Unutma Bahçesi’ni Unutmak

Latife Tekin’in Unutma Bahçesi (Everest, 2004) romanından, Halim Şafak’ın yazısıyla (“Bahçe’nin de, Ahalisinin de Ömrü Uzun Olsun”, Bireylikler, Sayı: 1, Mart-Nisan 2005) haberdar oldum. Merak edip, Halim’den istedim kitabı. Sağ olsun, hemen yollamış.

Halim, yazısının sonunda, “Bu yazının bildik bir roman değerlendirmesi olmadığının farkındayım. Kaldı ki ben de bir roman değerlendirmesi için masanın başına geçmedim,” (H.Ş. s. 5) diyor. Aynı şeyi ben de, hemen yazının başında söyleyeyim. Edebiyat eleştirmeni değilim, kendilerini, yayımlanan her roman hakkında bir fikir serdetmek zorunda hisseden uzman kişilerden de değilim. Burada, sadece, Halim’in de yazdıklarından hareketle, “Unutma Bahçesi” deneyiminin nasıl bir deneyim olduğu üzerinde duracağım.

Halim Şafak, “Unutma Bahçesi”nin, “uygarlığa rağmen onun içinde ya da olabildiğince uzağında” oluşturulmuş bir ada olduğunu söylüyor. Ona göre, bu bahçede oluşturulan “bireylik” “insanın kurtuluşu olarak” da algılanabilir. Halim’e göre, bahçe, “ilkelliği, organikliği, hatta barbarlığı temsil” ediyor. Bahçeyi oluşturan “Şeref özelinde bu üç olgunun oluşturduğu insanın da tanığıyızdır.” “Şeref’in bahçeye gelenlerle çatışmasını belirleyen de büyük ölçüde uygar insanın yalnızlığa izin vermemesi ve bunun da yalnız kalmak isteyen insanda ‘huzursuzluğa’ yol açmasıdır.” “Bir biçimde Şeref doğayı dönüştürmeden, ona zarar vermeden hayatın yaşanabileceğini göstermektedir.” “Şeref’in ilkelliği geleceğe dönük olarak bahçenin imkanıdır. Neden olmasın bir gün Şeref ve birkaç kişi daha bahçeyi bahçeliğinden kurtarıp orda koca bir ormanın içinde daha organik bir hayatı yaşamayı deneyebilir.” “Şeref’in doğayı savunma isteği onda doğal bir şiddete de yol açar. İddialı kaçmazsa kim ne derse desin bu doğanın kendindeki doğal şiddetidir.”

Gerçekten de Halim’in ileri sürdüğü gibi, bir uygarlığı yıkma deneyi midir “Unutma Bahçesi” ve bahçenin yaratıcısı Şeref, Halim’in söylediği gibi biri midir? Şimdi romana dönelim.

Romanda anlatıldığına göre, eskiden bir nükleer santralde mühendis olarak çalışan Şeref mesleğini bırakarak doğaya çekilmiş ve bu adayı, oğullarına küsüp buralara sığınmış bir adamın ölümünden sonra oğullarından satın almış (Age. s.253). Demek, daha başlangıçtan, mülkiyetle, parayla, mirasla ilgili bir durum var. Bunu geçelim. Buraya “ilk gelenler evlerinin yapımı için gerekli parayı ödemişler, ama burada mülkiyet hakkı tanınmıyor kimseye, ölünceye kadar yaşama hakkı… Şeref için de geçerli bu…” (s. 254) Evet ama, evleri yapanlar sonradan çekip gitmişler anlaşılan, evler ise orada kalmış. Mülkiyet hakkı yok, ama sonuçta toprağın ve üzerindeki evlerin kullanım hakkı var. Bu hak da, ilerde göreceğimiz gibi, tek karar verici Şeref’e ait. Üstelik, “mülkiyet yok”, ama toprak rantı var. Çünkü buraya gelen sanatçılardan ya da diğer insanlardan kira bedeli alınıyor (s. 186) Buraya kadar gördüğümüz gibi, bırakın uygarlığı falan yıkmayı, “Bahçe”de kapitalizmin en temel kuralları işlemekte. Dahası, kalanlardan kira alan Şeref, onları, “ortak yaşam” adına angaryaya (karşılıksız emek) da sevkedebiliyor: “Şeref, burada yaşayan insanlara, yapılması gereken işleri iletme görevini bana verdi… ‘Ot yolunacakmış…’ demek zorunda kalıyorum. ‘Arıtma tarlasında kanal açılacakmış, lokantanın camları silinecekmiş…’ Bugün çimlerin gübrelenmesi gerekiyor, örneğin… Neyse ki, duyduğum sıkıntıyı sonunda Şeref’e anlatabildim, haftadan haftaya yapılacak işlerin listesini çıkarıp lokantanın camına asmaya başladı.” (s. 149) Eğer, kalanlardan kira alınmasaydı, bu işlerin katılımcılarca paylaşılarak yapılması (tabii ki, Şeref beyin de iş dağıtmanın ötesinde bu işlere fiilen katılması koşuluyla) karşılıklı yardımlaşma olarak görülebilirdi. Ne var ki, gelenlerden hem kira almak, hem de onlara bu işleri karşılıksız yaptırmak, angarya kategorisine girmektedir.

Üstelik, “uygarlığa karşı” savaştığı iddia edilen bu bahçede ücretli emek sömürüsü de söz konusu. Kısaca ifade edecek olursak, Şeref bey, ücretli işçi çalıştırıyor. Tebessüm’ün ağzından anlatıldığına göre, o aslında buna taraftar değil, ama çevresindekiler böyle istediği için bu duruma “katlanıyor”. Üstelik, Şeref bey, işçilerin hangi yöntemlerle işe sevkedileceğini de biliyor, ama bunu uygulamadığı için çalışanlar durumu “istismar ediyor”: “Burada onları kırbaçlayacak biri olsa kalıp çalışırlardı…” (s. 100) Gerçi, ilk inşa döneminde, “kırbaçlamaya” benzer şeyler de olmuş. Şeref’in o zamanki ortağı, evleri yapan Sadık bey “işçilerden birini tokatlamış.” (s. 178) Bunun üzerine, işçiler, “yürümüşler üstüne, yakacağız evini, demeğe başladılar, kavuracağız tenekede. Durum o hale geldi, odaların duvarlarına tabanca resimleri çiziyorlar. Kırk kişiydiler, tüfekleri çekip öyle durdurduk adamları.” (s.178-179) Anlaşılacağı üzere, uygarlığın harcını oluşturan, işçinin kanı ve gözyaşı, bu “uygarlık karşıtı tesis”in temellerinde de mevcutmuş.

Şeref’in, Halim’in kendisine atfettiği özelliklerin tam tersi özelliklere sahip birisi olduğunu düşünüyorum. Bence Şeref, despot ve züppe bir yuppiden başka birisi değil. Romandan okuyalım. “Şeref’in televizyonundan ara bahçeye yayılan sesleri duymuştum, otomobil yarışı izliyordu.” (s. 143) Uygarlığa karşı savaşan birisinin televizyonun karşısına geçip, üstelik otomobil yarışı izlemesi oldukça tuhaf. Daha da tuhafı, aynı kişinin, araba kullanırken otomobil yarışçılarından geri kalmayan bir sürat yapması. İnsanlar, Şeref’in arabasına binmekten korkuyorlar. Üstelik, öyle sinirli birisi ki (bence küstah demek daha doğru, GZ), örneğin, yoluna çıkan ineklerin üzerine sürüyor arabasını (s. 33) ve “arkasından bir araba hızlanıp yetişse çılgına dönüyor” (s. 152) Rekabetçi bir eğitimle yetişmiş tipik yuppi sendromları bunlar. Çevre halkıyla ilişkileri de öyle. “Öyle bir yürüyüşü var ki, herkes dönüp bakıyor, birlikte olduğumuzu anlamasınlar diye çaktırmadan arkasında kalıyorum… Sanayide dükkanların önünde iki genç şakalaşıyordu. Biri geri geri gelip Şeref’e çarptı, boynundan kavrayıp yumruğunu pat diye göğsüne oturttu çocuğun.” (s. 235) “… avladığı çullukları bel kemerine asıp bahçemizden içeri atlayan bir köylüye, ‘Tanrı beni bu tepeye kuş avlayan soysuzların elinden tüfeklerini alıp kıçlarına sokmam için gönderdi’ diye bağırdığını duydum birinde.” (s. 34) Tuhaftır ki, avcılık yapan bir köylüye böylesine tepki gösteren Şeref beyin romanda yer alan çok sayıda talimatı arasında vejeteryan beslenmeye ilişkin hiçbir kayda rastlanmıyor. Böyle bir şey olsaydı, romanda bir cümleyle de olsa değinilirdi buna.

Gelelim Şeref beyin despotizmine. Roman, baştan aşağı Şeref’in despotizmi ve çevresinde ondan korkan insanların öyküsü olarak okunabilir. Başta anlatıcı Tebessüm olmak üzere herkesin ödü kopuyor Şeref’ten. Yanına bile yaklaşamıyorlar. Acaba şunu şöyle yaparsak Şeref kızar mı, öfkelenir mi, diye kaygı içinde yaşıyorlar. Öyle ki, Şeref’in kızıp, ağaçları iyi sulamadıkları için gölgelerinde oturmayı yasaklayabileceğini bile düşünüyorlar (s. 32). “Sulamadığımız çiçekleri koklamamız yasak şimdi” (s. 31) Şeref emir verir, işçiler kovulur, Şeref birisinden hoşlanmaz, ona gitmesi söylenir: “Şeref beni yanına çağırıp, ‘konuş onunla gitsin buradan’ dedi” (s. 239) “Rahatsız etti beni, konuş onunla toparlanıp gitsin bu çocuk.” (s. 240) Bir fikri Şeref onaylarsa olur, o kabul etmezse, fikir de yürürlüğe girmez. Tebessüm, tam bir Şeref uzmanı kesilmiş, onun öfkelerini anlamak birinci görevi: “Neye neden öfkelendiğini anlayarak ulaşmak mümkün ona.” (s. 39) “Şeref’i çalışırken rahatsız ederseniz, cezasız bırakmaz sizi.” (s. 233) Şeref, tırtılların bitkilere zarar vereceğini söyler, çevresindeki işgüzarlar, bunu tırtılların öldürülmesi emri olarak algılarlar. Yani Şeref’in sözleri de emir gibi yorumlanıp uygulamaya konabilmektedir (s.227). Despotça yönetimin sendromları bununla da kalmaz elbet. Çevrede hemen bir takım dalkavuklar da peydah olur: “… yeni gelen kişiler arasında Şeref’in çiçeklere olan sevgisini yanlış değerlendirip ona çiçek toplayıp götürenler bile oluyor. Hemen herkes gizli açık onun ilgisini üstüne çekmeye uğraşıp durur burada.” (s. 44)
Despotizm salt tavırlarla ve otoritenin görünmez (ya da görünür) eliyle uygulanmaz, “bahçemiz”de sansür de yürürlüktedir: “Şeref’le Ferah’tan önce hiçbirimiz açıp okuyamayız mektupları. Onların okumamızda sakınca görmedikleri mektupları okuyabiliyoruz ancak.” (s. 207)

“Unutma Bahçesi”nde belli bir süre kalanlar, yaşadıkları bu kâbusu unutmak için epeyce çaba göstermiş olmalıdırlar.

Gün Zileli
17 Mayıs 2005

not:  Bu yazı, İmlasız’da yayınlanmak üzere hazırlandı.
Ancak, romanın yazarı Latife Tekin’ın ısrarıyla yayımlanması reddedilince farklı sitelerde yayınlandı.

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

Comments are closed.