Tutukla(ştır)mak!
Türkçe de, Zazaca ve Kürtçe gibi güzel bir dildir, en çok hoşuma giden yanı da hece yapısıyla insana bol bol kelime oyunu yapma olanağı tanımasıdır. Daha lise yıllarımdan oluşturduğum bir “Ali Fıkraları” repartuvarım vardır. Bir tanesini kısaca aktarayım: Sinema sahibi patronu, Ali’ye, “her gelene biletini soracaksın” demiş. Ali, kimseye bilet sormayıp bir tek patronuna sormuş. Patronu nedenini sorunca da, “senden âlâ hergele mi olur, patron” demiş. Bu tür soğuk “Ali esprileri” yapmadığım gün kendimi iyi hissetmem. Bu yüzden Ceren’i de deli ederim. Mesela Ceren, “dondum” der, ben pis pis sırıtıp, “ben de fanilaydım” derim. Soğuk Amerikan esprileri bile halt etmiş bunun yanında!
Bu yazıyı da, başlıkta gördüğünüz gibi bir kelime oyunu üzerine kuracağım ama emin olun bunun içeriği çok kuvvetli. Konumuz, tutuklanma, tutuklama, tutukluluk…
Tutukluluğun bir ceza haline getirildiği gibi bilinen şeyleri tekrar edecek değilim. Bu yazıda esas üzerinde durmak istediğim, toplumu sindirmenin yollarından biri olarak tutuklama.
Toplumu sindirmenin, bastırmanın çeşitli yolları vardır. En önemli sindirici, polis terörü, işkencesi ve öldürülme korkusudur.
Stalin ölüm korkusunu, koca Sovyet toplumunu sindirmekte en başat araç olarak kullandı. Hitler de öyle. Latin Amerika’daki bir takım askeri ve sivil diktatörlükler de Stalin ve Hitler’in yolundan giderek bir dönem için diktatörlüklerini onlara yakın bir çizgiye kadar getirdiler. Türkiye’nin 1990’lı faili meçhuller dönemi de ölüm ve yok edilme korkusunun devlet tarafından bilinçli olarak uygulandığı bir dönem oldu. Ancak bu dönemin Stalin ve Hitler diktatörlüklerinden tek farkı, ölüm ve ortadan kaldırılma korkusunun bütün toplumu kapsamamasıydı. Devlet, “bölücülükle mücadele” adı altında çok bilinçli bir siyaset yürüterek toplumu son derece titiz bir şekilde ikiye böldü, özellikle Kürt ve Dersim bölgelerine (tabii büyük kentler de dışında değildi) yoğunlaşmış bir faili meçhuller siyasetiyle o bölgelerin halkını sindirmeye yöneldi. Yani bir anlamda, bölgesel bir Stalin ve Hitler siyasetiydi bu.
Bugün esasen bu siyaset bırakılmış bulunuyor. Elbette bu, faili meçhullerin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Türk polisi, olmazsa olmazı işkenceden arındırılmadıkça (ki bu, hem çok kolay, hem de çok zor bir şeydir ama başka bir yazı konusu olduğundan burada girmiyorum) bazı faili meçhullerin olması da kaçınılmazdır. Çünkü insanın ağır işkenceden ölmesi her zaman mümkündür. 1990’lardaki gibi bile bile öldürmezler de “kazara” öldürürler. O zaman da ister istemez kayıtlarla oynayıp “öyle biri buraya hiç gelmedi” derler, olur biter.
Diyeceğim şu ki, bugün doğu bölgelerinde bile artık bilinçli faili meçhullere, yani doğrudan ölüm korkusuna dayanan bir siyaset izlenmemektedir.
Bugünkü AKP iktidarı, bunun yerine, tüm toplumu saracak başka bir korku siyasetini yürürlüğe koymuş bulunmaktadır: Tutuklanma korkusu.
Nasıl 1990’larda, diyelim ki Diyarbakır’da yaşayan bir insan her an faili meçhule uğrayabileceği korkusu içindeyse, bugün de aşağı yukarı bütün toplum, şu ya da bu nedenle tutuklanıp hapse atılabileceği ve en masum bir “suç”tan da girse en az 6 ay içerde kalabileceği korkusu içinde tutulmaya çalışılıyor. Elbette biraz olsun direnmeyi ya da kanunların tanıdığı sınırlar içinde bile olsa muhalefet etmeyi, bunun doğal ve yasal bir hak olması gerektiğini düşünen insanlardan söz ediyorum.
Mesela bir gösteride içeri alınıp “gizli” bir örgütlenmeye dahil edilebilirsiniz. Ondan sonra uğraşın da ispatlayın böyle bir örgüt olmadığını ya da sizin bu örgütün üyesi olmadığınızı. Puşu takmak falan artık en absürd örnekler tabii ki ama bunlar da var, biliyorsunuz.
Yani bir gece yarısı polis evinizi basıp sizi içeri alsa, “devrimci karargâh” üyesi olmaktan sorgulasa ne yapabilirsiniz ki? En az bir yıl yatarsınız. Kaçacak bir durum yoktur, ortada yok edilecek delil de yoktur ama yatarsınız işte. Zaten iktidarın topluma vermek istediği mesaj da budur: “Ben insanı içeri atarım, bir de suç yüklerim, hadi ondan sonra ayıkla pirincin taşını. İyisi mi etliye sütlüye karışma, otur oturduğun yerde, sakın muhalefet etmeye falan kalkma.” Zaten, aynı Stalin dönemi gibi, ortada suç yok, polis merkezlerinde suç imalatı var.
Şu KCK tutuklamaları rezaletine bakın. Artık Kürt siyasal hareketine sempati duymak otomatikman “suç” kategorisine sokulmuş bulunuyor. Kürtlerin haklarından söz eden biri potansiyel KCK’lıdır ve her an içeri alınabilir. Ne zaman çıkacağı ise bilinmez. Devletin denetiminde yapılan mesaj alış verişlerini bile sonradan suç haline getirdiler. Zaten bunlara güvenip gözetimleri altında bu tür işler yapanda kabahat. Önce yaptırırlar, sonra yaptırdıkları şeyi suç haline getirirler. Zaten başbakan da bu konuda iyice fütursuzlaştı. Daha önce, Ahmet Şık ve Nedim Şener tutuklamalarında, “biz bağımsız yargıya karışamayız” diye sureti haktan görünmeye çalışıyordu, KCK tutuklamalarında artık buna bile gerek görmeyip bir başsavcı edasıyla konuşmaya başladı.
Generalinden Cübbeli Hocasına (televizyonda duydum, bir TV muhabiri Cübbeli Hoca’ya “neden tutuklandınız” diye soruyordu. Muhabirler de iyice şirazeden çıkmış demek ki. Tutuklanan insana “neden tutuklandın” diye sormak kadar büyük bir saçmalık var mıdır? Polise ya da savcıya sor eğer biraz yürek varsa sende); öğrencisinden Kürt hakları savunucusuna; belediyecisinden gazetecisine; işçisinden futbolcusuna kadar bütün tutuklamaların bir tek amacı var aslında: Toplumun bütün katmanlarına ve kesimlerine “birgün siz de tutuklanabilirsiniz” mesajını vermek. Bizde “hukuk devleti”nin anlamı bu artık. Tutuklamalar yoluyla bütün toplumu korkudan tutuklaştırmak. Başı önünde, tutuk insanlardan oluşan bir toplum yaratmak.
Son zamanlarda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu ikircikli tutumları dolayısıyla epey eleştirmiştim. Hakimler ve savcılarla ilgili söylediği sözlerden dolayı şimdi kendisini tebrik etmek istiyorum. Birkaç yıl önce, Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Çin’in Sincian bölgesindeki zulme karşı çıktığı için “helal olsun” demiştim de ulusalcıların eleştirisine maruz kalmıştım. Şimdi de Türkiye’deki yargının iktidar yanlısı uygulamalarına karşı çıktığı ve yargıdan özür dilemesi çağrısına da aynı toklukla yanıt verdiği için Kemal Kılıçdaroğlu’na “helal olsun” diyorum. Yüreğimize su serpti vallahi.
Yaygın tutuklamalar bazen toplumsal bir tutuklaşmaya yol açabilir, bazen de korku duvarını aşan toplumsal bir dirence ve başkaldırıya. Şu anda içinde yaşadığımız toplum tam da böyle bir yol ayrımındadır. Kılıçdaroğlu’nun son karşı çıkışını, bu yol ayrımında direniş ruhuna güç kattığı için çok beğendim. Tekrar helal olsun!
Gün Zileli
13 Aralık 2011
daha ilk cümlenen başından itibaren insanda soğuk duş etkisi yaratıyor. uğranılan haksızlıklara değinecekken kimin kürd, kimin olmadığını kafadan girlmesi harbiden üzüyor.. misal şimdi benim babam zazaca konuşuyor ama ben kendimi kürd hissediyorum. sayın Zileli hissetmiyeyim mi? kimden duyuyorsunuz tüm bunları bilimiyorum ama sanırım sadece zazacılar değil, aynı zamanda dersimciler de etrafınızı çevirmiş… bir anarşist olarak böyle milliyetler yaratmaya çalışanlara karşı koyacağınıza yenilerin icadı icin hevesle yola çıkmanız benim gibi diğer anarşistleri oldukça üzüyor… mümkünse kürdlerden uzak, allaha yakın olun…
rte zulme ve kk tutuklamalara gerçekten karşı olsa “helal olsun!” demeyi anlarım. ama “helal olsun” demek öyle çok sık ve kolay söylenebilecek bir övgü değildir. rte bizzat zulmeden, kk da ancak suçlular suçsuzlardan ayrılsın diyebilen biridir. ona göre balbay, haberal, nedim şener ve soner yalçın suçsuzdur ama ötekiler suçludur. ya da hepsinin bir komploya kurban gittiğini söyleyecek cesaretten yoksundur.
Zaza / Sevan Nişanyan, Taraf Gazetesi
28 Mayıs 2009 03:14
Lehçe ya da diyalekt dediğimiz şeyin bir eski bir de yeni anlamı var. Eskisi şu: Yazılı edebiyatı olan bir dilin yazılı standarttan ayrılan sözlü şekillerine lehçe denir. Mesela standart yazı Türkçesinden sapan Erzurum ağzı lehçedir. Dilbilimcilerin tercih ettiği yeni tanım da şöyle: Özel bir eğitim gerekmeksizin karşılıklı olarak anlaşmaya izin veren dil varyantlarına lehçe denir. Mesela bizim İstanbul Ermenicesi ile Erivan Ermenicesi iki ayrı lehçedir, ilk işittiğinde şok yaşarsın ama biraz zorlasan iyi kötü anlaşılır.
Her iki anlamda Zazaca Kürtçenin lehçesi filan değil, ayrı bir dil. İtalyanca ile Fransızca nasıl ayrı dillerse öyle ayrı bir dil. Akraba bir dil gerçi, ikisi de İrani kökten türemiş. Ama tahminen ikibin yıl önce yolları ayrılmış. Kelime hazineleri önemli oranda ayrışmış. (Misal: gelmek Kürtçe hatin, Zazaca ameyene; gitmek Kürtçe çûn Zazaca şiyayene.) Fonetik evrimleri farklı. Misal, “göz” anlamına gelen kelime birinde çaw birinde çım olmuş, ikibin yılın sonunda. Birinin gurg dediği kurda diğeri verg diyor.
Gramer büsbütün farklı. En önemlisi Zazacada –tıpkı Fransızca ve Almancadaki gibi- eril-dişil ayrımı var, bu özelliğiyle Kürtçe dahil bütün öbür İrani dillerden ayrılıyor. Tam ve düzgün cümlelerle konuşan bir Kürt ile Zazanın anlaşması mümkün değil. Dolayısıyla “aynı dili konuşuyorlar” demek anlamsız.
Tarihte kader birliği etmiş olabilirler, Zazaların bir kısmı kendini “Kürt” sayıyor olabilir, kendi bilecekleri iştir, bilemem. Ama kalkıp da Zazaca Kürtçenin lehçesidir diyecek olsan hakikate savaş açan Öztürkçülerden farkın kalmaz, bunu görmek lazım. Ortak kökten gelmişler, peki; ama ona bakarsan İngilizce de ortak kökten gelir, o da mı Kürtçenin lehçesi sayılacak?
http://www.bydigi.net/makaleler/401927-zaza-1-zaza-2-zaza-3-sevan-nisanyan.html
şu anonim arkadaşa;
önce şu yazılanların hepsi bir zazacı klasiğidir. açın interneti kürdlere küfür eden, onları istilacı, sömürücü gören onlarca, belki de yüzlerce yazıyı bir anda bulabilirsiniz… bu yazı da aynı tarz ve iddialar aynı bakış açısıyla birkez daha kopyalanıp yapıştırılmış.
ikincisi nedense zazaların zazalıklarının hep arkasında ermeniler çıkıyor, defalrca ermeni filologlara rastladım, en son taraf gazetesi de bulaşmış, oradan biri daha zazalar aman çok farklı bir millet demiş, durmuş
üçüncüsü bir halkı tanımlarken dil tek başına tanımlama/ayrıştırma için bir anlam taşımaz. bugün hindistanda tam 24 tane dil var. ve dil her ne kadar kültür içerisinde ağılıklı yeri olsa da diğer hemen tüm kültürel değerlerde zazalar ve kurmançlar ortaktır
dördüncüsü zazacaın kurmanciden farklı olmasının en büyük nedeni kürdlerin kapitalizmin ulus devlet sürecinde yaşattırdığı standartlaşma-benzeştirme sürecinin dışında bırakmasıdır. fransa’da 17.yy da çok az insan paris’te konuşulan fransızcayı anlayabliryordu. ama kapitalizm sürecinde tüm yerel şiveler gelişen iletişim yolları ile birbirne benzedi. kürdler sadece yasaklar içinde boğuştukları için bu sürecin dışına itildiler.
aydınlanma sonrası ulus devleter kendi özerkliği için ilk yaptıkları incili kendi dillerine çevirmek olmuştu. ve matbaa bu sürecin motoruydu. kapitalizmin inşaa ettiği sömürü kültüründen şmdi bildiğimiz ulus devletler ve onların ayrıştırmak için çırpınıp durdukları ulusal dilleri oldu.
beşincisi farklılığın vurgulayanların arkasında kemalizmin kürd aşağılaması saklı… başta dersimliler olmak üzere çoğu kürd olmaktan, böyle isimlendirilmekten utanan insanlar. kürdler hakkında ne düşündüklerini sorun, ilk söyleyecekleri kürdlerin cahil oldukları vs.dir. zileli gibi türkler hiçbir zaman etnik kimliklerinden dolayı aşağılanmadıkları için böyle şeyleri anlayamazlar..
altıncısı eğer ırkçılık yapmak gerekirse; son yapılan genetik araştırmalarda iki tarafın da gen haritaları ortak çıktı. zaman içerisinde (son birkaç yüzyılda) farklı bir dil geliştirmiş olabilirler, ama aynı aileden, aynı atadan geliyorlar. yani özleri ortak. (yanlış anlamaları önüne geçmek için şunu da yazayım abuk subuk cevaplar yazılmasın buraya; ben zazayım ve zaza olmaktan da gereğinden fazla şekilde gurur duyan biriyim. zazacayı aşağılamaya çalışan kurmançlara verdiğim sert cevapları aynı şekilde farklı bir poltik güç yaratıp kendince iktidar peşinden koşan zazacı geçinenlere de veriyorum)
yedincisi gerçekten ihsan etmeyin, lütfen türklüğünüz sizin olsun, nişanyan’nın ermeniliği de onun…
zilelinin dikkat algısı enteresan?tutuklamanın asıl amacının toplumda sende tutuklanırsın korkusu yaratıp tutuklaştırmak tesbiti çok doğru yanlız bu yapılmak istenene cepheden bende burdayım haksız uygulama ve tutuklama yaptıklarının yaptıklarını bende yapıyorum diyenleri göremeyip kıytırıktan kendi vesayetinden çıkıp o tutuklamaları devlet ve iktidar hegemonyası için yapan yargı ile yalandan polemiğini görüp taktır edebilmesi bile dikkat algısının örneğidir.kürt hareketine sempati duymanın bile otomatik suç haline gelmesinden dolayı zilelinin cepheden itiraz edip kendimi ihbar ediyorum aynı suçu işledim diyenleri görmemesinin nedeni olmasın?buram buran halat oyunu metaforunda dediğim gibi sürekli özgürlükçü devrimci tarafa çekmek için uğraşmamıza rağmen tam tersi sapma örneği veren yazılara üzülüyoruz.bu furyanın aslında 2009 yerel seçimde bölgede 103 belediyeyi akp den alan bdp nin örgütçü kadro ve aktivistleriyle başladığını hatırlarsak son izmit tutuklamaları ile halkların demokratik kongresi delegelerinden halkevi,esp,emep,sdp,öğrenci kollektifleri gibi bütün toplumsal muhalefet dinamiklerine sıçratılmasının hatta devlet-iktidar hegemonyasının kendi hukuğunu bile çiğnetecek önemli bir gelişmeden kaynaklandığını anlamamız gerekir.bununda çürümüş sisteme ve onun düzen partilerine mahkum değiliz deyip bu sistemin gayrımeşru olduğunu söyleyerek itirazı olanların özgürlükçü demokratik siyasi kürt hareketi ile diğer toplumsal muhalefet dinamiklerinin birlikte iş yapması nedeniyle devlet ve iktidarın asıl ödünü patlatan bu gelişmenin kendi hukuğunu bile çiğneterek binlerce insanı tutuklamışlardır.bu durumu iyi bir toplumsal muhalefet organizasyonu üretime çevirip devlet-iktidar-sistemin aleyhine birlikte iş yapma yetenekleri geliştirip yeni bir seçenek toplumsal muhalefetin politik organizasyonu seviyesine çıkarabilir.bu gibi seçeneklere dikkat algısı uyanmayan zilelinin umarım bu yeni seçeneği neresi yeni olduğunu anlamadık ama yeni chp de görmez.
arkadaşlar, bier yazıda her şey yazılamaz. “Ben de suç işledim” diyenleri elbette biliyoruz, takdir de ediyoruz ama burada mevzu bu değil. Keza ertan da bir başka açıdan yazıya itiraz etmiş ama yazı K.Kılıçdaroğlu’nun genel tutumunun değerlendirilmesi üzerine değil. Sadece hakim ve savcılara karşı söylediklerinden söz edildi. Her iki itirazı da fazlaca partizan buldum, kusura bakmayın.
o zaman çok basiti var…kefili olmadığınız adama bir zahmet helal olsun çekmeyeceksiniz…
dersimo arkadaş, haklısınız, ben de sizin Zazacılık hakkındaki görüşlerinize katılıyorum. Her şeyden önce, bir çok Dersimliye göre zaten Zazalar ile Kırmanclar (Dersimliler) iki ayrı halktır. Kırmanciye Beleke dergisinde de sizin de yukarıdaki görüşlerinizi paylaşan şu yazıyı ve linki paylaşmak istiyorum:
Avrupa’da yaşayan ve büyük bölümünü Dersimlilerin oluşturduğu -arada nadir de olsa Zazalara rastlanmaktadır- “Zaza Ulusal Mücadelesi” verdiğini savunan bir grup var ki internet sitelerinde Dersimlilerin Zaza olduğuna ve Zazaların Kürtlerden ayrı bir ulus olduğuna dair yazı bombardımanın iş edinmiş durumdalar. Ulusal mücadele anlayışları tam da bundan müteşekkil bu çevre, öncelikle belirtmek gerekir ki varlıklarını başta Kürt Özgürlük Mücadelesi olmak üzere devrimci düşmanlığı üzerinden ortaya koymaktadırlar. Yine Dersim’in kendi tanımlaması olan Kırmanc ve Kırmanclığı oluşturan Kızılbaş direniş ruhunu da yadsıyan ve fırsat buldukça da saldıran bu çevrenin tutumlarına ilişkin örnekler vereceğiz ama öncelikle nereden çıktı bu “Zaza Ulusal Mücadelesi” onu irdelemekte fayda var.
http://www.kirmanciye.org/pdf/Kirmanciya-Beleke-03.pdf
gün’ün yazısı hakkında iki çift lafımız vardı onu da bazı arkadaşlar boğazımızdan getirdiler helal olsun. dersimo arkadaş “ırkçılık yapmamız gerekmiyor” son yapılan gen araştırmaları söylemi gerçekten yakışıksız bir söylem. ki halkların yüzlerce yıl boyunca içiçe geçtikleri toplumlarda genetik araştırmalardan dem vurmak saçma kere saçmadır. son değil, ama uzuuun zamandır yapılan genetik araştırmalara göre meyve sineği ile insan arasındaki gen diziliminin yüzde 98 oranında aynı olduğu söylenmektedir. ikincisi sevan nişanyan son derece değerli bir dilbilimcidir. türkiyede resmi dil ve tarih savunusu yapan ırkçı cenah asla etimolojik tartışmaya girmez çünkü bozguna uğrayacaklarını bilirler. etimoloji nereden gelip nereye gittiğimizi göstermek bakımından gen bilimden kat kat üstün bir disiplindir. kürtçenin gramer yapısı türkçeden tamamen farklıdır mesela. türkçenin grameri japoncanın grameri ile neredeyse aynı imiş. 9 ay türkiyede kurs gören bir japonla tanıştığımda türkçesinin çok iyi olmasına şaşırdığım zaman o söylemişti bana. kelimeler çok farklı ama gramer aynı olduğu için kolay öğrendim demişti. ben onun yalancısıyım. yani türkçe gramer olarak bu topraklara ait değil, kürtçe ise bu topraklara ait. gerizekalı ırkçılar bunu hazmedemeyecekleri için dil bilimden şiddetle kaçarlar. senin tavrında da buna benzer bir şey var sanki. ayrıca ermeni!ler hakkında yazdığın şeyle türk ırkçıların öcalan’a “ermeni dölü” gibi her anlamda iğrenç bir yakıştırma yapması arasında da bir paralellik sezmedim değil. ha zazalar kürt müdür değil midir bilmiyorum. o konuda yorum yaparsam haddimi aşmış olurum. ancak bir kişi kendini nasıl kimliklendiriyorsa esas olan odur. kendisini kürt diye kimliklendiren kişiye (isterse yeni zellandalı olsun) sen kürt değilsin demek kimsenin haddine değildir. tc’nin 88 yıllık pratiği bu inkar üstüne kuruludur. yani bu ırkçılar haklı olsalardı bile, yani kürtler türklerin bir kolu olsaydı bile (ki olmadığını biliyoruz) kimse onlara sen türksün deme hakkına sahip olamazdı. zazacı dediğin insanlara hayır kardeşim sen kürtsün dediğin zaman bunun ne kadar ahlaki bir tavır olduğunu oturup düşünmen gerektiğini söylerim sana… beyaz türk liberaller “kürt milliyetçiliği”ne karşı çıkarken milliyetçi bir refleks gösteriyorlar. sen de “zaza milliyetçiliği”ne karşı çıkarken aynısını yapıyorsun hiç kusura bakma..
gün… kılıçdaroğlu yargının bu hallerini akp onu ele geçirmeden önce de dillendirebilseydi hep beraber helal olsun derdik elbette. ucuz ayak oyunlarını, taşra politikacısı hallerini alkışlayıp desteklerken ironi yapıyorsan ben anlamıyorum. ciddiysen de söyleyecek söz bulamıyorum. cmk’nın ilgili maddeleri çıkarılırken chp sayesinde bu süreler 10 yılı buldu. kılıçdaroğlu efendi açsın 2004 yılındaki tartışmaları okusun önce. geçen yıl tutukluluk süresini 10 yılla “sınırlayan” madde nihayet yürürlüğe girebildiğinde de kılıçdaroğlu “hizbullah” muhabbeti yapmaktan geri durmuyordu. bu ucuz ayak oyunlarını ve politika cambazlıklarını desteklerken tam bir demokrat kimliği kazanıyorsun. cindorukla güzel bir ikili oluşturacağınızdan hiç kuşkum yok. helal olsun sana…
Dersimo arkadaş, Kürt özgürlük hareketinin resmi söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmamış. BDP’liler referandumda ve özellikle son seçimlerde Dersim’de umduklarını bulamayınca kendi partilerinin özeleştirisini yapmak yerine Dersimlilerin seçimdeki tavrını “Ergenekon destekli Zazacılık akımı” gibi dahiyane(!) bir komplo teorisiyle açıklamışlardı.
Konu hakkında faydalı bir yazı:
DERSİM ÜZERİNE ‘YARA’LI TEZLER!
16:49 15 Ağustos 2011
12 Haziran 2011 milletvekili seçim süreci ve sonuçları çok tartışıldı. Öyle zannediyorum ki, üzerine en çok yazılan ve konuşulan seçim bölgesi de Dersim olmuştur.
Dersim’in tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal sorunları bilimsel olarak çözümlenemediği ve çözülmediği için her güncel sorunla birlikte yeniden tartışılmaktadır.
Seçim sonrası yapılan tartışmalara ve yazılanlara bakıldığında yeni bir soru gündeme gelmektedir.
Şeriatçı Osmanlı için “sorun”; “katli vacip Kızılbaş”.
Kemalist Cumhuriyet için “sorun”; “kesilip atılması gereken çıban”.
Şeriatçı ve ırkçı zihniyeti anlamak mümkün…
Yeni soru şudur: Acaba Dersim, Kürt Ulusal Hareketi içinde mi “sorun” olacak?
Dersim seçim sonuçları nedeniyle “yara”, “kara yara”, “katillerine aşık” “ ihanet”, vb tanımlamalara bakılırsa Dersim, milliyetçi ve İslamcı Kürtler için bir “sorun”a dönüşecek ya da dönüştürülecek gibi görünüyor. Bu konuda henüz bir tespit yapmaktan ve bir tez olarak ortaya koymaktan imtina ediyorum. Ancak bu sorunun sorulması ve üzerinde etraflıca tartışılmasını da gerekli görüyorum.
Bu soruyu sormama neden olan Demokratik Kürt Hareketi’ne yakınlığıyla bilinen, Avrupa’da yayınlanan Yeni Özgür Politika gazetesinde, Dersim seçim sonuçları üzerine yazılanlar ve bazı Kürt politikacılarının “Dersim ihanetini unutmayacağız” söylemleri oldu.
KURUMSAL TAVIR GEREKLİ
Yukarıdaki tanımlamalar Yeni Özgür Politika gazetesi yazarlarından Ahmet Kahraman ve Esra Çiftçi’ye ait. Bu yazıları okuduktan sonra süreci takip etmeye çalıştım. Demokratik Kürt Hareketi bu yanlış ve tehlikeli zihniyete karşı bir tavır alır diye bekledim. Ne yazık ki, bu yazının kaleme alındığı saatlere kadar bir tavır alındığını göremedim.
Demokratik Kürt Hareketi’nden bazı dostlarımla söz konusu yazılar ve söylemler üzerine konuştuğumda “tasvip etmedik”lerini ve “yanlış bulduk”larını belirttiler. Ancak bu onların kişisel görüşüydü. Oysa böylesi önemli bir konuda kurumsal bir tavır alınması gerekiyordu…
A.Kahraman ve E.Çiftçi’nin “yara”lı tezlerini okuduğumda Kemalist Türk milliyetçilerinin Dersim hakkındaki “çıban”lı tezleri aklıma düştü. Ürperdim… Çevreme kulak kabarttım, duydum ki pek çok kişide benzer bir algı oluşmuş.
Dersim’i bir “yara” olarak gören anlayışın meseleye gerçekçi ve bilimsel bakamadıkları, demokratik davranamadıkları, kendisi gibi düşünmeyeni “hain” gören ilkel milliyetçi damardan beslendiklerini söylemek yanlış olmaz.
Demokratik, gerçekçi ve bilimsel bir yaklaşım, sorunu bir olgu olarak tespit eder. Devamında da tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal açılardan analiz ederek sentezini üretir. Oysa her iki yazarda da böyle bir yaklaşım görmek mümkün değil. Tam tersine ortaya çıkan sonuçları sadece öznel dünyalarında yarattıkları siyasal hedeflerle örtüşüp örtüşmediğine bakarak yargılıyor ve “Stockholm Sendromu” gibi hazır şablonlarla bir halkı, bir toplumu “hain” “celladına aşık” veya “yara” olarak mahkum edebiliyorlar.
SONUÇLARA BAKINCA…
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku Dersim halkından, bir milletvekilli seçecek yeterlilikte oy desteği almayı başaramadı. Bu bir sonuç… Ve elbette üzücü…
Bu sonuca iki açıdan bakılabilir.
Birincisi; Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, doğru, uygulanabilir politikalar ve yöntemlerle halkın aklını ve yüreğini kazanamadığı için kaybetti. Bu tablonun bir yanı ve politik öznelerinin kendini sorgulamasını gerektirir.
İkincisi; halk resmi ideolojinin etkisine açık ve düzen partileri halkı aldattı. Dolayısıyla halk “ulusal kimliği” yerine “inanç kimliği”ni tercih etti. Bu da tablonun diğer yanı ve politik öznelerin halkın gerçekliğini sorgulamasını gerektirir.
Bakıldığı yere bağlı olarak farklı sonuçlar çıkarılabilir. Bana kalırsa daha başka nedenlerle birlikte her iki açıdan bakış tablonun bütününü ortaya çıkarabilir.
Elbette her yerde olduğu gibi Dersim’de yaşayan halk da hem etnik bakımdan, hem inanç bakımından, hem de sınıfsal ve siyasal bakımdan homojen değildir. Önemle vurgulamak gerekir ki; Dersim toplumunu homojen gören, tezlerini buna göre oluşturmaya çalışan anlayış, yanılgılardan ve yanlışlardan kurtulamaz.
Dersim üzerine düşünmek ve yazmak isteyen herkesin, şimdiye kadar oluşturdukları parçalı algılarını ve “resmi görüş”lerini bir yana bırakarak, “bildikleri”ni yeniden sorgulayarak, ortaya çıkan yeni verilerle düşünce oluşturmalarında yarar vardır.
Sözgelimi, yakın zamana kadar neredeyse herkes, 1937-38 yıllarında Dersim’de yaşananları “isyan” olarak tanımlıyordu. Neden? Çünkü birileri öyle yazmıştı ve bizler de o yazılanları hiç sorgulamadan mutlak doğru olarak ezberlemiştik. Ne zaman ki, yaşananları inceleyip yaşayanlara sorular sorduk o zaman nesnel gerçeği görmeye başladık ve “doğru”larımız yanlış olmaya başladı.
2004 yılından beri Dersim’e dair yaptığımız sözlü ve görüntülü tarih çalışmaları sürecinde biz de bazı “doğrularımız”ın yanlış olduğunu gördük. Vardığımız sonuçları değişik ortamlarda dostlarımızla paylaşırken (2006 yılında) Dersim’de bir isyanın olmadığını, planlı bir katliam olduğunu söylediğimizde bazı çevrelerin tepkileriyle de karşılaştık. Ortaya çıkan yeni tablo kabul görmüyordu. Sanki “Dersim İsyanı”na ihanet ediliyor gibi algılanmıştı. Ancak bir süre sonra bu konuya dair alan araştırmaları çoğaldı. Yeni bilgiler ve belgeler ürüne dönüştü. Böylelikle birkaç yıl içinde birçok çevre “mutlak doğru”sundan vazgeçerek Dersim’de yaşananlara “isyan değilmiş” demeye başladı. Bu önemli bir gelişmeydi. Ancak 70 yıllık “mutlak doğru”dan nasıl bu kadar kolay vazgeçildiğine de şaşırdım.
Yeniden konuya dönersek; milyonlarca Kürt BDP’ye ya da Blok adaylarına oy vermedi. Neden onlar “hain” veya “katillerine aşık” ilan edilmiyor? Seçim sonrası gördük ki, Hopalılar, onlara “eşkıya” diyerek hakaret eden, bombalayan ve öldüren AKP ve Başbakan R. Tayip Erdoğan’a en yüksek oyu verdi. Neden kimse “katillerine aşık” gibi beylik laflar etmiyor? Peki, konu Dersim olunca neden başka türlü düşünülüyor ve başka misyonlar yükleniliyor? Anlaşılıyor ki, Dersim sadece egemenler için değil, ezilenler ve demokrasi güçleri açısından değişik nedenleri olan ve çözümlenmemiş bir “sorun “dur…
Bu durumun sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Öznel dünyamızdaki Dersim ile nesnel gerçeklikteki Dersim’in aynı olmadığı açıkça görülmektedir. Dersim efsaneleri, Dersim güzellemelerinden vazgeçerek özgünlükleri olmakla birlikte, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin bir parçası olduğunun kabul edilmesi gerekir. Dersim’in nesnel gerçekliği bilinmediği ve görülmediği için çoğunlukla yanlış değerlendirmeler yapılmakta ve yanlış misyonlar yüklenilmektedir. Kâh kahraman, kah hain…
Her şeyin ve her sürecin birden çok bileşeni, her sonucun onlarca nedeni vardır.
Esra Çiftçi yazısında, “Hiçbir neden o utancı benim nazarımda gölgeleyemez…” (Özgür Politika 16 Haziran 2011) derken, bilimsel düşünüşün ve sorgulamanın başlangıcı olan soru sormayı ortadan kaldırıyor. Bir yerde “neden” sorusu yoksa orada bilimsellik yoktur. Olaylar ve olgular bilimsel bir düşünüş zemininde, doğru sorularla çözümlenemezse doğru sonuçlara varmak mümkün olmaz. E. Çiftçi’nin “yara”lı tezlerinin böylesi bir anti bilimsel düşünüşün ürünü olduğunu düşünüyorum…(Esra’nın milliyetçi olabileceğini düşünmek istemiyorum!)
E. Çiftçi “yaram” derken, A. Kahraman “kara yara” diyor “Kürdistan’da Yeni Süreç ve Dersim Yarası” başlıklı, 14.06.2011 tarihli yazısında. Halka tepeden bakan, horlayan ve yargılayan bir yerde durmaktadır A. Kahraman. Kendisi gibi düşünmeyeni “hain”, Kürt olmayanı “düşman” görecek kadar da milliyetçi ve tekçi…
A. Kahraman devamla “Babasının katili, anasının tecavüzcüsüne aşık, efendisine tapınan köle ruhlular, yıllardan beri ‘Pirus zaferine’ hazırlanıyorlardı” diyor.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na oy vermeyen bütün Dersimlileri “Babasının katili, anasının tecavüzcüsüne aşık,” ilan etmek büyük bir haksızlık ve vicdansızlık olur. Ayrıca bu tehlikeli düşünüş ve ruh hali halklar arasında dostluğa, kardeşliğe hizmet etmediği gibi Demokratik Kürt Hareketi’ne zarar veren bir anlayıştır.
A. Kahraman, Dersim’i homojen bir Kürt toplumu varsayıyor. Bu büyük bir yanılgıdır. ‘Ben Kürt değilim’ diyen herkese ‘hayır sen Kürtsün’ dayatmasında bulunuyor. Tıpkı Kemalist Devletin, yıllarca Kürtlere “siz Türksünüz” dayatması gibi…
A. Kahraman’ın milliyetçi ve anti demokratik düşünüşü onu, Alevi-Kızılbaş toplumunu ve sorunlarını anlamaktan alıkoymaktadır. Sünni-Şafi İslam’ın penceresinden bakmaktadır…
Bir insan veya toplum ‘biz Aleviyiz’ diyorsa, bunu kendine “kimlik” olarak seçmişse öncelikle anlamak ve ona saygı göstermek demokrat olmanın asgari kriteridir. ‘Hayır, sen o değilsin’ ya da ‘onu bırak, Kürtlüğü kimlik olarak kabul et’ dayatması hem doğru değil, hem demokratik değil, hem de yaşamda karşılık bulmaz. Tam tersi bir reaksiyon gelişir. Nitekim Dersim’de böyle bir reaksiyonun geliştiği gözlemlenmektedir.
DEMOKRATİK KÜRT HAREKETİ’NİN
‘ALEVİ SORUNU’ VAR MIDIR?
Kürt sorunu kadar önemli ve tarihsel olarak da Kürt sorunundan daha eski ve köklü bir Alevi sorunu olduğu görmezden geliniyor. Kürt meselesi 1900’lerden başlayan ve Kemalist Cumhuriyet’in “ulus devlet”iyle sistemleşen bir sorun iken, Kızılbaş-Alevi meselesi İslamla başlayan, Osmanlıyla (1514) boyutlanan ve hâlâ devam eden bir sorundur.
Pek çok “aydın” ve politikacı Alevi sorununu ısrarla Kemalist Cumhuriyetle sınırlamaya çalışıyor. Ne yazık ki Demokratik Kürt Hareketi’ndeki algı da bundan pek farklı görünmüyor.
‘Alevi-Kızılbaşlar neden CHP’ye oy veriyor?” sorusuna verdikleri tek yanıt ezberlenmiş “Stockholm Sendromu”dur. Yaklaşık 1.500 yıllık bir sorunu yok saymak ve onu 90 yıllık bir sorunmuş gibi göstermek gerçeklerin ruhunu anlayamamaktır. Tarih ve toplum bilincinden yoksun olmak demektir.
“Stockholm Sendromu”na tutulduğu varsayılan Alevi-Kızılbaş toplumu (Dersim’de) 1950 seçimlerinde CHP’ye değil, “yeni şeyler” vaat eden Demokrat Parti’ye oy verdi. 1960 ve 1970’lerde eşitlik, özgürlük ve sosyalizm temelinde yeni bir dünya için mücadele eden devrimci ve sosyalistlerin saflarında Kemalist devlete ve onun CHP’sine karşı ayağa kalktı. Bu toplumsal süreç bilimsel bir bakış açısıyla incelenirse pek çok örneği görülebilir. Demek ki “cellatlarına ve annelerinin tecavüzcülerine aşık” değilmiş Dersim halkı.
Daha yakın geçmişte iki dönem yerel seçimlerde ve önceki dönem milletvekilliği genel seçimlerinde doğru alternatifler doğru biçimde örgütlenince “Blok Adayları“nı seçerek “cellatlarına aşık” olmadıklarını bir kez daha gösterdikleri halde…
Evet, travma yaşamış toplumlarda egemenlerle ilişkilerde belirgin bazı davranışlar vardır. Bunları araştırmak, tespit etmek ve tanımlamak başka bir şey ama hiçbir bilimsel araştırma yapmadan şablonlarla toplumu yargılamak başka bir şey…
A. Kahraman, aynı yazısında, “Bunlar önce, ‘biz Kürt değil, Aleviyiz’ diyerek işe başladılar. Yeryüzünde ilk defa, birileri dini inancı kimlik yapıyor ve kimliğine, köklerine küfrediyordu.” diyor.
Bu söylem ve iddianın üzerine yeniden düşündüm. Gerçekten “Yeryüzünde ilk defa birileri dini inancı kimlik yapıyor” iddiası doğru muydu? Baktım ki A. Kahraman, ya gerçekten toplumlar tarihini bilmiyor, ya da ilkel milliyetçi zihniyet onun özgür ve objektif düşünüşünü perdeliyor…
Biliyoruz ki ulus, milliyet gibi kavramların 500-600 yıllık geçmişleri var. Türkiye’de ise, 150 yıl bile değil. Kürtler için ise yaklaşık 100 yıl diyelim… Peki, bu “ulus kimliği”nden önce bireyler, toplumlar kendilerini hangi kimlikle tanımlıyorlardı? Toplumlar henüz uluslaşmamış ve ulus devletlerde henüz yokken din ve inanç onlar için temel kimlik değil miydi? Bunları bilmeden Dersimlilerin ‘biz Kürt değiliz, Aleviyiz’ demeleri anlaşılabilir mi?
‘Biz Aleviyiz’ derken, aynı zamanda ‘Sünni ve Şafilerden değiliz’ demekteler. Osmanlı şeriatından zulüm görmüş Kızılbaşların “düşmanları” Kürtler, Türkler gibi ulusal – etnik kimlikler değildi. Sünniler, Şafiler gibi dini kimliklerdi. Ayrıca bunlar İslamın ve Osmanlının çıkarları için ittifak halindeydi.
TARİHSEL SORUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN…
Kemalist Cumhuriyet, Kızılbaşları 500 yıllık Osmanlı şeriatından kurtarma vaadi ile kandırdı ve yedekledi. Sonra, Osmanlı’nın yarıda bıraktığını değişik katliamcı ve asimilasyoncu politikalarla devam ettirdi. Buna rağmen Kızılbaşlar birkaç on yıllık “Kemalist düşman”larını 500 yıllık “Şeriatçı düşman”larına tercih ediyor… Neden?
Zira, Şeriatçı Osmanlı rejiminin Kızılbaşlara dair fetvaları geri alınmış veya yeni bir yaklaşım ortaya konulmuş değil. Şafi Kürt Beylerinin bu fetvaları uygulamada Osmanlı Devleti tarafından nasıl kullanıldığı da bilinmektedir. Bu gerçeklik Alevilerin-Kızılbaşların tarihsel hafızasında güncelliğini korumaktadır.
Şimdi bir soru sormalıyız: Demokratik Kürt Hareketi Alevi-Kızılbaş sorununda bu tarihsel gerçekliği görerek yeni bir süreç başlatabilecek mi?
Kızılbaş-Alevilerin Kemalist Cumhuriyet’e ve CHP’ye sığınmalarının esas nedeni 500 yıllık “şeriat” korkusudur. Şeriat korkusunun azaldığı veya alternatif politikaların güçlendiği dönemlerde Alevilerin CHP’den uzaklaştıkları görülmektedir.
Kızılbaş-Aleviler AKP’yi “Yeni Osmanlı” olarak görüyor. Şafi Kürtleri de Osmanlının dolayısıyla AKP’nin din kardeşleri… Pek çok Dersimli Kızılbaşın “Şafi Kürt Şeriatı” tehlikesinden bahsettiğine tanık olabilirsiniz. Bu görüş doğru olmayabilir ancak böyle bir görüşün varlığını kabul etmek ve üzerinde düşünmek gerekir. Tabii bu görüşü değiştirmek ve bu toplumu kazanmak gibi bir amaç varsa…
Genelde Aleviler, özelde Dersim Kızılbaşları Şafi Kürtleri ulus ve ulus devlet öncesi dini kimlikleri ile tanımlarlar. Tıpkı kendilerini tanımladıkları gibi, ‘Biz Aleviyiz, onlar Şafidir’ derler. Dolayısıyla Şafi Kürtlerle Alevi Kürtler veya Alevi Türkler arasında çözülmemiş “Şafi Kürt Şeriatı” gibi tarihsel bir sorun vardır. Bu tarihsel sorunu yok sayarak Alevi sorununu ve Alevilerin Kemalist Cumhuriyetle ilişkilerini anlamak mümkün değildir.
Bu tarihsel sorunu milliyetçi ve İslamcı Kürtler anlayamaz. Bunların her söylemi Kürtler ile Aleviler arasındaki çelişkiyi derinleştirmektedir. Dolayısıyla Demokratik Kürt Hareketi, Dersim seçim sonuçlarını doğru analiz ederek dersler çıkarabilmeli ve demokratik çözümler üreterek ilerici bir rol oynayabilmelidir.
Başta sosyalistler olmak üzere Demokratik Alevi Hareketi ve Demokratik Kürt Hareketi söz konusu tarihsel sorunun çözümünde rol oynayabilir/oynamalıdır da. Aksi durumda Kızılbaş-Aleviler 90 yıllık Kemalist Cumhuriyeti ve partilerini “laiklik” nedeniyle, Şafi Kürtler ise 500 yıllık Osmanlı Şeriatının ardıllarını “din kardeşliği” nedeniyle doğal veya zorunlu müttefiki olarak görmeye devam edeceklerdir.
Sonuç olarak; Demokratik Kürt Hareketi’nin Alevi-Kızılbaş sorunu vardır. Dolayısıyla Dersim seçim sonuçları Dersim sorunu ve Alevi-Kızılbaş sorunundan kopuk değildir. Ve bu sorun; Dersim’i ve Kızılbaşlığın tarihsel süreçlerini, sorunlarını bilmeyen kişilerin sorumsuzca kalem oynatmalarına terk edilemeyecek kadar önemli ve ciddidir.
Şayet Demokratik Kürt Hareketi “katillerine aşık”, “ihanet”, “yara”, “Stockholm Sendromu” gibi haksız yargılamalara ve yanlış anlayışlara tavır almazsa, Dersim Kürtler için de bir “sorun” olmaya başlayabilir.
KAZIM GÜNDOĞAN
Araştırmacı – Yapımcı
( http://www.birgun.net )
Mefkure arkadaşım, politik bir arenada pürist tutumlar hiçbir işe yaramaz. Bu alan bataklıktır ve bu bataklık içinde bazı olumlu şeylere tutunmaya çalışıyoruz. Kılıçdaroğlu hakkındaki genel yargına ben de katılıyorum veya CHP hakkındaki. Onları bu babta ben de eleştiriyorum ama adam kırk yılda bir olumlu bir şey yaptığı ya da dediği zaman da kulp takıp burun kıvırmak ne kadar pürist bir tutum olursa olsun devrimci bir tutum değildir. Kim olursa olsun, eğer olumlu bir söz söylemişse takdir edeceksin, elbette onun zaaflarını unutmadan. Gerekirse “helal olsun” da diyeceksin. Merak etme, bunu dedin diye mikrop falan bulaşmaz. Bir mirasyedi gibi hovardaca davranamayız. Şu an o kadar az olumlu şey var ki, bir büyük partinin lideri kırk yılda bir de olsa olumlu bir laf etmişse onu alkışladığın zaman namusuna halel gelmez ve bu ona kefil olmak anlamına da gelmez. Bu sözlerim aynı zamanda sana ertan.
mefkure’ye
önce eğer yazdıklarının ne anlama geldiğini biliyorsan, bunun anlamı hakaret etmek için bayağı uğraşmışsın olduğundur (gerizekalı ırkçılar da dahil olmak üzere hepsini sana iade ediyorum)
tek yazdığın doğru şey şu; zazaların kürd olup olmadıklarını söylemeye kalktığında haddini aşmak anlamına geleceğini söylemişsin ve farkında olmadan gerçekten haddini aşmışsın.
o kadar madde yazdım, hiçbirine tek mantıklı şey bulamayınca ırlçılıkla saldırmışsın. benim ermenileri aşağılamam mümkün değil, zira ailemin geri kalanı ermeni.
hiçbir zazaya da niye kürd değilim diyorsun gibi bir iddiam da olmadı. ama güldüğüm biryer oldu.. yüzlerce yıl yanyanda yaşayanlara gen sorulamaz ayıp falan demişsin ama gerçekten komik olmuş. türkçe japoncaya benziyor demişsin falan filan…
neyse gelelim şıracının şahidi çıracı”ya
okumadığın için tekrar yazayım, ben anarşistim. ne kürd milliyetçisi ne de bdp’liyim.. kendimi inkar etmiyor ve ait olduğum kültürden utanmıyorum. hepsi bu. kemlistler dersimde kazandı diye göbek atın siz…
Dersimo arkadaş,
*Size “Kürt milliyetçisi” veya “BDP”li falan demedim. Yalnızca “Kürt özgürlük hareketinin resmi söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmamış” dedim. Anarşist olabilirsiniz, fakat BDP’nin rüzgarına kapılan, onun ideolojik hegemonyasının tesiri altında olan çok sayıda anarşist de vardır (zamanında sol-komünistler HDK hakkında yazdıkları bir yazıda, HDK’ye katılan bazı anarşistlere de eleştiri yöneltmişlerdi; yazının linki: http://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/cati-akiyor-halklarin-demokratik-kongresi-ve-bir-garip-solda-bir-gari ).
* Dersimliler CHP’nin “sarı saçlı mavi gözlüsüne” oy vermediler, Hüseyin Aygün’ü ehven-i şer gördükleri için oy verdiler. Ben Dersimli olsaydım seçimleri boykot ederdim, o ayrı bir mevzu (ki yaşadığım yerde boykot ettim).
tamam sayın zileli biz zihnimizdeki siyasetimizin karakolundan kurtulmadan yazınızı yorumlayıp eleştiriyoruz.sen bu yaptığımızın tersinimi yapıyorsun?bizim yorumlarımızdaki görüş ve eleştirileri hatta konuyu derinleştirip gündemin olumlu tüketilebileceği verimli görüş ve tartışmayı zenginleştiren yorumları bile beni eleştiriyorlar refleksi ile okuyorsun.bizim makalelerden öğrendiklerimiz olduğu gibi seninde yorumlardan öğrenebileceklerin olabileceği umudumuzu yitirmek istemiyoruz.çıracı arkadaşımın sürekli tekrar ettiği kürt özgürlük hareketinin resmi söylemi cümlesi bile eksik ve sorunlu bdp üyesi olduğum halde özgürlük hareketinin resmi söylemi benim söylediklerimdir diyemeyeceğimi bilirken çıracının adeta bilmekten öte resmi söyleminide ben bilirim tavrı enteresan.bu hareket bütün birikim ve deneylerden öğrenerek etkilendiğini reddetmeyen her çabayı ve yanlışını bile olumlu tüketerek sürekli yeni süreç yönetim programları ile dinamik bir politik çizgi izlemeye çalışan hareketi resmi söylem gibi statik edilgen bir jargona oturtmak enteresan olduğu kadar ilgimiz olmayan bilmediklerimiz hatta programına eleştiri bile getiremediklerimizi(bu eleştiriyi olumlu algılayıp yararlanıp olumlu tüketeceğimiz bilinir)beklentilerimiz ve hayallerimize en uygun program ve söylemlerle hayatın bütün alanlarında(burjuvazinin ahırı dahil)toplumsal muhalefetin ana dinamiği olduğunu inkar edip görmemeye çalışmak devlet-iktidar-sistem hegemonyasının yaptıkları yada amaçlarından farklı bir sonucu olabilirmi?benim bile böyle düsünmemi sağlayıp şüpheye düşmem özgürlükçü devrimci gelecek beklentimizde başarı siyaseti heyecanımızın yitirilmesi ne işimize yarayacaktır
ya tamam da özgürlükçü arkadaşım, ben bir anarşistin parti üyesi olduğunu ilk kez görüyorum vallahi. (kızma ama)
biz senin nasıl anarşist?olduğunla ilgili değiliz onunla ilgilensek neler buluruz neler köydeki fadimeler?biz yazdıklarınızla ilgili yorum yapıp öğrenerek konuyu derinleştirmek için yorum yapıyoruz sende benim nasıl anarşist olduğumdan çok yorumlarıma kilitlensen aslında anarşistlerin senden ibaret olmayıp özellikle özgürlükçü anarşistlerin ne kadar çok olduğunu hatta bildiğinin aksine siyaset yaptıklarınıda öğrenirsin.sorulara devam et sende sormaya başlarsan tarrışmalar zenginleşebilir
kızmayıp tam aksine son sorunu olumlu bulduğumu söylemeyi unuttum.bu gibi soruların bizim anarşistlerimiz hakkında bilinenlerin dışında bilinmeyenlerinde açığa çıkmasına fırsat vereceği umudundayım.bizde yeni yeni öğrenilen anarşizmin bir miktar sizin çevirilerinizlede daha iyi anlaşılıp söylentilerin aksine gerçek değerinin anlaşılmasının çok hızlı yaşandığı bir süreçteyiz bu aşamada yazılarınız ve yapılan yorumların bizde yeşerip gelişen anarşizmin diğer sorunlu anlayışların hegemonyasından olumsuz etkilenmesini sanırım hiç birimiz istemeyiz.onun için halat oyunu metaforuna dikkat algınızı yöneltip o konudaki işlevinizin anarşizme olumlu katkısı olmasına çabalamnız beklentisindeyim
İŞİMİZ ZOR… İçeriği ve mesajı bu kadar yalın bir yazı için yapılan yorumları okurken, doğrusu (tam karşılığını bulamıyorum ama nasıl söylemeli…) “ruhum sıkıldı” …
Şu cümle yazının özü değil mi: “…Generalinden Cübbeli Hocasına, öğrencisinden Kürt hakları savunucusuna; belediyecisinden gazetecisine; işçisinden futbolcusuna kadar bütün tutuklamaların bir tek amacı var aslında: Toplumun bütün katmanlarına ve kesimlerine “bir gün siz de tutuklanabilirsiniz” mesajını vermek. … Tutuklamalar yoluyla bütün toplumu korkudan tutuklaştırmak. Başı önünde, tutuk insanlardan oluşan bir toplum yaratmak….” Bence doğru bir tespit… Bunu halen anlamayan KCK’liler ve “Ulusalcılar” var… KCK’lilerin ve taraftarlarının bir kısmı, halen Ergenekon operasyonlarını destekliyor ve TBMM’den bile bunu ilan etmekte yarar görüyorlar. “Karşı taraf”ta ise, KCK operasyonları ile kendilerine yapılanların benzerliğini hatta ayniyetini görmeyen-göremeyen-görmezlikten gelen kişiler ve çevreler var… Aydınlık Gazetesi ve Ulusal Kanal’da buna dahil ne yazık ki… Buradaki “tartışma” (daha doğrusu bu önemli tespiti ve konuyu tartıştığını zannedenler) ise, daha komik…
Buna katılırsınız ya da katılmazsınız… Yahut başka bir fikir ileri sürersiniz… Ama “Zaza”, “Dersim”, “Kılıçdaroğlu”, “Kürt dedin”, “Hayır demedim”, vb. kelime ve deyimlerle ilgisiz yönlere “dağılarak-dağıtarak” ne elde ediyorsunuz? Bu tablonun bütününe baktıkça, “her toplum, hak ettiği (ya da müstehak olduğu) şekilde yönetilir” öngörüsüne hak veriyorum…
nerdesiniz sahte özgürlükçüler,her türden şiddete karşıyım güzellemesinin içinde devlet-iktidar-sistem hegemonyasının öçüleştirdiği kürt özgürlük mücadelesine bilerek bilmeden sallayanlar.hani masada güzel şeyler vardıda şiddet aşığı kürtler masayı devirmişti? şimdi anladınızmı hiç bir zaman devlet-iktidar egemenlerinin barış niyetinin masası olmadığını bütün filimleri kürt özgürlük siyasetini yok etmek olduğu daha nasıl açığa çıkabilir?ne diyor bakan devletin önünde hiç bir görüşme vs yoktur sınır ötesi ve içinde tam bir mütabakatla koordine edilen operasyonu kck ve pkk yi mahkemeleri ve devletin bütün organlarını kullanan siyasi bir kararla yok etme operasyonu yaptığını itiraf etti.hani devlet ve amiri siyasi iktidar iyi niyetle bu sorunu çözmeye çalışan idide pkk masayı devirmişti kaç aydır pkk hiç bir şey yapmadığı halde toplu katliam seviyesindeki imha operasyonları eylem yapanlaramı yapılıyor korunmaya çalışan pkk lileremi yapılıyor?kurşun izi bile olmayıp kömürleşmiş parçalanmış pkk li cenazelerinin her gün onlarca hatta yüzlercesinin haberleriylemi kürt sorunu çözülecek?bütün bunların birlikte yaşama projesi üreten (demokratik özerklik)kürtlerin birlikte yaşama iradesinin güçlenmesine mi yarayacağını kendine devrimci deyipte milli duygularının zihnini zehirlediğini fark edemeyip sisteme kendini kullandıranların aklına bir şey getiriyormu?ne gezer onlar hala eski yoldaşları kızıl elmacı tükenmiş tarihin çöplüğündeki faşistleri dilinden düşürmeyip ne hikmetse sayısı 100 ü geçmeyenleri görmekten asıl görülecekleri göremez oldular bu geleneklerin siyasi hayatın pratiğinden neden sıfırlanıp bindeler seviyesine düştüklerini şimdi anladınızmı siz devam edin hala perinçekgiller,yalçın küçükgiller,veli küçük giller,berktay giller,ibrahim şahingiller,cintonik gillerle ilgileninki ne olduğunuzu daha iyi anlayalım.silvan olayından sonraki kürtleri şeytanlaştırma furyasındaki halinize dönüp bakın neler dediğinize şimdi neler olduğuna bakınca sizleri kimin kullandığını anlayacaksınız
Yahu bırakın kime ne olduğunu öğretmesini. Vaktiyle bugünkü varlığını borçlu olduğumuz faşist rejimi kuranlar çökmüştü dersimin başına. Efenim siz şu değil busunuz lakin unutmuşunuz gibi orta mektep müsamere metinleri kıvamlı bildirilerle dersimlilere türklüklerini hatırlatmaya çalışmışlar. Benim dedemin babamın filanda içinde olduğu o fukaralarda öldür allah hatırlayamamış olacaklar ki topla tüfekle yetmemiş uçakla gazla hatırlatmak için ellerinden ne gelmişse artlarına koymamışlar. Şimdi aynı şeyi akademik lafazanlıklarla yapıp kimseye varlığını kimliğini filan öğretmeyin. Bırakın da adamlar ne nasıl kim olarak bilinmek istiyorlarsa öyle bilinsinler öyle yaşasınlar. Bi belayı başımızdan savacağız diye eleştiri yapıyoruz derken yola çıkıp yeni belalar inşaa etmeyin. Aynı sakat mantıkla siz şu değilsiniz busunuz diye aynı zurnaya üfleyip durmayın.