Yalçın Yusufoğlu/28 Kânunsani’yi elbette unutmadık

 

 

28 Ocak 2013 Türkiye Komünist Fırkası kurucuları Mustafa Suphi – Ethem Nejad ve arkadaşlarının Ankara’dan Kemal Paşa’nın emriyle, Erzurum’dan Kâzım Paşa’nın da dahliyle, Pontos’lu Rumların, Ermenilerin (sonra da Koçgiri’li Alevi Kürtlerin) katili MAH’çı eşkıya Giresunlu Osman Ağa’nın organizasyonuyla, infazcı katil diğer bir MAH’çı Yahya Kâhya ile adamları tarafından öldürülmelerinin 83. Yıldönümüdür.

Bu toplu suikasti 2007’de Ocak ayında Hrant Dink’in öldürülmesine benzetebiliriz. Nasıl ki, Hrant Dink suikasti devletin (merkezi ve mahalli) kolektif bir cürümüyse, bu suça devletin gizli açık idari ve adli kurumları iştirak etmişlerse, Suphi-Nejad ve arkadaşlarının katlinde de Ankara Hükümetinin, –o yıllarda adı TSK olmayan– askeriyenin, gizli teşkilat MAH’ın ve şehir eşrafının– dükkânları kapattırıp gösteri yaptıran hacı-hoca takımının işbirliği vardır.

Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği raporda cinayeti Osman’ın işlettiğini yazmıştır.

Bugünkü terimlerle konuşursak, Kemalistler, Özel Harp’çiler ve dinciler ortak düşmanları komünizme karşı el birliği ve suç birliği etmişlerdir.

BMM henüz 1 yaşına bile basmamışken işlenen cinayetin ortakları arasında sonradan siyasi nedenlerle ayrışma çıktığında, Kemal Paşa’nın fedaisi Osman Ağa, Meclis’teki 2. Grubun başı ve Kemal’in muarızı Ali Şükrü Bey’i evine kahve ve nargile içmeye davet edecek, boğdurarak öldürtecekti.

Osman kimdi? Kemal Paşa’nın Mayıs 1919’da Samsun’a geldiğinde Havza’da ilk görüştüğü kişilerden birisiydi, Osman’ın çetesiyle birlikte Rumları, Ermenileri kitle halinde öldürdüğünü öğrenmiş ve onun çetesinden faydalanmak istemiş olan Paşa “bundan sonra seninle birlikte çalışacağız, sana itimadım tam” demişti.

Bu çok güvenilir şahıs 1. Dünya Harbinde mazbatayla ordudan aldığı buğdayları 100.000 Liraya Giresun Nokta Kumandanlığına satmış, Rumların ve Türklerin arazilerine el koyarak yakınlarının veya kendisinin mülkiyetine geçirmiş, kendisini zorla Giresun Şehir Emini (Belediye Başkanı) ilan etmiş birisiydi. Yöre halkı ondan yaka silkmekte, “ aman bizi bu adamdan kurtarın” demekteydi.

Dahası da, aynı kişi Ermeni tehciri sırasında işlediği insanlık dışı suçlar yüzünden gıyabında verilmiş idam kararı ile aranmaktaydı. Saklandığı Şebinkarahisar’dan getirtilip taltif edilen eli kanlı haydudun çetesi Nisan 1920’de BMM kurulduktan altı ay sonra Çankaya’ya muhafız birliği yapılmış, hiçbir tahsili olmayan, haydutluktan ve insan öldürmekten başka bir işlevi bulunmayan Osman da Muhafız Birliği’nin başına geçirilmişti.

Yeni devletin temelleri Osmanlı’nın Ermeni katliamından mahkûm ettiği kişiyi Reis’in yanı başına getirerek atılıyorsa, sonraki kanlı tarihe bugün şaşmamak gerekecektir.

1921’de ise Koçgiri İsyanını bastırmaya giden Sakallı Nurettin Paşa’nın yanına Osman destek olarak gönderilmişti. Eşkıya başı, Koçgiri’de 60.000 koyun ve sığıra el koyarak Giresun’a getirmiş, kente et girmesini yasaklayarak halka fahiş fiyatla et satmış, ayrıca tefecilik yaptığı için banka şubesi açılmasını silah zoruyla engellemişti.

Mart 1923’te Kemal Paşa artık muzaffer kumandandır. Ama Meclis’de aynı derecede güçlü değildir. 2. Grup ve onun reisi Ali Şükrü Bey sert muhalefet yapmaktadır. Bir oturumda Gazi kürsüde konuşurken Ali Şükrü bağırarak kürsüye doğru hamle yapar, silahına davranır, Gazi de elini silahına atar. Oturumu yöneten Ali Fuat (Cebesoy) Paşa anılarında “Baktım ki birbirlerine silah çekecekler, elimdeki çıngırağı aralarına fırlattım” diye yazar.

İşte bu olaydan çok kısa süre sonra Osman evinde Ali Şükrü’yü adamlarına boğdurtur ve bir çukura atar.

Muhalefet büyük tepki gösterince kolluk kuvvetleri Osman Ağa’yı yakalamak üzere harekete geçer, o da adamlarıyla birlikte Çankaya’yı basar, ama Paşa kadın çarşafı giyerek Köşk’ten kaçar. Osman kendisine Gazi tarafından hediye edilen köşkte kıstırılır, yaralı ele geçirilir, tedavi edilmediği için ölür, böylece yargılanması ve konuşması önlenir. Başı kesilmiş cesedi Meclis’in önünde ayaklarında asılı olarak teşhir edilir.

Aradan 90 yılı aşkın zaman geçti, ama Suphi – Nijad ve arkadaşlarının devlet tarafından öldürülmeleri unutulmadı. Tıpkı Sabahattin Ali’nin de, Musa Anter’in de devlet tarafından öldürüldüğünün unutulmadığı gibi. Tıpkı daha sonraki toplu ve tekil öldürmelerin de merkez tarafından yapıldığının unutulmadığı gibi.

Yukarıda anlatılanların gösterdiği bazı olguları sıralayalım:

Türkiye Komünist Partisi’nin kurucularının öldürülmeleri “Kurucu İrade”nin tarihinin aynı zamanda siyasi cinayetler ve komplolar tarihi olduğunu gösterir. Bu suikastler Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Rıdvan Özden gibi rütbeli subayları da hedef almıştır. Suikastler siyasi iktidarın paylaşıldığı hükümeti düşürecek olaylar sürecini başlatmak için Yüksek Mahkemeyi basıp Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürme tertibine kadar varmıştır.

Bu komplocu, hilekâr yapı Malatya’nın keskin anti-komünist Belediye Başkanı’nı bubi tuzaklı bir posta paketiyle öldürüp, suçu Alevilerin ve solcuların üstüne yıkarak Alevi-Sünni çatışması başlatacak kadar aşağılıktır.

Kendi adamlarını bile öldürecek bir yapı ve onun komplocu – katil zihniyeti elbette Komünistleri, devrimcileri hedeften uzak tutacak değildi. Hele hele Ankara C. Savcısı Doğan Öz’e, Adana Em. Md. Cevat Yurdakul’a hiç tahammül edemeyecekti.

Onbeşler Suikastini de, sonrakileri de hiçbir resmi yetkili ya da devlet tapıcısı gazeteci, yazar ya da benzeri kişi ikrar etmiş değildir. Bu suçlar üstlenilmediği ve toplumun bilincine kazınmadığı müddetçe başkalarının işlenmemesi için sebep yoktur.

Sayılarını bilemediğimiz kadar çok “fail-i meçhul” cinayetler gerçekte faili meçhul değil, faili malûm suçlardır.

Yukarıda andığımız Onbeşler Cinayetini ve diğerlerini unutmadığımızı söylüyoruz, fakat söylediğimiz olgu sadece demokrasi ve adalet bilinci taşıyanlar içindir Yoksa umumun bunlardan haberi yoktur, olsa bile ilgilendiği yoktur. Hatta bilgisi ve ilgisi olanların çoğunluğu için devlet yapmışsa, elbet bir bildiği vardır.

Onbeşler Suikasti konusunda söylememiz gereken bir başka husus toplu cinayeti kabul eden aydınlarının önemli bir bölümünün olaydan Atatürk’ü tenzih etmeleridir. Onlar katliamın Ankara’nın bilgisi dışında işlendiğini öne sürmeye çalışırlar. Çünkü Önder o denli Uludur ki böyle şeyler ona asla yakıştırılamaz.

Nitekim aynı tipler Ali Şükrü Bey cinayetinden de Köşk’ün haberinin olmadığını iddia ederler, hatta daha da ileri gidip, “Osman Ağa’nın Ali Şükrü Bey’e husumeti vardı, çünkü Onbeşleri öldürttü diye M.Kemal’e rapor yazmış olan oydu” derler.

Oysa Osman baş fedaiydi, baş tetikçi’ydi, Suphi- Nejad ve arkadaşlarını emirle öldüren de oydu, Ali Şükrü Bey’i boğdurtan da. Hatta onlar Osman Çankaya’yı bastığında Kemal Paşa’nın kadın kılığında kaçtığını söyleyenlere de çok kızarlar, Önderlerini kadın kılığına girmesini maçoluk zihniyetlerine yakıştırmazlar, olayı anlatanlara (örneğin “Latife” kitabını yazan İpek Çalışlar’a) ateş püskürürlerdi.

Kemak Paşa 1925 yılında Giresun Kalesinde Osman Ağa için anıt mezar yaptırarak bu haydudu, infazcıyı öldükten sonra dahi taltif etmiştir. Günümüzün Veli Küçük Paşası ise Atası’nın izinden giderek Osman’ın heykelini yaptırmıştır.

Atatürk tapıncının olayımızla ne ilgisi mi var?

Hrant Dink’in de öldürülmesinin nedenlerinden bir, belki birincisi aynıdır. Çünkü Dink Atatürk’ün evlatlığının, köken olarak bir Ermeni olduğunu açıklamış, sonra da iki MİT görevlisi tarafından İstanbul Vilayet’inde Vali Muavinin huzurunda “haberini yalanla” diye tehdit edilmiştir.

17 Aralık 2013 sonrasında “devlet ne hâle geldi?” diye ah-vah edenler, devleti gözlerinde büyütenlerdir, oysa devlet şimdi çürümemiştir. Zira çürüme sadece rüşvet ve yolsuzluk değildir. Çürüme aynı zamanda tertiplerdir, suikastlerdir, pogromlardır, işkencelerdir, insan haklarını ve evrensel demokrasiyi çiğnemektir.

Siz Osman Ağa gibi aşağılık yaratıklarla devlet kuruyorsanız, ona anıt mezar yaptırıyorsanız çürümeyi bugünlerde aramak beyhudedir.

Yüzleşmek, yüzleşmek diyoruz, bırakalım Komünistlerin katlini, acaba 60 milyon kadarı Türk olan nüfusun içinde 24 Nisan 1915 soykırımıyla, 1937 Dersim katliamıyla, 6-7 Eylül 1955 Rum, 19-26 Aralık 1978 K. Maraş Alevi pogromuyla, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamıyla yüzleşmiş ne kadar Türk vardır?

Yani toplum kendi tarihiyle yüzleşme noktasından çok uzaktadır. 24 Nisan’ın 100. Yıldönümünü anma sürecine girildiği önümüzdeki aylarda bu sorunun yanıtını daha açık ve sancılı bir biçimde göreceğiz.

 

 

 

 

 

2 comments

  1. 1 -Mustafa Suphi’nin dönüş kararı doğruydu.
    Ancak dönüş yöntemi yanlıştı.Tebdirsizdi ve tedirgin ediciydi.
    Devrimci ilkeler bağlamında tedbirsizdi.
    Ankara’ya aşırı güven bağlamıştı.
    Siyasal düzlemde ise koşulları dikkate almıyordu.
    Ankara’yı tedirgin etmişti.
    Suphi,salt 15 kişi değildi.Yanında çok miktarda altın vardı.
    Ve 1500 kişilik bir silahlı Kızıl Alay ile dönüyordu.
    Sovyet desteği ve bu dönüş yöntemi Ankara’yı tedirgin etti.
    Ankara,Suphi ve arkadaşlarına karşı yalıtma ve bastırma tavrı aldı.

    2 – Dönüş kararı konusunda SSCB/SBKP’nin onayı alındı.
    Bu durum,Ankara’ya bildirildi.
    Dönüş kararı TKP Merkez Komitesi içinde de tartışıldı.
    İki eğilim çıktı.
    Bir eğilim hemen dönüş yanlıları,Suphiler.
    Diğer eğilim dönüş kararına temkinli yaklaşanlar.
    Bu açıktan dönüş kararını sakıncalı bulan kanat (Süleyman Nuri,İsmail Hakkı Yoldaşlar), böylesi bir dönüş kararına kararına karşı çıktı.
    Ve haklı çıktılar.

    Anadolu’ya dönüş gizlilik koşullarında olmalıydı.
    Bu hatayı Suphiler yaşamlarıyla ödediler.
    (Bu konuda Tüstav Yayınlarından çıkan Dönüş Belgeleri I ve II kitabının incelenmesini öneririm.)

    3 – 1919 ve 1921 Yılları Türkiye Komünist Hareketinin ve Solun en geliştiği ve en yığınsal olduğu yıllardı.
    TKP’nin arkasında Sovyet desteği vardı.
    1500 kişilik silahlı bir kızıl alaya sahipti.
    Her şeyden önce Komünizm ve Bolşeviklik Anadolu’da büyük bir saygınlığa sahipti.
    Ayrıca Anadolu’da Yeşil Ordu ve Çerkez Ethem Birlikleri vardı.
    Ankara’da Türkiye Halk İştirakuyyun Fırkası vardı ve Meclis’te de örgütlüydü.
    M.Kemal’in karşı çıkmasına karşın İç İşleri bakanlığına Tokat Mebusu Nazım Bey seçilmişti.
    Nazım Bey THİF üyesiydi.Komünistti.
    İlk Mecliste Halk Zümresi,komünistlerin ve solun oluşturduğu bir guruptu.

    Ankara’daki M.Kemal Hükümetinin en güçlü muhalifi komünistlerdi.

    4 – Ankara Hükümeti,Kurtuluş savaşına önderlik konusunda,diğer eğilimlere karşı bastırma politikası izledi.
    Aynı dönemde tüm muhalif eğilimler bastırıldı.
    Suphiler yokedildi.
    Yeşil ordu,Çerkez Ethem dağıtıldı.
    THİF kapatıldı.
    Tüm bunlar aynı dönemde yapıldı.
    Suphileri öldüren tetikci Yahya kaptan İttihatcı kalıntısydı.
    Ancak K.Karabekir ve Ankara Hükümeti de bu olaya göz yumdu.
    Böylece en önemli muhalif güç baştan yok edilmiş oldu.

    SSCB ve SBKP’nin M.Suphi konusundaki tavrı tartışılmalıdır.
    Konuya Enternasyonalizm bağlamında yaklaşırsak,SBKP hatalıdır.
    SSCB kendi devlet çıkarları uğruna TKP konusunda sessiz kalmıştır.
    Yararcı bir anlayışla Ankara Hükümeti’yle ilişkiler bozulmamıştır.
    Trabzon’da o dönemde SSCB elçiliği vardı.
    Suphilere yapılan tertibe karşı etkin olabilirler,dahası tertibi engelleyebilirlerdi.
    Elçilik de olaya seyirci kalmıştır.
    SSCB/SBKP’nin politikası çok tartışılmış ve daha sonraki Avrupa devrimlerinde de (Almanya,İspanya,Fransa,İtalya,Yunanistan gibi hedefine ulaşamayan devrimler) SSCB’nin kendi devlet çıkarlarına öncelik veren bu politikası sürdürülmüştür.

  2. Resmî İdeoloji ‘İkon’una Teslimiyet ve Bey’at, Ne Zamana Kadar?

    Selahaddin E. Çakırgil

    Mümtaz’er Türköne, 12 Eylûl tarihli Zaman’daki yazısında, ’Cumhuriyet tarihinin önemli kararlarının, içki masasında alındığını bilmeyen yok..’ diyor ve o kararları alanlar hakkında, ’Acaba masadakilerde tek tek kaç promil alkol çıkardı.’ diye soruyordu. Cumhuriyet kurulmadan önceki durum da çok farklı değildir. Nitekim, Temmuz-1919’daki Erzurum Kongresi günlerine dair hatıralarını aktaran ve o günlerde Bitlis Valisi de olan ve o kongre günlerinde M. Kemal’in özel kalem müdürü gibi bir rol de üstlenen Mazhar Mufîd (soyadı kanunundan sonra, Kansu), 7-8 Temmuz gecesi sabaha karşı, muhtevası meşhur sofralardan birinin etrafında, M. Kemal’in kendisine, ‘Yaz bunları..’ diyerek, gelecekte neler yapmak istediklerini açıklarken, ‘Kadınların tesettürünün açılacağı, alfabenin değiştirileceği, halka şapka giydirileceği, Saltanat’ın kaldırılıp Cumhuriyet ilan edileceği’ gibi hususları sıralar. Mazhar Muf’îd, bunları duydukça, sonunda, ‘Paşa’nın, galiba, bunları alkolün tesiriyle söylediğini’ düşünür. Bunun üzerine, o da, ‘Birgün gelip bunları sana soracağım, Mazhar Muf’îd gündemin hangi maddesine geldik?’ diye.. İlginçtir, ‘Dervişin fikri neyse, zikri de odur..’misali, kafasında taa baştan, Tanzimat kafasının alâmet-i farikası olan ‘Gardrob Devrimciliği’nin genel çerçevesi varmış, demek ki..
    Kezâ, (daha sonraları Soyak soyadını alan) ve M. Kemal’in ölümüne kadar, onun Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapan, Hasan Rızâ Bey’in hâtıraları da bu alanda oldukça zengin ve ilginçtir. Hattâ o kadar ki, bir keresinde, yine o meşhur sofralardan birinde, sabaha kadar yenilir-içilir, nutuklar çekilir, devletin yönetimine dair önemli emirler verilir.
    Ve, Şef’in bu konuşmaları da ertesi gün, (daha sonraları Ulus adını alan) ‘Hâkimiyet-i Milliye’ gazetesinde yayınlanır. Ama, o gecelerden birinde, M. Kemal irad eylediği nutkun, ertesi sabah, gazetede yer almadığını görünce, Hasan Rızâ’dan sorar, ‘Nerede?’ diye..
    O da, cebinden çıkarır metni ve uzatır..
    M. Kemal, geceleyin irad ettiği nutkun metnini okur ve sonra, Hazan Rızâ’nın o konuşmayı gazeteye göndermediği için, onu, ‘Başvekil olacak adamsın çocuk!..’ diye takdir eder. O nutukta kimbilir ne ‘inci’ler vardı ki, Şef’ine, bir ‘bende/ kul-köle’ derecesinde hizmet eden Hasan Rızâ bile ‘Artık bu kadarı da olmaz..’ deyip, onu sansürlemişti!
    Bu bakımdan, Türköne’nin, tesbitine şaşmak ve katılmamak mümkün değil..
    (M. Kemal’in nasıl bir halet-i ruhiyeye sahib, bir nahvet küpü halinde olduğunu anlamak isteyenler için ilginç bir ‘tevâzu’ örneği oluşturduğuna da burada kısaca değinilmesinde fayda vardır. Kendisinden bir-iki yaş küçük olan kocaman kocaman adamlara bile, onun hep, ‘çocuk’ diye hitab ettiği, aktarılan hâtırâların ortak özelliklerindendi.. Burada ismi geçen Hasan Rızâ’nın da, 1888 doğumlu olduğunu bu vesile ile hatırlayalım. Kendisine, bir kavmin atası gibi çok ‘mutevâzî’ bir soyadını verdirip, bunun başka kimseye verilemiyeceğini de kanûnen hükme bağlatış tavrında da, bu ‘tevazû’ hali bir âbide gibi yükselmiyor muydu?)
    *
    Yazar, ‘Çocukken, içki şişelerinin dizildiği bakkal veya büfe vitrinlerinde dikkatimi en çok etiketinde Atatürk resminin yer aldığı şişe’leri hatırladığını belirtip şöyle devam ediyordu: ‘Derin bir çocuk merakı ile anlam veremediğim şey, üzerinde Atatürk resmi bulunan içkiydi. Dün merak ettim, içki satan bir dükkâna girip sordum. Üzerinde aynı resim duruyor. Merak edenler benzer bir dükkâna girip Kulüp Rakısı’nı soruşturabilirler.(…) İlkokul çağlarım, Atatürkçülüğün büyük patlama yaşadığı 60’lı yılların ikinci yarısında geçti. Kafanızda kötü bir sarhoş imgesi, bu sarhoşluğu veren bir içkinin üzerinde, her gün bağlılık yeminleri ettiğiniz ve şükranlarınızı sunduğunuz Atatürk resmi.. (…) Etikette profilden bir kişinin daha resmi var. Her ikisinin elinde birer rakı kadehi ve masada bir rakı şişesi. Diğer kişi de İsmet İnönü imiş. (…) Kulüp Rakısı, 1930’dan beri bu resmi kullanıyor. Resimdeki kişilerin gerçekten Atatürk ve İsmet İnönü olup olmadığı konusunda ihtilaflar mevcut. Lakin kesin olan bir şey var: Atatürk her zaman Kulüp Rakısı içermiş. (…) Cumhuriyet tarihinin önemli kararlarının, içki masasında alındığını bilmeyen yok. (…) Türk Tarih Tezi belirlenirken, Türkçe ezana karar verilirken, Güneş Dil Teorisi’ne son şekli çizilirken ölçmek mümkün olsaydı acaba masadakilerde tek tek kaç promil alkol çıkardı. Meret, şişede durduğu gibi durmuyor, koskoca bir tarihe şekil veriyor.’
    Bu noktada, 28 Şubat 1997 Zorbalıkları döneminde, bir yüksek resmî toplantı sonunda Başbakan Erbakan’ın verdiği yemekte, ona inad, rakı isteyen ve kemalizme her alanda nasıl bağlı olduğunu bu şekilde de isbatlayan -dönemin- Deniz Kuv. Kom. (müteveffâ) Güven Erkaya’yı hatırlayabilirsiniz.
    *
    ‘O olmasaydı, adınız Yorgo veya Eleni olurdu..’ diyerek, bir kişiyi Yaratıcı yerine koymak dehşeti..
    HT kanalında, ‘Tarihin Arka Odası..’ isimli bir proğram var. Bu proğramda, bazen güzel konular da işlenmiyor değil..
    Ama, sıra M. Kemal’e gelince.. Proğramın asıl sahibi ve sunucusu konumundaki magazinel tarihçi M. Bardakçı, sanki bu proğramın asıl hedefi, M. Kemal’i temize çıkarmak imiş gibi bir tavır sergiliyor. Bir takım itirazlar geldiğinde, bazen alayla, bazen hattâ ağır hakaret ifadeleriyle muhatablarını, ‘Tarihe mal olmuş kişilerden ne istiyorsunuz?’ gibi sözlerle azarlıyor.
    Ama, kendisi, tarihe mal olmuş başkalarına gelince, dilediği gibi at oynatıyor.. 10 gün kadar önceki bir proğramda, söz, 1922’de Türkistan’daki bir çatışmada hayatını kaybeden Enver Paşa’nın kemiklerinin bugünkü Tacikistan coğrafyasından 75 yıl sonralarda İstanbul’a getirilmesine gelince, mezkûr kişi, ‘Enver Paşa’nın kuru kafatasını bizzat gördüğünü’ anlatıyordu. Birisi itiraz etmiş, ‘Enver Paşa’nın başı için kuru kafatası diyemezsiniz..’ diye..
    Sunucu M.Bardakçı, bu itiraza, ‘Yahu, daha başka ne diyeyim?’ diye köpürürcesine karşılık verdi.. Ancak, aynı kişi, meselâ, M. Kemal için de benzer bir ifade kullanabilir miydi?
    Sonra, M. Kemal’in cenazesine namaz kılındı, kılınmadı gibi konularda soru soranlara da müthiş bozuluyordu işbu magazinel tarihçi..
    O, M. Kemal’in cenaze namazının Prof. Şerefuddin Yaltkaya tarafından, Dolmabahçe Sarayı’nın avlusunda kıldırıldığını iddia ediyordu, ama hemen her konuda bir çok belgeyi gösterebilen bu kişi, bu konuda hiç bir fotoğraf, görüntü gösteremiyordu.
    M. Kemal’in cenaze töreni komutanlığı uhdesine verilen em. Org. Fahreddin Altay ise, 10 Kasım 1960’da, yani 27 Mayıs Askerî Darbesi’nden 6 ay kadar sonralarda, Ankara’da yaptığı bir anma toplantısında, M. Kemal için cenaze namazını Başvekil Celâl Bayar’ın kıldırtmak istemediğini, laiklik hassasiyetiyle karşı çıktığını söylemiş, ancak namaz cenaze kılınıp kılınmadığına açıklık getirmemişti. Ve o zaman, M. Kemal’in ölümünün üzerinden henüz 22 sene geçmekteydi.
    *
    Sözkonusu programın 14 / 15 Eylûl gecesi yine aynı konuda işleniyordu.. Konuklardan biri, ‘Atatürk tanrılaştırılmamalı, eleştirilebilmeli..’ deyince, bir kısım kemalist izleyicilerin gönderdiği elektronik mesajlarda, ‘O olmasaydı adınız Yorgo olurdu, Eleni olurdu..’ gibi mâlum laflar tekrarlandığı anlaşılıyordu.. Bu sözler üzerine, M. Bardakçı bile, artık tahammül edemez hale gelmiş olmalı ki, ‘Atatürk’ü asıl tanrılaştıranlar, o olmasaydı adımız ne olurdu diyenlerdir..’ diyor, bu sözlere de tepki olarak bir çok mesaj daha geldiği anlaşılıyordu.
    Bunun üzerine, Bardakçı, proğramın devamlı elemanlarından özellikle Osmanlı san’atı üzerindeki araştırmalarıyla bilinen ve bu tartışmalardan rahatsızlığını yüz hatlarıyla hissettiren 80 yaşındaki Prof. Nurhan Atasoy’a, ‘Hocam siz meselâ, o olmasaydı, Eleni mi olurdunuz?’ diye soruyor ve bu yaşlı hanım, bu sorunun cevabını vermekte zorlanıyor, ‘Eleni olmazdı belki, ama..’ diye bocalıyor, ve ne diyeceğini kestiremiyordu. Bunun üzerine M. Bardakçı, ‘Bunu sizin nesle anlatmak zordur, koskoca profesörsünüz; söyleyiniz, adınız Eleni mi olurdu?’ diye tekrarlayınca.. Bu Prof., ‘Evet., bu konuda konuşmak benim için zordur. Ben cumhuriyet çocuğuyum, tam bir Atatürk hayranıyım..’ diye noktalıyordu, sözünü..
    Bu sözler üzerine, Bardakçı, ‘Ben Cemal Bey’in torunuyum..’ diye, dedesinin adını zikrediyor ve gerilimli bir havanın hâkim olduğu proğram diğer günlere nisbetle daha erken bir saatte kapanıyordu.
    *
    Düşündürücü ve acı veren bir tabloydu..
    *
    Bir insanın, bir toplumun, kendisini Yaratanı’na karşı sorumlu hissetmesi yerine, resmî ideolojilerin kuklalaştırmasıyla, bir takım siyasî kişileri, yaratıcısı gibi hissetmesindeki zavallılığın farkına varamaması, ne büyük faciadır.
    *
    Asıl ‘bey’at kültürü’, resmî ideolojinin dayatması olan kültür değil mi?
    Yazık ki, toplumumuzda, kendi ana-baba ve ecdadının nasihat veya vasiyetlerinden habersiz ya da onları unutmuş pek çok insan, hâlâ da ‘Atamız böyle emretmiş..’ diye, tuhaf bir bey’at kültürü ile karşınıza çıkabilmekte ve üstelik de müslümanlığının idrakine daha fazla nüfuz etmiş olan çevreleri, ‘bey’at kültürüyle yetişmiş olmak’la şartlandırılmış, düşüncesizce hareket eden kesimler olarak suçlayabilmekte ve kendilerine ya da kemalist-laik rejime, 90 yıllık resmî ideolojiye biraz eleştiri getirenlere de, hemen,’Eğer filan olmasaydı, adınız Yorgo olurdu, Eleni olurdu..’ gibi çiğin çiği laflarla karşılık verebilmekteler.. Kanûnî cezalandırma yolu ise, daha bir ayrı..
    Bu gibi kemalistlerin, kişiyetapar çevrelerin, özellikle Osmanlı’nın son döneminin Abdulhamid, Vahdeddingibi geçmiş sultanlarını ağır şekilde devamlı suçladıkları da bilinen ayrı bir vakıa.. Bu durumda, birileri de onlara, ‘Eğer Abdulhamid olmasaydı, Vahdeddin olmasaydı, M. Kemal de olmazdı..’ deseler, kendi o sığ mantıklarına göre nasıl bir karşılık verirlerdi, dersiniz?.
    *
    Yahu, yakın tarihimizin bir bölümünde oldukça etkili bir yeri olan bu kişiyi, bırakınız da, toplum katmanları, adam gibi anmak ve anlamak imkânına kavuşsunlar..
    Ama, bu kişi, öyle bir ‘ikon / putlaştırıldı ki, sonunda, Adnan Menderes’in en büyük hatalarından birisi olarak, 31 Temmuz 1951 tarih ve 5816 sayılı kanunla, bu kişiye yapılan her eleştiri hemen hakaret sayıldı ve bu kanun yüzünden 60 küsur yıldır, yüzlerce değil, binlerce insan, toplumda dışlamalara ve ağır baskılara, işkencelere mâruz kaldı, zindanlarda tutuldu.. (Ki, Menderes o kanunu çıkarırken, hiç itiraz olmadı değil.. Özellikle de 1925’lerden sonra M. Kemal’le yolları ayrıldığı için ülkeyi terketmek zorunda kalan ve ancak onun ölümünden sonra 1940’larda ülkeye dönen Halide Edib (Adıvar), DP m.vekili olarak bu kanun tasarısına karşı Meclis’te öyle müthiş bir eleştiri getirmişti ki, bugün de okunmaya değer..)
    Bu kemalist-laik baskı bugün zayıflatılmış gibi gözükse bile, laik rejimin yeni kutsalı olarak ortaya çıkarılan bu ‘ikon’laştırma, hükmünü hâlâ da sürdürmekte, ölümü üzerinden tam 75 yıl geçmiş olmasına rağmen, M. Kemal’e atıf yapılmadan bir resmî konuşma yapıldığında, belli çevreler küplere binmekte ve halkımız, 75 yıl yıl öncelerde ölmüş olan başka atalarını-dedelerini hatırlamazken, bu kişiye ‘atamız böyle emretmiş..’diye sahib çıkmaya şartlandırılmış olarak, onun ismi, resmi, büst ve heykelleri önünde, köleleştirilmiş duruma düşürüldüğünü bile anlamıyacak bir durumda ve bu durum kanıksanmış gözükmekte; bu da, o kişinin, adam gibi anılmak şansını da yoketmekte..
    Halbuki, M. Kemal’in bütün ömrü kadar rejimin hizmetinde en etkili yerlerde bulunmuş olan İsmet Paşa hakkında ne bir koruma kanunu var, ne de ona hakaret edildi diye itiraz geliştirenler.. Bazıları, ona kızgınlığını dile getirse bile, kimse hakaret etmiyor.. İsmet Paşa hayattayken de, onun muhalifleri ona en fazla, ‘O sağır yok mu, o sağır..’ diye dile getirirlerdi hınçlarını.. Herhalde, bir başkasına da en fazla ‘kör..’denilip geçilecekti, halk arasında olduğu üzere..
    İlginç olan bir husus da şudur ki, M. Kemal lehinde putlaştırmaya kadar her şey olabildiğince yapılabilirken, eleştirmeler bile, hele de Anadolu kasabalarında, kendilerini devlet zanneden uzatmalı çavuşlarca bile hâlâ da hakaret sayılabilmekte ve ağır baskılar uygulanabilmekte..
    Bu açıdan Hitler’le M. Kemal arasında tersinden bir benzerlik sözkonusu..
    Adolf Hitler’in Almanya’da övülmesi yasak.. Demek ki, serbest bırakılsa, övülecek pek çok yönlerinin olduğundan korkuluyor. Türkiye’de ise, M. Kemal’i övmek sonuna kadar serbest, ama, eleştiri, hayır! Demek ki, onun da eleştirilecek pek çok yönünün olduğu zımnen kabul ediliyor.
    ‘M. Kemal’in Atatürk tarafından öldürülmesi’ (!), ve..
    Bu vesileyle, bir anekdot..
    Çeyrek yüzyıl öncelerde birgün, Hicaz’da, onyıllardır Güney Afrika’da öğretim üyeliği yapan Pakistan’lı oldukça yaşlı bir tarihçi ile karşılaşmıştım.. Sohbet esnasında, içinde ‘Atatürk’ üzerine ağır eleştiriler de bulunan tahlillerde bulunmuştu. Ve sonra, ‘Hindistan’da çocukluğumuzda adına marşlar okuduğumuz bir Mustafa Kemal Paşa vardı.. Onun sonu ne oldu?’ deyivermişti..
    Cevaben, ‘Atatürk, M. Kemal Paşa’yı öldürdü..’ dediğimde, çok üzülmüştü..
    Ama, durumu usûlünce açıkladığımda, çok utanmıştı, o durumu nasıl olup da farketmediğinden veya unuttuğundan dolayı..
    *
    Son demlerinde, ‘Kahramanlar putlaştırıldığı zaman ölür, biz M. Kemal’i putlaştırmaya mecburduk ve bu yüzden öldürdük onu..’ diyebilen Şevket Süreyya Aydemir, ‘Suyu Arayan Adam’ isimli eserinde, ilginç bir sahne anlatır.
    Gençlik yıllarında turancı ideallerle dopdolu iken, Makedonya’dan Kafkaslar’a ve türk kavimlerinin yaşadığı illere doğru yola çıkar. Ama, Rusya’daki bolşevik/komünist ihtilalinin, devriminin dalgalarına kapılır ve orada, komünist olup, üniversitede okumaya başlar. Bir gün, yaşlı tarih hocaları çeşitli ülkelerden öğrencileri eski Rus Çarları’nın mezarlarının bulunduğu bir mekâna götürür. Orada, meşhur Rus Çarı,Büyük (veya bizdeki deyimle, Deli) Petro’nun kabri ile karşılaşan genç Şevket Süreyya, hâfızasının kıvrımları arasındaki tarihî hâtırâ tortularının etkileriyle, Petro’nun sandukasına gizlice bir tekme atar..
    Bu durumu hocaları görür ve -özetle- ‘Çocuklar, bugün burada, Çar mezarlarını tekmeyenlerin, yarınlarda kendi ülkelerinde, başkalarının mezarlarına tapınacak duruma gelebileceklerinden endişe ederim..’ gibi bir söz söyler.
    Şevket Sureyya, Türkiye’ye döndükten sonra, M. Kemal’e ve kemalizme tapınırcasına bağlanan isimlerden birisi olup çıktığını dolaylı olarak böylece itiraf etmiş olur, son yıllarında..
    *
    Ve, bugünlerde okullar yeni ders yılına başlıyacak.. Milyonlarca körpecik çocuğa, ‘resmî ideolojinin ve kemalist-laiklerin, şahısperest / kişiyetapar kadrolar’ın, 100 yıla yakın zamandır toplumda, bir ‘ikon’, bir put halinde yerleştirmeye çalıştıkları kişinin ismi, resmi, büst ve heykelleri önünde ve benzerine bugün ancak Kuzey Kore’de ya da Afrika veya Avustralya’daki ilkel kabileler arasında rastlanan tapınma âyinlerini hatırlatan andiçme törenleri yaptırılacak..
    Yazık ve günah değil mi, bu körpecik dimağlara böyle bir zehir şırınga edilmesine; daha o yaşta; körpecik çocukların, şahısperest/ kişiye tapar hale getirilmesine.. Stalin’in, yeni nesilleri tek tip ‘kurşun asker’ gibi yetiştirme stratejisi bundan farklı mıydı sanki?
    Başka ülkelerdeki diktatörlüklere lânet okurken, kendi zihinlerimizde kurulmuş olan diktatörlük sistemlerine karşı toplum olarak ne zaman bir hassasiyet geliştireceğiz? Unutulmasın ki, bu kemalist-laik bey’at kültürü içinde yetişmiş olup hiç de azımsanmıyacak kitleler, ‘ikon’larının hâtırasını korumak adına, toplumu karıştırabilecek bir güce sahib olduklarını hâlâ da gösterebilecek bir şirretlikte olduklarını sergileyip duruyorlar.
    *
    Bu ilkelliğe karşı haysiyetlice bir tavır ortaya koymak zamanı hiç mi gelmiyecek, yoksa?

    HAKSÖZ HABER

    http://www.gencbirikim.net/resmi-ideoloji-ikonuna-teslimiyet-ve-beyat-ne-zamana-kadar/