangıç hamlesi: 1917 (Bolşevik devrimi)-1976 (Kültür devrimi sonu)] ve artık üçüncü sekansta olduğumuzu iddia ediyor. Üçüncü sekansta ikinci sekansın araçlarının artık kullanılamaz olduğunu savunmaktadır. Üçüncü sekansta, kapitalizmin ‘tek dünya’ söyleminin karşılığı olmayan bir yapıya sahip olduğunun farkındalığıyla tek dünyayı yaratmamız gerektiğini, bunun için ise herkesin aynı dünyaya ait olduğu bilincinin ve kimliklere saygı duymanın önemli olduğunu vurguluyor. İşte burada geçmiş sekanslardaki deneyimleri öğrenerek aşmak, yeni sekansa uygun müdahale ve mücadele alanlarını tanımlamak, tanımlayarak olanaklılaştırmak gerekiyor.

    Žižek de kendi perspektifinden bir tanımlama yapıyor. (Badiou’nun üçüncü sekansına denk gelen dönemdeki) Küresel kapitalizmin sürekli ve bitmek bilmez yeniden üretimini engelleyecek karşıtlıkları içerisinde barındırdığını, bunlara karşı çıkmanın komünizm mefhumunu yeniden kullanmayı haklı çıkardığını belirtiyor. Dört tane karşıtlık olduğunu söylüyor: “Ufukta belirmiş ekolojik felaket tehdidi, özel mülkiyet kavramının ‘entelektüel mülkiyet’ için kullanılmasının uygunsuzluğu, yeni teknolojik-bilimsel gelişmelerin (özellikle de biyo-genetik alanındaki gelişmelerin) sosyo-etik sonuçları ve son olarak yeni apertheid biçimleri, yeni Duvarlar ve gecekondular” (Žižek, 2011: 241). Bunların (ortak alanların) kapatılmasının, kendi özlerinden farklılaşarak insanları proleterleştirdiği (Badiou’dan farklı olarak) ve böyle bir ortamda proletaryanın durumu kavramından vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyor. Ancak bu proletarya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan imgesinin ötesinde: “Bu yüzden de yeni özgürleştirici siyaset artık özel bir sosyal amilin eylemi olamaz; farklı amillerin patlayıcı bir bileşimi olabilir. Bizi birleştiren şey, o klasik ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan’ proleter imgesi değil, tam tersine her şeyi kaybedecek olmamızdır” (Žižek, 2011: 242). Daha sonra ise çok önemli bir hatırlatma yapıyor; ortak alanların tekrar insanlara verilmesi komünizm olmadan da, otoriter-cemaatçi bir yönetimle mümkün olabilir. Bu nedenle “komünizm, eşitlikçi kolektif yerine dayanışmacı organik bir cemaati öneren sosyalizme karşıt olmak durumundadır” (Žižek, 2011: 243). “Gelecek komünist olacaktır… ya da sosyalist” (Žižek,2011: 243). Ayrıca Žižek dışlanmışların temsil ettiği evrensellik ile demokrasi arasındaki bağın önemli olduğunu ve geçiş için geçmişte yapılan müdahalelerin muhasebesinde bu müdahalelerin İdea’yı ayakta tutan bir özelliğe sahip olduğunu da dikkate almamız gerektiğini belirtiyor. Mesela Kültür Devrimi okumasını bu bağlamda yapıyor: “Kültür Devrimi’ni bir Olay, ebedi bir niteliği olan eşitlikçi Adalet İdea’sının gerçekleştirilmesi olarak okursak Kültür Devrimi’nin nihai olgusal sonucu, feci başarısızlığı ve yakın dönemdeki kapitalist patlamaya geri dönmesi, Kültür Devrimi’nin ebedi İdea’sı sosyo-tarihsel gerçeklikteki yenilgisinin ardından ayakta kalır; gelecek kuşakların yakasına yapışan, bir sonraki dirilişini sabırla bekleyen, başarısız olmuş ütopya hayaletlerinin yer altı hayatını sürdürmeye devam eder” (Žižek, 2011: 245). Kültür Devrimi’ne ve Ekim Devrimi’ne ilişkin görüşünde Žižek, Hegelci bir biçimde “devrimci patlamayı nihai sonucuna indirgemekten uzak durarak onun evrensel ‘ebedi’ anını tam anlamıyla teslim ettiğini” (Žižek, 2011: 246), açıkça dile getirmektedir. Çünkü böylece nihai sonuç olarak başarısız olsa da idea olarak sürekli var olur, “tekrar geri dönen hayalet gibi…sonsuz bir ısrarla: ‘Bir daha dene. Bir daha yenil. Daha iyi yenil’” (Žižek, 2011: 246).

    Belki bu haliyle komünizm hala bir ufuk olarak varlığını sürdürüyor, ancak bu komünizm ideasından vazgeçmeyi gerektirmez. Ayrıca Žižek’te bu ufuk hali, Marksizm’deki eskatolojik tarih anlayışı sonucunda ortaya çıkan tarihsel bir zorunluluk, mutlaka ulaşılacak nihai son değildir. Aksine Žižek’te bu ufuk ulaşılması için müdahale ve mücadele edilmesi gereken bir hedeftir. “Bizim işimizi bir başkasının yapmasını beklemek bir bakıma eylemsizliğimizi rasyonalize etmektir” (Žižek, 2010: 217). Bu nedenle “Jakoben-Leninist” paradigmadan bir nebze almak gerekli ki bu komünizmin değişmezleri temelindedir sadece, ötesinde değil. Bunlar ise “katı eşitlikçi adalet, disipline edici terör, siyasi gönüllülük ve insanlara güven” (Žižek, 2011: 247). (Belirtmeliyim ki ben de burada Zileli gibi Žižek’in disipline edici terör ile neyi kastettiğini anlamadım. Herhalde Žižek terör kavramının ne kadar amorf ve zehirli olduğunu, Batı’nın Doğu’ya bakışında nasıl kullanıldığını, düzenin ihtiyaç duyduğu savaş ortamını yaratmada nasıl işlevselleştirildiğini pekala biliyordur. Ancak kavramı bunlara rağmen kullanmış. Komünizm ideasında ‘terör’. Çelişkinin ötesinde bir durum söz konusu. Ama bu durum Žižek metni üzerine toptan bir reddiyeyi, en azından benim için mümkün kılmıyor). Ulaşılması gereken olarak komünizmde, İdea olarak, Žižek’e göre bu dört kavram dikkate alınmalıdır. Burada Leninizm veya Maoizm’de bu dört kavrama tam olarak uyulduğu söylenmiyor; uygulamada olmayabilir ama İdea’da bu kavramlar var ve olması gerekli. Elbette bu deneyimlerin (Badiou’nun sekansları veya Žižek’in Kültür Devrimi ve Ekim Devrimi örnekleri) eleştirilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü uygulamada beklentilerin gerçekleşmemiş olması kırılmayı, başarısızlığı yaratan sebeptir. Žižek de ebedi İdea’nın sürekli yenilgisinden bahsetmekte. Ancak eleştiri perspektifinin (ve eleştirilere karşı savunmanın) dikkate aldığı ve almadığı görme biçimlerinin üzerinde durulması gerektiğine dikkat eder. Olumsuzlama üzerine kurulan karşı kuvvet, olumsuzladığı durum ortadan kalktığında kendi varlık nedeni de ortadan kalkacağı için kendini yok eder. Bu nedenle bunun ötesinde bir şey yapılmalıdır:

    “İşte bu yüzden, komünist İdea’yı yeniden harekete geçirmek istiyorsak kapitalizme odaklanmamız önemli: Bugünkü ‘dünyasız’ dinamik kapitalizm, komünist mücadelenin koordinatlarını kökten değiştiriyor; düşman artık semptomal bükülme noktasından vurulması gereken Devlet değil, sürekli bir kendi kendine devrim akışı. Buna bağlı olarak Devlet ile siyaset arasındaki ilişkiyle ilgili olarak iki aksiyom önermek istiyorum. 1) Komünist Devlet-Parti siyasetinin başarısızlığı her şeyden önce ve esasen devletçilik karşıtı siyasetin, Devlet’in sınırlamalarını kırma, devletçi örgütlenme biçimlerinin yerine ‘doğrudan’ temsil edici olmayan kendi kendine örgütlenme biçimlerini (‘konseyleri’) geçirme girişimlerinin başarısızlığıdır; 2) Devlet yerine neyi geçireceğinize dair bir fikriniz yoksa Devlet’ten çıkma/çekilme hakkınız da yoktur. Asıl görev, Devlet’ten uzaklaşıp ona bir mesafe almak yerine, Devlet’in devletçi olmayan bir biçimde işlemesini sağlamak olmalıdır” (Žižek, 2011: 249).

    Devlet iktidarını almamak, aksine bu iktidarı ters çevirmek, ilişki ağlarını kökten değiştirmek. İşte hedeflenen bu. Bunun için ise olması gereken, Bülent Somay’ın ifadesiyle karşıtını ortadan kaldırırken kendi varlığını da ortadan kaldıran tek devrimci sınıf olan proletaryaya bu görevi vermektir. Daha doğrusu proletarya bu görevi yapabilecek tek sınıftır. Tabii buradaki proletaryanın zincirlerini değil herşeyini kaybedecek bir eyleyen olduğunu akılda tutmalıyız. Böyle bir müdahalenin eksikliğinde yapılan mücadeleler yeni bir hakimiyet alanı yaratır. Sistemin bu mücadeleleri massetmesi, temel yapıya müdahale edilmediği takdirde mümkündür ki bu sisteme daha da güçlendirecek bir esneklik, plastiklik katar. “1968’deki protestolar mücadelelerini kapitalizmin üç temel direği olarak algılanan alanlara yönelttiler: fabrika, okul, aile. Bunun sonucunda her alan post-endüstriyel dönüşüme tabi oldu: Fabrika işi giderek taşeronlaştı ya da en azından gelişmiş dünyada post-Fordist hiyerarşik olmayan interaktif ekip çalışması temelinde örgütlendi; daimi esnek özelleştirilmiş eğitim giderek genel kamusal eğitimin yerini alıyor; çok çeşitli esnek cinsel düzenleme de geleneksel ailenin yerini alıyor. Sol, zafer kazandığı anda kaybetti” (Žižek, 2011: 253).

    Ufuk olarak komünizm. Ufuktadır çünkü en iyi yaşam koşullarını (nedir en iyi yaşam koşulları!) mümkün kılacak, bireysel ve toplumsal bir var oluş halidir. Her zaman daha iyisi için tekrar ve tekrar geri dönen bir hayalet olarak komünizm İdea’sı. Žižek kendi perspektifinden, çizimlerinden, renklerinden kendine göre bir yeni renkler, çizimler, spektrum yaratmış. Felsefeyi yanında hayaleti ile tekrar sahneye çağırmak. “Somut” eylem önerisi (“soyut” eylem önerisi!) sunmayan, gündelik yaşama “doğrudan” müdahale etmeyen felsefeyi, bu sebeple kendini değersiz gören logosa inat tekrar çağırmak. Bu çağrı gerekli, çünkü etkili ve sürekli bir değişim-dönüşüm için tahayyülün genişlemesi lazım. Tahayyülü genişletmek için felsefe, Žižek’in yaptığı tam da bu. Bunu yaparken ise ne Zileli’nin üzerinde durarak ima ettiği biçimiyle Leninizm övgüsü yapmış ne de saçmalamış. Tam tersine olabildiğince kendi perspektifini anlaşılır kılmaya çalışmış, geçmiş deneyimlerden başarısızlık olarak bahsedebilmiş (tabii bunların İdea üzerindeki etkisini de dikkate almış) ve kendine göre neden en baştan başlamak gerektiğini özetlemiştir. Bu Badiou’nun ilk iki sekansın vadesinin dolduğu, bu iki sekanstaki araçların artık işlevsel olmadığına yorumuyla uyumludur. En baştan başlamanın gerekliliği. Bir de kesinlikle kekelememiş. Her Leninizm’i öven yerden bir şeyler çıkarmaya çalışmak, Stalinizm ile ilgili doğrudan kötüdür demediği için anlaşılır görmemek, üstelik de bunları okumayı layıkıyla yapmadan temellendirmek sanırım Zileli’nin Žižek eleştirisinin temeli olmuş.

    Ne yaptın Žižek!

    KAYNAKÇA

    BADIOU, Alain; “Komünizm İdea’sı” Bir İdea Olarak Komünizm içinde, Çev. Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç, Ayrıntı Yay. İstanbul, s.12-27, 2011.

    DELEUZE, Gilles; Leibniz Üzerine Beş Ders, Çev. Ulus Baker, Kabalcı Yay. İstanbul, 2007.

    DELEUZE, Gilles; Spinoza Üzerine Onbir Ders, Çev. Ulus Baker, Kabalcı Yay. İstanbul, 2008.

    “Komünizm Fikri Üzerine- Konferans Çağrı Metni” Cogito, sayı: 62, s.172-173, 2010.

    ŽIŽEK, Slavoj; “En Baştan Başlamak” Çev. Selim Karlıtekin, Cogito, sayı: 62, s.183-221, 2010.

    ŽIŽEK, Slavoj; “Baştan Nasıl Başlanır?” Bir İdea Olarak Komünizm içinde, Çev. Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç, Ayrıntı Yay. İstanbul, s.237-256, 2011.

  77. Gün Zileli’nin yazısını ilgili kısmını okurken “disipline edici terör” konusuna özel olarak eğileceğini tahmin ediyordum. Aktardığı kadarıyla Zizek’in yazısında benim de dikkatimi ve tepkimi en çok çeken yer burasıydı.

    Yazıdaki reddiye tavrını eleştirmek için Taşkale ve Kırmızıaltın tarafından yazılan iki yazıda özellikle bu konuda ne dediklerine baktım.

    Taşkale’nin ne dediğini anlamadım. “Žižek disipline edici teröre veya Leninci-Jakoben paradigmaya yaslanarak ‘zırvalamaz’” derken Zizek’in bu paradigmaya yaslanmadığını mı kastediyor, yoksa zaten bu paradigmayı mı savunuyor çözemedim.

    Kırmızıaltın ise “disipline edici terör” lafıyla Zizek’in ne kastettiğini pek anlamadığını ama buna bakarak toptan bir reddiyeye gidilemeyeceğini yazmış. Başkaca bir şey dememiş bu konuda.

    Benim kanaatim bu iki yazarın Sovyetler Birliği’nde olan biteni tam olarak kavrayamadıkları, ya da işin bu kısmına pek kafa yormak istemedikleri yönünde. Kalan her şey dört dörtlük olsa bile “disipline edici bir terörle” ya da buna benzer bir şeyle idare edilen bir coğrafyada ne şu olur, ne bu. Sadece bol mezarlık olur. Ki oldu da.

    Mezarlar bir kere kazılmaya başlanınca içine sadece “sınıf düşmanlarının”, “karşıdevrimcilerin” ve “burjuvaların” girdiğini veya gireceğini sananlaysa sadece iyi uykular denir.

  78. bu yorum, sözlü şiddet içerdiği için silinmiştir.

  79. pratik olarak bir şeyler üretebilme cesareti ve azmi-yok
    boyacı çocuğunun anlayabileceği gibi anlatmak-yok
    hayran megalomanisi-var
    lacan taklidi-var

    isim zizek olunca liste uzar gider. sonuç şu düşünsel bir spor salonuna gitmek gibi benim için zizek okumak. paralaksı 1852.kezdir elime alıyorum mesela:)

Comments are closed.