İşgal Edilmiş Atina Hukuk Fakültesi’nden Bildirge (9 Şubat): Kendimizi Özgürleştirmek İçin Ekonomiyi Yıkmalıyız
Siyasi ve finansal gösteri artık kendine güvenini kaybetmiştir. Eylemleri tamamen çırpınmalardan ibarettir. Toplumsal uyumu korumak işinin başına geçen “acil durum” hükümeti emeği zapt etmekte başarısız oluyor, aynı zamanda nüfusun tüketim gücü de düştükçe düşüyor. Devletin, Yunan ulusunun uluslararası finans dünyasında hayatta kalmasını sağlamak amacıyla getirdiği yeni önlemler, emek dünyasına yapılacak ödemelerin tamamen dondurulması anlamına geldi. Şimdi artık yalnız kağıt üstünde olan asgari ücretin düşürülmesi, doğrudan veya toplumsal bütün maaşların kesilmesiyle uyum içerisinde geliyor.
Yeniden üretimimizinin bütün maliyetleri ortadan kalkıyor. Sağlık yapıları, eğitim kurulları, “refah” yardımları ve bizi egemen düzen içinde üretken kılacak herşey şimdi tarihe karışmış durumda. Bizi sıkıp herşeyimizi çıkarttıktan sonra, şimdi bizi doğrudan açlık ve sefalete atıyorlar.
Her türlü ücretin lağvının güvenceye alınması, yasal düzeyde, bir “özel, kapalı hesap” yaratılması üzerinden gerçekleşiyor. Bu şekilde Yunan devleti mali stokların tamamının, bizim hayatlarımız pahasına dahi olsa, yalnızca sermayenin hayatta kalışı için kullanılmasını güvence altına alıyor. Borcun (devletinkinin değil, sermaye ilişkisinin kendisine içkin olarak barındırdığı borcun) yükü başlarımızın üzerinde, üzerimize düşüp hepimizi ezecekmiş gibi sallanıyor.
Borç efsanesi. Hakim yurtsever söylem, bir Yunan borcu fikrini öne atıyorlar, meseleyi ulusaşırı bir yere koyuyorlar. Bu da devletsiz borç piranalarının Yunan devletini hedef aldığı ve “iyi hükümetimizin” bizi kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini ya da tam aksine, hükümetin uluslararası mali sermayenin bir parçası olarak bizi ezmek istediği izlenimini besliyor.
Bu yanlış milliyetçi yaklaşıma karşı, borç aslında siyasi ekonominin bir sonucu ve ayrılmaz bir parçasıdır, ki patronlar bunu çok da iyi bilirler. Ekonomi yoklukların, yeni kıtlık alanlarının yaratılmasına (yani her zaman uzun vadede kötü sonuçları olacak yıkıcı bir yaratım) dayanmaktadır. Borç ve acı, mülkiyet varoldukça; tüketim, değişim ve para varoldukça büyümeye ve topluma hakim olmaya devam edecektir.
Krizin yapısal ve sistemsel olduğunu söylediğimizde, siyasi ekonominin yapılarının bir sona ulaştıklarını, düzenin kalbinin – yani değer üretimi sürecinin, bizzat saldırı altında olduğunu kastediyoruz. Açıktır ki sermaye için biz feda edilebilir konumdayız (göklere ulaşan işsizlik rakamlarına bakın) ve bu noktada emeğin yeniden üretimi sermaye birikimi önünde yalnızca bir engel. Mali-borç krizi, yani maaşların yerine borçların gelmesi, ve borç verememe durumu, düzeni bir sürdürülemezlik kısır döngüsüne sokuyor. Bunun gerçekleşmesinin nedeni, işin kendisinin değerinin, yani tabandan düzenin rollerine uyacak ilişkinin bizzat kendisinin sorgulanması.
O zaman sosyalizme ve “halk ekonomilerine” mi geçmeliyiz? Her tür sendika bürokratı ve özenti halk önderleri kendi yanılsamalarını besleyerek düzenden ve mevcut siyasi ekonomiden siyasi bir çıkış olduğunu öne sürüyorlar. Bankaların millileştirilmesinden bahsediyor kimileri, başkaları rasyonal liberalizmin gençleştirilmesinden dem vuruyor. Sıklıkla iyileştirme ve alternatif “devrimci ruh” biçimini dahi alıyorlar. Başka zamanlar yeşil gelişim, ekolojik adem-i merkeziyetçilik, doğrudan demokrasi ve siyasi formların fetişleştirilmesini duyuyoruz.
Pazarın kendisi, ve devlet müdahalesi herhangi bir çıkış yolu göstermekten aciz kaladursun, siyasi gösteri halk ekonomilerinden otoriter devlet sosyalizmlerine her tür ürünü pazarlama derdinde. Kitlelerin üretimden, kurumlardan itilmiş, işsiz halde oldukları bir dönemden muhtelif proletarya diktatörlüklerinden bahsediliyor fakat bunların hiçbiri siyasi partilere ve sendikalarına güvenilir bir destek getiremiyor. Devlet kapitalizminin gerici siyasi tutumlarının yerini, boş bir ideoloji mesleği almış durumda.
Sosyal savaş sınır tanımaz. Kimileri, krizin ortasından, milli sınırların yeniden değerlendirileceğini hatta yeniden çizileceğini öngörüyorlar. Milli vücutlar ve çeşitli ırkçılar durumu göçmenleri hedef almak, saldırılar ve pogromlar düzenlemek ve Yunan devletinin yapısal ırkçılığını güçlendirmek için kullanmak derdindeler. Onlar için direniş milli renklere boyanmış vaziyette; onlar Yunanlılar olarak mücadele ediyorlar, yüzleştikleri sömürünün ve toplumsal baskının düşmanları olarak değil.
Biz, her tür milli simge veya bayrağın varlığının düşman tarafına ait olduğuna inanarak, bilinçli bir biçimde safımızı seçtik ve onun için elimizden gelen herşeyle savaşmaya hazırız. Altın Şafak Nazileri, otonom milliyetçiler ve öteki faşistler çözüm olarak salt milli bir toplum öneriyorlar: onlara karşı önlem niteliği taşıyan saldırılar ve göçmenlerle dayanışma, her hangi bir radikal çabanın gerekli bir koşuludur.
Tek çözüm toplumsal devrimdir. Yukarıdakilerin hepsine karşı, toplumsal devrim oluyoruz, ki yalnızca hayatta kalmak için değil, bir hayata sahip olmak için tek çözüm budur. Bu, bütün mali ve siyasi kurumlara karşı ayaklanmak demektir. Ayaklanma yoluyla, devletin, özel mülkiyetin, her tür ölçülebilirliğin, ailenin, milletlerin, değişim araçlarının ve toplumsal cinsiyetin lağvedilmesini gerektirir. Toplumsal hayatta haksızlığı ortadan kaldırmak ve özgürlüğü yaymak için bu gereklidir.
Devrim işte bu anlama gelir! Bu doğrultuya ücret talepleri merkezli mücadeleleri getirmek; her türlü öz-örgütlü yapılar ve kitle meclisleri, özellikle de hali hazırdaki gibi dönemeçte olanlar, siyasi-hükümet kurumlarının sistematik krizi toplumsal bir patlamaya yol açabilecekken kurulanlar, devrim işte bu anlama gelir.
İşgal Edilmiş Atine Hukuk Fakültesinde Eylemin hemen ardından gerçekleşen açık kitle toplantısı [1]