Paul Avrich, Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı,
Sel Yayıncılık; Çev: Emine Özkaya; Şiir çev: Hakan Çalbayram;
İstanbul, Eylül 1999;
303 sayfa.
Paul Avrich’in, Emine Özkaya’nın su gibi akıp giden güzel Türkçesiyle dilimize kazandırılan ve Sel Yayıncılığın özenli çalışmasıyla yayınlanan, Voltarine de Cleyre biyografisi, Metis-Kaos ortak basımı olan, Emma Goldman’ın Hayatımı Yaşarken (2 cilt, çev: Beril Eyüboğlu-Emine Özkaya; İstanbul, 1996-1997) adlı, bin sayfalık dev otobiyografisinden sonra, Türk okuyucusuna, Amerikan radikal hareketinin yanısıra, çağımızın en büyük radikal kadın karakterlerini tanıtan bir “dizi”nin devamı olduğu izlenimi veriyor. Beklentimiz, aynı titiz çevirmenlerin dilinden, bu “dizi”nin geri kalan diğer önemli kitaplarının da, önümüzdeki yıllarda dilimize kazandırılmasıdır.
Amerikan kökenli yoksul bir ailede büyüyen ve bir Katolik manastırında rahibe eğitimi alan Voltairine de Cleyre, Rus Yahudisi ailesiyle birlikte Amerika’ya göç eden ve buradaki yaşamına sıradan bir işçi olarak başlayan Emma Goldman’ın çağdaşı ve arkadaşıdır. Paul Avrich’in de anlattığı gibi, hayata bakışlarında ve karakterlerinde bir çok farklılıklar olmasına ve aralarında, uzunca bir süre devam eden trajik bir dargınlık yaşanmasına rağmen, üst sınıfların eğitim olanaklarından yararlanmadıkları halde, inatçı ve sebatkâr mizaçları sayesinde kendi kendilerini yetiştirmeleriyle; ailelerinin ve çevrelerinin dar kalıplarını parçalamada gösterdikleri inatla; duygusal ilişkilerini özgürce yaşayabilmek için en yıkıcı hayal kırıklıklarına direnme cesareti göstermeleri ve birebir yaşadıkları ilişkilerde zorlu mücadeleler vermeleriyle; ezilenlerin yanında ve baskıların karşısında çarpan yürekleri ve önyargılara karşı seslerini yükseltmedeki cüretkârlıklarıyla; olumsuz sınıfsal koşullarının yanısıra, toplumun onları bir kadın olarak da bir kenara itme girişimlerini göğüslemekle kalmayıp, ezilen cinse ilişkin görüşlerini, yaşadıkları çağın çok ötesinde seslendirmelerini sağlayan dahice zekâlarıyla, “Amerikan toprağında” nadiren, ama yanyana yetişen bu iki “zarif çiçek”, temelde ne kadar da benzer birbirine.
İnanç ve Mizaç
Voltairine de Cleyre, yayınlanmayan otobiyografik taslağında, çok basit bir şey söylermiş gibi, “aslına bakılırsa inançlar, esas olarak mizaçla ilgilidir,” deyip geçiverir. Ama, aslında, üzerine kalın ciltler yazılacak kadar önemli bir saptamadır bu. Mizaç, karakter, dışardan, bilinçli olarak şırınga edilebilecek bir şey değildir. Bir bakıma, o insanın kökleriyle ve yetiştiği koşullarla ilgilidir. Ama bu da herşeyi açıklamaya yetmez. Aynı köklerden gelen, aynı koşullarda yetişen, örneğin iki kardeşin çok farklı mizaçlarda olduğunu kendi deneylerimizden de biliriz. Öyleyse, geriye, kolayca izah edilemeyecek bir şeyler kalır. Nerden geldiği kolay kolay izah edilemeyen bazı özellikler, yüksek bir akıl ve asla teslim olmayan bir ruhsal yücelik, daha küçüklükten o insanın mizacını şekillendirmeye başlar. Bu mizaç da, hayata bağımsız olarak ilk adımlarını attığı andan itibaren onun yönelişini, izleyeceği yolu belirler. İradi bir şey olmadığı gibi, önceden dizaynlanmış bir şey de değildir bu.
Evet, anne ve babasının özgürlükçü Amerikan ve Fransız geleneklerinden geliyor olması, Voltai’nin karakterinin önemli bir parçasıdır. Ama neden, ablası Adeladie, annesinin öğretmen olması yolundaki telkinlerine ayak uyduracak ölçüde uysaldır da, Voltai, Katolik manastırının o korkunç, baskıcı disiplinine baş kaldırmaya cüret edecek ölçüde isyancıdır? Buna, hiç bir psikoloğun kolayca ikna edici bir açıklama getirebileceğini sanmıyorum.
İki kız kardeş de okumaya son derece düşkündür. Ama, Voltai, Adeladie’den farklı olarak, yazmayı da sever. Daha küçük yaşta akçaağacına çekilip şiirler karalar ve bunlar öyle sıradan şiirler de değildir. Daha altı yaşındayken yazdığı bir dörtlükte, “keyfince çene” çalıp “cezaya” durmayan babasının çifte standartlı zorba iktidarını ti’ye alacak kadar “küstah”tır. Bugünkü “bilim”in bile izah edemeyeceği beynindeki ve ruhundaki bilinmeyen güdüler, onu huzursuz etmekte, daha o yaşta tosladığı ilk iktidar odağına sataşmaya sevketmektedir.
O, “Parti tarih”lerinin anlattığı türden, “gerçekleri” daha küçük yaştan dahice keşfeden ve partiye yol gösteren olağanüstü yeteneklerini birdenbire ve tanrısal bir güçle elde eden parti “öncülerinden” de değildir. Tam tersine, Paul Avrich’in çok güzel anlattığı gibi, acı çeken ruhu, ilerlemelerle, geri çekilmelerle, uzlaşmalarla, yeniden ileri atılmalarla pişer, olgunlaşır. ” ‘Asla Tanrıya başkaldırmaya kalkışmadım,’ diye yazar, ‘varlığından kuşku duyduğum halde, dua ederek ve gözyaşı dökerek, her zaman onun teveccühünü kazanmaya çalıştım; Tanrının nerede olduğunu sorgularken büyük bir cehennem azabı çektim.’ ”
“Dinsel önyargıların koyu karanlığında tek başına savaşan, inanmak elinden gelmeyen ve yaşadığı her an, itirafta ve ikrarda bulunmazsa, o korkunç cehennem ateşinde cayır cayır yanacağı korkusuyla kıvranan zavallı, küçük bir kız,” dır o. Yanlış yapmadığını bile bile, yalan yere özür dilemek istemediğini söylediğinde öğretmeni tarafından azarlanır. “Söylediklerimize inanmamız gerekli değildir,” der öğretmeni, “gerekli olan üstlerimize itaat etmemizdir.” “Ama ‘ben yalan söylemeyeceğim,’ diye karşı çıktım ona inançla ve bu sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, itaatsizliğim nedeniyle başıma geleceklerin korkusuyla titredim.” Voltairine bu satırları yazdığında, Rus “komünist kilisesi”ndeki günah çıkartma ayinleri henüz başlamamış ve çok sayıda inanmış, dürüst parti üyesi, “partiye yalan söylememek” uğruna Stalin polisinin eline düşüp ölüm kamplarını boylamamışlardı. İster göksel, ister dünyevi olsun, bütün iktidarların “itaat ve yalan” kültü arasındaki bu benzerliği gördüğü an insan, aynı Voltairine gibi titremekten kendini alamıyor.
Sınıfsal Duruş
Voltai, özgürlük mücadelesine, önce bir secularist olarak başlar, çok kısa bir süre sosyalizme ilgi duyduktan sonra, Benjamin R. Tucker’in bireyci anarşizmine yönelir. Ancak, komünizmin bireyi yok eden ve eninde sonunda yeni bir diktatörlüğe yol açacağına inandığı düzenlemeci kolektivizmine ne kadar karşı olursa olsun, içinde bulunduğu sınıfsal konum, başta Yahudiler olmak üzere göçmenlere ve yoksullara duyduğu merhamet, Amerikan geleneğinin özgürlükçü damarıyla mülkiyetçi damarını kaynaştırmaya çalışan ve ezilen sınıflara görece uzak durduğu belirtilen Tucker’in bireyci anarşizminde karar kılmasını önler. Hiç bir zaman anarşist-komünist olmaz ama, bütün yaşamı boyunca sınıfsal duruşunu tutarlı bir şekilde sürdürür ve ezilenlerin çığlığını yankılamaktan bir an bile geri durmaz. Son nefesini verirken bile, kalemi ve ruhu, ayaklanan yoksul Meksika köylülerinin yanındadır.
Zor, meşakkatli, kasvetli bir yaşamdır onunkisi. Yarı aç yarı tok, sefalet içindeki yaşamını sürdürmesini sağlayan gelirini, dergilere yazdığı yazılardan aldığı cüzi telif ücretleriyle ve Yahudi göçmen işçilere, anılmaya bile değmeyecek ölçüde küçük bir miktar karşılığı verdiği derslerle sağlar. Bu gelirle, yalnız kendini değil, sokaklardan toplayıp baktığı kedilerini de doyurmaya çalışır. Üstelik, kendisini adım adım ölüme götürdüğünü bildiği, ona bir an bile rahat huzur vermeyen, kulaklarında bir saniye bile eksik olmayan korkunç bir çınlama ve gürültüye neden olan sinüzit hastalığından müzdariptir. “Eğer mali kaynaklara sahip, sağlığı yerinde, yazması ve konuşması için gerekli boş zamanı olsaydı, Voltairine de Cleyre, hem anarşist, hem de feminist hareketin en önünde yer alırdı. Oysa o, yoksul yaşamını sürdürebilmek için saatler boyu çalışmak zorundaydı, işte bundan dolayı, bir kaç dramatik olayda aniden gelen ve çabucak yok olup giden şöhretin dışında, büyük ölçüde geri planda ve kamuoyunun ilgisinin dışında kaldı. O, anarşist gökkubbede aniden parlayan ve ölümünden sonra da onu sevmekte ve unutmamakta ısrar eden küçük bir yoldaş çevresi dışında, sönüp giden bir kuyruklu yıldızdı.”
Fikirlerinden taviz vermediği gibi, bu fikirlerle sıkı bir bağlantı içinde olan sınıfsal konumunu değiştirmek için de taviz vermedi. Bir entellektüel olduğu halde, yaşamını, seçkin entellüktüellerin parlak yaşamından uzakta, yoksul Yahudi göçmenlerinin içinde geçirdi. İçlerinde sevgilileri de olan bu göçmenlerden bazıları kapitalizmin olanaklarından yararlanarak sınıfsal konumlarını değiştirdiklerinde, kapitalizmin parlaklığına kapılarak davayı terkedip gittiklerinde başını çevirip bakmadı bile onların arkasından. Gözünü, mücadeleye yeni katılan, yoksul ama yetenekli gençlere çevirdi. “Voltairine de Cleyre ve arkadaşlarına göre, bu bir Yaldız Çağı, sahte, ikiyüzlü ve kaba saba maddeci bir çağdı. Bu, vicdanlı insanları tiksintiyle irkiltecek ölçüde bir oburluk ve gösteriş, dizginsiz bir sömürü ve benzeri görülmemiş bir yozlaşma çağıydı.” Bu çağa ayak uydurup, ziyaret ettiği Amerika’nın görkemli otellerinde keyif çatan Maksim Gorki gibi adı büyük yazarlara meydan okuyacak kadar tok sözlüydü.
Bugün baktığımız zaman görüyoruz ki, toplumsal çağlar, o çağların içinde yaşayan insanların sandığından da uzun ömürlü oluyor ve çok sayıda kuşak bu çağlar içinde eriyip gidiyor. Voltai ve arkadaşlarının yukardaki tespitleri yaptıkları dönemin üzerinden bir yüzyıl geçti. Ama tespitleri, bugün yapılmışçasına geçerli. Daha da kötüsü, günümüzde, Voltai gibi, kapitalizmin “Yaldız Çağı”na direnen ve yeteneklerini serbest piyasaya sunmamakta kararlı entellektüellerin sayısında, o güne göre önemli bir azalma olduğunu saptamak zorunda kalmamız.
Düşündüğü Gibi Yaşamak
Bu, günümüzün, sol çevrelerde dilden dile dolaşan, moda bir deyimidir. Ne var ki, yukardaki ara başlıkta özlü bir şekilde ifade edildiği ya da ağızdan kolayca çıktığı gibi, yaşamda kolayca uygulanabilecek bir ilke değil. İfade ederken hepimiz, bir kaç saniye durup, bunu gerçekten ne ölçüde uyguladığımızı düşünmek zorundayız.
Voltai, hem sınıf tutumuyla, hem de bireysel tutarlılığıyla, düşündüğü gibi yaşamak konusunda olağanüstü çaba göstermiş ve bunu da büyük ölçüde başarmış, az rastlanır büyük karakterlerden biridir. Özellikle, kadın sorununa ilişkin ileri sürdüğü, çağının çok ötesindeki düşüncelerini, kendi hayatına, büyük acılar pahasına uygulamakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Ne olacak, o da küçük bir “mutluluk” uğruna uzlaşabilirdi. Sevgililerinin “erkek”çe kusurlarını minimize edip ruhunu acılara boğmaktan kaçınabilirdi. Onların “mutlu bir yuva” dedikleri aile yaşamı içinde yıllarca hapis yatmayı göze alıp, aşkın, varolan dünyadan kovalanmasına göz yumabilirdi. Ama o, Mary Wollstonecraft’la, Louise Michel’le, Emma Goldman’la vb. aynı yolu izleyerek, aşk’ı, sevgililerine feda etmedi. Sevgi, dostluk, arkadaşlık, yoldaşlık temelinde bir birlikteliğin, romantik bir kadın-erkek ilişkisine indirgenmeyip, her iki cinsin de birey olarak ve eşitçe, var olan kuşatılmışlıkların dışına çıkarak, bu kuşatılmışlıklara karşı birlikte mücadele vererek gerçekleşebileceğini biliyordu çünkü.
Bunları söylerken, bir insan olarak onu idealize etmemeliyiz elbette. Paul Avrich’in anlattığı gibi, onun da, yaşadığı ilişkilerde ortaya çıkan zaafları, tereddütleri, uzlaşmaları, boyun eğişleri, sevgilisi Gordon, hayvanları sevmiyor diye, çok sevdiği kedisini bodruma kapamaya razı olduğu, sevgilisi bir başkasını tercih etti diye kıskançlığa kapıldığı olmuştu. Ama bunları cesaretle saptayacak, bunları yaptığı için yıllar boyu vicdan azabı çekecek, sonuçta bu zaaflarını yenip yalnız kalmayı, güdükleşmiş tutsak bir “sevgiye” tercih edecek kadar da büyüktü.
“Sıfatsız”, ama Renksiz Değil
Voltairine de Cleyre, kendisinden yirmiyedi yaş büyük olan sevgilisi Dyer D. Lum gibi, o dönemde birbirleriyle büyük bir çekişme içinde olan bireyci anarşistlerle komünist anarşistlerin arasında taraf tutmayı reddetti ve kendini “sıfatsız anarşizm”in bir parçası olarak gördü. “Sıfatsız anarşizm”, ne “bireyci” ya da “komünist” sıfatını benimsemedikleri gibi, anarşizmin başına herhangi bir sıfat eklemeyi gereksiz gören anarşistlerin geliştirdiği bir eğilimdi ve Voltai, bu eğilimin en önde gelenleri arasında yer alıyordu. Ancak sıfatsız anarşizm, bazılarının göstermek istediği gibi, renksiz, uzlaştırmacı ve eklektik bir eğilim değil, anarşizmin bütün eğilimlerini kapsayan, her birinin doğru ve haklı yanlarını değerlendiren, her eğilimin üstün yanına vurgu yapıp, olumsuz yanını eleştiren, birleştirici, ama ilkeli ve akılcı bir tutumun savunuculuğunu yapıyordu.
Voltai, renksiz bir kütlenin içinde erimeyecek kadar bireyselliğine düşkün, bireyci olamayacak kadar da yoksulların mücadelesinden yanaydı. Onun huzursuz ruhu, bir tarafa yaslanıp rahatlayamayacak kadar bağımsız ve isyankâr, gerekirse yalnız kalmayı göze alacak kadar sorumlu ve dirençliydi. Günümüzde de geçerli olan, “ya o saftasın, ya bu safta” rahatçılığına kaçmayıp yalnız kalmayı, her iki taraf tarafından da topa tutulmayı göze almak kolay iş değildir. Ama kim demiştir, hem özgür, hem de sorumlu olmak kolay bir iştir diye.
Elbette, burada, Voltai’nin bütün görüşlerinin eksiksiz ve doğru olduğunu ileri sürmeyeceğim, zaten onun da böyle bir savunmaya ihtiyacı yok. Küçücük, yoksul odasındaki, bir çocuğa mucizevi görünen küçük oyuncaklar, tüylü kalemler, onun yalnız dünyasının küçük mülkleri olabilir, ama düşüncelerini asla mülkü gibi görmemiştir. Özgürlük davasına ne kadar sıkı sıkıya sarıldıysa, zaman içinde geride bıraktığını gördüğü düşünceleri terketmekte de bir an bile tereddüt etmemiştir. Bir özgür düşünür olarak yola çıkmış, sosyalizmden bireyci anarşizme, oradan da toplumsal devrim düşüncesine doğru adım adım ilerlemiştir. Onun için önemli olan, bir doktrinin bağnazca savunulması değil, ezilen insanların sömürüden kurtulması ve özgürlüğe kavuşmasıdır. Bunun için, bir süre sonra ilerlemesinin önünde bir çit haline gelen, bir zamanlar savunduğu düşünceleri aşıp geçmesini bilmiştir. Şöyle bir bakıldığı zaman, yaşamının hiç bir aşamasında sabit bir fikirde karar kılmadığını, sürekli daha derine, daha derine doğru ilerlediğini görüyoruz. Onun en önemli özelliği, sorunları ele alışındaki sorgulayıcı, irdeleyici, yeri geldiğinde kendi fikirlerinden bile kuşku duyabilen, “ben her şeyi çözdüm” bilmişliğinden uzak akılcılığı, gereğinde hiçbir yere basamamayı, ruhsal huzursuzluğu göze alabilen cesur gerçekçiliği, bir madenci sabrıyla “gerçek” diye bilinenin altındaki bir başka gerçeğe ve onun da altında yatan daha derin gerçeğe ulaşma azmini gösterebilmesidir.
Bu yüzden, Voltai’den bize, bugüne kalan, en önemli şeylerden biri, o belki de hiç ulaşılamayacak gerçeğe biraz daha, biraz daha yaklaşma tutarlılığı, azmi ve cesaretidir.
Gün Zileli,
Cumhuriyet Kitap, 1999
Voltai, Emma’ya göre daha az toplumsaldır. Emma’daki kitle coşkusu Voltai’nin içe kapanık ve mesafeliliğiyle karşılanır.
Onu anlatan çok güzel bi yazı. Bayılıyorum bireyselliğine düşkün, ama bireyci olmayan özgür ruhlu kadın figürlere.
http://www.youtube.com/watch?v=aDfWCX5O-oo